Eşcinsel Aşkın Tarihi

Helenistik dönemde İ.Ö. 400 civarı 70 bin nüfuslu Atina'da olağanüstü şeyler olur. Demokrasinin temeli atılır; atom tanımlanır; estetik zirveye ulaşır. Eflatun erkekler arasındaki mükemmel ilişkinin  tanımını yapar. Genç erkek, tanrının güzelliğini paylaşır, yaşlı ise bilgeliğini. Gencin güzelliği yaşlıdan yansır ve ideal yakalanır. Eflatun İ.Ö. 387'de Akademi'sini kurar. Oradan mezun olanlar kendilerine akademisyenler derler. Mitolojiler tüm bu kavramları manifestolaştırır. Apollon'un kadınlardan çok erkeklerle yaşadığı aşkları vardır. Örneğin soylu bir ailenin oğlu ve yaşayan en  güzel delikanlı olarak bilinen Ganimet, Zeus tarafından kaçırılır ve ona 60 gün boyunca dünyanın tüm zevkleri tattırılır. Mitolojiler toplumun dini ve ahlaki rehberliği görevini de görür. Bu nedenle bu ilişki türü kendi haklı nedenlerini en üst seviyede açıklayabiliyordu.

Sokrates Eflatun'u, Eflatun Aristotales'i, Aristotales de Büyük İskender'i eğitir. Sonun da İskender ile Efestion arasında tarihin en büyük eşcinsel aşkı yaşanır. Bir şekilde Efestion'un ölümünden sonra o güne kadar tarihin gördüğü en büyük cenaze töreni gerçekleştirilir. İskender bütün hekimlerini öldürtür, bütün askerlerinin saçlarını kestirtir. Kısa bir süre sonra da kendisi ölür. Unutmamak gerekir ki İskender'e ilham kaynağı olan, Akhilleus ve Patrokles'in yaşadığı aşktı... Böyle bir bellekle Praksiteles, Myron ve Polykletos gibi heykeltıraşlar tarihin en yetkin erkek figürü heykellerini yarattılar. Bu heykeller tanrılar, krallar ve atletler diye kabaca üç kategoride toplanabilir. O dönemin atletleri ve sporcuları bugünden pek de farklı olmayan yöntemlerle pazarlanırlar. Büstleri seri bir şekilde üretilip uygun mermer bedenler üzerine oturtulup lüks evlerde yerlerini alır. Hamamlarda elde edilen terleri, küçük şişelerde çok yüksek fiyatlara afrodizyak olarak satılır. Burada söz konusu olan, erkek bedenine duyulan aşkın ve erkin yüceltilmesidir.

Ne var ki bu toplumda kadınlar söz sahibi değildir, toplumun devamlılığını sağlayacak birer unsurdurlar sadece. Seçme ve seçilme hakları yoktur. Çocuk büyütmekle yükümlüdürler, evlerine hapsolmuş durumdadırlar. Ancak kendisine yüklenen bu rolü reddeden bir kadın vardı: Sappho. Tüm bu yaşamın dışarısında, Lesbos Adası'nda hemcinslerini etrafına toplayıp alternatif bir yaşam kurdu. Kurduğu okullarda genç kızları eğittiği gibi, şiirlerinde de hemcinslerine duyduğu aşkı dile getirdi. Kurduğu komünün üzerinde yaşadığı Lesbos adası bu aşka adını verdi.

Erkekler ise cinselliği ve yaşamın güzelliğini dışarıda hemcinsleriyle kutlamaktaydılar. Denebilir ki, bu kısa dönem önümüzdeki 2000 yıla referans oluşturur. Platonik aşkın kuralları, tanımı yapılmayan eşcinselliğin mükemmelleştirilmesini temin eder. Etrüsk, Hindistan, Japonya'da özellikle Samuraylar, Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorlukları bu geleneği farklı şekillerde sürdürürler. Sanatta helenistik dönemdeki bu olağanüstü yetkinlik bir daha yakalanamaz, ancak bahsi geçen uygarlıklarda minyatürler bu dünyaya ait ip uçlarını yine de barındırırlar.

Bizans'ın çöküşünden sonra Ortaçağ Avrupası'nda Şarlman (Büyük I. Karl) hüküm sürer. Capitula Angilramni - kilisenin ve devletin kanunları- bu dönemde yazılır. 840'ta Şarlman "kaybolan kanunlar" diye yeni sahte maddeler ekler. Bu maddelerde eşcinselliğin günah olduğu ilk kez yasallaşır. 1277'de Sodomi (üremeyle sonuçlanmayan herhangi bir cinsel ilişkiyi kapsayacak biçimde anılır; bu tür ilişkiler genelde, oral seks, anal seks ve zoofiliyi kapsar), Müslümanların Hristiyanlara zorla uyguladığı bir pratik olduğu bahanesiyle Haçlı Seferlerine neden olarak gösterilir. Sodomi, 1532'de suç olarak tanımlanır, yasalaştırılır ve cezası yakılarak ölüm olur. Özellikle Zürih, Amsterdam, Londra, ve Prusya gibi Batı şehirleri bu katliamın merkezleri olmuştur.

Rönesans'la birlikte gelen aydınlanma sürecinde Neo-Platonik okul 16. yüzyılda Marsilio Ficino tarafından tekrar öğretilmeye başlanır. Ficino öğretisinde daha çok aşkın göksel haline odaklanılmıştır. Bu öğretiye göre aşk, bedeni aşıp tanrıya ulaşmalıydı...Ama ne var ki bunu Eflatun'un öğretisiyle yapmak erkeklerin kendi aralarında yaşayabilecekleri aşkın yüceliğini tekrar hatırlatmak demekti.

Rafael ve Perugino gibi sanatçılar  Ficino'nun etrafında toplanıp yetişmeye başlarlar. Perugino, Apollon ve Marsyas isimli tablosunda belki de tarihinin en açık seçik belgesini resmederek hocasının öğrencisi Pico della Miirandola ile olan ilişkinin cinsel boyutunu betimler. Resim, anlattığı öykünün mitoloji gibi kanlı değil, aksine gökyüzünde resmedilmiş çiftleşen iki kuşun hali gibi bittiğini gösterir izleyicisine.

Rafael Atina Okulu freskini yapar, dolaylı olarak Platonik Akademi'ye gönderme yaparak resmin içine kendisini de yerleştirir. Ressam Eski Helen uygarlığının estetik normlarını tekrar hatırlatır. Gerek Perugino gerek Rafael yaptıkları resimlerde bu aşkı gizlice de olsa kompozisyonlara yerleştirirler. Özellikle her iki ressamın da Meryem'in Nişan Töreni tabloları incelemeye değerdir. Özellikle Perugino'nun resminde Meryem ve Yusuf'un nişan sahnesinde bu çok alenidir. Bu resim, dayatılan toplumsal ahengin karşısında konumlanmış net bir estetik tavrı ortaya koyar: Yusuf kabul gördüğü için elinde tuttuğu kamış yeşermiştir, ancak arka planda reddedilen genç elindeki kamışı kırarken, Helenistik tavırda çıplak bir erkek elini ona uzatır!

Donatello, Rönesans'ın kapılarını açan en önemli yapıtlardan birisi olan Aziz Yuhanna heykelini yapar. Tüm yakışıklılığıyla Aziz Yuhanna Altın Çağ'ın müjdecisi olur. Heykeltıraşın Davud'u ise bir savaşçıdan çok, yumuşak hatları ve çıplak bedeniyle daha ziyade Eflatun'un bahsini ettiği ergen oğlandır. Sanat dine hizmet etse de, tüm dini kahramanlar -Aziz Sebastian, Yahya ve diğerleri- eşcinsel aşkın sembolleri olarak betimlenirler. Boticelli ve Montagna devrim yaratacak örnekler verirler. Artık bazı ressamlar büyük servet kazanmış, himayesine girdikleri aileler tarafından koruma altına alınmışlardır.



Floransa'da bulunan şikayet kutularından çıkan mektuplarda halkın en çok Leonardo'nun genç oğlanlarla olan cinsel alışverişinden şikayetçi olduğu ortaya çıkar. Sanatçı birçok kere oğlancılıktan tutuklansa da serbest bırakılır. Resimlerinde yanında çalıştırdığı oğlanları resmeder, Aziz Yahya'da olduğu gibi. Bunlar Yunan idealine uygun esmer kıvırcık saçlı oğlanlardır. Birçok öğrencisi olmakla beraber, bu oğlanlar sanatçıya yatağında da eşlik ederler. Sanatçının günlüklerinden detayları öğrenebiliyoruz. Parasını, malını çaldırdığı gibi dolandırılır da çoğu zaman. Ama gözdesi Salai'den vazgeçemez. Onun tüm baştan çıkartıcılığıyla Aziz Yahya olarak resmeder. Ama kilise ikna olmaz ve sanatçının ölümünden 176 yıl sonra, resimdeki haçı siler ve kumaşı kürke dönüştürerek resmi Baküs (Yunan mitolojisindeki şarap tanrısı) olarak sansürler.    

Michelangelo da Neo-Platonik okula sadık kalır. Sadece eserlerinde değil yaşamında ve ilişkilerinde de sadakatini gösterir. Erkeğin Rönesans döneminde idealleştirilmesi onda zirveye yerleşir. Bu estetiğin geliştirilmesi için bütün ruhunu katar Michelangelo. Şiirleri platonik aşka en iyi örneklerdir. Davud Heykeli ise bu şiirlerin vücut bulmuş halidir. Donatello'nunkinden farklıdır, daha güçlü ve mağrurdur. Heykelleri taşa oyulmuş gibi değildir; taşa hapsolmuş bedenleri gün ışığına çıkarır gibi tam tersi bir etki yaratırlar. Genç yaşında ise tüm tutkusunu Sistina Şapeli'nde betimler. Bu, dönemin papazı tarafından büyük bir orjiye benzetilir ve Leonardo ile aynı kaderi paylaşarak sansürlenir. Buna rağmen Michelangelo Antik Yunan'daki taş heykellere ruh katar, onlara ten giydirir, yeteneğini karşı konulamaz bir güç gösterisine dönüştürür. Tüm açıklığıyla Zeus ve Ganimet öyküsünü desene döker. Ganimet'in neden kaçırıldığını açıkça gösterir. Bunu anlamak için Kutsal Aile resmine bakmak yeterlidir; önde Meryem, bebek İsa ve Yusuf betimlenirken arka fonda genç kıvırcık saçlı oğlanlar sonsuz bir manzarada güneş altında kucak kucağadırlar.

Michelangelo, 1532'de 23 yaşındaki Tommaso de Cavalieri ile tanıştığında 53 yaşındaydı.Onun için 300'den fazla şiir yazarak ona olan aşkını kimsenin o güne kadar ifade edemediği bir netlikle yazdı. Bu soneler tüm modern diller içerisinde bir erkeğin diğer bir erkeğe aşkını açıkça ifade eden ilk toplu şiirlerdir. Heykeltıraş doksan yaşında, büyük aşkı Tommasa de Cavalieri'nin kollarında son nefesini verene kadar bu beraberlikleri sürmüştür.
  
Aynı dönemde kuzeyde, Almanya'da Albrecht Dürer ise bu platonik tavrı kendisine has bir tavırla tuvaline aktarır, otoportrelerini yapar. Aziz Meryem'in bekaretini simgeleyen sembolleri kendini betimlerken kullanır. Belki de fotoğraf sanatçısı Nan Goldin'in has çiğ estetiği ilk kez o 1505'te, kendini çıplak olarak betimlediği deseninde ortaya koyar. Michelangelo ve Leonardo gibi ustaların ardından gelen barok dönemin kapılarını açan ressamlar bu aşkı tamamen aleni olmasa da biraz daha belirgin hale getirirler. Bronzino ve Caravaggio buna en iyi örnek teşkil eden iki ressam olarak ele alınabilir. Bu ressamların figürleri gayet aleni şekilde çıplaktır. Örneğin, acı sahnesinin betimlendiği bir tabloda figürlerin ifadeleri ancak haz olgusuyla açıklanabilir. Aynı dönemde, mirasın dağılmaması için eşcinsel eşler birbirlerini evlat edinme yoluna gidiyorlardı. Bu ilişkinin sembolü olan yeşil zümrüt yüzük dikkatli bakıldığında bazı resimlerde kendini gösterir; Manierist sanatçı Bronzino'da olduğu gibi. Bronzino, aynı zamanda yetkin bir şairdir. Aralarında sıradan bir ilişki olmadığı bilinen ustası Pontormo için çok sayda şiir yazar. Özellikle Pontormo'nun ölümünden sonra yazdığı soneler en bilinenleridir. 1530'da yaptığı Genç Bir Erkeğin Portresi'ndeki figürün, muhtemelen sanatçının şiirlerinin bulunduğu bir kitabın içine parmaklarını sokması, dikkate alınması gereken, erotizm yüklü bir detaydır. Ressam daha sonra öğrencisi Alessandro Allori'yi evlatlık edinir ve ölene kadar beraberlikleri devam eder.

Caravaggio'nun resimlerinde kullandığı androjen oğlanlar, şehrin bilinen erkek fahişelerinden başkaları değildi. Sanatçının biyografi yazarları için bu onun eşcinselliğinin kanıtıdır. Sanatçı beyaz tenli, yumuşak ama buna rağmen kaslı oğlanları resmeder; Baküs, Kertenkele Tarafından ısırılan Oğlan, Amor'da olduğu gibi. Yardımcısı ve birlikte olduğu bilinen genç erkek Francesco Boneri de sanatçının birçok resminde modeli olmuştur. Bunların başında İbrahim Kurbanı ve Koçlu Yahya gelir. Ömrünün çoğunu bir kentten diğer kente kaçarak geçirir. Başı dertten bir türlü kurtulmaz. Bir soylunun yaralanmasında payı olduğu gerekçesiyle aranır ve tutuklanır. Fakat 1608'de Malta Hapishanesi'nden kaçar. Sicilya'ya sığınır. Bir saldırıda aldığı yaradan dolayı Roma'ya af için giderken 39 yaşında ölür. Sanatçının çalışmaları kendisinden önceki pembe bulutu kaldırmıştır. Karanlık, sert ve acımasız bir dünyadır onun sunduğu. Düşlere çok az yer vardır. Resmettiği tüm azizler ve kutsal varlıklar sıradan, sokaktan insanlardır; hiçbiri soylulara has ışığı ve güzelliği taşımazlar. Neredeyse herkes kurbandır. Goliat'ın Kellesini Tutan Davud resmindeki kelle kendi kellesinden başkası değildir. Michelangelo'nun kendisini de yaşlı olarak genç bir devin ayakları altında betimlemesi aynı nedendendir. Yine de güzelliğin ve gençliğin karşısında teslimiyet ve çaresizliği hiçbir sanatçı bu denli sert resmetmemiştir. Caravaggio İncil'deki sahneleri önce canlı modellerle sahneleyip sonra resmediyordu, ki bu yöntem bana ciddi anlamda ilham vermiştir. Caravaggio'nun güçlü ışık ve gölgeler kullanarak icra ettiği, adeta sinematografik bir görselliği anıştıran tableau vivant (canlı tablo) tarzı, benim ileride kendi resimlerimde benimseyeceğim, çağdaş figürleri fotoğraflama ve bu fotoğrafik dökümanları büyük bir incelik ve ve hassaslıkla tuvale boyama, tercüme etme pratiğimi temellendirmiştir.

Din, 17. yüzyılda sanat ve toplum üzerindeki etkisini yitirir. Erkekler, özellikle aristokrat kesimde ilişkilerini açıkça yaşamaya başlarlar, sanatçılar da sanatlarındaki şifreleri gitgide ortadan kaldırırlar, çünkü buna gerek kalmamıştır. Daha sonra Fransız İhtilali ile birlikte ideal erkek güzelliği Jacques Louis David gibi ressamlar tarafından ideolojik kahramanlara giydirilecektir. Bora'nın ölümü'nde resmedilen oğlan ölüden ziyade bir güzelliktir. Sabinli Kadınların Müdahalesi'ndaki çıplak askerler de keza öyle. Neoklasik dönemin başlamasıyla, özellikle Viktorya İngilteresi'nde eşcinselliğin suç olması sebebiyle, Girode, Guerin ve Jean Bore gibi sanatçılar tutkularını ve ilhamlarını Yunan mitolojisinden almayı yeğlerler.

Modern zamanlarda sanayi devrimi sonrasında, homoseksüel kavramının ortaya çıkmasıyla "öteki" tanımlanır; ancak sanatta "öteki"nin yeri olmaz. Sanat tarihi koleksiyonerleri tarafından belirlenmeye başlanır. Sanat, kara paranın aklanma aracı olur. Belirgin sanat akımlarından empresyonizm, sembolizm, ekspresyonizm, kübizm ve fütürizm, homoerotizmden yoksundur. Yine de Caillebotte ve Ferdinand Hodler öne çıkmayı başarırlar. Caillebotte 1875'te Parke Ustaları isimli resmini Salon'da sergilemek ister ama reddedilir. Büyük bir skandal kopar. İşçi sınıfını resmetmesi ahlak kurallarına tamamen ters düşer. Sanatçı birçok resminde yalnızlığını klişelerin ve dayatmaların karşısında oldukça hüzünlü bir edayla dile getirir.

Fotoğrafın keşfiyle Gloden ve Plüschow fotoğraflarıyla ilk eşcinsel pazarı oluştururlar. Wilhelm Von Gloden Sicilya'nın Taormina bölgesine giderek, 1895'te ilk fotoğraf teknikleriyle adeta iki bin yıl önceki platonik yaşamı fotoğraflar. Oğlanlar Akdeniz güneşinde Michelangelo'nun Resmindeki gibi güneşlenirler. Öpüşürler ve sevişirler. Bu sahneler kurgulanmış olsalar da doğallıkları akıllara durgunluk verir. Von Gloden'in hamisi ve uzak akrabası Plüschhow da benzer yoldan gider. 1920'lerde fotoğrafları elden ele dolaşır ve Berlin adeta özgür aşkın merkezi olur. Ne var ki bu uzun sürmez. Sanatçının çalışmalarının büyük bir çoğunluğu Nazi yönetimi tarafından imha edilir. Bugün hala von Gloden'in kompozisyonlarını kurmak için koşulları nasıl yarattığı ve bunları nasıl fotoğrafladığı büyük bir soru işaretidir.

Sürrealizmin başlamasıyla Jean Cocteau bağımsız bir sanatçı olarak homoerotik çalışmalarını yaratır ama bu çalışmalar ancak yıllar sonra kamuyla buluşur. 1950'lerde artık eşcinsel pazarda pornografik ürünler de bulunmaktadır ama sanatta Andy Warhol gelene kadar fotoğraf dışında hatırı sayılır bir hareket olmaz. Pop Sanat'ın  getirdiği rahatlıkla Warhol'un çalışmalarında bedenler pervasızca tüm cinselliklerini sergilerler. Andy Warhol'un eşcinsel dokunmaları fotoğrafa çok büyük zenginlik katmıştır. Aynı şekilde filmlerinde, desenlerinde, baskılarında kendine has çiğ bir estetik anlayışla kendisini takip edenleri radikal bir şekilde etkilemiştir. New York'taki LGBTT dünyası onun yapıtlarında görünür hale gelmiştir ki bu, sanatta ve modada bir kırılma noktasını teşkil eder. Özellikle sokak modası açısından onun polaroidleri kanımca çok önemlidir. Sanat dünyasının ve sözü geçen "marjinal" dünyanın kabesi haline gelen "Fabrika" bu imajı beslemiştir.

Homoerotizm, sanata en kalın damardan David Hockney ile girer. Hockney'in özel yaşamının detaylarını yansıtan ve tamamen sanatın dilinin önde olduğu resimlerinin benzeri, en azından içerdiği duygu olarak yoktu daha önceden. Unutmamak gerekir ki bu resimlerde acı ve sıkıntıya dair hiçbir iz bulamazsınız. Bir anlamda olması gerekeni resmetmiştir belki de Hockney. 1975'te Gregory isimli deseninde resmettiği oğlan, Leoardo'nun Salai'sine bir göndermedir. Gregory, esmer lüle lüle saçlarıyla bir Antik Yunan oğlanına dönüşür. Su, deniz ve havuzu kullandığım eserlerin erken Hockney'ye, dahası fotoğraf ortamını tuvale aktarış tekniğimin Hockney'in polaroid kolajlarına göndermeler içerdiğini belirtmek isterim burada... Erken Hockney'nin içinde toz tanesinin bulunmadığı erotizm yüklü aşk sahneleri de şüphesiz benim sanatımı derinden etkiledi. Dekompoze/Decompozed isimli serimde kullandığım havuz sahnelerinden bunun izlerini rahatlıkla sürebilirsiniz. Diğer taraftan, Sinan ve Ferhat 1 ve 2 resimlerime bakıldığında benim sahnelerimin gündüz ışığından uzak, gece sahneleri olduğu kavranacaktır. Benim içinde yaşadığım koşullarda modellerim ve kahramanlarım adeta vampirler gibi ancak gece olunca özgürlüklerine kavuşabiliyor.

Gilbert ve George da bu dönemde büyük boy baskılarla ortaya çıkarlar ve Hockney'nin tersine sokak oğlanlarını ve kültürünü konu ederler. Daha çok Caravaggio'ya yakındırlar. Amerikan dışavurumculuğunun kilometre taşları Robert Rauschenberg ve Jasper Johns aşklarıyla tarih olurlar ve bu, yapıtlarına yansır. Aralarındaki bir kavgadan sonra Johns yaşadıkları evi ateşe verir, Rauschenberg ise aşklarından geriye kalan yanmış yataklarını birer sanat eserine dönüştürür. Yanan Yatak (Bed, 1955) bu aşkın sembolü olur. Yine Francis Bacon sevişen figürleriyle tarih yazar. Bacon bir eşcinsel ütopya peşinde değildi; onu ilgilendiren acıydı. Acıdan besleniyordu ve yaşamı da böyle şekilleniyordu.

Sanatta kiliseden intikamı eşi benzeri görülmemiş bir şekilde Bacon almıştır bir bakıma. Sanatçı, Papa X. İnnocentius resmini tekrar yorumlar. Adeta kilisenin üzerindeki kutsal örtüyü kaldırır ve böylece sanatçı, nelere muktedir olduğunu gösterir. Tabii tüm bu modern ikonlar güncel sanat eğitiminde ve sunumunda heteroseksist bir yaklaşımla içerdikleri cinselliklerden soyutlanırlar, koparılırlar. Mesela, Yanan Yatak sanatta malzemenin kullanımı açısından öne çıkarılır ve sadece bir obje olarak sunulur.

Tom of Finland, Stonewall'ı takip eden direniş, özgürlük ve haklar ortamında kendini alternatif yollarla ifade eder. 60'lardan itibaren Tom of Finland'ın çalışmaları kitleler üzerinde geniş yankı uyandırır. Büyük bir tutkuyla üreten Tom of Finland için çalışmalarının asıl kriteri, ürettiklerinin kendini sertleştirebilmesidir. Onun desenlerinde feminenliğe yer yoktur. İşçiler, polisler, iş adamları ve toplumun tüm katmanlarındaki erkekler gururlu bir şekilde açık alanlarda cinsellilerini kutlarlar ve kutsarlar. Aslında bir şekilde "travesti"dir yaptığı.  Eşcinsel erkeklere toplum normlarınca kabul gören erkek olma halini öğütler. Gerçekten de eşcinseller kendi aralarında "deri giyenler" ve "ayılar" gibi erkekliğin abartılı hallerini oynamaya başlarlar. Sanatçı "Homo maskulin"i yaratmıştır. Finland'ın etkisi eşcinsel toplumda büyük olsa da, sanattaki etkisi o kadar güçlü olmaz.

80'lere gelindiğinde özellikle Reagan yönetiminin duyarsızlığı AIDS'in sanattaki yansımalarını güçlendirir: Gran Fury tasarımcı grubu Venedik bienali'ne yükselir; David Wojnarowicz ve Mark Morrisroe gibi isimler AIDS krizine bağlı olarak esaslı altüst edici işler çıkarırlar ortaya. Diğer taraftan Avrupa'da ise Salome, performansları ve ve tuvalleriyle ciddi bir görünürlük kazanır.

Daha yakın dönemde iki isim, Robert Mapplethorpe  ve Nan Goldin, homoerotik/seksüel fotoğraf sanatında en belirgin figürler olarak dikkatimizi çekerler. Robert Maplethorpe'un fotoğrafları yasaklanır, buna rağmen dünya çapınca üne kavuşur. Sanatçının herhangi bir natürmort çalışmasını, pornografik çalışma olarak algılayabilirsiniz veya Antik Hermes'in büstünü tüm ütopyasıyla kalbinizde hissedebilirsiniz. Dokunduğu her şeye hayat verir Mapplethorpe. Herkes Warhol'dan sonra onun dünyasına dahil olmak ister, onun gözünde fotoğrafta ölümsüzleşmek ister.En sert pornografik öğeleri öylesine estetize ederek fotoğraflar ki içeriği görmeniz bir süre sonra mümkün olur, ama kafanızı yine de çeviremezsiniz. 1989'da 43 yaşında AIDS'e yenik düşer.

90'larda Nan Goldin, Warhol'un polaroid çekimlerinden devraldığı ışık kullanımını kendi tavrına ekler ve daha ileriye götürür. Goldin, sanata özgü olan derinliğin dışında bir şey yakalamıştır. Bugüne kadar sanatta hiç görmediğimiz kadar, abartılı bir estetikten kaçış ve soğuk bir ışık hakimdir Goldin'de. Tam da bu ışık sanatta büyük bir kapı açar. Wolfgang Tillmans ve Terry Richardson başta olmak üzere kendisinden sonra gelen bütün bir nesli radikal bir şekilde etkiler. Goldin çevresini ve yaşadıklarını daha çok bir günlük mantığıyla ele alır ve kendimize daha itiraf edemediğimiz hallerimizi bize gösterir. Goldin'in dünyası çıplaktır ve acımasızdır; buna rağmen en şiirsel yapıtlarını cinsel aşk için üretir...

Aynı dönemde ise Pierre ve Gilles, camp akımınnın en göz alıcı homoerotik örneklerini verirler. O güne kadar dünyanın kitsch kartpostallardan bildiği azizler birer eşcinsel kahramana dönüşürler. Üstelik toplumun dışında duran sanatçılar, porno yıldızları, pop ikonları, sokak fahişeleri, onların yapıtlarında artık İncil'in kutsal azizleri olurlar. Pierre ve Gilles'in çalışmalarında bir gündüz düşü içine çekilirsiniz. Yarı uyanık, acının hazza dönüştüğü bir halde sızlamaya başlarsınız...

***

Buraya kadar özetlediğim bu çok katmanlı, birikimin çeşitli unsurlarını devralarak, yerel tarih ve kültür, ve şarkiyatçılığa ilişkin soruları yeniden düşünerek, bir bakıma bunları bir araya getirerek kendi yapıtlarıma taşıdım. Unutulmuş mirasları, susturulmuş sesleri, tarihin mezarlığına gömülmüş öznellikleri yeniden dirilterek, ironi, oyunbazlık ve hipergerçeklikten faydalanarak, farklı tarihsellikleri alışılmadık biçimlerde çizgisel kronolojiyi kırarak bir araya getiren yeni sahneler kurgulayarak homososyal cinselliği yerel bağlamın kalbine -adeta zamanı aşan biçimde- yerleştirdim. 2000'li yılların sonu artık birçok uluslarlarası karma sergilerde yer aldığım ve kişisel sergilerimi gerçekleştirdiğim bir dönemin başlangıcı olmuştur. Emeğimin karşılığını almaya başladığım bir dönem.

Şarkiyatçılığa içkin unsurları cinsellikle beraber düşünerek, altüst ederek kurguladığım resimlerin, başta Sotheby's olmak üzere dünyanın önemli müzayede evleri ve galerilerinde ciddi tartışmalara yol açarken artık Türkiye'de de eşcinsel temalı sanat eserlerinin daha sık ve yaygın biçimde üretildiğini görüyorum. Eşcinsel sanatçılar için galeri bulmak, ürün vermek olağan bir hal. Ve şu anda elinizde böyle bir kitabı tutabiliyorsunuz! Bu bakımdan benim hikayem, farkındayım ki, birçok ilki barındırıyor. Takdir edilmekle birlikte, sanatımın dışlandığı bazı ortamların beni şaşırttığını da söylemeliyim. Örneğin 2010'da Onur haftası kapsamında gerçekleştirilen, Türkiye'de LGBTT siyasetiyle sanatın kesiştiği alanlara dair hafıza tazeleme amacı güden bir panelde, bir sanat eleştirmeni tarihsel dizgede Türk sanatında homoerotizmden bahsederken benden bahsetmeyip daha sonra soru üzerine, işlerimden tamamen bağımsız olarak konu dışında bana gönderme yapıyor. Dahası, aynı oturumda kaynağını akademik ve sanatsal ölçülerden değil, kişisel hırs ve saiklerden alan, tamamen kendinden menkul bir görünürlük tanımı üzerinden yargılanabiliyorum. Bütün bir kişisel tarihimin, kariyerimin ve eserlerimin yarattığı geniş ölçekli, radikal ve uluslararası görünürlük, özellikle son dönemde egemen heteroseksist tarih anlatılarına yaptığım meydan okuyucu müdahaleler, bunlar için ödediğim bedeller, ve dahası devraldığım ve kişiselleştirdiğim miras ortadayken bu tutum, son derece sınırlayıcı, ciddi bir zaaf ve probleme işaret ediyor.

Bugüne baktığımda, hayal ettiğimin çok ötesinde bir yerdeyim. Belki bu macera tüm heyecanıyla devam edecek. Her şey toza dumana karıştığı zaman bile, söz yok olduğunda, resimlerimden okuyacaklar öykünün devamını....

Taner Ceylan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder