David. M.
Halperin
Cinsiyetin [sex] tarihi yoktur.
Bedenin işleyişine gömülmüş, doğal bir olgudur ve böylelikle, tarihin ve
kültürün dışında yer alır. Buna karşılık cinsellik, bedenlerin belirli bir
yönüne veya niteliğine doğrudan atıf yapmaz. Cinsiyetten farklı olarak,
cinsellik kültürel bir üretimdir: insan bedeninin ve onun fizyolojik
kapasitelerinin ideolojik bir söylem tarafından temellük edilmesini
[appropriation] içerir. Cinsellik bedensel [somatic] bir olgu değil, kültürel
bir etkidir. Dolayısıyla, cinselliğin bir tarihi vardır - lâkin, (iddia
edeceğim üzere) bu çok uzun bir tarih de değildir.
Bunu iddia etmek, elbette ki,
-ifademdeki kesinliğe rağmen- malumu ilam değil; tartışmalı, kuşku uyandıracak
denli modaya uygun ve, belki de, kuvvetli bir şekilde sezgi karşıtı bir
iddiayı ortaya koymaktır. Böyle bir iddianın inandırıcılığı, son dönem Fransız
felsefecilerinden Michel Foucault’nun parlak, öncü fakat büyük oranda
kuramsal çalışmasına gösterilen itibardan başka, sağlam hiçbir temele
dayanmıyor görünebilir. Foucault’ya göre, cinsellik bir şey, doğal bir olgu,
insan öznelliğinin ebedi gramerinde sabit ve hareketsiz bir öğe değil, “bir
politik teknolojiler bileşiğinin” belirli bir kullanımıyla 'bedenlerde,
davranışlarda, toplumsal ilişkilerde yarattığı bir etkiler kümesi[dir].”
“Cinselliği” diyerek ısrar eder başka bir bölümde Foucault,
iktidarın kontrol altında tutmaya çalışacağı doğal bir veri
ya da bilimin [knowledge] yavaş yavaş açımlamaya uğraşacağı karanlık bir alan
olarak görmemek gerekir. Cinsellik tarihsel bir tertibata verilebilecek bir
addır: kavranması güç gizli bir gerçeklik değil, bedenlerin uyarılmasının,
hazların yoğunlaştırılmasının, söyleme kışkırtmanın, uzmanlık bilgilerinin
oluşumunun, denetim ve direnmelerin güçlenmesinin -bazı majör bilgi ve
iktidar stratejileri uyarınca- birbiriyle ilişkilendiği büyük ve yüzeysel bir
şebekedir o.
Foucault’nun otoritesinden
fazlasına ihtiyaç olduğunu da düşünüyorum. Halihazırda Faucault’nun temel
iddialarını desteklemeye ve ilerletmeye bu kadar çabaladığı tarihselci projeyi
ileri taşımak adına hem kavramsal hem ampirik birçok çalışmanın yürütülmüş
olduğu kesindir. Yine de, Foucault’nun ancak kaba hatlarını -kendisinin de
kabul ettiği gibi, biraz alelacele, biraz uygunsuzca- çizebilecek kadar zaman
bulabildiği resmi tamamlamak ve cinselliğin, gerçekten de -onun iddia etmiş
olduğu gibi— modernliğe özgü bir üretim olduğunu göstermek istiyorsak, daha
yapılması gereken çok şey var.
Klasik Antikite’ye dair
çalışmalar, bu tarihsel girişim içerisinde özel bir rol oynar. Eski dünyayı
modern olandan ayıran zaman diliminin kendisi öyle büyük kültürel dönüşümleri
kapsar ki, bunların yol açtığı karşıtlıkların onlara bakmakta olan birini
şaşırtmaması mümkün değildir. Klasik Antikite öğrencisi Antik dönem kayıtlarında
tümüyle alışılmadık bir dizi değer, davranış ve toplumsal pratikle, hayatın
neye benzediğine dair modern mefhumlara meydan okuyan ve bugün anladığımız
şekliyle “insan doğası”nın varsayılan evrenselliğini sorgulayan, deneyimi
düzenleme ve eklemleme biçimleriyle kaçınılmaz şekilde karşı karşıya kalır. Bu
tarihsel mesafe, sadece bizim Antik döneme ait sosyal ve cinsel uzlaşımları
[convention] belirli bir keskinlikle görmemize yol açmakla kalmaz, aynı zamanda
bizi, -tamamıyla uzlaşıma dayalı ve rastgele karakterdeki- kendi toplumsal ve
cinsel deneyimlerimizin ideolojik boyutuna daha açık bir biçimde odaklanmaya da
götürür. Cinsel deneyim üzerine halihazırda sorgulanmayan, Antikite
çalışmalarının masaya yatırdığı varsayımlardan biri, cinsel davranışın bireyin
“cinselliğini” yansıttığı veya ifade ettiği varsayımıdır.
Şimdi bu, bulunması görece
zararsız ve sorunsuz, her tür ideolojik içerikten yoksun bir varsayımmış gibi
görünebilir, ama bu varsayımda bulunurken esasen zihnimizde olan ne? Bilhassa
kendi “cinsellik” kavramımızdan ne anlıyoruz? Kanımca biz, “cinselliğin” insan
kişiliğinin pozitif, belirgin ve kurucu bir özelliğine; bireyde cinsel edimlere,
arzulara ve zevklere ayrılmış o karakterolojik yere -tüm cinsel ifadelerin
kendisinden türediği muayyen bir kaynağa- atıfta bulunduğunu düşünüyoruz. Bu
anlamda “cinsellik” yalnızca betimleyici bir terim, bir takım nesnel durumların
tarafsız bir temsili veyahut kendimize dair bazı tanıdık olguların basit bir
teşhisi değil; daha ziyade, bu “olguların” tertibi, düzeni ve izahının özgün
bir yoludur ve bu da, [cinsellik] oldukça fazla kavramsal çalışma icra ediyor
demektir.
İlkin, cinsellik kendini
psikofiziki insan doğasının genişçe sahasında ayrı, cinsel bir alan olarak
tanımlar. İkinci olarak, cinsellik bu alanın, -yakın zamanda cinselliğin
belirlediği sahâlârın daha eski taliplilerinden yalnızca birkaçını saymak
gerekirse- şehvet [carnality], cinsel birleşme/cinsel ilişki peşinde koşma
[venery], libertenlik [libertinism], cinsel güç [virility], tutku [passion],
aşka meyillilik [amorousness], erotizm [eroticism], mahremlik [ intimacy], aşk
[love], şefkatli duygular [ajfecîion], istek [appetiîe] ve arzu [desire] gibi
geleneksel olarak onu aşan, kişisel ve toplumsal hayatın diğer yörelerinden
kavramsal anlamda yalıtılmasını ve sınırlanmasını sağlar. Son olarak, cinsellik
cinsel kimlik üretir: her birimize, (en azından kısmen) özgün cinsel terimlerle
tanımlanmış kişisel bir öz, bir tekil cinsel tabiat bahşeder; insanların
cinsellikleri düzeyinde bireyleştiğini, birinin diğerinden cinselliği yoluyla
farklılaştığını ve, esasen, cinselliklerine istinaden farklı tip ve nitelikte
varoluşlara ait olduklarını ima eder.
Bunlar, en azından, halihazırda
kavramsallaştırıldığı üzere, bana “cinselliğin" önemli bazı dalları
[ramifications] gibi görünüyor. [Ben cinselliğin] Temsil ettiği bu bakış
açısının eskilerin kayıt altına alınmış deneyimlerine yabancı olduğunu iddia
edeceğim. Özelde, cinselliğin modern kavramsallaştırmasına içkin görünen, lâkin
Antik kaynaklarda zar zor yankı bulan iki tema, araştırmamın odak noktasını oluşturacak:
varoluşun (yaşamın diğer yörelerine derinlemesine sirayet eden, ama elbette
onlardan ayrı ve en az onlardan etkilendiği kadar onları etkileyebilir durumda
olan) münferit bir alanı olarak cinselliğin otonomisi ve insan tabiatlarında
bireyselleşme ilkesi olarak cinselliğin işlevi. Takip eden bölümlerde temayı
sırasıyla ele alarak, cinsel deneyimin Antik ve modern çeşitlilikleri
arasındaki farklılıkların derecesini belgelemeye deneyeceğim.
İlkin, varoluşun münferit bir
alanı olarak cinselliğin otonomisi. Değinmek istediğim esas noktaya halihazırda
Robert Padgug, cinselliği tarih içinde kavramsallaştıran, şimdilerde artık bir
klasik sayılan makalesinde değinmiş. Padgug iddia ediyor ki, Bugün “cinsellik”
olarak düşündüğümüz şey,burjuva-öncesi dünyada, birbirine zorunlu olarak
bağlı bulunmayan, ya da, eğer bulunacaksa, bizimkinden çok farklı yollarla
ilişkilendirilmiş bir grup eylem ve kurumdu. Cinsel birleşme, kan bağı, aile ve
cinsiyet [gender], |bir araya gelip cinsellik “alanı gibi bir şey
oluşturmuyordu. Daha ziyade, her cinsel eylem kümesi doğrudan ya da dolaylı
olarak ilintilendirilmişti - yani, bizim doğaları gereği politik, ekonomik veya
toplumsal olarak görme eğiliminde olduğumuz kurumların ve düşünce kalıplarının
bir parçasını oluşturuyordu; ve aralarındaki bağlantılar, cinselliğin bir şey,
diğerlerinden ayrılabilir bir şey, özel [private] varoluşun ayrı bir alanı
olduğu fikrini çapraz kesiyordu
Antik dönemden kanıtlar Padgug’ın
iddiasını epeyce destekler. Örneğin, Klasik dönem Atina’sında cinsel ilişki,
içsel nitelikleri veya eğilimleri ifade etmekten ziyade, toplumsal aktörleri,
Atina devletinin hiyerarşik yapısı içindeki politik konumlarına istinaden,
onlara layık görülen yerlere yerleştirmeye yarıyordu. Bu formülasyonu biraz
daha detaylandırmama izin verin.
Klasik dönem Atina’sında,
yetişkin erkek yurttaşlardan oluşan nispeten küçük bir grup toplumsal iktidarın
tekelini neredeyse tümüyle elinde bulundurmaktaydı ve şehir-devletinin sosyal
ve politik yaşamı içerisinde net biçimde tanımlanmış bir seçkinler sınıfı
oluşturmuştu. Klasik dönem Atina’sının toplumsal peyzajının en baskın özelliği,
yurttaşlardan meydana gelen bu üst sosyal grup ile kadınlar, çocuklar,
yabancılar ve kölelerden oluşan alt sosyal grup -tümü aynı derecede altta yer
almasa da hepsi yurttaşlık haklarından yoksundu- arasındaki statü temelli büyük
ayrışmaydı. Cinsel münasebetler sadece bu ayrışmaya riayet etmekle kalmıyor,
ona uygun olarak, keskin bir biçimde kutuplara ayrılıyordu.
Atina’ya dair belgelerde cinsel
ilişki, iki ya da daha fazla kimsenin müşterek biçimde dahil olduğu karşılıklı
bir girişim değil, toplumsal olarak üst seviyede olanın aşağıda olana
uyguladığı bir eylem gibi resmediliyordu. Asimetrik bir harekette olması
gerektiği gibi, cinsel ilişki -bir kimsenin bedeninin bir diğeri (ve özel
olarak fallus tarafından) tarafından penetre edilişi-, iştirakçilerini etkin
bir biçimde ayrıştırıyordu ve kökten farklı ve kıyaslanamaz kategorilere
(“penetre eden”e karşı “penetre edilen”), üst ve alt toplumsal kategorilerle
büsbütün uyumlu kategorilere ayırıyordu. Cinsel penetrasyon tahakküm olarak
tematize edilmiş olduğundan, diğerinin içine giren [insertive] ve içine alan
[receptive] cinsel partnerler arasındaki ilişkinin, toplumsal tabakalarda
üstün ve aşağı olanlar arasında geçerli ilişkiyle aynı türde olduğu
düşünülüyordu." Dolayısıyla, bu iki cinsel rol ister istemez üst tabaka
ve alt tabaka toplumsal statülerle eş- yapıdaydı; Atinalı yetişkin bir erkek yurttaş
ancak yasal olarak reşit sayılmayan biriyle (bunlar onun yaşça aşağısında
değil, toplumsal ve politik olarak aşağı statülerdeydi) meşru zeminde cinsel
ilişkiye girebilirdi: cinsel arzusunun uygun hedefleri, özellikle, her yaştan
kadını ve ergenlik çağını geçmiş ama yurttaş olmak için yeterince yaş almamış
özgür erkekleri (ben onlara kısaca “oğlanlar” diyeceğim) olduğu kadar, her
cinsiyetten yabancı ve köleyi içermekteydi.
Dahası, bir yurttaş ile yasal
olarak reşit sayılmayan kişi arasındaki fiziki cinsel eylem öyle
biçimlendirilmişti ki, hiyerarşik düzenlemesinin en ufak detaylarında, iki
aşığın daha geniş anlamda toplumsal etkileşimini yöneten yapısal eşitsizlik
ilişkisini aksettiriyordu. Bir Atinalının yatakta yaptığı, [erkek veya kadın
olarak] onu [erkek veya kadın) cinsel partnerinden ayıran statü farklılığı tarafından
belirleniyordu; (erkek) yurttaşın karşısındakine üstün prestiji ve otoritesi,
kendisine tanınan cinsel öncelikte açığa vuruluyordu - cinsel eylemi başlatma
gücünde, bundan zevk alma hakkında ve içine alan taraf olmaktan çok partnerinin
içine girecek bir cinsel rol üstlendiğinde. Farklı sosyal aktörler farklı
cinsel rollere sahipti: bir cinsel ilişkilenmenin hem üst hem de alt tabakadan
mensubunu aynı “cinsellik" altında massetmek, Atinalı gözünde soyguncuyu
“aktif suçlu”, kurbanını “pasif suçlu” olarak sınıflandırmak ve her ikisinin de
aynı suçun partnerleri olarak farksız olduğunu beyan etmek kadar garip olurdu'
-gerçek hayatta münferit ve farklı sayılan kimlikleri allak bullak etmek
anlamına gelirdi. Her cinsel ilişki eylemi, kuşkusuz ki, dahil olan cinsel
aktörlerin hakiki, hususi arzusunun bir dışavurumuydu, lâkin tam da onların
arzuları, ekseriyetle, sadece yurttaş olan ve olmayan arasında, bütün medeni
haklarla donatılmış bir kimseyle bu anlamda reşit sayılmayan biri arasında vuku
bulan bir faaliyet olarak, sevişmenin halihazırda varolan müşterek kültürel
tanımıyla şekillenmişti.
Öyleyse, klasik dönem Atinalılarının
“cinselliği” (aynı cinsellik gibi, otonom bir alan olarak düşünülen)
“politika”dan hiç de bağımsız olmadığı gibi, Atinalıların kamusal yaşamını
örgütleyen ilkelerin bizzat kendileri tarafından kurulmuştu. Esasen, klasik
dönem Atinasında cinsel normlar ve toplumsal pratikler arasındaki örtüşmeler
öyle yoğundu ki, Atinalının “cinselliği” hakkında bir araştırma haddi zatında
anlamsız olurdu: böylesine bir araştırma, klasik dönem Atinalılarının cinsel
protokollerinin herhangi bir anlam ifade ettiği yegane bağlamı -yani, Atina
yönetim yapısını- gizleyebileceğinden, açıklığa kavuşturması beklenen olgunun
ancak üstünü örtebilir. Klasik dönem Atina’sında cinsel arzunun toplumsal
eklemlenmesi, bu suretle, toplumsal pratiklerin ve öznel deneyimlerin kültür
içindeki karşılıklı bağımlılığının çarpıcı bir resimlemesini sunar. Aslında,
Klasik dönem Grek kayıtları, Fransız antropolog Maurice Godelier’nin (bambaşka bir deliller kümesinden) çıkardığı
sonucu epeyce destekler:
“topluma musallat olan şey cinsellik değildir, bedenin
cinselliğine musallat olan toplumdur.”
Kendilerine dair genelleme
yapmanın mümkün olduğu bu Antik dünya sakinleri için cinsellik, insan
kişiliğine ait gizlerin anahtarını elinde bulundurmuyordu (Esasen, “insan
kişiliği” kavramı ve onu merkeze alan pratikler kümesi - özel bir niteliği öne
çıkmayan [blank] bireyi konu alan fiziki ve sosyal bilimler - daha geç bir
döneme aittir ve ortaya çıkışlarına eşlik eden modern toplumsal ve ekonomik
şartların göstergesidirler). Helenik dünyada, bunun aksine, özgür bir erkeğin
yeteneği sıklıkla kamusal müsabakada diğer özgür erkeklere karşı ne kadar
başarılı olduğu test edilirken yapılan gözlemlerle sınanırdı, cinsel
terkibinin incelenmesiyle değil. İçteki adamı, özgür bir Grek erkeğinin
hamurundaki malzemeyi meydana çıkarmayı sağlayan aşk değil, savaştı (ve diğer
kavgacı yarışmalardı). Anlamlandırmanın [signification] birincil odağı olarak
kamusal hayata yapılan bu vurgunun çarpıcı bir örneği, milattan sonra ikinci
yüzyılda yaşamış ve yazmış bulunan usta bir rüya yorumcusu olan Artemidorus’un
çalışmasında bulunabilir. Artemidorus’un tanıklığının Antik Akdeniz kültürünün
cinsel normlarını doğru bir şekilde yansıttığına inanmamız için iyi nedenler
var.
Artemidorus, erotik yaşamı değil
de kamusal yaşamı rüyaların esas akışı olarak görüyordu. Artemidorus’un
sisteminde cinsel rüyalar bile nadiren gerçekten cinsel ilişkiyle ilgilidir:
Bundan daha ziyade, rüya görenin kamusal talihinin yükseliş ve düşüşüne, [onun]
ev-içi ekonomisindeki değişikliklere işaret ederler. Eğer bir adam, diyelim
ki, rüyasında annesiyle cinsel ilişkiye girmeyi görüyorsa, bu Artemidorus için,
rüyayı gören kişinin cinsel psikolojisi, fantezi dünyası veya ebeveynleriyle
olan ilişkisinin tarihi hakkında özel bir şeye işaret etmez; bu, çok yaygın ve
(eksiksiz yorumlanması pek kolay olmasa da) temelde uğurlu bir rüyadır: rüyayı
görenin -o dönemde ailesinin koşullarına, rüyadaki partnerlerin duruşuna ve
penetrasyon biçimine da bağlı olarak- diğer birçok şeyin arasında, politikada
başarılı olacağını (“başarı,” alenen, birinin kendi ülkesini becermesi
anlamında), sürgüne gideceğini veya sürgünden döneceğini, davasını
kazanacağını, topraklarından verimli bir hasat alacağını ya da meslek
değiştireceğini imliyor olabilir (1.79). Artemidorus’un rüya yorumlama
yöntemi, sosyo-seksüel sistemlerindeki farklılıklara rağmen, rüyaların geleceği
öngörmek açısından değerine dair bir inancı Antik dönem Grekleriyle paylaşan
bazı Amazon kabilelerine özgü rüya-bilimine benzer. Artemidorus gibi bu Amazon
insanları da, modem burjuva Batılılarının rüyalardaki alımlamanın doğal akışı
olarak kabul ettiği şeyi (kamusal ve toplumsal olayların görüntülerinden özel
ve cinsel anlamlara) tersine döndürürler: sözgelimi, Kagwahiv ve Mehinaku kültürlerinin
her ikisinde de, kadın cinsel organını rüyasında görmek bir yaranın
habercisidir (ve bu rüyayı gören bir adam, ertesi gün eline balta veyahut
başka kesici aletler aldığında özellikle dikkatli davranır); rüyaya girmiş
olan yaralar kadın cinsel organını simgelemez. Bu Antik ve modern dönem rüya
yorumcularından her ikisi de, şu durumda, “cinsellik”ten azadedirler: cinsel
deneyimlerinde mühim olan şey bizim aslen cinselmiş gibi telakki edeceğimiz bir
şey değildir; bunun yerine aslen dışarıya ait, kamusal ve toplumsal bir şeydir.
Bazı çok yakın tarihli Avrupalı ve Amerikalı burjuva gelişmeleriyle
şekillenmemiş kültürler için “cinsellik,' sebep değil sonuçtur. Toplumsal
beden cinsel bedeni önceler.
Şimdi açıklayacağım iki temadan
sonuncusuna -yani, bireyselleşme ilkesi olarak cinselliğin işlevi, [onun] tekil
cinsel kimlikler üretmedeki rolüne- geliyorum. Cinselliğin otonom bir alan
olarak modem yorumu ve tekil cinsel kimliklerin kurulumu arasındaki bağ, yine
Robert Padgug tarafından iyi bir şekilde incelenmiştir:
Yirminci yüzyılda cinselliğe dair en yaygın varsayımlar,
[onun] neredeyse özel hayat ile eşdeğer, (tıpkı “ekonomi” veya “devlet",
yani bağımsız olduğu farz edilen diğer gerçeklik alanları gibi) varoluşun
apayrı bir kategorisi olduğunu imler. Bu görüşe göre cinselliğin, bireyin
içinde -klasikleşmiş birey ve toplum ayrımına ve türlü psikolojik
belirlenimciliklere [determinisms]; ve yeterince sıklıkla, tastamam bir
biyolojik belirlenimciliğe de yol açan- sabit bir öz olarak yer tutması icap
eder. Böylelikle, günümüze ait cinsel kategoriler evrensel, statik ve
daimiymişçesine, tüm insanların ve toplumların analizine uygunmuşçasına
kutsallaştırılır.
Eski Akdeniz toplumlarına dair çalışmalar,
cinselliğin bu tür özcü herhangi bir kavramsallaştırmasındaki kusurları meydana
çıkarır. Zira, klasik dönem Atina’sında görmüş olduğumuz üzere, Antikitedeki
erotik arzular ve cinsel nesne seçimleri ekseriyetle anatomik cinsiyetler
tipolojisinden (erkeğe karşı kadın) ziyade iktidarın toplumsal eklemlenmesi
(üste karşı ast) yoluyla belirleniyordu, eşcinsellik ve heteroseksüellik
arasındaki (ve benzer şekilde birey tipleri olarak “eşcinsel” ve
“heteroseksüel” arasındaki) bugünlerde moda olan ayrım, klasik dönem Atinalıları
için bir anlam ifade etmiyordu: Bildiğimiz kadarıyla, onların iki farklı çeşit
“cinsellik,” iki ayrı biçimde yapılanmış psikoseksüel durumlar veya duygusal
yönelim kipleri yoktu, fakat tüm özgür, yetişkin erkeklerin paylaştığı -bir
kimsenin tekil hazlara yönelebileceği, bireysel tat alışlarda çeşitlemeye
gerekli izni veren- tek bir cinsel deneyim formu vardı.
Buradan hareketle, şu örneklere
bakabiliriz: Klasik dönem şairi Bacchylides’in Üçüncü Ditirambos’unda,
Minotaur’a yazgılı Yedi Genç ve Yedi Bakire ile beraber Girit’e yolculuk eden
ve bakirelerden birini şehvet düşkünü Giritli komutanın tacizlerinden koruyan
Atinalı kahraman Theseus, (komutanı] Atinalı gençlerin herhangi birini taciz
etmemesi konusunda şiddetle uyarır - bu,
herhangi bir kız ya da oğlandır. Diğer taraftan, altı ya da yedi yüz yıl sonra
yazan Antik çağ edebiyat uzmanı [litterateur] Athenaeus, İ.Ö. altıncı yüzyılda
Sisam tiranı Polycrates’in, “erkeklerle ilişki tutkusuna rağmen” (12.540c-e)
saltanatı sırasında kişisel kullanımı için Sisam'a ihraç ettiği diğer lüks
mallarla beraber oğlanlar veya kadınlar getirtmemiş olmasına şaşar. Şimdi, hem
heteroseksüel bir taciz eyleminin tacizciyi eşcinsel eğilimlerin şüphelisi
yapıyor olduğu düşüncesi, hem de eşcinsel eğilimleriyle göze çarpan bir kimsenin
heteroseksüel temasa hasret kaldığını ima eden tam tersi [mirror opposite] bir
düşünce, cinsel nesne seçimimizi belirli bir tür “cinsellik,” sabit bir cinsel
tabiat ile ilişkilendiren bizler için mantıksızdır. Yine de esasen, sanki ikisi
işlevleri açısından yer değiştirebilirmiş gibi, “oğlan veya kadın”
alternatifinin erotik bir bağlamda mükemmel bir kayıtsızlıkla ortaya konduğu
tüm Antik dönem belgelerinin tek tek dökümünü yapmak, muazzam bir çalışma
olurdu.
Erkeklerin cinsel nesnelerin
cinsiyeti karşısındaki kayıtsızlığının tahayyül edilebilir boyutuna dair
bilhassa göze çarpan bir tanıklık, l.Ö. 92 yılında Helenistik Mısır’da
gerçekleşmiş bir evlilik sözleşmesinde bulunabilir. İstisnai bir örnek olmayan
bu belge, “Philiscus damat adayı için eve Apollonia’nın haricinde başka bir eş
getirmenin veyahut bir metres ya da oğlan sevgili sahibi olmanın hukuka uygun
olmayacağını...” taahhüt eder. Bir kocanın evliliği sürerken belli bir noktada
aklına gelebilecek, erkek sevgilisiyle başka bir ev açma olasılığı, açıkça,
öngörülü bir nişanlının önceden sezebileceği ve karşısında kendini koruyacağı
çeşitli muhtemel ev içi felaketler arasında sayılıyordu. Bir açıdan benzer bir
beklenti, tamamıyla farklı bir bağlamda, İ.S. geç birinci yüzyılda yaşamış ve
ahlak konusunda fikir yürüten Grek hatip Dio Chrysostom tarafından açıkça
ifade edilir. Şehir yaşamının yozlaşmış ahlakından dem vuran bir konuşmasında
Dio, saygıdeğer kadınların bile şimdilerde çok kolaylıkla baştan
çıkarıldığından, öyle ki, erkeklerin onlardan yakında bıkacakları için
ilgilerini -tıpkı şaraptan sert uyuşturuculara önlenemez bir şekilde geçen
bağımlılar gibi— oğlanlara yönelteceğinden bahseder (7.150-152). Bu halde,
Dio’ya göre oğlancılık basitçe ikinci en iyi seçenek değildir; birçok modern
Antik dönem Akdeniz tarihçisinin inanır göründüğü gibi, kadınların varsayılan
inzivasından, onları babalarının ya da kocalarının ev içlerindeki odalara
kilitleme ve bu suretle onları yetişkin erkeklere hizmet eden cinsel hedefler
haline gelmekten koruma pratiğinden (bu daha çok bir idealdi)
"kaynaklanan” bir şey değildir. En azından Dio’nun fantezisinde,
oğlancılık, cinsel anlamda erişilebilir kadınların yetersiz değil gereğinden
fazla arzından kaynaklanır; bu bakışa göre, kadınlarla cinsel ilişkiye girmek,
kolaylaştıkça daha az arzulanabilir hale gelir ve erkekler cinsel zevki
oğlanlarda aramaya daha meyilli olur. Teorisyenler, Grek erkeklerinin cinsel
nesneler arasında anatomik cinsiyete dayanan kategorik bir ayrım yapmak
konusundaki bu aleni reddiyesinin altında yatan kültürel formasyonu
penetrasyonun biseksüelliği- veya —daha merak uyandırıcı bir biçimde- nesnesine
kayıtsız bir heteroseksüellik şeklinde tariflerler; lâkin bence bundan hiçbir
suretle bir cinsellik olarak bahsetmemek, bilakis onu genelleştirilmiş bir
penetrasyon ve hegemonya ethos'u olarak, merkezi bir tabirin
varlığı veya yokluğuyla yapılanmış sosyoseksüel bir söylem olarak betimlemek
makul olabilir: bu tabir fallus’tur. Antik dönem kültürlerinin cinsel kimlik
mefhumundan nasıl tümüyle vazgeçmiş olduklarını açık şekilde gösteren bir metni
hususi olarak incelemek için şu an ara vermeye değer olabilir.
Söz konusu doküman, İ.S. ikinci
yüzyılın erken zamanlarında Roma’da çalışmış ve eğitim vermiş Grek hekim
Soranus’un kronik hastalıklar üzerine, bugün büyük oranda kaybolmuş bulunan ve
İ.S. beşinci yüzyıl ortasında Afrikalı yazar Caelius Aurelianus tarafından
Latince’ye çevrilen ve uyarlanan De rnorbis chrorıicis isimli çalışmasının,
Dördüncü Kitap’ının dokuzuncu bölümüdür. Caelius'un çalışması bugünlerde pek
fazla okunmamaktadır ve modern “cinsellik” tarihçileri tarafından neredeyse
tamamıyla göz ardı edilmiş durumdadır; tarihi eski, metni bozulmuştur ve ne
yaptığını bilen edebi bir eser olmaktan uzak, Roma'nın küçümsenen teknik yazım
türüne aittir. Lâkin, tüm bu sakıncalara rağmen, yakın bir ilginin karşılığını
verir ve ben, Antik dünya hakkında klasik yazarların bize kalmış kanonlarının
dışında yer alan çalışmalardan ne öğrenilebileceğini göstermek amacıyla,
burada bu metni bir ölçüde tartışmayı seçtim.
Bu pasajın konusu molles (Yunanca
malthakoi) - yani, “yumuşak” veya maskülen olmayan erkekler, cinsel ilişkide
kendilerine başka erkekler tarafından “feminen” (yani, alıcı) bir rol
dayatılmasını bilfiil arzuladığı ölçüde erkeksilik kültürel normundan sapan
erkeklerdir. Caelius, bu tür insanların gerçekten var olduğuna inanmanın ne
kadar güç olduğunu not düşerek, kendisinin şüphe edilemez maskülenliğinin
örtülü bir savunusuyla başlar; sonrasında hastalıklarının nedeninin doğal
(yani, organik) olmadığını, daha çok, onların -kendini çaresizce ve
başarısızlığa mahkum biçimde tatmin etmek amacıyla- utanç duygularını yerinden
eden ve bedenin uzuvlarına cebren, doğanın tasarlamadığı şekilde cinsel işlev
kazandıran kendi aşırı arzularının bir sonucu olduğunu ileri sürmeye devam
eder. Bu erkekler, gönüllüce kadınların elbiselerini, yürüme biçimlerini ve
diğer özelliklerini benimsemek suretiyle, fiziki değil ama ruhsal (ya da
ahlaki) bir bozukluktan mustarip olduklarını teyit ederler. Bu noktayı destekleyen
bazı başka argümanların ardından, Caelius ilginç bir kıyaslama yapar: “Tıpkı
her iki tür cinselliği pratik ettikleri için [ Yunancada] tribades olarak
anılan kadınların, erkeklerden çok kadınlarla cinsel ilişkiye girmeye meyilli
olmaları ve kadınların neredeyse maskülen bir kıskançlıkla peşinden koşmaları
gibi...onlar da [yani, molles] bir ruh hastalığından mustariptiler (132-133).”
Hem kadınları hem erkekleri benzer biçimde çarpan ve cinsel arzunun bir
sapkınlığı olarak tanımlanır görünen söz konusu ruh hastalığı, kuşkusuz ki,
bugün sıklıkla anlaşılan biçimiyle eşcinsellikten başka bir şey değil gibiydi.
Gelgelelim bir araya gelen bir
takım hususlar, bu anlamlandırmayı engeller. İlkin, Caelius’un patolojik bir
olgu olarak ele aldığı şey, erkek veya kadının hemcinsi olan kimseyle cinsel
temas arzusu değildir; tam tersine: satyriasis (cinsel organlarda kaşıntı ve
gerilimin eşlik ettiği anormal derecede yüksek cinsel arzu durumu) tedavisi
tartışmasının başka bir yerinde, bundan mustarip olanlara şu tavsiyede bulunur
(De morbis acutis, 3.18.180-181):
Ziyaretçileri ve bilhassa genç kadın ve oğlanları içeri buyur
etmeyin. Zira, bu tür ziyaretçilerin çekiciliği hastanın cinsel arzusunu
tekrardan uyandırabilir. Esasen, sağlıklı kimseler bile bir çok karşılaşmada
onları gördüğünde uzuvlarda meydana gelen cinsel gerilimin (yani, kendi cinsel
organlarında] uyarmasıyla tatmin ihtiyacı duyarlar.
Şu durumda, doğru fallus merkezci
[phallocentric] protokoller takip edildiği sürece, erkeklerin erkeklerle
temastan cinsel zevk almaları konusunda tıbbi anlamda bir sorun yoktur; diğer
Antik dönem ahlakçıları için olduğu kadar Caelius için mesele olan şey,
erkeklerin cinsel anlamda erkekler tarafından penetre edilme arzusudur; çünkü,
bu tür bir arzu, kültürel olarak inşa edilmiş maskülen kimliğin feminen olan
lehine bile bile terkini temsil eder. Burada sorunsallaştırılan cinsiyet
rolünün tersine çevrimi [sex-role rever- sal] veya cinsiyet-sapmasıdır
[gender-deviance] ve bu, kısmen de Caelius’un maskülen olmayan erkekleri, diğer
kadınlarla ilişkilerinde maskülen olduğu varsayılan bir rol üstlenen ve etkin
bir şekilde “neredeyse maskülen bir kıskançlıkla kadınların peşinden koşan”
maskülen kadınlarla kıyaslamasının temelini teşkil eder.
Dahası, bu erkek ve kadın
cinsiyetinden sapanlar arasındaki benzeşmenin zemini, her ikisinin de eşcinsel
olmasından çok her ikisinin de (bizim deyimimizle) biseksüel olmasıdır (her ne
kadar bu açıdan en azından Antik dönem cinsel normlarından çok farklılaşmasalar
da). Tribadlar “kadınlarla, erkeklerle olduklarından [görece] daha fazla cinsel
ilişkide bulunmaya meyillidirler” ve “her iki tür cinsiyeti pratik ederler”
-yani, hem erkeklerle hem de kadınlarla seks yaparlar. Molles'\tx için olduğu
gibi, Caelius’un olağanüstü yoğunlukta cinsel arzuları üzerine önceki
yorumları, onların içine alan taraf olarak cinsel ilişkiye başvurmalarının
nedeninin, her ne kadar denemiş olsalar da (kadınlarla partnerin içine
girdikleri de dahil olmak üzere) kendilerini gelenekselleşmiş çeşitli maskülen
cinsel eylemler yoluyla tatmin etmeye çalıştıklarında başaramamaları olduğunu
ima eder. Sıradan halkınkinden farklı şekilde yapılanmış arzulara sahip
olmaktan ziyade, bu cinsiyet sapmasına sahip olanlar, her insan gibi cinsel
zevki arzularlar, lâkin arzuları öyle güçlü ve yoğundur ki, bunları tatmin
etmenin bir takım alışılmadık ve itibarsız (nihayetinde beyhude olsa da)
yollarını bulmaya sürüklenirler. Bu teşhis, Caelius’un erkekleri molles'e
dönüştüren bu hastalığın neden yaş aldıkça daha da şiddetlenen tek kronik
hastalık olduğunu açıkladığı bölümün sonuç kısmında daha da açık hale gelir.
Bedenin hâlâ güçlü olduğu ve aşkın normal işlevlerini yerine
getirebildiği o yıllarda; (bu kimselerin) cinsel arzusu, iki-yönlüdür -
ruhları bazen pasif ve bazen de aktif bir rol oynarken heyecana kapılır. Fakat,
cinsel gücünü kaybetmiş yaşlı erkeklerin durumunda, onların tüm arzuları aksi
yöne yönlenir ve nihayetinde aşkta feminen role dair güçlü bir istek açığa
çıkar. Aslında, birçokları oğlanların da bu felaketin kurbanları olmasının
nedeninin bu olduğu sonucunu çıkarır. Çünkü, yaşlı erkekler gibi, onlar da
cinsel güce sahip değildir; yani, henüz yaşlıları terk eden bu güçlere
ulaşmamışlardır.
“Yumuşak” ya da maskülen-olmayan
erkekler, özel bir cinsel kimliğe sahip, sabit ve belirli bir cinsel tür olmaktan
uzaktır; açıkça, ortodoks bir maskülen cinsel arzuyu ya geçmişte deneyimlemiş
ya da gelecekte er ya da geç deneyimleyecek olanlardır. Caelius’a göre onlar
pekala da cinsiyet sapmasına doğru yapısal bir eğilime sahip erkeklerdir, ama
eşcinsel değillerdir: kadınsı bir erkek veyahut da erkeksi bir kadın olmak,
neticede, eşcinsel olmakla aynı şey değildir. Dahası, benim bildiğim tüm diğer
Antik dönem metinleri (ki bunlar hem erkeklerle cinsel temastan zevk alan
erkekleri hem de kadınlarla cinsel temastan zevk alan kadınları aynı kategori
altında birleştirirler) -Caelius Aurelianus’un uyguladığı iki taksonomik
stratejiyle uyum içinde- bunu yapar; gerek bu erkek ve kadınların her ikisi de
kendi münasip cinsiyet rollerini tersine çevirdiklerinden ve geleneksel olarak
karşı cins ile özdeşleşmiş cinsel tarzlar, duruşlar ve cinsel birleşme
biçimleri benimsediklerinden, gerekse her ikisi de, kadınlara ve erkeklere
uygun görülen kişisel karakteristikler ve cinsel pratikler arasında nöbetleşe
bir dönüşüm gerçekleştirdiklerinden.
Caelius’un tanıklığı önemli bir
tarihsel noktaya dikkat çekiyor. İnsan organizmasının fizyolojik ve psikolojik
ekonomisi içerisinde otonom bir sistem olarak “cinselliğin", tekil
insanların pozitif, ayrı ve kurucu bir özelliği olarak bilimsel inşasından
önce, belli türdeki cinsel eylemler ve belli cinsel tatlar veya eğilimler
bireysel olarak değerlendirilip kategorize edilirdi, lâkin bir kimsenin sabit
ve sınırlı cinsel yönelimini -değerlendirmek ve sınıflandırmak şöyle dursun-
tanımlamak üzere kullanılmaya uygun kavramsal bir araç yoktu. İnsanların
(cinsel nesne seçimini de içeren) cinsel zevkleri açısından çok çeşitli
yollarla ve sık sık göze çarpar şekilde farklılaşması, istisnası olmayan ve
aslında kadim bir gözlemdir: Platon un Aristophanes'i bazı erkeklerin neden
kadınlardan, bazılarının neden oğlanlardan, bazı kadınların neden erkeklerden
ve bazı kadınların neden kadınlardan hoşlandığını açıklamak üzere bir mit
yaratır (Symposium 189c-193d). Fakat, cinsel nesne seçimi motiflerinin -tam da
doğaları gereği- tek tek bireylerin mizaçlarına dair neden daha açıklayıcı
kabul edildikleri; neden bireysel kimliğin,sözgelimi beslenmeyle alakalı nesne
seçiminden daha önemli bir belirleyicisi oldukları doğrudan doğruya apaçık
değildir. Ve yine de, birinin beslenme seçimini bazı fıtri, karakterolojik
eğilimlere atfetmek asla aklımıza gelmez; [veya] onun [adam ya da kadının]
güçlü bir şekilde ifade edilen ve hatta değişmez sayılan beyaz tavuk eti
tercihini, derinlikli psikofiziksel bir yönelimin semptomu olarak görmemiz, onu
[adamı ya da kadını] yemek yeme eyleminden gayet uzak bir bağlamda, diyelim ki
bir “göğüsyiyen” [pectoriphage] veya bir “göğüsçül” [stethovore] olarak
tanımlamamız düşünülemez. Ne de, erken çocukluk döneminde veya ergenlikte
yaşanan gastronomik bir travmayla başlamış olabilecek tavuk göğsüne yönelik bu
tercihi daha fazla sorgulamamız; hızlı veya yavaş, nadiren veya sıklıkla,
yalnız veya beraberce, normal koşullarda veya büyük stres zamanlarında, rahat
veya suçlu bir vicdanla (“ego-uyumsuz göğüsyiyen” [ego-dystonic pectoriphagia])
yeme eğiliminde ifadesini bulup bulmamasına göre daha ince bir şekilde
ayrıştırmamız olasıdır. Bu sorular aklımıza gelseydi bile, bunlara net bir nedensel
izah bulma umuduyla anatomi, nöroloji, klinik psikoloji, genetik veya
sosyobiyoloji gibi akademik disiplinlere başvuracağımızdan çok kuşkuluyum.
Çünkü (1) belli yiyeceklerden hoşlanmayı damak tadı meselesi olarak alıyoruz;
(2) mevcut durumda bir damak tadı kuramından yoksunuz ve (3) normal şartlarda,
bir kuram yoksa, davranışımızı derinlikli, bilimsel veya neden-bilimsel
(etiyolojik) bir tetkike tabi tutmuyoruz.
Benzer şekilde, bir kimsenin cinsel zevklerini, onun [kadın
ya da erkeğin] kişiliğinin pozitif, yapısal veya kurucu cinsel özelliğine yormak,
hiçbir suretle Antik dönem uygarlıklarının akıllarına gelmedi. Tıpkı
insanların beslenme tercihleri seviyesinde özgünleştirilemeyeceğini ve bizim, hepimizin,
beslenme alışkanlıklarımız arasında, dile getirilmiş ve samimiyetle ortaya
konmuş birçok fark olmasına rağmen, besinlere yönelik aynı temel iştahlar
kümesini ve dolayısıyla aynı “beslenme” [dieticity] veya “yeme düzenini"
[edi- lity] paylaştığımızı düşünme eğiliminde olduğumuz gibi; birçok modern
öncesi ve Batılı olmayan kültür de, insani cinsel edimlerde bir dizi muhtemel
varyasyonunun olabileceği farkındalığına karşın, insanları cinsel tercih
düzeyinde özgünleştirmeyi reddederler; bunun yerine, aynı temel cinsel iştahlar
kümesini, aynı “cinselliği” paylaştığımızı varsayarlar. Diğer bir deyişle,
dünya sakinlerinin çoğu için, “cinsellik,” “beslenme düzeninden” [dieticity]
daha fazla “hayatın bir gerçeği” değildir. İnsan yaşamının gerekli ve içkin bir
yapıtaşı olmaktan uzak olan “cinsellik,” esasen, özgün biçimde modern, Batılı,
hatta burjuva bir üretimdir -her toplumda insanların kendi dünyalarında kendi
kendilerine anlamlı aktörler olarak yaklaşmalarını ve böylelikle
nesnelleştirilmelerini sağlayan o kültürel kurguların biri.
Eğer Antik döneme ait bu cinsel
tutum ve davranışlar resminden çıkarmamız gereken bir ders var ise, bu,
cinselliği cinsel deneyime —sadece Antik cinsel deneyimin çeşitlerine de değil-
yönelik kültürel tefsirin odağından çıkarmamız gerektiğidir. Sırf modern
burjuva Batılılar cinselliği öylesine saplantı haline getirdi, onun özbenliğin
tefsirine (ve tarihsel incelemenin bir nesnesi olarak sosyal psikolojiye de)
açılacak anahtarı elinde tuttuğuna öylesine ikna oldu diye, herkesin daimi
şekilde cinselliği insan hayatının temel ve indirgenemez bir öğesi veya
merkezi bir özelliği olarak gördüğü sonucunu çıkaramayız. Esasen, bizim kendi
toplumumuzun bile “cinsellik ideolojisinin içine işlemekte başarısızlığa
uğradığı bölgeleri var. Toplumsal olarak eklemlenmiş iktidar ilişkilerine dayalı
cinsel rollerin katı bir hiyerarşisini ön plana çıkardığı ölçüde Grek
sistemiyle örtüşen bir sosyoseksüel sistem, çağdaş Amerika'da belgelenmiştir —
Jack Abbott'm, Norman Mailer’a bir eyalet hapishanesinden yazdığı kötü şöhretli
mektuplarından birinde. Metin şimdilerle erişilemez (Abbott'un kitabında
basılmamıştı) ve şaşırtıcı derecede yerinde olduğundan, burada uzun uzadıya
alıntılamaya karar verdim.
Hakikaten yıllar önce,
çok yıllar önceydi bizatihi fark etmeye başlayalı bunu, hayatımdaki kadınların-orospuların
olduğu kadar bana kıkırdayan ve sıkça takılan yumuşak başlı, sevimli kızların,
benim birkaç eşim ve arkadaşlarımın eşlerinin de- kadın değil de erkek
olduklarını fark edeli beri, yıllar oldu; yıllar önce bunun doğal olmadığı
fikrini özümsedim. Bunu halen, büyük oranda, sadece düşünsel olarak biliyorum
-ama aklıma takılan o ufak kısım, biliyorum tapınağıma bir şahmerdan darbesi
gibi iniyor ve hissettiğim utanç çok derin. Bu şeyin kendisinden, bu kadınlarla
(kimileri öyle sadıktı ki hatırlaması canımı yakıyor) deneyimlemekten
hoşlandığım cinsel aşktan değil, ancak dünyanın beni öyle mahrem bir şekilde
kandırmasından; bana öyle derinlemesine değmesi ve harekete geçirmesinden - ve
sonra da bana gülmesi ve ruhumu hastalıkla suçlamasından duyduğum utançtan -ve
kızgınlıktan-. [Üstelik] Bu hastalık, beni ruhsal rahatsızlıklardan ve hapiste
bizi sabaha dek çevreleyen gece kadar karanlık o umutsuzluktan korurken.
Fiziksel farklılığın hiç bir an farkında olmadığımı söylemeye çalışmıyorum-bir
ahmaktan başkası böyle bir iddiada bulunamaz. Derinlemesine düşünmeksizin veya
en ufak bir şüphem olmadan, bunun, erkek camiasında ortaya çıkan ve eril
nitelikleri kendiliğinden tamamlayan niteliklere sahip doğal bir cinsiyet
olduğunu hissettim. Kadın camiasında da bunun doğal bir olgu olduğunu düşündüm.
Bu nitelikler feminendi ve bu suretle onlara (biz erkekler arasında) “kadın”
demek, olguların bariz şekilde yanlış yorumlanması sayılmazdı... “Kadınlarımın
çoğu yakışıklı, son derece halis ve nazik genç adamların görüntüsündeydi, başka
bir şey değil. Bugünkü hislerimi çözümlerken öğrendim ki, bir saniye önce
feminen olarak andığım o nitelikler, herhangi bir şekilde gerçek kadın
cinsiyetinde ortaya çıktığı şekilde feminen değildi. Şimdi bu nitelikler
yalnızca başka bir erkeğe ihtiyaç, bel bağlama eğilimi gibi görünüyor; asla
bir rakip olmama veya diğer erkeklerle, onların kendi aralarında uğraş edindiği
şekilde bir yarışa girmeme ihtiyacı. Bana şimdilerde öyle geliyor ki, bu
nerdeyse -hiç de gerçekten feminen değil- çocuksu bir şey.
Bu her zaman böyleydi,
on iki ile on yedi yaşlarım arasında beş yıl kaldığım -çocuk suçlular için bir
ceza infaz kurumu olan- Devlet Endüstri Erkek Meslek Lisesi’nde bile. Onlar,erkekliğin
sahibi ve göstergesiydi ve bunun garip ve doğaya aykırı olduğu hiç aklımıza
gelmedi. Bu nasıl büyüdüğümün resmi -hapishanedeki sıradan hayatımın bir
parçası.
Klinik bir terim
olarak “eşcinsel’in anlamını kavramak benim için zordu-ve sonunda anladığımda,
dediğim gibi, beni mahvetti.
Abbott'un yaşadığı toplum, klasik
dönem Atina toplumunu iktidar ilişkilerinin cinsiyetlendirilmesi açısından
geride bırakır. Erkekler ve kadınlar arasındaki ayrımı koruyan, fakat
arzulanabilir ve arzulanamaz kategorilerini kurarken, bu ayrımı egemen ve tabi
olan arasındaki ayrım lehine ihlal eden Grek sisteminin yerine, Abbott tarafından
tasvir edilen sistem sosyoseksüel kimlik kategorilerini tamamıyla cinsiyet
[gender] kimliği kategorileri altında masseder (kuşkusuz Abbott’un dünyasında
“maskülenlik” ve “kadınları" sevme arasındaki ilişkiyi korumak amacıyla).
Abbott’a göre cinsiyeti [gender] belirleyen şey anatomik cinsiyet değil,
toplumsal statü ve kişisel tarzdır. “Erkekler” diğer erkeklerle, “onların kendi
aralarında uğraş edindiği şekilde bir yarışa girenler" olarak
tanımlanırken, kadınlar, “eril nitelikleri kendiliğinden tamamlayan niteliklere
malik olmakla betimleniyor —yani, “erkek” rekabetinin muzafferleri tarafından
kazanılan çeşitli menfaatler için bir “başka bir erkeğe ihtiyaç, bel bağlama
eğilimi.” Bu yolla, “erkek camiasında doğal bir cinsiyet ortaya çıkar” ve
“erkek” üstünlüğü ve otonomisi alanının dışında bırakılması vasıtasıyla
“erkek” arzusunun meşru hedefi olma değeri taşır.
Abbott'un toplumunun dikkat çeken yönleri tekinsizce, şu noktada
aşina olduğumuz klasik dönem Atina toplumununkileri hatırlatır. En göze
çarpanı toplumun üst ve ast gruplara ayrılması ve ast grubun mensuplarına
yönelik arzunun üstün mensuplarında üretilmesidir. Klasik dönem Atina’sında olduğu
gibi bu sistemde de arzu yalnızca siyasi bölünmenin bir ucundan diğer ucuna
kavislendiğinde, yalnızca seçkinlerin kendi aralarındaki rekabetin hudutlarını
aştığında ve böylelikle cinsel arzunun öznelerini nesnelerinden ayırt eden
sınırın bir yanından diğer yanına geçildiğinde ateşlenir. “Erkekler” arasındaki
cinsel ilişki -ve, haliyle, “eşcinsellik”- Abbott’un toplumunda (anatomik
açıdan erkek olanlar arasındaki cinsel ilişki sistemin kabul edilmiş ve
yerleşik bir parçası olsa da), tıpkı yurttaşlar arasında, toplumsal kastın erk
sahibi mensupları arasında gerçekleşen cinsel ilişkinin klasik dönem
Atina’sında hakikatte tasavvur edilemez olması gibi, imkânsızlığını korur.
Benzer biçimde, Abbott'un dünyasında “erkekler” ve “kadınlar” arasındaki cinsel
ilişki, içerisinde toplumsal kimliklerin kaybolduğu veya üzerlerinin örtüldüğü
özel bir deneyim değildir; daha ziyade, klasik dönem Atina’sında olduğu gibi
Abbott’un toplumunda da cinsel ilişki edimi —her iki cinsel partnerin müşterek
bir “cinselliğe” dahil edilmesindense- aralarındaki statü farklarını dile
getirmeye, tanımlamaya ve gerçeğe dönüştürmeye hizmet eder.
Cinselliğin tarihini keşfetmek ve
yazmak, birçokları için uzunca bir süre kendi içinde yeterince radikal bir
girişim gibi göründü; (ardındaki niyet her zaman olmasa da) etkisi bireysel
doğalarımıza esas teşkil ettiğini düşündüğümüz şeyin saf doğallığını
sorgulamaya davet ettiği oranda bu böyle oldu. Lâkin, birçok cinsellik tarihçisi
görünüşte böylesine radikal olan bu projeyi gerçekleştirirken, içeriğindeki
radikal tasarımı -belki farkında olmayarak- tersine çevirmiş görünür:
“cinselliği” tarihsel analizin sabit bir kategorisi olarak muhafaza ederek,
sadece onu doğallıktan çıkarmamakla kalmadılar, aksine, aynı zamanda, yeniden
idealleştirmiş de oldular. Aslına bakarsanız, “cinselliğin” tarihleri
cinsellikle iştigal etmede başarılı oldukları ölçüde, tarihler olarak o derece
başarısızlığa mahkumdurlar (Foucault en azından bu kadarını bize öğretti) -
[ve] girişimlerinin uygunluğunun temel bir parçası olarak, kendi pratiklerinin
üzerine oturduğu analiz kategorilerinin tarihselliğini, ortaya çıkma koşullarını,
inşa biçimlerini ve ideolojik olumsallığını da işin içine katmadıkları sürece
buna mahkum kalırlar. Dikkatimizi özel olarak cinselliğin tarihinde
yoğunlaştırmak yerine, şu noktada, psikolojinin yeni ve radikal bir tarihsel
sosyolojisini, arzunun kültürel poetikasını çözümlemek üzere tasarlanmış
düşünsel bir disiplini tariflemeye ve inceltmeye ihtiyacımız var; bununla
kendileri vasıtasıyla cinsel arzuların inşa edildiği, kitlesel olarak
üretildiği ve yaşayan insan gruplarının farklı üyeleri arasında yayıldığı
süreçleri kastediyorum. Davranışlara dair uzlaşımların olduğu kadar, duygulara
dair uzlaşımların da farkına varmak ve kişisel yaşamın çetrefilli dokusunu bir
eser, kültürel süreçlerin karmaşık ve rastlantısal bir kümelenmesi gibi
yorumlamak konusunda kendimizi eğitmeliyiz. Kısaca, bizim en içeride yer alan,
özgün ve özel deneyimlerimizin, aslında. Adrienne Rich’in takdire şayan ifadesindeki
gibi “müşterek, fuzuli ve politik” olduğunu kabule hazır olmalıyız.
Neredeyse elli yıl önce W.H.
Auden, bir canzone’sinin başlangıç sözlerinde, “Ne zaman öğreneceğiz, neyin
gün gibi aşikar olması gerektiğini, Seçemiyoruz, neyi sevmekte özgür
olduğumuzu? diye sormuştur. Bu, karakteristik olarak adil bir formülasyondur:
aşk eğer aşk olacaksa, özgür bir eylem olmalıdır, lâkin aynı zamanda, daha
geniş bir tehdit çemberinin içine, bu “özgürlüğün” ifasını mümkün kılacak
koşullara kazınmıştır. Aşkta özgürlüğü tehditten ayırt etme, kendilik ve dünya
arasındaki değişken ve belirsiz sınırların izini sürmeyi öğrenme işi, baş
döndürücü ve esasen, bitimsiz bir teşebbüs. Bu projeyi burada önemli ölçüde
ilerletmiş olmadıysam da, bir nebze de olsa, başkalarının yarıda bırakmaması
için onları teşvik etmiş olmayı umuyorum.
Çeviri: özge karlık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder