Huzursuzluk Kitabı (sf. 199)


Zamanı derin bir acıyla hissediyorum. Bir şeyleri bırakıp gitmek beni inanılmaz sarsıyor. Birkaç ay yaşadığım zavallı möbleli oda ya da altı gün kaldığım taşra otelindeki masa, hatta bir garda, iki saat oturup tren beklediğim hüzünlü bekleme salonu - tamam, ama hayatın güzel şeylerini terk ettiğimde ve sinirlerimin olanca duyarlılığıyla onları bir daha asla göremeyeceğimi, onlara kavuşamayacağımı, kavuşsak da şu belirli, eşsiz andaki gibi olmayacaklarını düşününce -metafizik bir ıstırap veriyorlar bana. Ruhumda bir uçurum açılıyor. Tanrı'nın zamanının soğuk nefesi solgun yanağımı okşuyor.

Zaman! Geçmiş! Ansızın herhangi bir şey - bir şarkı, tesadüfen burnuma gelen bir koku ruhumda anıların tıpasını çekiveriyor... Bir vakitler olduğum, bir daha asla olmayacağım her şey! Benim olmuş, gelecekte asla olmayacak şeyler! ve ölüler! Çocukluğumda beni onca sevmiş olan ölüler! Adlarını andıkça ruhum buz kesiyor; insan yüreklerinden sürüldüğümü, kendi gecemde yapayalnız kaldığımı, kapalı kapıların dilsizliğinin karşısında, dilenci gibi ağladığımı hissediyorum.

Porno ve Erotizm - Ferit Edgü

Resim: Taner Ceylan

Porno ile erotizm arasındaki ayrım Everest tepesiyle lut gölü arasındaki yükseklikten daha fazladır. En iyi porno, en kötü erotizmin, olsa olsa bir kopyasıdır.

Pornoyu erotizmden ayıran başlıca özelliklerden birkaçını sıralayalım:

* Porno, düşgücü yoksunlara seslenir.
* Erotizm, düşgücü zenginlere.
* Porno, yüzeydedir,
* Erotizm, derinlerde.
* Porno ne sorar, ne yanıtlar
* Erotizm durmadan sorar. Yanıtı size bırakır.
* Porno dışa dönüktür.
* Erotizm içe dönüktür.
* Porno edilgendir.
* Erotizm etken.
* Porno hesaptır
* Erotizm hesaplaşma
* Porno tükenir, Hem de ortaya çıkar çıkmaz.
* Erotizm tükenmez. Yüzyıllar boyu sürer. Çünkü "insan tükenmez..."
* Porno uydurmadır, uyutur.
* Erotizm gerçektir, uyandırır.
* Porno gıcıklar.
* Erotizm düşündürür.
* Porno anlıktır, geçicidir.
* Erotizm zaman dışıdır, kalıcıdır.

Tonio kröger

Neden ben böyle farklı, herkese ters düşen biriyim; öğretmenlerimle neden anlaşmazlık içindeyim; öbür oğlanlara yabancıyım? Bak şunlara, hepsi de iyi öğrenciler, sarsılmaz bir sıradanlık içindeler. Öğretmenleri gülünç bulmuyor, şiir yazmıyor, gerçekten düşünülecek ve yüksek sesle söylenebilecek şeyleri düşünüyorlar. Her şeyle ve herkesle nasıl da barışık, nasıl da düzenli buluyorlar kendilerini! Böylesi iyi herhalde... Peki benim neyim var, bütün bunların sonu nereye varacak?



Sf. 12



Gitmesi gereken yolda azıcık kayıtsız, gelişigüzel, kendi kendine bir ıslık tutturup başını yana yatırıp uzaklara bakarak yürüdü ve eğer ara sıra yolunu şaşırdıysa bu bazıları için yol diye bir şey olmadığındandı. Ne olmak istediği sorulduğunda değişen cevaplar verdi, çünkü kendi içinde binlerce varoluş biçiminin olasılığını taşıdığını söylemeyi (bunu yazmıştı da) alışkanlık haline getirmiş, gizliden gizliye bunların aslında bir yığın imkansızlıktan başka bir şey olmadığı bilincini de geliştirmişti...



Sf. 29



 Yaşamak için çalışan biri gibi değil, tam tersine yaşayan bir insan olarak kendine hiçbir değer tanımayan, yalnızca yaratıcı olarak dikkati çekmek isteyen, bu yüzden de arta kalan zamanlarında solgun ve gösterişsiz bir şey, oynayacak rolü olmadığında hiçleşen, boyalarını silmiş bir oyuncu gibi ortalıkta gezinen biri olarak yaşıyordu.  Suskun, dışa kapalı, göze görünmez biri olarak, yeteneklerini yalnızca bir süs gibi taşıyanlara sonsuz bir küçümsemeyle bakarak çalışıyordu; bu küçük insanlar ister yoksul olsunlar, ister zengin, yaka bağır açık deli gibi sağa sola koşuşturuyorlar, boyunbağlarıyla içinde yaşadıkları refahı sergiliyor, her şeyden önce mutlu, sevimli ve birer sanatçı havasında yaşamaya önem veriyorlar, iyi eserlerin ancak korkunç bir hayatın baskısı altında ortaya çıktığını, hayatını yaşayan insanın çalışamayacağını, üstelik tam anlamıyla yaratıcı olabilmek için ölmüş olmak gerektiğini bilmiyorlardı.



Sf. 32      



 " 'Meslek' deyip durmayınız Lisabeta İvanovna! Edebiyat bir meslek değil, bir lanettir - bilmiş olasınız. İlk olarak ne zaman kendini gösterir bu lanet? Erken, korkunç derecede erken. Daha Tanrıyla, dünyayla esenlik içinde olmanız gereken bir zamanda. Mimlenmiş olduğunuzu, ötekilerle, sıradan, aklı başında insanlarla bilinmez bir karşıtlık içinde bulunduğunuzu hissetmeye başlıyorsunuz, sizi onlardan ayıran sırıtkanlık, inançsızlık, zıtlık, bilinç, duygu uçurumu gitgide daha çok derinleşiyor, yalnız kalıyorsunuz ve o andan başlayarak iletişim kalmıyor artık! Ne kader! Diyelim ki yüreğiniz bunun korkunçluğunu hissedebilecek kadar canlı, sevgi dolu kalmış olsun; binlerce kişinin arasında alnınızdaki işareti hissettiğiniz ve herkesin de aynı şeyin farkında olduğunu bildiğiniz için kişilik bilinciniz birden tutuşuyor. Deha sahibi bir oyuncu tanırım, insan olarak hastalıklı bir çekingenlik ve kararsızlıkla savaşmak zorundaydı. Aşırı derecede bilenmiş bir kendini beğenmişlik duygusu kaplardı bazen içini, rol kıtlığı, oyuncu olarak görevinin azlığı bu kusursuz sanatçı ve yoksullaşmış insanda böyle bir etki yaratırdı. Bir sanatçıyı, ekmek parası kazanmak için sanatçılık yapan değil de tam tersine kaderi önceden belirlenmiş bir sanatçıyı içinden çekip çıkarmanız için biraz dikkat yeterlidir. Yüzünde ayrılık ve ayrıksılık, tanınır ve izlenir olmanın bilinci, hem krallara yaraşır, hem de mahçup bir şey vardır.  Sivil elbiseleriyle halkın arasında gezen bir prensin yüz çizgilerinde de buna benzer bir şeyler görürüz. Ama sivil elbise hiçbir işe yaramaz. Lisebeta! başka kılıklara bürünün, bir ateşe ya da izne çıkmış bir hassa alayı teğmeni gibi giyinin - gözlerinizi kaldırıp da bir tek söz etmeyegörün, herkes o anda sizin bir insan değil, Yabancı, Yabancılaşmış, Yabancılaştırıcı - bambaşka bir şey olduğunuzu anlayacaktır.

Sf. 39



Thomas Mann

Bir Meçhulün Güncesi'nden

1927


Gerçek durumumuz varolmamak olmasına rağmen, ölenler için üzülüp, doğanlar için seviniyoruz!

Kötümserliğimiz bu boşluktan, bu "yaşamamadan" kaynaklanıyor. Bu boşluğun bize sunduğu parantezden yararlanmayı öğütleyen göksel sistem içimizdeki gökyüzünden daha kalıcı olmadığından, süre bir masal olduğu için, boşluk aslında boşluk olmadığı için, uzantılar ve zaman bloğu uzantı ve zaman kavramlarından uzakta ve sabit olarak patlamasına rağmen sonsuzluk bizi aldattığı ve bize süregiden bir zaman verdiği için, son söz olmadığı için insanın hiçbir zaman son sözünü söyleyemeyeceği bilmecenin çözümünü aramadan bu parantezden yararlanmayı öğütleyen bir bilgeliğe sahip olan iyimserliğimiz.  

Jean Cocteau

Şeytanın Saati - Fernando Pessoa

İnsanlık pagandır. Asla hiçbir din içine işleyemedi onun. Sıradan insanın ruhunda, ruhun ölümsüzlüğüne inanma gücü bile yoktur. İnsan ne nerede ne de niçin uyandığını bilmeden uyanan bir hayvandır.

Tanrılara taptığında, onlara bir fetiş gibi tapar. Onun dini gözbağcılıktır. Hep böyleydi, böyledir ve hep böyle olacaktır. Dinler, gizemlerden taşan ve dünyevi olan şeylerdir yalnızca ve dünyevi olan bunu hiç kavrayamaz, çünkü o, doğası gereği, dünyevi olamaz.

Dinler simgedir ve insanlar simgeleri yaşamlar olarak değil (oysa öyledirler), şeyler olarak kabul ederler (oysa öyle olamazlar). Sanki Jüpiter varmış gibi - ama asla yaşıyormuş gibi değil- ona yaranmaya bakarlar. (Jüpiter yaşıyormuş gibi, asla varmış gibi değil.)

İnsan hayvandan, sadece bir hayvan olmadığını bildiği için ayrılır. O, görünür karanlıklardan başka bir şey olmayan ilk ışıktır. O, başlangıçtır, çünkü karanlıkları görmek, karanlıklardan ışığı almaktır. O, sondur, çünkü kör doğduğumuzu, görmek duyusuyla bilmektir. Böylece hayvan, kendi içinde doğan bilgisizlik yoluyla insan olur.

Bunlar çağlarla zamanların sonsuzluğudur ve merkez noktasında hakikatin bulunduğu dairenin çemberi üzerinde yürümekten başka yapılacak şey yoktur.


Bilimin temeli cehaletimizi bilmektir.

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri


Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda
Gerisi sadece gök ve toprak.

Fernando Pessoa


Huzursuzluk Kitabı (sf. 266)

Sanat varolmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır. Danimarka prensi Hamlet'in çektiği çileleri, azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluruz - bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar, zaten aşağılık olmak doğalarında vardır.

Aşk, güneş, uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu, kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları. Ne var ki, ister aşk, ister güneş, ister uyuşturucular olsun, hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir. Aşk bıkkınlık verir, umudumuzu kırar. Güneşin ardından uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır. Uyuşturucuların bedeli, organizmayı uyarırken çökertmeleridir. Ama sanatta hayal kırıklığı yoktur, çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir. Sanatta uyumak yoktur, çünkü sanat insanı uyutmaz -rüya görüyor olsak bile. Sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de bir vergisi.

Sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız.

Sanat denince, zevk veren, ama bize ait olmayan her şey bunun içine girer: gelip geçen birinin bıraktığı iz, bir gülümseyiş, batan güneş, şiir, nesnel evren.

Sahip olan, kaybeder. Bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur, çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir.

İn the Bedroom









Bulantı

"Bulantı yakamı bırakmadı. O kadar çabuk bırakacağını da sanmıyorum. Ama onu, bir dert gibi duymuyorum artık. Bu geçici bir huysuzluk ya da bir hastalık değil; kendi öz varlığım."



İşler kötü, hem de çok kötü: Pislik, bulantı içimi doldurmuş. Bir yenilik var bu kez. Kahvede yakaladı beni. Bugüne kadar kahveler tek sığınağımdı. İnsanla dolup taştıkları, aydınlık oldukları için. Onları da kaybettim. Odamda, dört yanımdan çevrildiğim zaman nereye gideceğimi bilemeyeceğim artık.

sf. 32

ISİDORE


1846 -1870

Benim yalnızca bir otel sahibi ile otel çalışanı
 tarafından imzalanmış 2028 nolu bir ölüm belgem var.
 Acaba Kuzey Mezarlığına bir süre gömüldüm mü yoksa
 bir başka kılıkta yaşamaya devam mı ettim, kafanızdaki bu
 soru yanıtsız kalıyor. Yaşadımsa, acaba o kişi şimdi 
sizin karşınıza aldığınız kişiden daha az mı gerçek?


*


Maldoror'dan elimde kalan tek şey -düşsel bir evreni kapsül
 içine alan altı kanto- şimdi artık baskı mürekkebi ve kağıttan
 başka bir şey değil. Kaç kopyası varsa onlar da 
kent yangınıyla yok olacak.


 Jeremy Reed'in ISIDORE
isimli kitabından










" O günden sonra, sen, tedirgin ve erken gelişmiş imgelemli çocuk, ağır sandallarıyla, dolambaçlı kavşağın kaldırım taşlarını yorgun yorgun çiğneyen bu gizemli delikanlıyı bir daha göremedin. Bu alevler sarınmış kuyrukluyıldız, aşırı merakın yöneldiği bu hüzünlü insan, senin düş kırıklığına uğramış gözlerinin alnacında parlamadı bir daha; ve sen, sık sık, çok sık, belki de her zaman düşüneceksin, yaşanan dünyanın iyilik ve kötülüklerine aldırmazmış gibi görünen, ve korkunç ölü yüzü, diken diken saçları, sallana sallana yürüyüşü ve yazgının acımasız kar tarağının iş gördüğü uzayın uçsuz bucaksız bölgelerinde sürekli olarak oyalanıp duran, umudun kanlı avını ararmış gibi eter denizinin gülünç sularında körlemesine yüzen kollarıyla rastgele ilerleyen bu insanı... "
 


Bulantı


İnsanın kendi yüzünü anlayabilmesi belki de elinde değil. Belki de tek başıma yaşadığım için böyle oluyor. Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım yok. Tenimin bunca çıplak olması da acaba bu yüzden mi? Bunca insansız... evet insansız doğa da denebilir.



Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki? Gerçekleşmekten ne kazanacak? İhtiyar kadın topallayarak uzaklaşıyor, sonra duruyor, atkısından çıkan aklaşmış bir tutam saçı çekiştiriyor. Yürüyor, demin oradaydı, şimdi başka yerde... Anlayamıyorum bunu, Hareketlerini görüyor muyum, yoksa önceden kestiriyor muyum? Şimdi'yi gelecekten ayıramıyorum artık, ama sürüp gidiyor bu, yavaşça gerçekleştiriyor kendini; yani ihtiyar kadın ıssız sokak boyunca ilerliyor, ayağındaki koca erkek ayakkabılarını sürüp duruyor. Zamanın ta kendisi bu, hem de çırılçıplak zaman. Ağır ağır varoluyor, bekletiyor insanı. Ama ortaya çıktığı zaman canınızı sıkıyor. Çünkü çoktan beri orada bulunduğunu anlıyorsunuz. İhtiyar sokağın dönemecine yaklaşıyor, ufak kara bir kumaş yığınından başka bir şey değil artık. Buna diyeceğim yok doğrusu. Biraz önce ihtiyar orada değildi. Ama bu, insanı şaşırtmayan tatsız ve solgun bir yenilik. Köşeyi dönecek, işte dönüyor; bu dönüş sanki sonsuz bir süre.

Pencereden çekip alıyorum kendimi, sallana sallana odanın öte yanına gidiyorum, aynaya yakalandım, bakıyorum; tiksinmek geliyor içimden, işte sonsuz bir süre daha. Aynadaki görüntümden kurtulup yatağın üzerine yığılıyorum. Tavana bakıyorum, bir uyuyabilsem.


sf. 48

Bataille'ın Masasındaki Fotoğraf

1910, Çin. 100 Bıçakla Ölüm töreni.

Bu işkenceyle ilgili resimler kısmen Dumas ve Carpeaux tarafından yayınlandı. Carpeaux bu işkenceye resmen tanık olduğunu belirtiyor.

25 Mart 1905'de Cheng-Pao şu imparatorluk fermanını yayınlamıştı:

"Moğol prensleri, Prens Ao Han Quan'ı öldürmekten suçlu bulunan Fou Tchou Li'nin yakılarak öldürülmesini talep ettiler ama imparator bu işkenceyi çok vahşi bularak Fou Tchou Li'nin Leng Tch ile (keserek parçalama) yavaş ölüme mahkum etti. Bu buyruğa uyulsun!".

Bu işkence  Manchou hanedanlığı dönemine aittir. (1644 - 1911)


"Bu fotoğraf, benim hayatımda yadsınmaz bir rol oynamıştır. Acıyı en çıplak haliyle gösteren, ayrıca baş döndürücü ve dayanılmaz bir yanı da olan bu resme bakıp düşüncelere dalmaktan hiçbir zaman kendimi alamadım."


Pekin'de, işkence sırasında, birçok kez fotoğrafı çekilen işkence altındaki kişinin açık görüntüsüne bağlanan dünya, bana göre, ışığın görüntülediği görüntülerle bize ulaşabilir olanların en boğucusudur. Gösterilen işkence, en ağır cinayetlere verilen Yüz parça cezasıdır. Klişelerinden biri, 1923'de, Georges Dumas'nın Traite de psychologie'sinde yayınlanmıştır. Ama yazar, hatalı olarak bu işkenceyi çok eski bir tarihe atfediyor ve ondan, tüyleri diken diken etme'nin örneğini vermek için söz ediyor: kafanın üzerine dikilmiş saçları! İşkenceyi uzatmak için, mahkuma bir miktar uyuşturucu verildiğini zannediyorum. Dumas kurbanın çizgilerinin esrimesel görüntüsü üzerinde duruyor. Kuşkusuz, en azından kısmen uyuşturucuya bağlı olan yadsınamaz bir görünümün fotoğrafta boğucu olan şeye eklendiğini tabii ki ekliyorum. 1925 yılında bu klişelerden birine sahip oldum. Bu klişe bana Fransa'nın ilk psikanalistlerinden biri olan doktor Borel tarafında verildi.  Bu klişenin yaşamımda belirleyici bir rolü oldu. Acının, aynı anda hem esritici ve hem de dayanılmaz olan bu görüntüsü yaşamım boyunca kafamdan çıkmamıştır. Marquis de Sade'ın, düşlediği gerçek işkenceye katılmadan görüntüden çekip çıkaracağı ama ulaşamamış olduğu yanı kafamda canlandırıyorum: bu görüntü, şu veya bu şekilde her zaman gözlerinin önündeydi. Ama Sade, bu görüntüyü, onsuz esrimesel ve şehvetsel çıkışın gözönüne getirilemeyeceği, yalnızlık içinde, en azından göreceli yalnızlık içinde görmek isterdi.

Çok sonraları, 1938'de, bir dostum beni Yoga pratiğinin içine soktu. Bu vesileyle, bu görüntünün şiddeti içindeki alt üst oluşun sonsuz bir değerini fark ettim. Bu şiddetten yola çıkarak -bugün hala kendime bundan daha çılgın, bundan daha korkunç bir şiddeti öneremem- o kadar alt üst oldum ki esrimeye ulaştım. Buradaki amacım temel bir bağlantıyı ortaya çıkarmaktır: dinsel esrime ile erotizmin - özellikle sadizmin- bağlantısı. En itiraf edilemeyenle en yükseğin bağlantısı. Bu kitap tüm insanlara ait olan sınırlı deneyim içinde değildir.

Bu olguyu kuşkulu hale getiremem...

Birden bire gördüğüm ve beni korkunun içine hapseden ama aynı zamanda beni kurtaran şey, tanrısal esrimeyle en uç korkunçluğu karşı karşıya getiren bu mükemmel karşıtlıkların özdeşliğidir.

Bana göre erotizmin tarihinin kaçınılmaz sonucu budur. Ama şunu eklemeliyim: kendi alanıyla sınırlanan erotizm, dinsel erotizm içinde verilen bu temel gerçeğe yani korkunçluğun ve dinselin özdeşliğine ulaşamayacaktır. Din, bütünün içinde, kurban etmenin üzerine kurulmuştur. Ama yalnızca bitmeyen bir kıvrım, içinde açıkça zıtlıkların birleşmiş göründüğü, içinde kurban etmede oluşan dinsel korkunçluğun erotizmin uçurumuna, erotizmin aydınlattığı son hıçkırıklara bağlandığı ana ulaşmayı sağlamıştır.

Georges Bataille

Bulantı

 Gizli boyutlardan yoksun oluşumu, varlığımın yalnız vücudum ve ondan kabarcıklar gibi yükselen sudan düşüncelerle sınırlı oluşunu, bugünkü kadar kuvvetle duyumsamamıştım hiç. Anılarımı şimdiden türetiyorum. Şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum, ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum.


sf. 51


Işığı söndürdüm. Yalnızım şimdi. Ama yapayalnız değilim. O düşünce var karşımda, bekleyip duruyor. Koca bir kedi gibi tostoparlak olmuş. Bir şey açıkladığı yok, kıpırdamıyor da. "Hayır," demekle yetiniyor. Hayır, benim başımdan serüvenler geçmedi.

Başımdan tek serüven geçmedi. Hikayeler, olaylar, kazalar ne isterseniz var bende. Ama serüven yok. Bu sözcüklerle ilgili bir soru değil, şimdi anlıyorum. Farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. Aşk değildi bu, Tanrı da değildi, ün kazanmak, zengin olmak da değildi. Bu... Kısacası, belli zamanlarda hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum. Olağanüstü durumlar söz konusu değildi. Bütün istediğim biraz şaşmazlıktı. Hayatımın göz alıcı hiçbir yanı yoktu, ama ara sıra, sözgelimi kahvelerde müzik çalındığı zaman, geçmişe yönelip bir zamanlar Londra'da, Meknes'te, Tokyo'da tatlı anlar geçirmiştim, benim de başımdan serüvenler geçmişti diyordum. Bu, elimden alındı bugün. Ortada hiçbir neden yokken, birden on yıldır kendime yalan söyleyip durduğumu anladım Serüvenler kitaplardadır. Kitaplarda anlatılanların hepsi hayatta gerçekleşebilir tabii, ama aynı biçimde değil. Oysa benim için o gerçekleşme biçimi önemliydi.


sf. 56

Rimbaud Şiiri




Güzelim oğlu Pan'ın! 
Çiçeklerin, yemişlerle çevrili alnın sıra gözlerin, 
o biricik yuvarlar, dönüp duruyor. 
Esmer bir tortuyla gölgeli yanakların çukur çukur. 
Pırıl pırıl dişlerin. 
Bir gitara benziyor göğsün, o sarışın kollarında akıp giden. 
İki cinsin birden uyuduğu karın boşluğunda küt küt atıyor yüreğin. 
Geceleri kalçalarını, 
önce birini, sonra ötekini, 
sonra da sol bacağını yavaş yavaş sallayarak, çık dolaş!









Bulantı

Yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. Dekorlar değişir, kişiler girer çıkar yalnız. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur; sonu gelmez tekdüze bir ekleniştir bu. Ara sıra şöyle bir hesap yapılır: "İşte üç yıldır yolculuk yapıyorum. Bouville'e geleli üç yıl oldu," denir. Başlangıç olmadığı gibi, son da yoktur. Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kerede terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynıdır. Kimi zaman (pek sık değil) durumu gözden geçirir, bir kadına bağlandığınızı, kötü bir işe girdiğinizi fark edersiniz. Göz açıp kapayıncaya kadar sürer bu. Sonra geçit yeniden başlar, saatleri ve günleri birbirine eklemeye koyulursunuz. Pazartesi, salı, çarşamba, 1924, 1925, 1926.

Yaşamak budur işte. 

sf 60.

Başkalarının Acısına Bakmak




Eddie Adams’ın Şubat 1968’de çektiği, Güney Vietnam polis teşkilatının şefi Tuğgeneral Nguyen Ngoc Loan’ın, Saygon’daki bir sokakta, Vietkong’lu bir zanlıyı başından vurarak öldürdüğü anı gösteren resmin işaret ettiği gerçeklik konusunda hiçbir kuşku duyulamaz. Yine de bu, elleri arkasından bağlı haldeki esiri önüne katmış, gazetecilerin toplandığı sokağa götürülen General Loan tarafından kasten tasarlanmış bir sahneydi; eğer o ana tanıklık edecek hiç kimse olmayacağını bilseydi, general o infazı hemen oracıkta, hem de tetiği kendisi çekerek  gerçekleştirmeye muhtemelen gerek görmezdi. Esirinin gerisinde, onun arkasındaki kameraların, kendi profili ile Vietkong’lunun yüzünü görebileceği bir yerde duran General Loan, silahını çok dibinden hedefinin kafasına doğrultmuştu. Eddie Adams’ın çektiği fotoğraf, tam merminin ateşlendiği anı göstermektedir; suratındaki kasları gerilmiş ve buruşmuş bir şekilde ölen adam, henüz yere düşmeye başlamamıştır.  İzleyiciye gelince, bu resimle karşılaşanlar, fotoğrafın çekilişinin üstünden yıllar geçmiş olmasına rağmen, ... evet, bu yüzlere uzun uzun bakabilmekte, ama yine de onlardaki esrarın iç yüzüne varamamakta ve böylesine bir ortak-tanıklığın ne denli çirkince bir deneyim olduğunu akıllarına bile getirmemektedirler.  

Susan Sontag

Bulantı

Yalnızım. İnsanların çoğu evlerine gitti; radyo dinleyerek akşam gazetelerini okuyorlar. Sona eren pazar günü, ağızlarında bir kül tadı bırakmıştır. Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama benim için ne pazartesi ne de pazar var. Günler ite kaka sürüyor birbirlerini, sonra ansızın bunun gibi bir parıltı ortaya çıkıyor:

Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zaman da onun tam tersi: Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen ben'im. Bir roman kahramanı gibi mutluyum.

sf. 78

Magritte Röprodüksiyonları

Magritte'nin resimlerinde görmeye alıştığımız nesneler şunlardır: tuba, iskemle, ayakkabı ( kesik bir ayakta ya da içi boş bir pantolon altında), top, puro, çıngırak, tiyatro perdeleri, kesik kollu alçı heykeller.

Kimi zaman tubalarla iskemleler Dali'nin zürafaları gibi yanarlar.

Magritte'nin resimlerindeki alışılmış hayvanlar: Max Ernst'in de sevdiği kuşlar, özellikle kartal; balıklar; örneğin, Tanguy'nin belirmesini beklediğiniz sonsuz bir kumsalda, iki kişinin yanında duran kocaman bir top, daha da büyük bir balık, ya da Hommage a Alphonse Allais'de, kuyruğu yanmış bir puro olan balık.

Magritte'in resimlerinin diğer ayırıcı özellikleri: Tarihi şahsiyetleri ressamların ölümsüzleştirdiği pozlarda koruyan tabutlar; büyük göktaşları; genellikle tiyatro perdeleri ardında görülen "bulutlar, olağanüstü bulutlar".

Michel Ragon









MAGRİTTE (Duane Michals)






Bulantı

 Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka bir şey istememiştim.



Kendimi yeniden Redoute Bulvarı'nda bulduğum zaman içimde acı bir pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştı. Şöyle diyordum: "Yeryüzünde şu serüven duygusu kadar bağlı olduğum başka şey yok belki. Ama bu duygu istediği zaman geliyor, sonra hemen kaçıp gidiyor. Gittiği zaman nasıl bomboş kalıyorum. Yoksa hayatımı boşa harcadığımı anlatmak için mi bu kısa ve alaycı ziyaretleri yapıyor bana?"

...

Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi bu. (sf. 81)








Pazartesi


Dün şu böbürleniş dolu saçma cümleyi yazabilmişim:
"Yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim."
Cümleler yaratmak zorunda değilim. Belli durumları açığa çıkarmak için yazıyorum ben. Edebiyattan kaçınmalıyım. Sözcükleri aramadan çalakalem yazmak gerek. Dün gece kendimi pek yüce duymuş olmamdan tiksiniyorum asıl. Yirmi yaşındayken kafayı çeker, sonra Descartes gibi adam olduğumu ileri sürerdim. Kendimi yücelikle şişirip durduğumu duyardım, ama engel olamazdım buna. Hoşuma giderdi. Ertesi gün, kusmuk dolu bir yatakta uyanmış gibi sıkılırdım. Sarhoşken kustuğum olmaz, ama keşke kussam! Dün akşam sarhoş bile değildim. Bir budala gibi coşturmuşum kendimi. Su gibi saydam, soyut düşüncelerle temizlemeliyim benliğimi.
 
...

Şu serüven duygusunun olaylardan gelmediği belli, kanıtlandı bu. Serüven duygusu, anların art arda geliş biçimine bağlı. Nasıl olduğunu anlatayım. Zamanın akıp gittiğini, bir anın ötekine, onun bir başkasına götürdüğünü, her anın kaybolup gittiğini, onu durdurmaya kalkmanın boş olduğunu vb. ansızın hissederiz. O zaman serüven özelliğini, anların içinde ortaya çıkan olaylara veririz. Yani, biçimin malı olanı öze veririz. Şu durmadan sözü edilen zaman akışını pek gördüğümüz yoktur. Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz, ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.

Yanlış hatırlamıyorsam buna zamanın geri çevrilemezliği diyorlar. Öyleyse serüven duygusu, zamanın geri çevrilmezliğinden başka şey olmamalı. Peki öyleyse, bu duyguyu niçin her zaman yaşamıyoruz? Yoksa zamanın geri çevrilmez olduğu anlar mı var? Her istediğimizi yapabileceğimizi duyduğumuz anlar vardır. Önden gidebilir, geri dönebilirsiniz. Önemi yoktur bunların. Öte yandan, anların sıkıştığı, yeniden başlamanızın olanaksız olduğu ve atağımızın boşa gitmemesi gerektiği zamanlar da vardır. (sf. 82)

Bu Bir Pipo Değildir - Magritte


Yukarıda bir gerçek pipo aramayın sakın, bu bir pipo rüyası, ama tablodaki sağlam ve şaşmaz desen, evet apaçık bir hakikat olarak kabul edilmesi gereken işte bu desendir.

 Tablo, (karatahta ya da tuval olması önemli değil) üzerinde canlandırılmış pipo, evet bu “aşağıdaki” pipo, açıkça görülebilen sınırları olan bir mekâna sağlamca yerleştirilmiş; genişliği (yazılı metin, çerçevenin üst ve alt kenarları) yüksekliği (çerçevenin dikey kenarları, şövalenin dayanakları), derinliği (zeminin çizgileri) apaçık görülüyor. Yıkılmaz bir hapishane bu. Buna karşılık, yukardaki piponun koordinatları yok. Boyutlarının büyük olması onun bulunduğu yeri belirsizleştiriyor.  Yoksa bu aşırı boyutlu pipo, tabloyu geriye itmiş de onun önüne mi geçmiş? Ya da tablodan kopup gelen bir görünüş mü, bir duman mı, bir piponun şeklini ve toparlaklığını edinerek ona karşı çıkan ve benzeyen pipo dumanı mı?

Ve sonunda, piponun göründüğünden çok daha devasa olarak tablonun ve şövalenin arkasında olduğunu var sayamaz mıyız? Bu durumda pipo, onun sökülüp alınmış derinliğini, tuvali (ya da panoyu) patlatan ve kerterizsiz bir mekanda sonsuzca yayılan iç boyutu olacaktır.

Ama bu belirsizlikten emin değilim ben. Daha doğrusu, bana kuşkulu görünen yukardaki piponun belli bir yeri olmadan yüzüp durması ile aşağıdakinin durağanlığı arasındaki yalın karşıtlıktır. Daha yakından bakarsak tuvali tutan ve desenin de içine yerleştirilmiş olduğu çerçeveyi taşıyan şövalenin ayaklarının, kabalığıyla belirginlik ve sağlamlık edinmiş olan bir zemin üzerine dayandırılmış olan bu ayakların, aslında yivli olduklarını kolayca görürüz. Bunlar, hayli masif olan bütün bu şövale, çerçeve, desen vb.’ni, her tür dengeden yoksun kılan üç ufacık noktayla zemine değmektedirler ancak. Şövale, çerçeve, tuval ya da pano, desen ve metin devrilip gidecek mi acaba? Kırılmış tahtalar, paramparça şekiller, sözcüklerin belki de yeniden artık kurulamayacağı ölçüde birbirinden ayrılmış harfler; evet, yerde böyle bir yığıntı, ama yukarıda ölçü dışı ve kerterizsiz büyük pipo, ulaşılmaz balonsal hareketsizliğinde varlığını sürdürecek mi?    

Michel Foucault



Bulantı


 Aslında kalemi elimden bırakamıyorum. Bulantıya kapılacağım diye korkuyorum, yazarken onu geciktiriyorum gibime geliyor. Bu yüzden aklıma geleni yazıyorum.



Kalemi elime alıp yeniden bir şeyler yazmaya çabaladım. Geçmiş, şimdi ve dünya üzerine çeşitli düşüncelere dalmaktan bıkmıştım artık. Bir tek şey istiyordum yalnız. Kitabımı rahatça bitirmemi hiçbir şey engellemesin istiyordum.

Ama beyaz sayfalara bakar bakmaz durakladım. Kağıtların görünüşü duraklatmıştı beni. Kalemim elimde, bu göz kamaştırıcı kağıdı seyretmeye koyuldum. Öylesine sert ve uzağı görücü; öylesine burda bulunan bir şeydi ki! Şimdi'den başka bir şey yoktu onda. Üzerine biraz önce yazdığım  sözcükler kurumamıştı daha, ama artık benim olmaktan çıkmışlardı.

"En korkunç söylentilerin yayılmasını sağlamak için her şey yapılmıştı..."


Bu cümleyi ben düşünmüştüm; başlangıçta, benden bir parça gibiydi. Oysa şimdi kağıdın üzerinde yer almıştı, bana karşı duruyordu. Artık tanımıyordum onu. Onu yeniden düşünmek bile elimden gelmiyordu. Orada karşımdaydı; kaynağını gösteren bir belirtiyi aramam boşunaydı. Bir başkası yazmış olabilirdi onu. Ama ben, evet ben, onu yazmış olduğumdan emin değildim. Harfler artık parıldamıyordu, kurumuştu. Bu da kaybolmuştu. Geçici parlayışlarından bir şey kalmamıştı geriye.


Çevreme kaygılı gözlerle baktım, şimdi'den başka tek şey yoktu. Şimdi'leri içinde kabuk bağlamış, hafif ve sağlam mobilyalar; bir masa, bir yatak, bir aynalı dolap ve... ben. Şimdi'nin gerçek özü kendini açığa vuruyordu. Şimdi var olandı, şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde varoluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım. Ama benim alanımın dışına kaçmış olduğuna inanmıştım. Benim gözümde geçmiş, bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay, kendi kendine bir kutunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu. Hiçliği düşünmek bu kadar zordur işte. Ama şimdi anladım, eşyanın, görünüşü aşan bir varlığı yok. Onların ardında... hiçbir şey yok.



sf. 132

MAPPLETHORPE

1946 - 1989

Robert'ın stüdyosuna açılan kapıyı hızla açtım. Oval bir aynaya bakıyordu; aynanın yanında siyah bir kırbaç ve aylar önce sprey boyayla boyadığı bir şeytan maskesi duruyordu.


....deri kasık bağını üzerine giyişini seyrettim. O, şeytan olmaktan ziyade, özgürlüğün ve yüksek deneyimlerin peşinde olan bir dionysos'tu.


Esrarlı duyarlılığının merkezinde Jim morrison'a karşı hissettiği  tutku vardı. Onu mitolojik bir yere koymuş ve kendisine rol modeli olarak benimsemişti. Siyah deri bir gömlek ile gümüş bir kemerle tutturulmuş deri pantolonu, "kertenkele kral"ın alamet-i farikası olan giysilerdi.

Robert çalışırken Blow up filmindeki David Hemmings'e benzerdi. Saplantılı bir şekilde yoğunlaşması, duvara raptiyelenmiş görseller ve çalışmasına dedektif ihtiyatıyla yaklaşan bir sanatçı. Kan izi, ayak izleri ve onun işareti. Hemmings'in filmindeki replikleri bile Robert'ın mantrasına bir altyazı gibiydi: Keşke tonla param olsaydı / O zaman özgür olurdum / Ne yapmak için özgür olurdun? / Her şeyi.

Patti Smith