Juvenalis ve Martial
Petronius’un ardından, her ikisi
de on birinci yüzyılda Roma'da yaşayan ve aynı kuşağa dahil olan iki büyük
ahlaksızlık ahlakçısı ortaya çıktı: Juvenalis
ve Martial. Yozlaşmış Romalıların
cinsel bozukluklarını titizlikle ama okura, böyle alışkanlıkları taklit etme
isteği asla vermeyen iğneleyici bir biçimde betimlediler, önceleri hatip olan
Juvenalis, hayranlık duyulacak kişiler olarak kabul edilmek isteyen sefihlerin
bu isteklerine şiddetle karşı çıktığı Satirler'ine kırk yaşlarında başladı.
Oğlancılara karşı yazdığı 11. Satir'inde sergilediği tipler iğrençtir: Saydam
ihramla savunma yapan avukat Cretius kadın gibi giyinen ve cam falluslardan
içen Baptlar, ya da evlilik yıldönümünü bir sirk müzisyeniyle gizlice kutlayan
Graecchus. Ahlaksız ilan ettiği evli kadınlara karşı yazdığı VI. Satir'i daha
da ateşlidir; prozodisini çınlatan ve sahnelerinin açık saçıklığını iyice
vurgulayan bir öfke vardır. Kaba bir adama gönlünü kaptırdığından, bir
gladyatör okuluyla birlikte Mısır'a kadar giden bir senatör karısını, Eppia,
açıkça kınar; bir genelevde Lycisca adı altında fahişelik yapan Imparatoriçe
Messalin'i de lanetler. Aralık başında Roma'da kadınlar için düzenlenen Güzel Tanrıça
şenliklerini olağanüstü bir biçimde gözler önüne serer; ve burada, birbirlerini
kötü biçimde kışkırtan ve Admitte viros! ("Erkekleri içeri alın!"),
diye son bir çığlık atarak, kendilerini köle olsun, suçlu olsun, kim olursa
olsun herkese teslim eden Saufeia ve Medullina gibi çılgın lezbiyenlerin
sefahat alemini anlatır.
Juvenalis, sahibinin
cimriliğinden yakınan genç bir eşcinselle olan diyaloğunu aktardığı IX.
Satir'de olduğu gibi, ironiyi de kullanır; bu eşcinsel fahişe öyle acınacak
durumda gözükür ki, bir insanın bu kadar alçaldığını görmek tiksinti verir.
Juvenalis, Satirler kitabını ancak seksen yaşında yayımladı, ve oğlancılara
yönelik iğnelemeleriyle kendisini hedeflediğini hisseden İmparator Adrian'ın
onu, çölde konaklayan bir piyade bölüğüne komutan olarak atayarak kalleşçe intikam
aldığı söylenir; yaşlı şair, görevinin başına gelir gelmez, gurbete düştüğü
için ölür.
Martial'ın etkisi Juvenalis'den farklıdır, çünkü o tiksinmez:
Ahlakı bozuk olanları, oldukları gibi, kinik biçimde betimler. Beau, Martial'ın
ondört epigram kitabından en müstehcen yüz ellisekiz şiiri seçmiş ve onları
konularına göre sınıflandırmıştır: Dil düşkünlüğü (erkeğin ve kadının cinsel
organını emme), anüs düşkünlüğü (aktif ve pasif oğlancılık), dışkıcılık
(dışkıların tadına ilişkin nükteler), vs. Bu, cinselliğin tüm anormalliklerini
ve sapmalarını betimleyen bir katalogdur. Martial, etrafında bir sürü kadının
dolaştığı lezbiyen Bassa ile ve beden eğitimi okulunda atletlerle yarışan,
oburca yiyen, kusuncaya kadar şarap içen ve gününü, orta yerlerini yiyip
yuttuğu (plane medias vorat puellas) kızlarla yatarak tamamlayan erkeksi kadın
Philaenis'le alay eder:
Dt mentem tibi dent tuam,
Philaeni,
Cunnum lirıgere quçe putasz
virile;
("Tanrılar seni sağduyuya getirsinler, Philaenis, sen ki bir
vulvayı yalamanın erkek gibi davranmak olduğunu hayal ediyorsun!")
Aktif ve pasif homoseksüellere
karşı Martial, müthiş acı alaylar yöneltir. Pis kokan soluğu nedeniyle herkesin
sırt çevirdiği oğlancıyı; arkası yaralandığı için oturamayanı; anüsü göbeğine
kadar yarılıncaya dek (seçti podicis usque ad utnbilicutn) kendini
..düzdürtmeye hazır, delik kıçlı Charinus'u; erdem üzerine söylevler veren, ama
güçlü kuvvetli bir oğlan çocuğu geçtiğinde dayanamayan vücudundaki bütün
kılları kazımış Chrestus'u komik duruma düşürür: "Söylemeye utanıyorum, Chrestus, bize sadece Caton’dan söz ettiğin
bu dille ona neler yaptığına." Martial’a kurbanlarını damgalaması için
bir distik yeter:
Merıtula cum doleat puero, tibi,
Naeoole, culus,
Non sum divinus, sed scio quid
facias.
("Bu çocuk penisinin ağrıdığından
şikayet ettiğinde, ve sen kıçından, Naevolus, ben müneccim değilim ama ne
yaptığını bilirim.")
Martial, diğer cinsel sapıklara karşı
daha az acımasız değildir ve her çeşit onursuz kadını alaya alır: Tanıkların
önünde yatan Lesbia, çocuğu olmasın diye sadece hadımlarla yatan Gellia, üç tel
saçı ve dört dişiyle baştan çıkaracak genç erkek arayan yaşlı Vetustilla, vs.
Bu canavarlar sergisi karşısında, cinsel özgürlüğün sınırlarının olması
gerektiği anlaşılır.
Yine de Martial, erdemlilik
örneği taslamamaktadır, aşklarından açıkça söz eder, yatakta yeterince şehvetli
olmayan ilk karısına sitem eder, genç kızlarla ve hatta genç erkeklerle olan
sapkın ilişkilerini itiraf eder. Çok şey isteyen bir ahlakı yoktur, sadece
iğrenç olanı reddetmekle, heveslerini tatminde doğru bir ölçüyü korumakla
sınırlıdır. 81 yılından 96 yılına kadar İmparator Domitianus'un himayesinde
olan Martial İmparatorun gözdeleri
Earinus’la Spendophore'un savunmasını yaparak kendini alçaltır; bu konuda,
böyle zayıflıkları olmayan Juvenalis kadar saygın değildir.
Erotik Edebiyat Tarihi
Erotik Edebiyat Tarihi
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Relief of an Athlete with a hoop by unknown
circa 1st century B.C - 1st century A.D.
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Şen Bilim (Gay Science)
Şen Bilim*
Nietzsehe’ye (Gay Science) yapılan doğrudan atıf dışında, buradaki söz
oyununa da dikkat çekmek gerekiyor. İngilizce karşılıkta “şen" anlamına
gelen “gay“ sözcüğü. Türkçede mümkün olmaya¬cak bir şekilde, eşcinsel anlamına
gelen gay’e de tekabül ediyor. Burada aynı zamanda Foucault'tıun ortaya koyduğu
şekliyle, cinselliğin (ve paralelinde eşcinselliğin) moderniteyle birlikte
bilimsel dikkatin konusu haline gelmesine de bir gönderme var.
Michel
Foucault ile Söyleşi
Le Bitoux: Cinselliğin Tarihi'nin
ilk cildinin tüm kitaplarınız içinde en yanlış anlaşılan kitabınız olduğunu
düşünmenizin sebebi nedir?
Foucault: (uzun bir sessizlik)
Bir kitabın anlaşılıp anlaşılmadığını söylemek zor. Çünkü ne de olsa, belki
kitabı yanlış anlayan kişi onu yazan kişidir. Çünkü onu anlamış veya yanlış
anlamış kişi, okuyucu olmayacaktır. Ben bir yazarın, kitabı hakkındaki yasayı
kendisinin koyması gerektiğini düşünmüyorum. Yine de kitabımın bazı okuyucular
tarafından alımlanışına şaşırdığımı söyleyebilirim. Çünkü bana aşırı
kullanılmış, fazlaca belirlenmiş, eskimiş kavramların bazılarını - “baskı”
gibi - tekrar ele almanın mümkün olduğu bir duruma ulaştık, bu durumun ne
anlama geldiğini görmemiz gerekiyor gibi gelmişti. Her şeyden önce, bu
kavramların, -her ne kadar son yirmi yılda biçimi değişen bir dövüş [combat]
ya da tartışma kapsamında dahi olsa- şu an, bu yeni durumda nasıl işler hale
getirilebileceğini görmemiz gerekiyor diye düşünmüştüm.
Sanırım artık her şey yerli yerine
oturdu ve, nasıl diyeyim, bu ilk baştaki şaşkınlık geçti. Bununla beraber, bu
şaşkınlık izlenimi, belki de benim önceki pozisyonlarımın basitliğinden
(gülüyor) ve beni, nerede ve ne şekilde olurlarsa olsunlar, her türlü baskı
biçimlerine karşı mücadelenin “izci-vari” bir kavramlaştırmasıyla
ilişkilendirmenin kolaylığından kaynaklanıyordu. Bu noktada, sanırım bana
atfedilen yada başkalarına ait pozisyonlarda ufak bir kayma oldu.
[...]
Le Bitoux: Sizce 19. yüzyıl
burjuva aile cinselliğinde mastürbasyon
neden ensestten bile daha büyük bir tabu?
Foucault: Mastürbasyon bence kilit noktayı oluşturuyor. Çünkü çocuğun
cinsellikle bir yasak ilişkisi kurmasını başlatan şey kesinlikle
mastürbasyonun yasaklanması. Yasaklanan şey, mastürbasyon yani vücudun bu anlık
hazzı, çocuğun kendi vücudundan ürettiği bu haz olduğu için, çocuk vücudunu da,
hazzını da bu yasağın gölgesinde yaşıyor.
İkinci olarak, mastürbasyon
önemli bir yasak olduğu kadar, tarihte cinselliğe dair -tam anlamıyla-
bilginin [savo/r] inşa edilmesine de temel oluşturuyor. Çünkü 15. ile 16.
yüzyıllar arasındaki döneme kadar ne olduğuna bakarsak, insanlara arzularının
sorulduğunu, bu arzuları itiraf etmelerinin beklendiğini görüyoruz. Bu
pratikler her zaman kişinin ilişkilerini ilgilendiriyordu. Yani bir bakıma
cinsellikle hukuk [juridical] açısından ilgileniliyordu. Evlilikte eşine olan
görevlerini yerine getiriyor musun? Karına sadık mısın? Onunla doğal haklara
uygun bir şekilde sevişiyor musun? Başka bir kadın ya da adamla sevişiyor
musun? Uç durumda, partnerin bir hayvan olabilir mi? Dolayısıyla cinsellik
hakkında ilişkilere odaklı bir yargı [jurisdiction]. Bu ilişkisel yargı
niyetlerle, arzularla ya da şehvet denilen şeyle değil, reel pratiklerle
ilgileniyordu.
16. yüzyılda büyük pedagoji reformuyla,
veya çocukluğun kolonizasyonu - daha doğrusu, bireylerin hayatında çocukluğun
özel kronolojik bir kategori olarak ayrılması - ile eş zamanlı olarak görünürlük
kazanan; günah çıkarma kılavuzlarında, “vicdanın denetimi” üzerine risalelerde
ortaya çıkmaya başlayan temel bir problem var. Bu problem şudur: arzu her
şeyden önce ve öte seninle ilgili değil midir? Artık günah çıkarma
rehberlerinde temel sorunun “Karına sadık mısın?” ya da “Eşin dışında başka bir
kadını görüyor musun?” olmadığını görmek ilginç. İlk soru “Ara sıra kendine
dokunuyor musun?” olmaya başlıyor. Burada [artık] birincil olan kişinin
kendisiyle [of the self to it self] ilişkisi.
Bu noktada, bambaşka bir bilgi
[savoir] gelişecektir. Bu artık, cinsiyetler arasındaki ilişkinin hukuki
statüsüne değil; bizzat cinsiyetin mahremiyetine dair bir bilgi [connaissance]
olacaktır - onun doğumundan, ilk hareketlerinden, ilk izlenimlerinden, ilk
kendisiyle olan ilişkisinden itibaren şekillenen bir bilgi. 17. yüzyıl sonu
18. yüzyıl başlarında. Bunun sonucunda tamamıyla yeni bir psikoloji doğacaktır;
cinsiyetlerin haklarıyla değil, cinselliğin doğasıyla ilgili bir psikoloji. Ve
cinsellik kavramının kendisi de tam burada, Hıristiyanlığa özgü itiraf ile
tıbbın kesişim noktasında oluşacaktır.
Ve giderek cinsellik şehvetin
yerini alacaktır. Şehvet cinsel ilişkilere bağlanıyordu. Cinsellik [ise]
kişinin kendi içinde olan bir şey; bir çeşit dinamik, hareket; ilk hazza, yani
kişinin kendi vücudundan duyduğu hazza yönelen daimi bir dürtü olarak ele
alınıyor. Bu nedenle mastürbasyon, cinselliğin yasaklanmasının, ve tarihsel
olarak sorunsallaştırılmasının ilk şekli olduğu için, Batı’da stratejik olarak
çok önemli bir konum işgal ediyor. Bu yüzden mastürbasyona çok önem atfediyorum.
Hemen hemen aynı dönemde, 16. - 17. yüzyıllarda, mastürbasyonun nasıl hem
Katolikler hem de Protestanlar için temel bir problem haline geldiğini görmek
ilginç. Mastürbasyon hastalığının yayılmasıyla insanoğlunun sonunun geleceğine
dair o meşhur mitin tantanalı bir şekilde dile dökülmesiyle, 18. yüzyılda çocuk
mastürbasyonuna karşı büyük kampanyalar düzenlenecek.
Çok ilginç bir şekilde, mastürbasyon
neredeyse önceki nesillerin hiç bilmediği yeni bir salgın olarak görülüyor.
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk),
Queer
Mitolojide Hermaphroditos
Hermes'le Aphrodite'nin oğlu Hermaphroditos'un adı Salmakis efsanesinde geçmektedir. Erkek ve dişi cinsi kendinde birleştiren Hermaphroditos tipinden insanların atası olarak Platon da söz etmektedir. "Şölen"diyaloğunda söz alan komedya şairi Aristophanes, insanların en ilkel çağlarda hem erkek, hem de dişi olduklarını, sonra bu yüzden fazla güç kazandıkları için tanrılarca ikiye bölündüklerini anlatır. İki cins arasındaki tutku ve birbirleriyle birleşme isteği çok eski zamanlardaki bu birlikten doğma imiş. (Plat. Şölen, 189e-191d.)
Azra Erhat,
Mitoloji Sözlüğü
Efsaneye göre cinsel kimliğin kadın ve erkek olmak üzere ikiye bölünmesi, haddini bilmeyen insanlığın küstahlığından kaynaklanır. Bu bağlamda Hermaphroditos ucube değil, farklı cinselliği aynı bedende yaşayan ilk insanın bir türlü özümseyemediği ayrıcalıktır. Aden yurttaşı tinsel ve seksüel alanda sahip olduğu bu olağanüstü güçten aldığı cesaretle Tanrılara kafa tutunca olan olmuş sonuçta ikiye bölünmüştür beden; bundan böyle kadın ile erkeğin birlikteliği, ödenmiş bir bedelin karşılığı olarak, hem ceza, hem de armağandır. Platon, Symposion'da bu konuyla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunur; androgoynos dediğimiz üçüncü cins çoktan tarihe karışmış olup, sözünün edilmesi bile artık ayıptır. Ne var ki, bu ayrılmadan sonra bir yarının öbür yarıya muhtaç olması, hiç beklenmedik yeni bir sorunu gündeme getirir: İnsanoğlu yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır; çünkü rasgele sarılarak seviştiği öteki yarısı, kimi zaman hemcinsidir. Tam bu noktada Tanrılar yine devreye girer; zira kendilerine kurban sunulabilmesi için insanın varlığı zorunludur. Öyleyse hemen bir şey yapılmalıdır; Zeus paçaları sıvar -edep yeri öne alınan insanlar, bundan sonra ağustos böceği gibi toprağa yumurta döküp tesadüfen çoğalmak yerine, yüz yüze -birbirlerinin cinsel kimliğini dikkate almak koşuluyla çiftleşerek kesintisiz üreyeceklerdir.
Mehmet Ergüven,
Pusudaki Ten
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Bir sohbet (Corydon)
III
Güzellik
dedikçe aklımıza gelmesi gereken Yunan
heykelciliğinde erkeği çıplak ve kadını giyinik gösteren de belki bir
"özel duygu"dur değil mi? Evet, Yunan sanatında gençlerin, delikanlıların
bedenlerine gösterilen bu değişmez sevgide, kadın bedenini örtmede gösterilen
bu inatta, yalnız estetik nedenler bulmak yerine bunu, M. de gourmont gibi
"cinsel sapıklıkların en çirkini" olarak görmeyi yeğ mi
tutuyorsunuz?
-
Nasıl istersem öyle düşünürüm! Cinsel sapıklığın Yunanistan’ı nasıl kırıp
geçirdiğini sizden mi öğreneceğim? Ayrıca, bu genç modellerin seçilmesi yalnız
birtakım zevk düşkünü sanat koruyucuların ahlak dışı eğilimlerini okşamak için
değil miydi? Heykeltraşın sanatçı içgüdüsüne değil de, daha çok hizmetinde
olduğu kimselerin eğilimlerine boyun eğdiğinden kuşku duyulamaz mı? Uzun sözün
kısası; o zamanlar, örneğin Olimpiyat oyunları sırasında, sanatçıyı sınırlayan,
beğenisini yönelten birtakım zorunluklar ve gelenekleri, oranın kutsallığına
karşı duyulan saygıdan ötürü ve arzularımızı uyandırmamak için Mikelangelo'yu
Sistin Kilisesi’nin tavanına kadın değil de, çıplak erkek resimleri yapmaya
zorlayan gelenekleri bugün anlayamayız. Öyle de olsa, Rousseau gibi düşünerek,
Yunan ahlakının bu görülmedik bozukluğundan bir ölçüde sanat sorumlu tutulduğu
zaman...
-
Ya da Floransa ahlakının. Çünkü her önemli sanat rönesansı ya da bolluğunun,
hangi ülkede olursa olsun, her zaman sapkın taşkınlıklarla birlikte yürümüş
olması dikkate değer.
-
Tüm duyguların taşkınlığıyla demeniz daha doğru olurdu.
-
Plastik sanatlarla ilgisi yönünden bir cinsel sapma tarihi yazmaya
kalkışıldığı gün görülecektir ki, cinsel sapkınlık, sanatın gerilediği çağlarda
değil, tam tersine, övünçlü ve sağlam olduğu çağlarda, en özlü ve yapmacıktan
en uzak olduğu çağlarda gelişmiştir. Buna karşılık, bana öyle geliyor ki, her
zaman değil ama, çoğu zaman kadının plastik sanatlarda baş köşeye geçirilmesi
bir gerileme belirtisi olmuştur, aynı şekilde geleneklerine göre tiyatroda
kadın rollerinin genç erkekler tarafından oynanması gereken birtakım
topluluklarda, bu gençler yerlerini kadınlara bırakmaya başlayınca dramatik
sanatın gerilemeye yüz tuttuğunu görüyoruz.
-
Neden ve sonucu işinize geldiği gibi birbirine karıştırıyorsunuz Bu seçkin
dramatik sanat akıldan çok duygulara seslenmeyi amaç edindiği gün gerileme
başladı; o zaman çekicilik yaratabilmek için kadın sokuldu sahneye ve bir daha
da çıkarılamadı. Ama biz yine plastik sanatlara dönelim. Birdenbire aklıma Giorgione’nin bildiğiniz gibi bir parkta
yan yana iki çıplak kadınla giyinik iki müzik sanatçısını gösteren "Kır Konseri" adlı çok güzel
tablosu geldi (umarım ki bunu resimde bir gerileme örneği olarak görmezsiniz).
-
Plastik, hiç olmazsa edebi yönden bu kadın bedenlerinin güzel oldukları
savunulamaz; Stevenson’un dediği gibi; "çok şişman"; ama o açık
kumrallık ne güzel belirtilmiş! O ne yumuşak, derin ve şakrak ışık! Erkek
güzelliğinin heykelde ağır basmasına karşılık kadın bedeninin renk oyunlarına
daha uygun geldiği söylenemez mi? Bu tablonun önünde, işte eski sanatın tam
karşıtı diye düşündüm: Delikanlılar giyinik, kadınlar çıplak; bu şaheserin
yeşerdiği toprak kuşku yok heykelden yana çok kısır kalmıştır.
-
Cinsel sapıklıktan yana da, öyle mi?
-
Eh! Bu konuya gelince, Titien’in
küçük bir resmi beni daha ileri gitmekten alıkoyuyor.
-
Hangisi bu?
- "Trente Toplantısı" adlı
tablo. Ön planda, ama yanda, gölgede, iki orada, iki burada, pek başka anlama
çekilemeyecek durumlarda soylu kişiler görülür. Belki de bu durumlardan, sizin
az önce "oranın kutsallığı" dediğiniz şeye karşı bir tür edep dışı
tepki anlamı çıkarmak gerekir ama, şuna da kuşku yok ki, o çağda yazılmış
birtakım anılarda da anlaşıldığı gibi, herhalde böyle davranışlara oldukça sık
rastlandığından olacak, bu küçük resimde soylu kişilerin yanındaki mızraklı
erlerin yaptığı gibi bu durumun garip karşılanmaması gerekir.
-
Söylediğiniz resme belki yirmi kere baktım ve yadırganacak
hiçbir şey görmedim.
- Herkes ancak ilgi duyduğu şeyleri görür. Ama
şurada, burada, şu resim kadar bu Venedik tarihinde cinsel sapıklık (ki, artık
orada gençlere dönüklük anlamına geliyordu) bana içten gelen bir eğilim gibi
görünmüyor; bu artık zevk düşkünlerinin, bıkkınların meydan okuma- ahlaksızlığı,
olağanüstü bir eğlencesi oluyor. Kendimi şöyle düşünmekten alıkoyamıyorum:
Aynı şekilde halktan çıkma ve içten gelme olması Yunanistan ve Floransa
toprağından ve bu toprağın hakinin şiddetle fışkırmış bulunması düşünülemeyen,
Taine’in "çevredeki şehvetin tamamlayıcısı" dediği Venedik sanatı, I.
François zamanında İtalya’dan alınışı çok pahalıya oturan, çok kadıncıl Fransız
rönesansı gibi, zenginleri keyiflendirmeye yaradı.
-
Daha açık konuşun.
IV
-
Evet, kadının önem kazanması, büyük sapkın sanat dönemlerine göre daha
yapmacıklı, daha yabancı bir sanatın işaretidir. Cesaretimi bağışlayın, her iki cinste de kendi cinsine dönüklüğün,
karşı cinse dönüklükten daha içtengelme, daha yapmacıksız olduğu kanısındayım.
Omzumu
silkerek:
-
Artık peşinizden kimsenin gelmediğini anlayınca çabuk gitmek güç değildir,
dedim ama, sözüme kulak bile vermedi.
-
İşte Barres bunu o kadar iyi anladı ki. "Berenice" adlı kitabında
doğaya çok yakın ve yalnız içgüdülerine göre hareket eden bir kimseyi anlatmak
istediği zaman bunu küçük "Bougie Rose"un arkadaşı bir sevici olarak
düşündü. Onu ancak eğitimle karşı cinse dönük sevgiye yükseltir.
-
Maurice Barres’e kendisinde olmayan gizli niyetler yakışmıyorsunuz.
-
Bu niyetlerin ne gibi sonuçlar doğurabileceklerini belki önceden
kestiremiyordu da diyebilirsiniz; çünkü bildiğiniz gibi, dostunuzun kitaplarında
heyecan bile bir niyete dayanır. Dogmatik olarak ”Benm için Berenice"
diyor, "esrarlı kuvvet, evrensel itki demektir"; birkaç satır sonra,
"içine doğan her şeyi yaşamayı iş edinmenin rahatlığından söz ederken bu
sözlerde anajenetik rolünün ince bir önseziyle tanımlanmasını bile buluyorum;
katajenetik "zihin karışıklığı" ile karşılaştırdığı ve ona karşı
tuttuğu iş.
Barres’in
kitabını bir tartışmaya girebilecek kadar anımsamıyordum; o konuşup duruyordu:
-
Merak ediyorum, acaba Barres, Goethe’nin sapkınlık hakkında söylediği ve
Başbakan Müller’in anlattığı (Nisan 1830) kendi görüşüne çok yakın olan sözü
biliyor muydu?) İzin verirseniz okuyayım:
"Goethe
entwickelte, wie diese Veirrung eigentlich daher komme dass, nach rein
aesthestischem Masstab, der Mann wit Schöner, vor. I züglicher, vollendeter als
die Frau sei."
-
O kadar kötü okuyorsunuz ki, anlamakta güçlük çekiyorum. rica ederim dilimize
çevirin hemen.
-
"Goethe bu sapkınlığın aslında şundan geldiğini anlattı bize:
Arı estetik kuralına göre erkek bedeni kadın
bedeniyle karşılaştırıldığı zaman daha güzel, çok daha estetik ve daha
yetkindir."
Sabrım
tükenerek sözünü kestim:
-
Bakın Barres’den okuduğunuz parçayla hiçbir ilgisi yok.
-
Biraz durun bakalım; şimdi dönüm noktasına geliyoruz: "Böyle bir duygu bir
kez uyanmaya görsün, kolayca hayvanlığa kaçar. Cinsel sapıklık, insanlık
kadar eskidir (Die Knabenliebe sei so alt wie die Menscheit, und man köhne
daher sagen, sie liege in der Natur) demek ]
ki, doğal bir şey olduğu ve doğaya dayandığı söylenebilir (ob sie gleich j
gegen die Natur sei) ama yine de doğanın
yararına çalışmaz. İnsan doğadan kazandığı, ondan çekip aldığı şeyi artık
elinden kaçırmaz, ne fiyata olursa olsun geri vermez onu (Was die Kultur
der Natur abgevvon- j nen habe, vverde man nich wieder fahren lassen; es um
kemen Preis aufgeben).
-
Kendi cinsine dönük davranışlar Germen soyunda, birtakım Almanlara doğal
gelecek kadar derinlere kök salmış olabilir (son zamanlarda Rhin ötesindeki
kepazelikler bunun böyle olduğunu düşünmeye zorluyor bizi) ama Goethe’nin bu
kuralı, hiçbir zaman tam Fransız kafasına sığacak bir şey olmayacaktır, bunu
böyle biliniz.
-
Madem ki işe ulusçuluk sokmak istiyorsunuz, bildiğime göre, atalarımızın
töreleri konusunda bize bilgi veren ilk yazarlardan biri jpiodore de Sicile’in
Keltlerle ilgili şu birkaç satırını okuyayım size: Kadınları hoş olmasına hoş
ama, erkeklerin onlara bağlılıkları pek zayıf, oysa erkek alışverişine
karşı olmadık bir tutku gösteriyorlar. Her iki yanlarında bir yatak arkadaşıyla
toprağa serilmiş hayvan postlarının üzerine uzanmayı âdet edinmişler."
[ - Yunanlıların barbar saydıkları bu insanların
böylece alçaltılmak
istendiği açıkça görülmüyor
mu?
_
o zamanlar bu huylar hiç de alçaltıcı değildi. Aristoteles de "politika"
adlı yapıtında arada bir Keltlerden söz ediyor ve Lykurgos’un kadınlarla ilgili
yasaları bir yana bıraktığından yakınndıktan sonra güçlü ve savaşçı uluslarda
erkeklerin kadın baskısı altına girmeleri alışılmış bir eğilim olduğundan,
özellikle erkekler bu yöne kayınca" bunun büyük kötülüklere yol açacağını
söylüyor. "Bu arada" diye ekliyor, "erkeklerle sevişmeye saygı
duymaktan çekinmeyen Keltleri ve başka birkaç ulusu bundan ayrı tutuyorum."
-
Sizin Yunanlıların anlattıkları doğruysa itiraf ediniz ki, zor kurtarmışız
kendimizi!
-
Evet, kendimizi biraz eğitmişiz; işte Goethe’nin dediği de tam
bu.
-
Demek benim de onun gibi düşünmemi ve bir cinsel sapığı şöyle bir kimse olarak
görmemi istiyorsunuz: Çağından geri, eğitilmemiş...
-
Belki de değil; ama cinsel sapıklığı çok yapmacıksız ve değişik bir içgüdü
olarak almanızı...
-
Az çok iğreti olarak Arkadya’nın yapmacıksız yaşantısını tekrarlamak isteyen
Yunan ve Latin çoban şiirlerinin çoğu zaman kendi cinsine dönüklükten aldığı
ilhama karşı bulduğu mazeret herhalde bu- dur...
-
Çoban şiirleri, şair artık çobanı sevmez olunca iğretileşmeye başladı. Ama
kuşkusuz doğuda Arap ya da Acem şiirlerinde olduğu gibi, bu şiir türünde de söz
konusu değişimi kadının kazandığı önemin bir sonucu olarak görmek ve üzerinde
durmak gerekir; bir alışkanlık sorunudur bu... Goethe’nin sözlerinden özellikle
eğitime, daha doğru, şu karşı cinse dönüklüğe alıştırmaya yer verenleri
unutmamak istiyorum. Çocuk erkeğin, ilkel erkeğin kesin olarak çiftleşmeyi
değil, kendisi de farkına varmadan, dokunmayı, okşamayı araması doğal bir şey
olabilir; artık ne çekicilik ve ne de bir koku ona yol gösterdiğine göre
çoğunluk, bir başka cinsin gizli yönlerinden ötürü daha şaşkın ve daha yılgın
bir duruma düşebilir. (Cinsel çekiciliğin kesinlikle güzellikle ilişkili
olduğunu düşünmediğimden, gördüğünüz gibi güzelliğin sözünü bile etmiyorum.)
Platon’un
"Şöleninde Aristophanes’in
söylediği gibi kuşkusuz kimilerini bu cinslerin birinden çok diğer cinsin ve
yalnız o cinsin çekimine kapılsa bile, kendini bütünüyle kişisel inisiyatifine
bırakan erkek, gereken hareketi yapmaya pek kolay cesaret edemeyecek, ne
yapması gerektiğini her zaman bilemeyecek ve önceleri beceriksiz davranacaktır.
-
Aşk her zaman âşığa kılavuzluk etmiştir.
-
Kör kılavuz; madem ki henüz kullanmak istemediğim bu aşk sözcüğünü şimdiden
ortaya attınız, şunu da ekleyeyim; seven erkek ne kadar âşıksa, o kadar beceriksizleşir;
evet, arzusunun yanında çok daha gerçek bir aşk bulunacaktır; evet, arzusu
salt bencil olmaktan çıkınca sevdiği varlığı incitmekten korkabilecektir.
Hayvanlardan bile olsa, aldığı birtakım örneklerden, birtakım derslerden ya da
ön öğretimlerden, hatta sevilen kadının kendisinden bir şeyler öğrenmedikçe...
-
Yok canım! Sanki erkeğin arzusu kadının karşılıklı arzusuyla bir bütün haline
gelmiyor da!
-
Buna Longus ne kadar inanıyorsa, ben de o kadar inanıyorum. Daphnis’in
yanılgılarını, bocalamalarını hatırlayınız. Nasıl! Bu kocaman beceriksiz
âşığın bir kibar yosmadan ders almaya ihtiyacı yok muydu?
-
Söylediğiniz beceriksizlik ve tutukluklar çok çıplak olan bu romanın konusunu
biraz zenginleştirmek ve birtakım serüvenlerle süslemek için konmuştur.
-
Hayır, hayır! Bu hayranlığa değer kitapta, ince özenti örtüsü altında M. de
Gourmont’un "Aşkın Fiziği" dediği şeyin derin bir bilimini görüyorum,
benim için "Daphnis ve Kloe'nin öyküsü örnek olacak kadar
doğaldır.
_
Nasıl bir sonuç çıkarmak istiyorsunuz bundan?
-
Şunu: Teokritos’un cahil çobanları daha yapmacıksız hareket ediyorlardı;
"içgüdü" bu karşı cins bilmecesini çözmeye her zaman yetmez: Birtakım
uygulamalar gerekir bunun için. Goethe’nin sözlerine küçük bir ek...
İşte
bundan ötürü Virgilius’da Galatea kaçtı diye Damoitas’ın söğütler altında
ağlayıp durduğunu, buna karşılık Menelcas’ın dünyaya metelik vermeden
Amyntas’la zevke daldığım görüyoruz.
"İstekle benim oldu, beni yakan
Amyntas."
Leonardo da Vinci ne güzel söylemiş: "Seven sevdiğinin yanındayken dinlenir."
-
Eğer karşı cinse dönüklük bir süre eğitilmeyi gerekiyorsa, itiraf ediniz ki,
bugün köyde olsun, şehirde olsun, eğitilenlerden Daphnis kadar erken yaşta
gözü açılmış olanların sayısı az değildir.
-
Oysa günümüzde köylerde bile (ya da özellikle köylerde) kendi cinsine dönüklük
oldukça ender görülen ve iyi karşılanmayan bir şeydir. Evet, bir gün önce
söylediğiniz gibi: Töre ve yasalarımızda her şey bir cinsi öbürüne doğru iter.
Daha arzu duymaya başlamadan önce küçücük bir çocuğu, tüm zevklerin kadınla
tadıldığına, onun dışında zevk mevk olmadığına inandırmak için, gizli olsun,
açık olsun, amma da entrika çevriliyor. Erkeğin sistemli olarak silinmesi,
çirkinleştirilmesi, gülünçleştirilmesine karşılık "güzel cins"in
çekicilikleri konusunda saçmalığa kaçan nice abartmalar yapılıyor. Ama
birtakım sanatçı topluluklar en fazla hayranlık duyulduğu, en yiğit çağlarda bu
tutuma karşı koyacaklardır.
-
Bu konuda ne düşündüğümü daha önce söyledim.
-
Hatırladığıma göre, siz de, M.Perrier gibi, kadın cinsinin ötedenberi ve her
yerde erkeğin arzusunu canlandırmak, yetersiz bir güzelliğin eksiklerini
tamamlamak için başvurduğu o değişmez süslenme kaygısını övmüştünüz.
-
Evet: Sizin "yapma çekicilik" dediğiniz şey. Neyi kanıtlayabildiniz? Süslenmenin
kadınlara yaraştığını. Doğrusu da bu! Hiçbir şey süslenip püslenen, yüzünü
boyayan bir erkekten daha tiksindirici olamaz.
- Tekrar söyleyeyim, bir delikanlının
güzelliğinde tellenip pullanmanın payı yoktur. Yunan heykellerinde erkek
vücudunun çıplaklığa nasıl ağır bastığını görmüştük. Bu kınamanızda Doğu
ülkelerindeki töreleri de hesaba katınız; çünkü Doğuluların her konuda bizim
gibi düşünmediklerini bilirsiniz. Delikanlıyı saklayacak, çirkinleştirecek yer de
süsleyin biraz onu, güzelliğini ortaya çıkarın, ne sonuç vereceğini Montesquieu
şöyle anlatıyor:
"Roma’da
sahneye kadınlar değil, iğdiş edilmiş kadın kılığında erkekler çıkar. Bunun
ahlak üstündeki etkileri çok kötüdür: Çünkü Romalılarda hiçbir şey bundan daha
fazla fizyolojik aşk uyandıramaz." Daha ilerde şunu diyor: "Ben Romadayken
Capranica Tiyatrosu’nda iğdiş edilmiş iki çocuk vardı; Mariotti ve Chiostra,
sahneye kadın kılığında çıkarlardı, hayatımda gördüğüm en güzel yaratıklardı
bunlar ve bu konuda en sağlam ahlaklı kimselerde bile Gomore zevkleri
uyandırabilirlerdi.
Genç
bir İngiliz, bunlardan birinin kadın olduğunu sanarak, deli gibi aşık oldu ve
bu tutkunluğu bir aydan çok sürdü. Eskiden Floransa'da grand dük Cöme III,
aşırı tutkusundan ötürü böyle bir düzen kurmuştu. Bir kere düşününüz, bu konuda
yeni Atina demek olan Floransa’da bunun etkileri ne olur artık!"(Voyages,
cilt I, s. 220-221), yine bu konuda Horatius’un şu sözünü tekrarlıyor:
"Doğal
olanı kovdunuz mu, dörtnala geri döner":
"Naturam
expelles furca, tamen esuqe recurret" istediğimiz anlatıma çekebiliriz
bunu.
-
Şimdi sizi iyice anlıyorum artık: Sizin için "doğal demek kendi cinsine
dönüklük demektir; insanlığın doğal ve normal kabul etmek densizliğini gösterdiği
ilişkiler, erkekle kadın arasında olanlar; işte sizce yapma olan bunlardır. Haydi!
Söyleyin de kurtulun...
Kısa
bir süre sustuktan sonra:
-
Düşüncemi saçma göstermek kuşkusuz kolay bir şey, ama kitabımda bu görüşümün az
önce ortaya koyduğumuz öncüllerden kendiliğinden çıktığını belirttiğim zaman
hiç de o kadar temelsiz görülmeyecek.
Uzun
süredir bir yana bıraktığımız bu kitaba dönmesini rica ettim ondan. Tekrar
konuşmaya başladı:
V
-
Dün size hayvanlardaki "önsel içgüdü" buyruğunun her zaman, sanıldığı
kadar zorlu ve kesin olmaktan uzak olduğunu göstermeye gayret etmiştim ve bu
"cinsel içgüdü" deyiminin fark gözetmeden kapsadığı: Organın
katıksız gereği, baskısı, beğeninin değişmesi, dış güdüye, nesneye boyun eğmek
gibi karışık anlamların neler olduklarını aydınlatmaya çalışmıştım; tüm
eğilimlerin, ancak yumurtalık çalışmalarından çıkan koku erkeği yönettiği ve
onu çiftleşmeye ittiği zaman yoğunlaşmış ve çözülmüş olduğunu ortaya
koymuştum.
Bugün
de şunları söyledim: Hiçbir koku, erkeğin duygularını egemenliği altına alamaz
ve her çeşit arzu doğurma yeteneğinden (dişi hayvanın kısa süren dayanılmaz
çekiciliğini anlıyorum bundan) yoksun olan kadın artık her zaman istek
uyandırıcı olmaktan başka bir şey istemez olur ve (hiç olmazsa Batı
ülkelerinde) yasaların, törelerin ve daha bir sürü şeylerin onaması, teşviki ve
yardımı ile bilgisini buna harcar. Diyordum ki, çoğu zaman yapma şeyler ve
gizleme (soylu şekliyle utanç) süs ve örtünme bu çekicilik yetersizliğini
karşılar... Bu, süslerinden iyice sıyrıldıkları zaman kadınların (ya da
özellikle bir kadının) çekimine birtakım erkekler karşı durulmaz bir şekilde
kapılmayacaklar mı demektir? Kesinlikle değil! Nasıl ki, birtakımı da güzel
cinsin bütün çekiciliklerine, kesin buyruklara, öğütlere, tehlikelere
bakmayarak dayanılmaz bir şekilde delikanlıların çekimine kapılıp giderlerse.
Ama şunu savunuyorum ki, yeni yetişenlerde uyanan arzu, çoğu zaman belirli bir
istek olmaktan uzaktır; şehveti ne cinsteki bir varlığa karşı duyarlarsa
duysunlar, bundan hoşlanırlar ve ahlakları arzularından doğan kararlardan çok,
dışardan aldıkları derslerle şekillenir; isterseniz şöyle de anlatabiliriz
bunu: Arzunun deneye dayanmadan kendiliğinden kesinleşmesi pek olağan değildir,
ilk deneylerde verilerin salt arzudan gelmesi, bunların tam arzunun seçtiği
veriler olması ender görülen bir şeydir. Yoldan çıkarılması en kolay olan eğilim
nefse değgin olandır ve...
-
Öyle de olsa ne çıkar!.. Sözü nereye getireceğinizi anlıyorum; şimdiden şu
kanıyı aşılamak istiyorsunuz: Her genç kendi haline bırakılırsa ve dış
baskılar işe karışmazsa -diğer bir deyimle, eğer uygarlık gevşerse - kendi
cinsine dönüklerin sayısı daha da artar.
Goethe’nin
sözünü size söylemek sırası şimdi de bende: "Kültürün
doğaya karşı kazandığı bu zaferi hiç elden kaçırmamak, ne fiyata olursa olsun
geri vermemek gerekir."
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Nietzsche ve Zaman Kavramı
D.
W. Dauer
Cogîto, SAYI: 11, 1997
Nietzsche ve Zaman Kavramı
1. GİRİŞ
Evet, kökenimi biliyorum!
Alev gibi bastırılmaz
Kendimi tüketir, parıldarım.
Neye dokunsam ışığa döner,
Neyi bıraksam kömüre:
Hiç kuşku yok, alevim ben!
Nietzsche çeşitli kavramların
simgesi olarak çok sık kullanır alevi; ne var ki, bu şiirinde, kendini açıkça
bu bastırılmaz, söndürülmez ve ne yazık ki, tükenen alevle özdeşler. Bu alev,
inanılmaz bir güç ve görkemle yandıktan sonra, Lange-Eichbaum'un aktardığı
gibi, baştan aşağı yanıp kavrulmuş bir kratere çevirmişti ruhunu; tıp tarihinde
eşi görülmedik bir durumdu bu.
Ne olursa olsun, Dr.
Lange-Eichbaum Aralık 1888'e gelinceye dek Nietzsche'nin aklının yerinde
olduğuna inandığı için, tıbbi bir teşhise kalkışmadan, en ünlü yapıtı olan
Böyle Buyurdu Zerdüşt'e kulak verelim; buna karşılık, Dr. Lange-Eichbaum aynı
dönemde, yazarın tüm üretkenliğinin üst-insanın doruklarında dolaştığı
kanısındaydı. Nietzsche'nin dahice üretken dönemi 1881-1884 yılları arasına
denk düşer; bu dönemin doruk noktası ise, Zerdüşt'ün büyük bölümünü inanılmaz
bir hızla yazdığı 1883-1884 yıllarında yer alır. Nietzsche'nin zaman kavramını
çözümlerken Zerdüşt üstünde toplayacağım tüm dikkatimi.
Hem yaşamı hem de ölümü açısından
trajik bir yazgıya sahipti Nietzsche. Kendini oluşturduğu ilk yıllardaki tinsel
öğretmeni Schopenhauer'in etkisinden hiçbir zaman tam olarak kurtulmamıştı.
Geçici ustasının nirvana'sı doyurucu gelebilir miydi ona? Gelemezdi, çünkü
böyle bir şey kendi kendini yadsıma okuluna teslim olmak demekti. Yaşamın
böylesi sönüşlerini kabul edemeyecek kadar önem veriyordu istemine; bu nedenle
de, yeni bir şey bulması gerekiyordu. "Sonrasız Geridönüş"
düşüncesi. 1881 yılında "Zerdüşt" görümüyle birlikte onu, kendi
anlatımıyla söylersek, yıldırım çarpmışa çevirmişti.
Schopenhauer özgün Budizm'de
nirvana tanımı olmadığını, nirvana'nın saltık yokoluş kadar olumlu, mutlu
gerçeklik anlamı da taşıyabileceğini bilmiyordu. Nietzsche bunu, bir de
nirvana'dan vazgeçmeye ilişkin Mahayana öğretisini bilse, o gösterişli
"Sonrasız Geridönüş" ve "Üst-insan" düşüncelerini başka
biçimde ele alırdı kuşkusuz.
2. Çeşîtlİ
Zaman Kavramlari
Nietzsche'nin felsefesini Zaman
İncelemesi bağlamında konumlandırmak amacıyla, zamana ilişkin farklı düşünce
türlerini kabaca sınıflandırmaya çalışacağım. Zaman düşüncesini iki öbeğe
bölen, belki de en göze çarpan ayırım (a) çizgisel ve (b) çevrimsel zaman
kavramlarıdır. Zamanı kesintisiz ya da kesintili olarak da ele alabiliriz ama,
şimdiki gerçek amacımız bu değil. Zaman bir art arda geliştir ya da en azından
bir art arda gelişi kapsar; çizgisel düşünce çerçevesinde, art arda geliş her
iki yöne doğru sonsuza dek uzayıp gider. Çevrimsel düşünce çerçevesindeyse, art
arda geliş bir yöne doğru genişletildiğinde, belirli bir uzunluğa erişir
erişmez, geriye doğru dönüp öteki yönden buluşur söz konusu genişlemeyle.
Çeşitli çizgisel zaman anlayışlarının
ilkinde, kalkış noktası başlangıçta (yaradılış) yer alır, ikinci anlayış var
noktasına sahiptir (öte-dünya bilimi), üçüncü anlayış ise hem kalkış hem de
varış noktasına yer verir.
Kimi zaman anlayışlarına göre,
zamanın iki doğrultusu arasında içkin bir fark yoktur, kimi anlayışlara
göreyse, iki doğrultu birbirinden özsel anlamda farklıdır. İlki geriye
döndürülebilir zaman, İkincisiyse geriye döndürülemez zamandır. Geriye
döndürülemeyen zaman geçmişten-geleceğe uzanan doğrultuyu belirler, ama
geçmişi de geleceği de belirlemez.Geçmişle geleceğin ayrı ayrı tanımlanmasıyla
ancak şimdi'ye gönderme yaparak gerçekleştirilebilir. Bir an ise, çizgisel de
çevrimsel de olsa, çizginin üstündeki bir noktaya benzetilebilir. Şimdi bir
andır. Bu anlamda zamanının en küçük kurucu öğesidir. Ne olursa olsun, şimdi
sabit bir nokta değildir. Bütün geçmiş anlar şimdi'ydi, bütün gelecek anlar da
şimdi olacak. Bu anlamda ele alındığında, şimdi zamanın tümünü kucaklar. Bir
anlamda herhangi bir zaman parçasından daha uzundur.
3.
Zaman ve Sonrasizlik
Sonrasızlık Zaman kavramının
karşı-savıdır. Ama, bu karşıtlık, uzam ve zaman bağıntısıyla örneklendiği gibi,
temel doğaya ilişkin bir fark anlamına gelmez. Sonrasızlık, deyim yerindeyse, zamanla
aynı "kumaş"tan dokunmamıştır, ama gene de zamanın değişen yanı
soyutlanmıştır. Sonrasızlık zamanın değişmeyen yanıdır, bu nedenle de, bir
anlamda, zaman kesiminin tümünü kapsamak zorundadır.
Sonrasızlık kavramı, zaman
kavramına bağlı demek ki. En alt ya da en ilkel sonrasızlık kavramı, tüm zaman
düşüncesidir. Zaman kesimini düz bir çizgi ya da bir çember olarak uzamlaştırır,
tüm kesimi de tek bir nesne olarak kabul ederiz. Bitimsizlik içinde sonsuzluğu
göstermenin en yalın yolu çember olduğu için, çevrimsel zaman bu amaca
özellikle uygun düşmektedir. İşte bu ilkel sonrasızlığa uzamlaştırılmış
sonrasızlık adını vereceğiz.
Birçok felsefi düşünce dünyada
bir tür değişmez temel olduğunu kabul eder. Hiçbir zaman değişmeyen ya da devinmeyen
ve hiçbir zaman bölünemeyen Bir düşüncesine ilişkin Parmenides-Zenon geleneği,
sonrasızlığın temelini oluşturur. Platon'un îdealar dünyası zaman içinde değil,
sonrasızlık içinde varolur. Aziz Augustinus dünyanın zamanla yaratıldığını
söylediğinde, dünyayı zamansız sonrasızlık yaratmış olmalı. Nirvana dünyası da,
en azından Hinayana okulunda, özünde zamansız bir sonrasızlıktır. Bu kavram
türü, zamansız sonrasızlık olarak sınıflandırılabilir.
Heraklitos'un aralıksız değişme
düşüncesi, hiçbir sonrasızlık kavramına olanak tanımaz gibiyse de, gerçekte hiç
de böyle değil. Değişmelerin gerçekleşme kipi ya da yasası değişemez, bu
nedenle de, sonrasız bir öğe olup çıkar. Hegelci diyalektik gelişme yasası ile
Bergsoncu hep değişen elan vital'inin hep kalıcı bir yana sahip olduğu
kesindir. Darwinci doğal seçme yasası, değişmeleri düzenleyip yöneten değişmez
bir yasa olarak kabul edilebilir. Bunu, sürecin şeyleştirilmesi olarak
düşünebiliriz. Bu tür sonrasızlığa oluşun sonrasızlığı ya da oluştan ayrılıp
çıkan varlık diyebiliriz.
Son olarak da, an ve şimdi
kavramlarıyla bağıntılı olarak, anı sonrasızlığın bir tasarımlaması olarak
kabul eden bir düşünce okulundan söz edebiliriz. An olmadan zaman da varolamaz
ama, an zaman olmadığı için geçerli bir düşünce bu. An kavramı, dört ayrı
yoldan sonrasızlık düşüncesine götürür bizleri. Yollardan biri, her anın
makro-evreni yansıtıp kapsadığını kabul etmektir. İkinci yol, geçmiş şimdi
olduğu, gelecek de şimdi olacağı için, devinim içindeki şimdi'yi sonrasızlığın
tasarımlaması olarak kabul etmektir. Üçüncüsü, anın öznenin yerini aldığını,
eylemlere ilişkin kararlar verdiğini kabul etmektir; yaşamın yeridir. Bir de,
anı zaman ve zamansız yerin keşişmesi kabul eden düşünce vardır.
4. ÖTE-DÜNYA BİLİMİ
Öte-dünya bilimi zamanın sonuna
ilişkin bir kavramdır. Son ise alışılageldiği üzere son derece önemli herhangi
bir tür olayla ilintilenir. Kimi durumlarda, öte-dünya bilimi bireyler
düzleminde uygulanır (ayrı ayrı bireylere uygulanır); kimi durumlardaysa,
topluluk düzleminde uygulanır (tüm dünyaya uygulanır). Göründüğü kadarıyla,
öte-dünya bilimi düşüncesinin kökeninde, dünyanın sonunu getirecek, yıkıp
geçici bir ateşe inanan Zerdüştiler yatmaktadır. Yahudi-hıristiyan öte-dünya
biliminin, Zerdüştiliğin etkisiyle başlamış olduğuna inanılır. Batı dünyası şu
ya da bu biçimiyle öte-dünya biliminden bir türlü kurtaramadı kendini. Marksizm
için de geçerli bu dediğimiz. Hindistan'da moksa ve nirvana bireysel öte-dünya
bilimine ilişkin durumlardır.
Öte-dünya bilimi, söz konusu olan
dinsel inançlara göre birbirinden çok değişik biçimlere bürünebilir. Ama, bütün
bunların ortak yanı, öte-dünya biliminin dünya yaşamının sonu olmakla
kalmayıp, Zaman'dan Sonrasızlık'a geçiş de olduğudur. Bir sonraki bölümde Hint
türü öte-dünya bilimini açıklayacağım.
5. Çevrİmsel
Zaman ve Bu Zamandan Kaçiş
Çevrimsel
zaman kavramı, akılda en kolayca canlandırılabilen kuramsal zaman imgesidir;
bunun da en azından iki nedeni vardır. Nedenlerden ilki, kılgısal açıdan
baktığımızda yaşamda gözlemlenen tüm değişmelerin dönemli olmasıdır.
İkincisiyse, çemberin sonlu içinde sonsuzu kavramanın en eski yolu olmasıdır.
Zamanın çevrimselliği ile olayların art arda gelişinin çevrimselliğinin iki
ayrı şey olduğu doğrudur. Ama, ayırt edilemeyenlerin kimliğini saptamaya
yönelik bir tür ilke benimseyip, bu iki kavramı eşdeğer sayabiliriz. Hindistan
ile Yunanistan'da çevrimsel zamana ilişkin önemli iki düşünce akımı çıkar
karşımıza. Pythagoras, Empedokles, Herakleitos, Platon ve daha başka düşünürler
çevrimsel zamana inanmışlardı. Çevrimsel zamana ilişkin Hint düşüncesi, yeniden
doğuş düşüncesine (Schopenhauer'in terimleriyle söylersek, ister Yaşama dönüş
ister Ruhların göçü olarak yorumlansın) ayrılmazcasına bağlıdır. Bireylerin
yeniden doğuşunu yöneten bu temel çevrime ek olarak, bir de Vişnu'nun dönemli
yeniden-bedenlenmeleri gibi zamanlar vardır.
Çevrimsel zamana ilişkin Hint anlayışının
en önemli özelliği, Hindistan'daki dinlerin, katlanılamayacak kadar acılı
olduğunu kabul ettikleri yeniden-doğuş çevriminden kaçış ya da çıkış olanağı da
sunmalarıdır. Brahmancılıkta bu çıkış yoluna moksa adı verilir; moksa bireysel
ruh ile dünya ruhunun birliğini anlatır. Budacılıkta çıkış yoluna nirvana adı
verilir; nirvana ise samsara'dan dışarı adım atmayı anlatır. Ruhların göçü
zinciri nirvana'ya, yani sönüşe adım atmakla son bulur. Mezheplere ve öğretmenlere
bağlı olarak, katıksız hiçlikten mutluluk dolu cennete varıncaya dek değişik
yorumlar getirilir nirvana'ya. Özellikle vurgulanması gereken nokta, çevrimsel
zamandan kaçışa yer veren öte-dünya bilgisinin bireylere uygulandığıdır, başka
deyişle, zamandan sonrasızlığa geçişi ayrı ayrı her birey için öngörmektedir.
Schopenhauer Hint düşüncesine nirvana dünya düşüncesini ekledi; bizim dilimizde
bu, bireylere ilişkin Budacı öte-dünya biliminden kalkarak genelleştirilmiş,
eşzamanlı, tüm evreni kapsar bir öte-dünya bilimi olarak kabul edilmelidir.
Nietzsche'nin çevrimsel zaman
anlayışı, kendinden önceki Yunanlı ve Hintli düşünürlerden ayrılır;
Nietzsche'nin çevrimsel zaman anlayışına göre, aynı durum, her şey tıpatıp aynı
durumda geri gelerek, sonsuza dek gerçekleşmeli ya da geri dönmeli. Aynının
sonsuz sayıda yinelenişini göğüsleyebilmemizi ister bizden. Ne var ki, bir
durumdaki karşılaşmanın yinelenen bir karşılaşma olduğunu görebilmek için, son
karşılaşmada bunun aynı karşılaşma olmadığını bildirebilecek farklı bir şey
olması gerekir; küçük ama, her şeyin tıpatıp aynı olduğu koşulunu çiğneyen bir
fark bu. Yinelenişten söz edildiğinde, aynı durumun geçmişteki olaylarının da
anımsanması gerekir. Ama, biri kalkıp ta, bir önceki kez anımsanmış olandan
fazla bir olay daha anımsarsa, kişinin zihinsel durumu bir önceki kezle
tıpatıp aynı olamaz artık. Başka deyişle, her şey tıpatıp aynıysa, dünyadaki
hiçbir anlık da bunun bir yineleme olduğunu fark etmeyecektir. Ancak tek bir
zaman çemberine olanak vardır. Yinelenmeden söz edebilen kişi zaman çevrimin
dışında olmalıdır. Nietzsche böyle biri mi? Yoksa, Tanrı mı? Hintlilerin
çevrimsel zaman anlayışı, aynı olanın kesin biçimde geri- dönüşünü
gerektirmediği için, bu mantıksal yanlıştan bağışıktır.
Hintlilerin çevrimsel zaman
anlayışıyla Nietzsche'nin anlayışı arasındaki başka bir fark da, Nietzsche'nin
anlayışının çevrimsel zamandan bir kaçışa izin vermemesinde yatar. Bu sorunu
yazımın son bölümünde daha ayrıntılı ele alıp tartışacağım.
6. Nietzsche'nin
Sonrasiz Geri Dönüş Düşüncesi
Nietzsche'nin "Sonrasız Geri
Dönüş" düşüncesi iki ayrı yaklaşıma göre ele alınabilir: İlki fizik
bilimler açısından, İkincisiyse ahlak düşüncesi açısından. Nietzsche'nin
Ölümünden Sonra Yayımlanmış Parçalar adlı yapıtından bir alıntı yapmakla
başlamak isterim:
Evren, belirli bir miktarda
enerji ve belirli sayıda enerji merkezlerinden oluşur biçimde tasarlanabilirse,
-bütün öteki kavramlar da belirsiz, dolayısıyla yararsız olursa- bundan çıkan
sonuç, tüm varoluşu süresince evrenin, bu büyük talih oyununda, hesaplanabilir
sayıda düzenlenmeye girmek zorunda olduğudur. Sonsuz bir zamanda, şu ya da bu
zamanda olanak çerçevesinde kalan her düzenlenmeye ulaşılması gerekir; dahası,
sonsuz kez ulaşılması gerekir; her "düzenlenme" ile bunun bir sonraki
"yinelenişi" arasında, hâlâ olanak çerçevesinde kalan bütün öteki
düzenlenmelere de ulaşılmış olması gerektiği ve bu düzenlenmelerden herbirinin
de aynı sıra içinde baştan aşağı tüm bir düzenlenmeler dizisi belirlemesi
gerektiğine göre, saltık anlamda özdeş dizilerin çevrimsel bir devinimin de
tanıtlanması gerekir: Evren, daha önce kendini sonsuz kez yinelemiş ve bu da
oyunu ad infinitum sürdürüp giden çevrimsel bir devinim olarak gösterilir. Nietzsche hiçbir gizli noumenon
dünyasını kabul etmediği için, fizik dünyayı bir görünüş değil de biricik
gerçek dünya olarak kabul etmişti. Bu nedenle, fizik dünyanın sonrasız geri
dönüşünün gerçek ve kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gerekir. Nietzsche'nin
geri dönüşü, her şeyin her bakımdan kesinlikle- tıpatıp biçimde geri gelişi olarak kabul ettiğini anımsamak
son derece önemlidir.
Bununla birlikte, Nietzsche
Sonrasız Geri dönüşün ahlaki yanını da ele alıp, buna önemli bir anlam yükler.
Zerdüşt'ün II. Bölümündeki "Kurtarma üstüne" başlığında, [Zerdüşt
şöyle der:
Yeryüzündeki şimdi ile geçmiş, -ah! dostlarım, en dayanamadığım şey
budur;... Zamanın geriye doğru gitmemesi-onun [istem] öfkesi budur. "Olmuş
olan": Budur yuvarlayamadığı taşın adı.
Zamanın geriye döndürülmezliği
İstem'i öfkelendirir.Zerdüşt, bir kez,İstem'in "budur kurtaranın ve sevinç
getirenin adı" olarak duyurmuştu, ama İstemin kendisinin de daha tutsak
olduğunu kabul etmek zorunda kalır.
Böyle idi": Budur istemin dış gıcırtısının ve en çekilmez derdinin
adı. Olmuş şeylere karşı güçsüz olan istem, bütün geçmiş şeyleri öfkeyle
seyreder... zaman ve zamanın arzusuna boyun eğdirememesi... Öç şudur, evet,
yalnız şu: İstemin zamandan ve zamanın "böyle idi"sinden tiksinmesi.
Nietzsche'nin bir çözüm bulması
gerekiyordu, ilk bakışta da bu çözüm bir ussallaştırma gibi gelir. Değiştiremeyeceği
için, bunu istediğini ileri sürer, bu çözüm de tezgâhın bir sonraki ayağına
hazırlık olur.
Her böyle idi" kırıntıdır, bilmecedir, korkunç rastlantıdır,
-yaratıcı istem ona şöyle deyinceye dek: "Ama böyle istedim ben! —Yaratıcı
istem ona şöyle deyinceye dek: 'böyle istiyorum ben! Böyle isteyeceğim
ben!"
Önemli bir şeyin hazırlanmakta
olduğunu sezdirmeye çalışmaz gibidir Nietzsche, ama artık Sonrasız Geri dönüş
düşüncesinin başlangıcına iyice yaklaşmıştır. Kullanılan zamanın "böyle
istedim ben"den "böyle istiyorum ben'e sonra da böyle isteyeceğim
ben"e doğru değişerek ilerlediğini gördük. Bir sonraki kez aynı durumla
karşılaştığında, gene tıpatıp aynısını isteyeceği anlamı taşır bu. Zerdüşt
kendisini dinleyenleri, içinde bulunduğu şu tikel anda söylemiyorsa da,
Sonrasız Geri dönüş düşüncesinin yaklaşmakta olduğuna hazırlamaktadır.
"Zerdüşt sözünün burasında birden durdu, en büyük ürküye kapılmış
birine benziyordu"
Hazırlık niteliği taşıyan üç
başlık sonra, Nietzsche Üçüncü Bölüm'ün "Görüntü ve Bilmece üstüne"
adını taşıyan ikinci Başlık'ın Sonrasız Geri dönüş düşüncesini tanıtır:
"Şu geçide bak, cüce!" diye sürdürdüm konuşmamı, "iki
yüzü var. Burda iki yol birleşir: Kimse bu yolların sonuna dek varamamıştır
daha. -Şu geriye doğru uzanan yol: Sonrasızlığa dek sürer. Şu ileriye doğru
uzanan yolsa, -başka bir sonrasızlıktır.- Birbirine karşıttır bunlar, bu
yollar; birbirini başlarıyla iterler; - ve burda, bu geçitte birleşirler. Bu geçitin
adı, üstünde yazılıdır: "An".
Ama kişi bunları izlese, -durmadan, daha, daha izlese, sanır mısın ki,
cüce, bu yollar birbirine sonrasızca karşıttırlar." - “Düz olan her şey
yalan söyler" diye mırıldandı cüce, küçümseyerek, "Her gerçek
eğridir; zaman bile değirmidir." -"Ey ağırlığın ruhu!" dedim
öfkeyle, "o kadar hafifseme bunu! Yoksa seni oturduğun yerde bırakırım ha,
topal; seni yukarlara ben taşıdım!"
Zerdüşt cücede bedenlenmiş
ağırlığın ruhuna çıkışıyorsa da, cücenin "zaman bile değirmidir"
sözünü benimser. Böylece, fizik kuramına başvurmaksızın çevrimsel zaman
anlayışını getirir.
Bu arada, Nietzshe'nin zamanın
geri döndürülmezliği konusunda son derece kesin bir tutuma sahip olduğunu
belirtmek de ilginçtir: "... yönelişin
(ileriye ya da geriye doğru) mantıksal açıdan birbirinden farklı olmadığını
kabul edersem, yılanın kafasını tuttuğumda, kuyruğunu tuttuğumu düşünebilirim:
Bu zevki size bağışlıyorum, sevgili Bay Dühring."
7. Amor
Fati, Îstem, Üst-İnsan
Nietzsche'nin çevrimsel zamana
verdiği ahlaki anlam, tüm felsefenin özünü oluşturur. Kişi sonrasız geri
dönüşü göğüsleyebilecek, zevkini çıkartacak, hatta isteyebilecek kadar güçlü
olabilir. Kısacası: "Neysen o ol". Bu deyişi daha kesinleştirmek
için, cümleyi yeniden kurmamı hoşgörün: Nasıl olmak istiyorsan öyle ol. Ne var
ki, Nietzsche'nin "özgün" gibi gelen bu düşüncesi daha önce geçici
"öğretmeni" Schopenhauer tarafından dile getirilmişti zaten. Gerçekten
de, Düşünce ve îstem Olarak Dünya adlı yapıtında Schopenhauer şunlan yazar:
Yaşamda... doyuma ulaşan., ve o zamana dek bildiği biçimiyle yaşamının
hep sürüp gitmesini ya da yeni baştan kendini yinelemesini sakin ve bile bile
isteyen ve sunduğu zevklerin hatırına katlanmak zorunda kaldığı tüm güçlükleri
ve yoksullukları istekle ve sevinçle kabul edecek kadar yaşamı seven... kişi-
işte bu kişi "sürüp giden, yusyuvarlak dünyada doğru kaynamış sağlam
kemikleri üstüne" güvenle basar ve hiçbir şeyden de korkmaz.
İşte, değerlerin bu tersine
çevrilmesiyle, keyfi ve rastlantısal gibi gelen yazgı sonuçları şimdi artık
istemin istediği şeyler olup çıkar. Güçsüz birinin kendi kendinden
düşkırıklığına kapılması gibi görülebilecek olan Amor fati, yazgı aşkı,
Nietzsche'nin düşlerinde yürekli birinin erdemine dönüşür.
Özgür bir yaratıcıdır bu İstem,
doğası gereği de, geleceğe yöneliktir. Sonrasız Geri dönüşü geçmişi geleceğe
dönüştürür, böylece geçmişi İstem'in elinin uzanabileceği kadar yakına getirir.
Aynı şekilde, yazgıcılık da özgürlüğe, rastlantı amaca, hiççilik değerlerin
kabul edilmesine, yaşamın yadsınması da yaşamın olumlanmasına dönüşür.
Nietzsche Sonrasız Geridönüş'ün birbirine karşı bu iki yanının farkında
değildi. Ne var ki, bu dönüşüm geriye doğru da gerçekleşir; gelecek geçmişe,
özgürlük yazgıcılığa, vb. dönüşür. Geridönüş değer ve amaç yokluğu olarak
yorumlanırsa, geridönüş kuramı da Nietzsche'nin "hiççiliğin en uç
biçimi... Budacılığın Avrupalı biçimi (Europâischer Buddhismus)" dediğine benzeyip çıkar. Ne var ki, Nietzsche hiççiliğin uçurumunda sonsuza dek
kalmak istememişti. Hiççiliği mantıksal açıdan en uç noktasına kadar götürüp
hiççiliğin fatihi oldu. Bu başarıysa Erk İstemi düşüncesi, geleceği yaratma
istemi, sonrasız geridönüş istemi düşüncesi sayesinde gerçekleşebilmişti. Alaycı
biri buna düşkırıklığı diyebilir, yandaş biriyse gözüpekçe bir davranış sayabilir
bunu.
Nietzsche
olmaya değil oluşa inandı yalnızca. Richard Wagner'den öğrenip hayranlıkla
bağlı olduğu Diyonisosçu ve Apolloncu terimleriyle söylersek, Nietzsche
Apolloncu'dan çok Diyonisosçu'ydu. Erk İstemi de devindiren Diyonisoscu güçtü. Sonrasız Geridönüş'ü ele almanın
bir yolu da Erk İstemi'ni Heidegger'e göre "öz", Sonrasız Geridönüşü
de "varoluş" olarak kabul etmektir. Nietzsche kendi İstem'inin
Schopenhauer'in İstem'inden, Ding an sich'ten bambaşka bir şey olduğunu
tanıtlamak istediği için, büyük olasılıkla buna karşı çıkardı. Schopenhauer'in
İstem'i doymak bilmezdir, dolayısıyla herhangi bir şeyin eksikliğini duyar
sonrasızca, Nietzsche'nin İstem'iyse tamamlanmışlıktır. Erk İstemi, Daha
İstemi'dir. Aynını daha çok kez geridönüşüne sahip olma İstemi'dir. Üst insan
da bu İstem'in kişileşmesidir. Ahlakı da "zorundayım" değil
"istiyorum" dur.
8. Nietzsche'nİn
An Düşüncesi
Nietzsche'nin Sonrasız Geridönüş
düşüncesi yaygın bir biçimde bilinse de, an kavramını vurguladığı daha az
bilinir. Nietzsche an düşüncesini Zerdüşt'ün üç ayrı yerinde üç ayrı anlamda
kullanır. Bu kavramlarda Sonrasız Geridönüş kavramı arasında nasıl bir bağıntı
bulunduğunu son bölümde ele alacağım. Bu bölümdeyse, üç ayrı an kavramını
işleyeceğim. An kavramının ilk anlamıyla görüldüğü yer 1. Bölüm'ün
"Armağan eden erdem üstüne" adlı başlığıdır.
Ve dostlarım olacaksınız bir daha ve bir tek umudun çocukları: O zaman
büyük öğleyi sizinle kutlamak için, üçüncü bir kez olacağım aranızda. -Şudur
büyük öğle: İnsan, hayvanla Üst-insan yolunun ortasındadır ve akşam yolunu en
büyük umudu olarak kutlamaktadır: Çünkü bu, yeni bir sabah yoludur. -O zaman
kutsar kendini batan kişi, karşıya ve öteye geçen olduğu için; ve bilgisinin
güneşi tam tepesinde durur. -"Öldü bütün tanrılar; Üst-insanın yaşamasını
istiyoruz artık".- O büyük öğlede son arzumuz bu ola!
Öğlen düşüncesi, ayrı ayrı
çağrışımlara yol açan, çok çeşitli anlamlara bürüne bürüne kendini gösteren bir
örge. Nietzsche'nin Öğlen sözcüğüne verdiği anlamları özenli biçimde çözümlemek
amacıyla, okura Kari Schlecta'nın bu konuda kaleme alınmış en aydınlatıcı
yapıt olan Nietzsches Grosser Mittag adlı kitabını salık vereceğim. Alıntı
yaptığımız bölümde, büyük Öğle'nin karar verme anı, insanın batıp üst-insan'ın
doğduğu nokta olduğu düşüncesi egemendir.
Etiketler:
Nietzsche
LİSE
"Bir lise yatılı öğrencisi, yüzyıllara bedel yıllar boyunca, gözlerini üzerinden eksik etmeyen bir uygarlık paryasınca baskı altında tutulursa, sabahtan akşama akşamdan ertesi sabaha, amansız bir kinin uğultulu dalgalarının yoğun bir duman benzeri yükseldiğini duyumsar, kendisine patlamaya hazırmış gibi gelen beyninin içinde. Hapse atıldğı günle yaklaşan çıkış günü arasında, yoğun bir ateş sarartır yüzünü, kaşlarını çatıklaştırır ve oyar gözlerini. Düşlere dalar geceleri, uyumak istemez çünkü. Gündüzün, bu alıklaştırma evinin duvarlarının dışına fırlar düşüncesi, bu sonsuz dehlizden kaçıp kurtulacağı, ya da buradan kendisini bir vebalı gibi dışarı atacakları ana uzanır; bu eylem de anlaşılır."
sf. 59 (Maldoror)
Etiketler:
Isidore Ducasse
İNSANIN KENDİ DOĞASIYLA SAVAŞI
***
M. Mukadder
Yakupoğlu
İnsanı diğer canlılardan ayıran onun doğal durumunun doğal
olarak sürdürülebilir olamamasıdır. İnsan doğal haliyle öyle bir çelişki
içindedir ki bu çelişkiyle varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Bu nedenle
varlığını sürdürmeye karar veren bir insan yaşamının dayanacağı temeli
belirlemek zorundadır. Ama bu temel çoğunlukla daha önceden belirlenmiştir ve
de insan kendiliğinden bu yaşam biçimini kabullenir. Daha doğrusu her günün
getirdiği zorunluluklar insanı belirli bir yaşam biçimine mahkûm hale getirir.
Bu mahkûmiyet insanın kendi doğal durumunu dönüştürme arzusuna yol açar. Bu
arzu çoğu zaman pratik yaşama biçimini benimseme yoluyla günlük bir programın
parçası haline gelir.
Yaşama biçiminin belirlenmesinde
önceki kuşakların yaşama biçimleri model oluştururlar. Aile ve okul eğitimi
bir ölçüde insanı nasıl yaşayacağı konusunda koşullandırır. Bu koşullandırma
yaşamın acı gerçekleri karşısında yavaş yavaş etkinliklerini kaybederler. Bu
süreçte insan yaşamı konusunda karar vermek zorunda olduğunu fark eder. Bu
zorunluluğa rağmen insanların çoğu kendilerini olayların akışına bırakır. Bu
durumda o insanların yaşamının nasıl olacağını ekonomik sistem ve onunla bağlantılı
olarak toplumsal kurumlar karar verir.
Bu kayıtsız çoğunluğun
karşısındaki azınlık ise kendi yaşamları üzerine kararı kendileri vermek
isterler. Bu azınlığın önünde geniş bir yelpaze vardır. Verilecek kararların
her aşamada yeni kararlar almaya neden olacağı açıktır. İnsanların çoğu böyle
bir sürece dayanıklı olabileceklerini düşünmediklerinden halihazır kalıpların
içinde kalmayı tercih edeceklerdir.
Hiyerarşik yapılanmaya boyun
eğmek ve paranın güç olduğu savını kabullenmek, sistemin uyulmasını istediği
önermelerdir. Dünyada kabul gören baskın yaşama biçimi, hiyerarşik basamakları
çıkmaya çalışmak veya para kazanmanın bir yolunu bulmak için öldüresiye çaba
göstermektir. Sosyoloji ve sosyal psikoloji bu yaşam biçimini bir veri olarak
kabul eder. Bu kabul edişin doğal sonucu olarak insanın diğeri tarafından kabul
edilmesinin ön koşulu ya hiyerarşik bir basamakta bulunmak, ya da parasal bir
güce sahip olmaktır.
Bu önerme genel olarak doğrudur
ve zaten bu nedenle pratik yaşam biçimi genel olarak insanların benimsediği bir
yaşam biçimidir. Bir önermenin genel olarak doğru olması onun mutlak anlamda
yanlış olduğunu gösterir. Pratik yaşam biçimini kabul etmeyen, sosyolojik
determinizmi reddeden insanların sayısı az değildir. Bunun nedeni pratik yaşam
modelinin insan ruhunu tatmin edemeyişidir. Bu model öncelikle statü ve para
üretimine neden olur ve toplumsal alan enflasyonist bir statü ve para gösterisine
sahne olur. Başkası tarafından kabul edilme arzusu trajikomik bir tiyatro
oyununun sürekli tekrarlanmasına neden olur.
Kapitalist üretim-tüketim
sisteminin dayattığı sosyolojik oluşumları karşı konulamaz gerçekler olarak
kabul eden çoğunluk hep birlikte tek tip bir yaşam biçimini egemen kılmışlar ve
böylece tarihin bitişini ilân etmişlerdir.
Ama isyankâr bir azınlık
insanlığın içine düştüğü bu yoksul yaşam biçimine karşı çıkmış ve
öngörülemeyen yaratıcı bir devinimle yepyeni yaşam biçimlerinin örneklerini
ortaya koymuşlardır.
Pratik yaşam biçimi aldatıcıdır,
çünkü insana bir amaç sunmaz. Bir gün bitecek günleri iyi geçirmek üzerine kurulu
ve diğer insanların yaşamına kayıtsız kalmayı öğütleyen ve özü ahlâki bir
norma dayanmayan pratik yaşam biçimi insanı ruhsal sefalete götürür. Bu nedenle
bu yaşam biçimine isyan etmek ahlâki bir görevdir.
Pratik yaşam biçiminin ilkelerini
şöyle özetlemek mümkündür: yaşam maddi bir olaydır, yaşamı mümkün kılan
hücrelerin ve özellikle nöronların birleşmesinden meydana gelen biyolojik
makinenin düzenli işleyişidir. Bu makinenin iyi çalışması için en uygun ortamı
yaratmak pratik yaşam modelinin temelini oluşturur.
Pratik yaşamın amacı yaşamın
içinde kalmak zorunda olduğundan kendi kendini yok etmeye mahkûmdur. Ne kadar
saçma görünürse görünsün yaşamın dışına sıçrama zorunluluğu kaçınılmazdır.
Belki de bu saçmalık insanı hep intiharın sınırında tutar. Yaşamın dışına
sıçrayarak saçmalığın baskısından kurtulabiliriz. İntihar pratik yaşamın neden
olduğu bir eylemdir.
Pratik yaşamın görünürdeki
cazibesi aldatıcıdır. Bu cazibe sanki yaşamı dolu dolu yaşamak mümkünmüş gibi
bir olasılık yaratır. Böyle bir Olasılık yoktur. Aslında başkaları tarafından
kabul edilme kaygısıyla sürdürülen pratik yaşam bir dizi atraksiyonu (dikkat
çekici davranışları) gerekli kılar.
Kendi kendine yani içe dönük
yaşam varlığımızın özüne inmemizin olmazsa olmaz koşuludur. Buna karşın pratik
yaşam bizi bizden uzaklaştırır ve özümüze yabancılaştırır. Varlık bir zevk
makinesine indirgenir, (Goethe’nin Faust’unu anımsayalım. Şeytan Faust’u bir
zevk makinesine dönüştürmeye çalışır ama Faust’un ruhu bu makineleşmeye
direnir. Belki de felsefi veya dinsel yaşamın çıkış noktası bu direnmedir.
İnsanın kendi kendisiyle
savaşımı, insanı hiçbir yere götürmeyen pratik yaşamla bir amaç varmış
yanılsamasını mümkün hale getiren dinsel- felsefi yaşam arasındaki uzlaşmanın
zorluğundan doğmaktadır. Kendini akıntıya bırakmak, içgüdülerin mutlak egemenliğini
kabul etmek çoğu insanın seçtiği yoldur ve sonu anlamsız bir hiçliktir.
Yaşam bize verilen biyolojik bir
sıçrama mıdır? Buradaki “biz” ne anlama gelmektedir? Biz kendimize
atfettiğimiz metafizik bir öze işaret etmektedir. Biz veya ben olgusu yaşama
dışarıdaki bir fenomen olarak bakmamızı sağlar. Bizi dışarıya doğru uzatan bu
biyolojik sıçrama içinde hep potansiyel bir düşüşü taşır. Yaşam kısa bir süre
yükselen ve daha sonra sürekli düşüşe yönelen bir titreşim gibi algılanabilir.
Etiketler:
Felsefe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)