Bir sohbet (Corydon)

III

Güzellik dedikçe aklımıza gelmesi gereken Yunan heykelciliğinde erkeği çıplak ve kadını giyinik gösteren de belki bir "özel duygu"dur değil mi? Evet, Yunan sanatında gençlerin, delikanlıların bedenlerine gösterilen bu değişmez sevgide, kadın bedenini örtmede gösterilen bu inatta, yalnız estetik nedenler bulmak yerine bunu, M. de gourmont gibi "cinsel sapıklıkların en çirkini" olarak görmeyi yeğ mi
tutuyorsunuz?

- Nasıl istersem öyle düşünürüm! Cinsel sapıklığın Yunanistan’ı nasıl kırıp geçirdiğini sizden mi öğreneceğim? Ayrıca, bu genç modellerin seçilmesi yalnız birtakım zevk düşkünü sanat koruyucuların ahlak dışı eğilimlerini okşamak için değil miydi? Heykeltraşın sanatçı içgüdü­süne değil de, daha çok hizmetinde olduğu kimselerin eğilimlerine bo­yun eğdiğinden kuşku duyulamaz mı? Uzun sözün kısası; o zamanlar, örneğin Olimpiyat oyunları sırasında, sanatçıyı sınırlayan, beğenisini yönelten birtakım zorunluklar ve gelenekleri, oranın kutsallığına karşı duyulan saygıdan ötürü ve arzularımızı uyandırmamak için Mikelangelo'yu Sistin Kilisesi’nin tavanına kadın değil de, çıplak erkek resimleri yapmaya zorlayan gelenekleri bugün anlayamayız. Öyle de olsa, Rousseau gibi düşünerek, Yunan ahlakının bu görülmedik bozukluğundan bir ölçüde sanat sorumlu tutulduğu zaman...

- Ya da Floransa ahlakının. Çünkü her önemli sanat rönesansı ya da bolluğunun, hangi ülkede olursa olsun, her zaman sapkın taşkınlıklarla birlikte yürümüş olması dikkate değer.
- Tüm duyguların taşkınlığıyla demeniz daha doğru olurdu.

- Plastik sanatlarla ilgisi yönünden bir cinsel sapma tarihi yazma­ya kalkışıldığı gün görülecektir ki, cinsel sapkınlık, sanatın gerilediği çağlarda değil, tam tersine, övünçlü ve sağlam olduğu çağlarda, en öz­lü ve yapmacıktan en uzak olduğu çağlarda gelişmiştir. Buna karşılık, bana öyle geliyor ki, her zaman değil ama, çoğu zaman kadının plastik sanatlarda baş köşeye geçirilmesi bir gerileme belirtisi olmuştur, aynı şekilde geleneklerine göre tiyatroda kadın rollerinin genç erkekler tarafından oynanması gereken birtakım topluluklarda, bu gençler yerlerini kadınlara bırakmaya başlayınca dramatik sanatın gerilemeye yüz tuttuğunu görüyoruz.

- Neden ve sonucu işinize geldiği gibi birbirine karıştırıyorsunuz Bu seçkin dramatik sanat akıldan çok duygulara seslenmeyi amaç edindiği gün gerileme başladı; o zaman çekicilik yaratabilmek için kadın sokuldu sahneye ve bir daha da çıkarılamadı. Ama biz yine plastik sanatlara dönelim. Birdenbire aklıma Giorgione’nin bildiğiniz gibi bir parkta yan yana iki çıplak kadınla giyinik iki müzik sanatçısını gösteren "Kır Konseri" adlı çok güzel tablosu geldi (umarım ki bunu resimde bir gerileme örneği olarak görmezsiniz).

- Plastik, hiç olmazsa edebi yönden bu kadın bedenlerinin güzel oldukları savunulamaz; Stevenson’un dediği gibi; "çok şişman"; ama o açık kumrallık ne güzel belirtilmiş! O ne yumuşak, derin ve şakrak ışık! Erkek güzelliğinin heykelde ağır basmasına karşılık kadın bedeninin renk oyunlarına daha uygun geldiği söylenemez mi? Bu tablonun önünde, işte eski sanatın tam karşıtı diye düşündüm: Delikanlılar giyi­nik, kadınlar çıplak; bu şaheserin yeşerdiği toprak kuşku yok heykel­den yana çok kısır kalmıştır.

- Cinsel sapıklıktan yana da, öyle mi?

- Eh! Bu konuya gelince, Titien’in küçük bir resmi beni daha ile­ri gitmekten alıkoyuyor.

- Hangisi bu?

- "Trente Toplantısı" adlı tablo. Ön planda, ama yanda, gölgede, iki orada, iki burada, pek başka anlama çekilemeyecek durumlarda soylu kişiler görülür. Belki de bu durumlardan, sizin az önce "oranın kutsallığı" dediğiniz şeye karşı bir tür edep dışı tepki anlamı çıkarmak gerekir ama, şuna da kuşku yok ki, o çağda yazılmış birtakım anılarda da anlaşıldığı gibi, herhalde böyle davranışlara oldukça sık rastlandığından olacak, bu küçük resimde soylu kişilerin yanındaki mızraklı erlerin yaptığı gibi bu durumun garip karşılanmaması gerekir.

- Söylediğiniz resme belki yirmi kere baktım ve yadırganacak hiçbir şey görmedim.

 - Herkes ancak ilgi duyduğu şeyleri görür. Ama şurada, burada, şu resim kadar bu Venedik tarihinde cinsel sapıklık (ki, artık orada gençlere dönüklük anlamına geliyordu) bana içten gelen bir eğilim gibi görünmüyor; bu artık zevk düşkünlerinin, bıkkınların meydan okuma- ahlaksızlığı, olağanüstü bir eğlencesi oluyor. Kendimi şöyle düşün­mekten alıkoyamıyorum: Aynı şekilde halktan çıkma ve içten gelme olması Yunanistan ve Floransa toprağından ve bu toprağın hakin­in şiddetle fışkırmış bulunması düşünülemeyen, Taine’in "çevredeki şehvetin tamamlayıcısı" dediği Venedik sanatı, I. François zamanında İtalya’dan alınışı çok pahalıya oturan, çok kadıncıl Fransız rönesansı gi­bi, zenginleri keyiflendirmeye yaradı.

- Daha açık konuşun.

IV

- Evet, kadının önem kazanması, büyük sapkın sanat dönemleri­ne göre daha yapmacıklı, daha yabancı bir sanatın işaretidir. Cesareti­mi bağışlayın, her iki cinste de kendi cinsine dönüklüğün, karşı cinse dönüklükten daha içtengelme, daha yapmacıksız olduğu kanısındayım.

Omzumu silkerek:

- Artık peşinizden kimsenin gelmediğini anlayınca çabuk gitmek güç değildir, dedim ama, sözüme kulak bile vermedi.

- İşte Barres bunu o kadar iyi anladı ki. "Berenice" adlı kitabında doğaya çok yakın ve yalnız içgüdülerine göre hareket eden bir kimseyi anlatmak istediği zaman bunu küçük "Bougie Rose"un arkadaşı bir se­vici olarak düşündü. Onu ancak eğitimle karşı cinse dönük sevgiye yük­seltir.

- Maurice Barres’e kendisinde olmayan gizli niyetler yakışmıyor­sunuz.

- Bu niyetlerin ne gibi sonuçlar doğurabileceklerini belki önce­den kestiremiyordu da diyebilirsiniz; çünkü bildiğiniz gibi, dostunuzun kitaplarında heyecan bile bir niyete dayanır. Dogmatik olarak ”Benm için Berenice" diyor, "esrarlı kuvvet, evrensel itki demektir"; birkaç satır sonra, "içine doğan her şeyi yaşamayı iş edinmenin rahatlığından söz ederken bu sözlerde anajenetik rolünün ince bir önseziyle tanımlanmasını bile buluyorum; katajenetik "zihin karışıklığı" ile karşılaştırdığı ve ona karşı tuttuğu iş.

Barres’in kitabını bir tartışmaya girebilecek kadar anımsamıyordum; o konuşup duruyordu:

- Merak ediyorum, acaba Barres, Goethe’nin sapkınlık hakkında söylediği ve Başbakan Müller’in anlattığı (Nisan 1830) kendi görüşüne çok yakın olan sözü biliyor muydu?) İzin verirseniz okuyayım:

"Goethe entwickelte, wie diese Veirrung eigentlich daher komme dass, nach rein aesthestischem Masstab, der Mann wit Schöner, vor. I züglicher, vollendeter als die Frau sei."

- O kadar kötü okuyorsunuz ki, anlamakta güçlük çekiyorum. rica ederim dilimize çevirin hemen.

- "Goethe bu sapkınlığın aslında şundan geldiğini anlattı bize:

 Arı estetik kuralına göre erkek bedeni kadın bedeniyle karşılaştırıldığı zaman daha güzel, çok daha estetik ve daha yetkindir."


Sabrım tükenerek sözünü kestim:

- Bakın Barres’den okuduğunuz parçayla hiçbir ilgisi yok.

- Biraz durun bakalım; şimdi dönüm noktasına geliyoruz: "Böyle bir duygu bir kez uyanmaya görsün, kolayca hayvanlığa kaçar. Cinsel    sapıklık, insanlık kadar eskidir (Die Knabenliebe sei so alt wie die Menscheit, und man köhne daher sagen, sie liege in der Natur) demek ] ki, doğal bir şey olduğu ve doğaya dayandığı söylenebilir (ob sie gleich j gegen die Natur sei) ama yine de doğanın yararına çalışmaz. İnsan do­ğadan kazandığı, ondan çekip aldığı şeyi artık elinden kaçırmaz, ne fi­yata olursa olsun geri vermez onu (Was die Kultur der Natur abgevvon- j nen habe, vverde man nich wieder fahren lassen; es um kemen Preis aufgeben).

- Kendi cinsine dönük davranışlar Germen soyunda, birtakım Almanlara doğal gelecek kadar derinlere kök salmış olabilir (son zamanlarda Rhin ötesindeki kepazelikler bunun böyle olduğunu düşünmeye zorluyor bizi) ama Goethe’nin bu kuralı, hiçbir zaman tam Fransız kafasına sığacak bir şey olmayacaktır, bunu böyle biliniz.

- Madem ki işe ulusçuluk sokmak istiyorsunuz, bildiğime göre, atalarımızın töreleri konusunda bize bilgi veren ilk yazarlardan biri jpiodore de Sicile’in Keltlerle ilgili şu birkaç satırını okuyayım size: Kadınları hoş olmasına hoş ama, erkeklerin onlara bağlılıkları pek zayıf, oysa erkek alışverişine karşı olmadık bir tutku gösteriyorlar. Her iki yanlarında bir yatak arkadaşıyla toprağa serilmiş hayvan postlarının üzerine uzanmayı âdet edinmişler."

[ - Yunanlıların barbar saydıkları bu insanların böylece alçaltılmak
istendiği açıkça görülmüyor mu?

_ o zamanlar bu huylar hiç de alçaltıcı değildi. Aristoteles de "politika" adlı yapıtında arada bir Keltlerden söz ediyor ve Lykurgos’un kadınlarla ilgili yasaları bir yana bıraktığından yakınndıktan sonra güçlü ve savaşçı uluslarda erkeklerin kadın baskısı altına girmeleri alışılmış bir eğilim olduğundan, özellikle erkekler bu yöne kayınca" bu­nun büyük kötülüklere yol açacağını söylüyor. "Bu arada" diye ekliyor, "erkeklerle sevişmeye saygı duymaktan çekinmeyen Keltleri ve başka birkaç ulusu bundan ayrı tutuyorum."

- Sizin Yunanlıların anlattıkları doğruysa itiraf ediniz ki, zor kur­tarmışız kendimizi!

- Evet, kendimizi biraz eğitmişiz; işte Goethe’nin dediği de tam
bu.

- Demek benim de onun gibi düşünmemi ve bir cinsel sapığı şöy­le bir kimse olarak görmemi istiyorsunuz: Çağından geri, eğitilme­miş...

- Belki de değil; ama cinsel sapıklığı çok yapmacıksız ve değişik bir içgüdü olarak almanızı...

- Az çok iğreti olarak Arkadya’nın yapmacıksız yaşantısını tekrar­lamak isteyen Yunan ve Latin çoban şiirlerinin çoğu zaman kendi cinsi­ne dönüklükten aldığı ilhama karşı bulduğu mazeret herhalde bu- dur...

- Çoban şiirleri, şair artık çobanı sevmez olunca iğretileşmeye başladı. Ama kuşkusuz doğuda Arap ya da Acem şiirlerinde olduğu gibi, bu şiir türünde de söz konusu değişimi kadının kazandığı önemin bir sonucu olarak görmek ve üzerinde durmak gerekir; bir alışkanlık sorunudur bu... Goethe’nin sözlerinden özellikle eğitime, daha doğru, şu karşı cinse dönüklüğe alıştırmaya yer verenleri unutmamak istiyorum. Çocuk erkeğin, ilkel erkeğin kesin olarak çiftleşmeyi değil, kendisi de farkına varmadan, dokunmayı, okşamayı araması doğal bir şey olabilir; artık ne çekicilik ve ne de bir koku ona yol gösterdiğine göre çoğunluk, bir başka cinsin gizli yönlerinden ötürü daha şaşkın ve daha yılgın bir duruma düşebilir. (Cinsel çekiciliğin kesinlikle güzellikle ilişkili olduğunu düşünmediğimden, gördüğünüz gibi güzelliğin sözünü bile etmiyorum.)

 Platon’un "Şöleninde Aristophanes’in söylediği gibi kuşkusuz kimilerini bu cinslerin birinden çok diğer cinsin ve yalnız o cinsin çekimine kapılsa bile, kendini bütünüyle kişisel inisiyatifine bıra­kan erkek, gereken hareketi yapmaya pek kolay cesaret edemeyecek, ne yapması gerektiğini her zaman bilemeyecek ve önceleri beceriksiz davranacaktır.

- Aşk her zaman âşığa kılavuzluk etmiştir.

- Kör kılavuz; madem ki henüz kullanmak istemediğim bu aşk sözcüğünü şimdiden ortaya attınız, şunu da ekleyeyim; seven erkek ne kadar âşıksa, o kadar beceriksizleşir; evet, arzusunun yanında çok da­ha gerçek bir aşk bulunacaktır; evet, arzusu salt bencil olmaktan çıkın­ca sevdiği varlığı incitmekten korkabilecektir. Hayvanlardan bile olsa, aldığı birtakım örneklerden, birtakım derslerden ya da ön öğretimler­den, hatta sevilen kadının kendisinden bir şeyler öğrenmedikçe...

- Yok canım! Sanki erkeğin arzusu kadının karşılıklı arzusuyla bir bütün haline gelmiyor da!

- Buna Longus ne kadar inanıyorsa, ben de o kadar inanıyorum. Daphnis’in yanılgılarını, bocalamalarını hatırlayınız. Nasıl! Bu koca­man beceriksiz âşığın bir kibar yosmadan ders almaya ihtiyacı yok muy­du?

- Söylediğiniz beceriksizlik ve tutukluklar çok çıplak olan bu ro­manın konusunu biraz zenginleştirmek ve birtakım serüvenlerle süslemek için konmuştur.

- Hayır, hayır! Bu hayranlığa değer kitapta, ince özenti örtüsü altında M. de Gourmont’un "Aşkın Fiziği" dediği şeyin derin bir bilimini görüyorum, benim için "Daphnis ve Kloe'nin öyküsü örnek olacak kadar doğaldır.

_ Nasıl bir sonuç çıkarmak istiyorsunuz bundan?

- Şunu: Teokritos’un cahil çobanları daha yapmacıksız hareket ediyorlardı; "içgüdü" bu karşı cins bilmecesini çözmeye her zaman yetmez: Birtakım uygulamalar gerekir bunun için. Goethe’nin sözlerine küçük bir ek...

İşte bundan ötürü Virgilius’da Galatea kaçtı diye Damoitas’ın sö­ğütler altında ağlayıp durduğunu, buna karşılık Menelcas’ın dünyaya metelik vermeden Amyntas’la zevke daldığım görüyoruz.

"İstekle benim oldu, beni yakan Amyntas."

Leonardo da Vinci ne güzel söylemiş: "Seven sevdiğinin yanındayken dinlenir."

- Eğer karşı cinse dönüklük bir süre eğitilmeyi gerekiyorsa, itiraf ediniz ki, bugün köyde olsun, şehirde olsun, eğitilenlerden Daphnis ka­dar erken yaşta gözü açılmış olanların sayısı az değildir.

- Oysa günümüzde köylerde bile (ya da özellikle köylerde) kendi cinsine dönüklük oldukça ender görülen ve iyi karşılanmayan bir şey­dir. Evet, bir gün önce söylediğiniz gibi: Töre ve yasalarımızda her şey bir cinsi öbürüne doğru iter. Daha arzu duymaya başlamadan önce kü­çücük bir çocuğu, tüm zevklerin kadınla tadıldığına, onun dışında zevk mevk olmadığına inandırmak için, gizli olsun, açık olsun, amma da en­trika çevriliyor. Erkeğin sistemli olarak silinmesi, çirkinleştirilmesi, gülünçleştirilmesine karşılık "güzel cins"in çekicilikleri konusunda saçma­lığa kaçan nice abartmalar yapılıyor. Ama birtakım sanatçı topluluklar en fazla hayranlık duyulduğu, en yiğit çağlarda bu tutuma karşı koya­caklardır.

- Bu konuda ne düşündüğümü daha önce söyledim.

- Hatırladığıma göre, siz de, M.Perrier gibi, kadın cinsinin ötedenberi ve her yerde erkeğin arzusunu canlandırmak, yetersiz bir gü­zelliğin eksiklerini tamamlamak için başvurduğu o değişmez süslenme kaygısını övmüştünüz.

- Evet: Sizin "yapma çekicilik" dediğiniz şey. Neyi kanıtlayabildiniz? Süslenmenin kadınlara yaraştığını. Doğrusu da bu! Hiçbir şey süslenip püslenen, yüzünü boyayan bir erkekten daha tiksindirici olamaz.

- Tekrar söyleyeyim, bir delikanlının güzelliğinde tellenip pullanmanın payı yoktur. Yunan heykellerinde erkek vücudunun çıplaklığa nasıl ağır bastığını görmüştük. Bu kınamanızda Doğu ülkelerindeki tö­releri de hesaba katınız; çünkü Doğuluların her konuda bizim gibi düşünmediklerini bilirsiniz. Delikanlıyı saklayacak, çirkinleştirecek yer de süsleyin biraz onu, güzelliğini ortaya çıkarın, ne sonuç vereceğini Montesquieu şöyle anlatıyor:

"Roma’da sahneye kadınlar değil, iğdiş edilmiş kadın kılığında er­kekler çıkar. Bunun ahlak üstündeki etkileri çok kötüdür: Çünkü Romalılarda hiçbir şey bundan daha fazla fizyolojik aşk uyandıramaz." Daha ilerde şunu diyor: "Ben Romadayken Capranica Tiyatrosu’nda iğdiş edilmiş iki çocuk vardı; Mariotti ve Chiostra, sahneye kadın kılığında çıkarlardı, hayatımda gördüğüm en güzel yaratık­lardı bunlar ve bu konuda en sağlam ahlaklı kimselerde bile Gomore zevkleri uyandırabilirlerdi.

Genç bir İngiliz, bunlardan birinin kadın olduğunu sanarak, deli gibi aşık oldu ve bu tutkunluğu bir aydan çok sürdü. Eskiden Floransa'da grand dük Cöme III, aşırı tutkusundan ötürü böyle bir düzen kur­muştu. Bir kere düşününüz, bu konuda yeni Atina demek olan Floransa’da bunun etkileri ne olur artık!"(Voyages, cilt I, s. 220-221), yine bu konuda Horatius’un şu sözünü tekrarlıyor:
"Doğal olanı kovdunuz mu, dörtnala geri döner":
"Naturam expelles furca, tamen esuqe recurret" istediğimiz anlatıma çekebiliriz bunu.

- Şimdi sizi iyice anlıyorum artık: Sizin için "doğal demek kendi cinsine dönüklük demektir; insanlığın doğal ve normal kabul etmek densizliğini gösterdiği ilişkiler, erkekle kadın arasında olanlar; işte sizce yapma olan bunlardır. Haydi! Söyleyin de kurtulun...

Kısa bir süre sustuktan sonra:

- Düşüncemi saçma göstermek kuşkusuz kolay bir şey, ama kitabımda bu görüşümün az önce ortaya koyduğumuz öncüllerden kendili­ğinden çıktığını belirttiğim zaman hiç de o kadar temelsiz görülmeyecek.

Uzun süredir bir yana bıraktığımız bu kitaba dönmesini rica ettim ondan. Tekrar konuşmaya başladı:

V

- Dün size hayvanlardaki "önsel içgüdü" buyruğunun her zaman, sanıldığı kadar zorlu ve kesin olmaktan uzak olduğunu göstermeye gay­ret etmiştim ve bu "cinsel içgüdü" deyiminin fark gözetmeden kapsadı­ğı: Organın katıksız gereği, baskısı, beğeninin değişmesi, dış güdüye, nesneye boyun eğmek gibi karışık anlamların neler olduklarını aydınlat­maya çalışmıştım; tüm eğilimlerin, ancak yumurtalık çalışmalarından çıkan koku erkeği yönettiği ve onu çiftleşmeye ittiği zaman yoğunlaş­mış ve çözülmüş olduğunu ortaya koymuştum.

Bugün de şunları söyledim: Hiçbir koku, erkeğin duygularını ege­menliği altına alamaz ve her çeşit arzu doğurma yeteneğinden (dişi hayvanın kısa süren dayanılmaz çekiciliğini anlıyorum bundan) yoksun olan kadın artık her zaman istek uyandırıcı olmaktan başka bir şey iste­mez olur ve (hiç olmazsa Batı ülkelerinde) yasaların, törelerin ve daha bir sürü şeylerin onaması, teşviki ve yardımı ile bilgisini buna harcar. Diyordum ki, çoğu zaman yapma şeyler ve gizleme (soylu şekliyle utanç) süs ve örtünme bu çekicilik yetersizliğini karşılar... Bu, süslerin­den iyice sıyrıldıkları zaman kadınların (ya da özellikle bir kadının) çekimine birtakım erkekler karşı durulmaz bir şekilde kapılmayacaklar mı demektir? Kesinlikle değil! Nasıl ki, birtakımı da güzel cinsin bütün çekiciliklerine, kesin buyruklara, öğütlere, tehlikelere bakmayarak dayanılmaz bir şekilde delikanlıların çekimine kapılıp giderlerse. Ama şunu savunuyorum ki, yeni yetişenlerde uyanan arzu, çoğu zaman belir­li bir istek olmaktan uzaktır; şehveti ne cinsteki bir varlığa karşı duyarlarsa duysunlar, bundan hoşlanırlar ve ahlakları arzularından doğan kararlardan çok, dışardan aldıkları derslerle şekillenir; isterseniz şöyle de anlatabiliriz bunu: Arzunun deneye dayanmadan kendiliğinden kesinleşmesi pek olağan değildir, ilk deneylerde verilerin salt arzudan gelmesi, bunların tam arzunun seçtiği veriler olması ender görülen bir şeydir. Yoldan çıkarılması en kolay olan eğilim nefse değgin olandır ve... 

- Öyle de olsa ne çıkar!.. Sözü nereye getireceğinizi anlıyorum; şimdiden şu kanıyı aşılamak istiyorsunuz: Her genç kendi haline bırakı­lırsa ve dış baskılar işe karışmazsa -diğer bir deyimle, eğer uygarlık gevşerse - kendi cinsine dönüklerin sayısı daha da artar.

Goethe’nin sözünü size söylemek sırası şimdi de bende: "Kültü­rün doğaya karşı kazandığı bu zaferi hiç elden kaçırmamak, ne fiyata olursa olsun geri vermemek gerekir."





Genel görüşleri bir yana bırakıp özel bir durumu, örneğin — Cicero’nun Yunanistan’da yetişen en büyük adam olarak kabul ettiği- Epaminondas’ın durumunu incelersek hal tercümesini yazanlardan birinin (WaJckenaer) şöyle yazdığını görürüz: Onun en mükemmel bir komutan, vatansever ve bilgin örneği olduğunu kimse yadsıyamaz" -aynı yazar şunu da eklemeyi gerekli görüyor: "Çok kesin bir gerçek olarak, ne yazık, şunu da anlıyoruz ki, Epaminondas, Yunanlıların ve özellikle Boiotialılarla Ispartalıların (yani, aralarında en değerlilerin) hiç de utanç verici bulmadıkları bu rezilce eğilime kendini kaptırmıştır. (Biog- raphie Üniverselle).

- Öyle ama, bu eğilimlere Yunan edebiyatında ancak pek küçük bir yer verildiğini de kabul ediniz.

- Günümüze kadar gelen edebiyatta, evet olabilir. Dahası var! Düşününüz ki, Plutarkhos ve Platon aşktan söz edince öbürü kadar kendi cinsine dönük aşka da yer verir. Sonra şu noktaya da dikkatinizi çekerim (daha önce bu durum belki de belirtilmiştir, ama bildiğim kadar pek üstünde durulmamıştır): Yunanistan’ı bize tanıtan hemen he­men bütün eski el yazmaları kilise adamlarının elinden geçmiştir. Eski el yazmalarının tarihini incelemek oldukça değişik sonuçlar çıkaracak ortaya. Metinleri kopya eden bilgin keşişlerin utanç verici

(1) Öyle ki, Nietzsche’nin şu sözlerini tekrarlamak geliyor insanın içinden (savaş ve tutsaklık konusundaki sözleri): "Yunan sanatının ve yalnız bu sanatın ulaştığı bu mü­kemmelliğin nedenlerini dürüstçe araştırmış olan herkes bu sonuçlara varamamazlık edemez."

 (3) "İliada’nın tek konusu Akhilleus’un tutkusu... Patrokles’e karşı aşkıdır. Mo­dern dünyanın en büyük şairlerinden ve derin eleştirmenlerinden birinin, Dante’nin de çok iyi anladığı budur ve bundan ötürü Cehennem’de kendine özgü bir anlatış kısalığıy­la şöyle der "Akhilleus/ki aşk için dövüşüyor." Anlam yüklü bu mısra bizi İliada’nın de­rinliklerine götürür. Akhilleus’un onu savaştan çekilmeye zorlayan Agamemnon’a karşı kızgınlığı, Akhilleus’un Patrokles’e karşı olan ve bir kadın için duyulan aşkı gölgede bıra­kan, kızgın olduğu halde sonunda onu savaş alanına sürükleyen aşkı, işte İliada’nın da­yandığı iki ana tema." (JA. Symonds/The Greek Poets, III. s. 80.)


bulduklarını, toplumun yararınadır diye, arada bir ortadan kaldırıp kal­amadıkları, hiç olmazsa en az utanç verici yapıtların olsun kaybolmalarını önleyip önlemedikleri anlaşılacaktır. Aiskhyos’un, Sophokles’in yazdığı oyunların sayısını düşününüz; birinin doksan, öbürünün yüz yirmi oyunundan ancak yedisini tanıyoruz. Ama şunu da biliyoruz örneğin Aiskhylos’un "Myrmidonlar"ı, Plutarkhos’un tekrarladığı birkaç mısradan yeter ölçüde serinlediğimiz gibi, Akhilleus’un Patrokles’e karşı duyduğu aşkı anlatır. Ama geçelim bunları. Kendi cinsine dönük sevginin Yunan trajedisinde, örneğin Marlowe’un tiyatrosundakinden daha çok yer almadığına (o kadarı bile bu eğilimi göstermeye yeter), ben de inanmak isterim. Dramın başka yerde olduğundan ya da daha açık söyleyeyim, mutlu aşklarda trajediye yarar madde olma­dığından başka neyi kanıtlar bu? Buna karşılık lirik şiir, mitolojik öy­küler, tüm hal tercümeleri, tüm incelemeler, hemen hemen hepsi uy­gunsuz yerlerini temizleyen aynı elekten geçirilmiş olmakla birlikte, bu sevgiyle dolup taşar.

- Size ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Bilgim yeterli değil.

- Kaldı ki benim için en önemli olan şey bu değil. Çünkü trajedi­lerin bize tanıttığı, insanı hayran bırakan o Andromakhe’ler, Iphige-neia’lar, Alkestis’ler, Antigone’ler yanında bir Hyals’ın, bir Bathyllos’un ya da bir Ganymedes’in sözü mü olur? Şu da var! Bu arı kadın kişilikleri de cinsel sapıklığa borçlu olduğumuzu iddia ediyorum. Bu­nun Shakespeare’de de böyle olduğunu söylemenin yersiz kaçacağını sanmıyorum.

- Eğer aykırı bir düşünce değilse, ben de şunu bilmek isterim ki...

- Bizim ahlak anlayışımıza bakmayarak, Fransız edebiyatı kadar evlilik dışı ilişkilere yer veren hiçbir edebiyat olmadığını dikkate alırsa­nız ne demek istediğimi hemen anlarsınız; kaldı ki bütün yarı bakirele­ri ve yarı yosmaları da bir yana bırakıyorum. Yunanistan’dan çıkan, si­zi yadırgatan ama, onlara hiç de olağandışı gelmeyen bu çareyi orta­dan kaldırmak istiyorsunuz. O halde ermişlerle doldurun her yeri; yoksa erkek duyduğu arzularla evli kadını baştan çıkaracak, genç kızı kirletecektir... Yunanlı genç kız aşk için olduğundan çok analık için yetiştiriliyordu. Gördüğümüz gibi, erkeğin arzusu başka yöne dönüktü; çünkü devletin en önemli gördüğü ve en saygıdeğer bulduğu şey, ha­rem dairesinin sakin arılığıydı.

- Öyle ki, size göre, kadını kurtarmak için çocuktan vazgeçiliyordu.

- Buna vazgeçme denip denemeyeceğini az sonra araştıracağım. Sırası gelmişken doğru gibi görünen bir itiraza cevap vermek isterim; benim için çok önemli bu:

Pierre Louys, İsparta’yı hiçbir sanatçı yetiştirememiş olmakla suç­luyor; böylece ancak savaşçılar yetiştirmekten başka bir şeye yaramadı­ğını söylediği bu çok sert tutumu yermek olanağını buluyor; üstelik bir de yenildiler, diyor. Montesquieu’ye şöyle bir not eklemiş M. de Laboulaye: "Körükörüne ilkçağ hayranı olmayanlar için İsparta’nın büyüklü­ğü ve ünü üzerinde durulacak bir şey değildir; bu savaşçılar manastırın­dan yakıp yıkmadan başka bir şey çıkmış mıdır? Uygarlık bu barbarla­ra bir şey borçlu olabilir mi?"

- Evet, bu suçlamayı anımsıyorum; bunu kullananlar çok oldu.

- Ama bunun çok doğru olup olmadığını bilmiyorum.

- Yaptıkları şeyler meydanda.

- Önce şunu unutmayın ki, dorik tarzı, Paestum ve Parthenon’un yapıldığı o tarzı İsparta’ya borçluyuz. Ayrıca düşünün ki, Homeros kör olarak İsparta’da doğmuş olsaydı kuyulu zindanlara atılırdı. Ispartalı sanatçıları orada, o kuyulu zindanlarda aramak gerektiğini sanıyorum; Isparta belki de sanatçı çıkaramayacak durumda değildi, ama yalnız be­den yapısı mükemmelliğini amaç edinip buna değer verildiğinden ve birtakım sakatlıklar çoğu zaman dehanın fidyesi olduğundan...

- Evet, ne demek istediğinizi anlıyorum: İsparta, Victor Hugo gi­bi "ısısız, renksiz ve sessiz" doğan çocuklarının tümünü sistemli olarak ortadan kaldırmıştır.

- Böyle yapmakla da en güzel insan biçimini gerçekleştirmek ola­nağını bulmuştur. İsparta ayıklamayı icat etti. Heykeltraş yetiştirmedi,
 ama heykeltraşa model sağladı.

~ Sizi duyan da, bugün nasıl bütün modeller Roma’ya Saraginesco’dan geliyorsa, Atina’ya da İsparta’dan geldiğini sanacak. Çok gülünç bir şey bu. İzninizle ben yine de şuna inanıyorum ki, Yunanistan'ın en biçimli erkekleri kesinlikle kaba ve akılsız kimseler değildi ve aynı şekilde bütün sanatçıları da kambur ya da paytak olmaktan uzak­tı. Salamis’de genç Sophokles’i anımsayın bir...

Corydon gülümsedi ve verecek bir cevabı olmadığını anlatan bir hareket yaptıktan sonra:

- Ispartalılarla ilgili olarak şunu da belirteyim, diye devam etti. Bilirsiniz ki, İsparta’da cinsel sapıklık yalnız kabul edilmekle kalmıyor, diyebilirim ki, beğeniliyordu bile. Şunu da bilirsiniz ki, Ispartalıların asıl özellikleri savaşçılıklarıydı. Plutarkhos şöyle diyor: "Ispartalılar sa­vaş sanatıyla ilgili her şeyde en iyi zanaatçılar ve en becerili eğitmenlerdir." Ayrıca yine bilirsiniz ki, Thebaililer...

- İzin verin! diye haykırarak sözünü kestim; bugün ben de yüklü geldim. Sonra cebimden çıkardığım defterden, dün gece "Yasaların Ruhundan (cilt IV, bölüm 8) aktardığım şu cümleyi okudum: "Gençlerin ahlakını yumuşatmak amacıyla, Thebaililerin, dünyadaki bütün uluslar­ca yasaklanması gereken bir aşkı yerleştirmek için yasalar çıkardıkları­nı Plutarkhos’da okuduğumuz zaman yüzümüz kızarıyor."

Hiç kızarmadan atıldı:

- Evet, işte ben de bunu söyleyecektim; günümüzde bu aşkı kötü­lemeyen yok ve kendini aklı başında tek insan olarak görmek isteme­nin de bir delilik olduğunu biliyorum; ama, madem ki zorluyorsunuz beni, Plutarkhos’da Montesquieu’yü öfkelendiren o parçanın tümünü birlikte okuyalım.

"Kaçacak delik bırakmamak için" gidip o kocaman kitabı getirdi ve "Pelopidas’ın Yaşamı" bölümünü açarak okumaya başladı:

"Ispartalıların, Yunanlılarla olsun, barbarlarla olsun yaptıkla­rı bunca savaşta (Tegyra’da Plutarkhos’un anlattığı savaşta olduğu gibi) kendilerinden sayıca noksan, hatta eşit sayıda olan bir düş­mana yenildikleri görülmüş şey değildir... Bu savaş bütün Yunanlı­lara, yiğit ve savaşçı kimselerin yalnız Eurotas kıyılarından değil, gençliğin utanç duyulacak şeylerden kızardığı, şeref veren işlere gözünü kırpmadan atıldığı ve tehlikeden çok ayıplanmaktan kork­tuğu topluluklardan da çıktığını, orada da düşmanlarına hiç aman vermeyen insanların bulunduğunu anlatan ilk savaştır.”

- Doğrusu ben olsam "gençliğin utanç duyulacak şeylerden kızar­dığı ve tehlikeden çok ayıplanmaktan korktuğu..." sözünü söylemez­dim.

Corydon kaşlarını çatarak:

- Korkarım ki aldanıyorsunuz, diye cevap verdi, tersine bu parça­dan kendi cinsine dönüklüğün hiç de ayıplanmadığı sonucunu çıkarmak gerekir. Daha sonra iyice açıklanıyor bu. Bıraktığı yerden okuma­ya koyuldu:

"Thebaililerin kutsal taburunu Gorgidas’ın düzenlediği söyle­nir, seçkin üç yüz kişi vardı bu taburda. Eğitim ve bakım giderleri devletçe karşılanırdı... Bu birliğin aralarında cinsel ilişkiler olan­lardan kurulduğunu savunanlar vardır ve bu konuda Pammenis’in şu hoş sözü tekrarlanır: "Sevenle sevileni yan yana koymak gere­kir, çünkü birbirine âşık erkeklerden kurulmuş bir taburu dağıtma­ya ve bozguna uğratmaya olanak yoktur; kimileri sevdiklerine bağ­lılıklarından, kimileri ise sevdiklerinin gözünde değerlerini yitirme korkusundan, taburun tümü bütün tehlikelere karşı koyacaktır.” Corydon, işte, dedi, bu parça onlar için şerefsizliğin ne demek ol­duğunu anlatıyor size. Bilge Plutarkhos şöyle devam ediyor: "Erkekle­rin, yanlarında bulunan herkesten çok, orada olmasalar bile kendileri­ni sevenlerden korktukları eğer bir gerçekse, bu söylenenlerde şaşıla­cak bir şey yoktur." Ne dersiniz, çok güzel söylenmemiş mi?

- Doğru, diye cevap verdim; ama işin içine bir ahlaksızlık karış­madan da doğrudur bu...

Okumaya devam etti:

- "Böylece, düşmanlardan birinin yere serdiği bir savaşçı boğazlanmak üzere olduğunu görünce ona kılıcını göğsüne batırması için yakardı: "Hiç olmazsa, diyordu, sevdiğim cesedimi bulduğu zaman arkadan vurulduğumu görüp utanmasın." Herakles’in sevdiği lolaos'un onun işlerine yardım ettiği ve yanında savaştığı da söylenir. (Ama siz Herakles’i daha çok Omphale ya da Deianeira ile birlikte dü­rmek istersiniz değil mi?) Aristoteles, onun zamanında bile seven ve Sevilenlerin Iolaos’un mezarına giderek yemin ettiklerini yazıyor. Pla­toca, "sevgili kendisinde tanrısal bir şeyler sezilen bir dosttur” dedirten düşünceye dayanarak bu birliğe "kutsal tabur" adının verilmesi de  olmayacak şey değil.

"Thebai’nin kutsal taburu Khaeronea savaşına kadar yenilmedi. Savaştan sonra Philippos kanın gövdeyi götürdüğü savaş alanında dolaşırken bu üç yüz ölünün bulunduğu yerde durakladı, hepsinin göğsü! mızrakla delinmişti; bir silah ve ceset yığınıydı bu. Manzarayı hayretle izledi; sevişenlerin taburu olduğunu öğrenince gözleri yaşararak şöyle haykırdı: "Bu adamların namus kirleten herhangi bir şey yapabilmiş ya da buna katlanabilmiş olduklarını düşünenler kahrolsun!"

- İstediğiniz kadar uğraşın, diye bağırdım. Bu kahramanları bana birer zevk düşkünü olarak kabul ettiremeyeceksiniz.

- Kim size onları öyle göstermek istiyor ki? Bu tür aşkta, tam öbüründe olduğu gibi, özveri, bağlılık ve kimi zaman da cinsel temizlik olabileceğine neden inanmak istemiyorsunuz? Böyle olmakla birlikte Plutarkhos bütün bunları anlattıktan sonra, kimi zaman, belki de çoğu zaman cinsel temizliğe götürse bile bu sevginin böyle bir savı olmadığını söylüyor.

Dediklerime dayanak olarak bir araya getirilirse tek başına koca­man bir kitap meydana getirebilecek birçok örnek gösterebileceğimi ve yalnız Plutarkhos’un olmayan metinler de okuyabileceğimi biliyorsunuz. İster misiniz bunları? Ne zaman isterseniz söyleyin.

Kendi cinsine dönüklüğü ve cinsel sapıklığı, kadınlaşmış soyların, gerilemekte olan toplulukların acınacak bir özelliği, hatta Asya’dan geçme bir şey olarak kabul etmek kadar yanlış olmakla birlikte doğru gösterilen bir düşünce olamaz. Tersine yumuşak İonya düzeni erkek Doris mimarlığının tamamlayıcısı olarak Asya’dan geldi; Yunanlılar cimnazyumlardan ayaklarını çekince Atina gerilemeye başladı; ve şim­di bunların nasıl anlaşılması gerektiğini biliyoruz. Sapkınlık yerini karşı cinse bırakıyor demektir. İşte o zaman Euripides’in sanatında da bu dönüklüğün ve doğal bir tamamlayıcısı olarak kadın düşmanlığının ön plana geçtiğini görüyoruz.

- Birdenbire "kadın düşmanlığı" da nereden çıktı?

- Ne yapalım? Bu olmuş bir şeydir, hem de çok önemli bir şey; az önce size söylediğimin karşılığı.

- O da neydi?

- Kadınlara karşı duyulan saygıyı sapkınlığa borçlu olduğumuz ve Sophokles’in, Shakespeare’in tiyatro yapıtlarında hayran kalman kadın ve genç kız kişiliklerinin bundan doğduğu. Ve nasıl ki sapkınlığın yanın­da kadına saygı olduğunu görüyorsak, kadına karşı duyulan arzu genel­leşmeye başlar başlamaz bu saygıda bir azalma olduğu gözümüzden kaçmıyor. Bunun doğal bir şey olduğunu anlarsınız.

Şunu da kabul ediniz ki, eğer uygun görülürse, sapkın çağlar adını vereceğim dönemlerde hiçbir gerileme olmamıştır. Tam tersine, Yuna­nistan’da Perikles, Roma’da Augustus, İngiltere’de Shakespeare, İtalya’da Rönesans dönemi, Fransa’da Rönesansla başlayıp Louis yönetiminde devam eden dönem, İran’da Hafız'ın yaşadığı dönem v.b. gibi sanatın en parlak olduğu çağların, cinsel sapıklığın çekincesizce ve diyebilirim ki resmi olarak dal budak saldığı çağlar oldu- Nerdeyse sapkınlığa yer vermeyen çağlar ya da bölgeler sanattan da yoksun çağlar ya da bölge­lerdir, diyeceğim...

- Bu konuda birtakım kuruntulara kapılmış olabileceğiniz aklını­za gelmiyor mu? Bu çağları özellikle, sizin deyiminizle, "sapkın" olarak görmeniz sakın özel parlaklıklarından ötürü bir onlarla daha çok ilgi­lenmeye davet etmelerinden ve bu parıltılarım borçlu oldukları yapıtla­rın kendilerine canlılık veren tutkuları daha iyi ve daha çekinmeden or­taya koymalarından ötürü olmasın?

Corydon gülümseyerek:

- Size daha önce söylediğim gibi, sapkınlığın insanlar arasında epeyce yaygın olduğunu demek sonunda kabul ediyorsunuz, dedi. Gö­rüyorum ki düşüncelerinizde bir gelişme olmuş. Kaldı ki söz konusu parlak çağlarda bunun bir salgın halini aldığını değil, ancak açıklandığı­nı ve gün yüzüne çıktığını savundum. Biraz durakladıktan sonra, belki de, dedi, savaş dönemlerinde bunun bir salgın halini aldığına inanmak gerekebilir. Evet, nasıl ki savaşsever topluluklar kendi cinsine dönüklü­ğe karşı aşırı bir eğilim gösteriyorlarsa, savaşmaktan başka bir şey dü­şünülmeyen çağların da genellikle sapkın çağlar olduklarına inanıyo­rum.

Biraz durakladıktan sonra birdenbire:

- Napoleon kanunlarında neden hiçbir yasanın cinsel sapıklığı or­tadan kaldırmayı hedef tutmadığım hiç merak etmediniz mi? diye sor­du.

Şaşkınlık içinde yanıtladım:

- Belki de Napoleon’un buna önem vermemesinden ya da içgüdü­müzden gelen iğrenmenin yeterli olacağını düşünmesinden olacak.

- Belki de bu yasaların en önce en iyi generallerinden birkaçını tedirgin edeceğindendir. Kınansın kınanmasın bu eğilim gevşetici ol­maktan öyle uzaktır ve askerliğe o kadar yakındır ki, imparatorun uyanık davranmasına karşın duyulmasını önleyemediği Rhin ötesindeki bu
gürültülü davalar sırasında ve daha bundan az önce Krupp’un intiharında bizler için çok korktuğumu itiraf ederim. Fransa’da kimileri bunu gerilemenin işaretleri olarak yorumlamak saflığını gösterdiler. Oysa içimden şöyle düşünüyordum: Zevk düşkünlüğü bile savaşçıl olan ve kadını kendisine güzel çocuklar yapmaya ayıran bir topluluktan çekinelim.

- Fransa’da doğumların tasa uyandıracak bir ölçüde azalması karşısında bana kalırsa (o da eğer başarılabilirse) sizin dediğiniz yöne çevirmenin hiç de zamanı değil. Teziniz en azından sırasız kaçıyor. Nü­fus artışı...

- Ne? Bütün sevişme çağrılarının daha çok çocuk doğmasına yol açacağına gerçekten inanmıyor musunuz? Kendilerini sevgililerinin kolla­rına terkeden bütün kadınların gebe kalmaya razı olacaklarını mı sanı­yorsunuz? Şaka söylüyorsunuz herhalde!

Ben diyorum ki resimlerin, tiyatroların, müzikhollerin ve birçok  gazetenin edepsizce kışkırtmaları ancak kadını görevlerinden uzaklaş­tırmaya, onu artık analığı aklına bile getirmeyen bir oynaş durumuna
sokmaya yarıyor. Diyorum ki bu tutum devlet için, öbür sapıklığın aşırılığından başka tehlike doğurur ve bu öbür sapıklık ister istemez daha az harcama ve aşırılığa yer verir.

- Özel eğiliminiz ve çıkarınızın sizi böyle düşünmeye sürüklediği­ni fark etmiyor musunuz?

- Öyle olsa ne olacak! Önemli olan bu davayı savunmakta bir çı­karım olup olmadığını bilmek değil, savunmaya değer bir dava olup olmadığını bilmektir.

- Öyle ki sapkınlığı hoş görmekle yetinmiyor, bunu bir yurttaşlık erdemi durumuna getirmek istiyorsunuz.

- Ağzımdan böyle saçma bir söz çıkmadı. Aşırı arzu, ister kendi cinsine, ister karşı cinse dönük olsun, erdem onu idare etmektedir. Az sonra bu konuyu da ele alacağım. Ben, Lykurgos gibi (Plutarkhos’un söylediğine göre) bir vatandaşın sevdiği bir erkek olmadan gerçekten dürüst ve Cumhuriyete yararlı olamayacağını değil, bir başına sapkınlı­ğın toplum ve devlet düzenine hiç de zararlı olmadığı, yararına bile
olduğunu savunuyorum.


...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder