Dostlar ve Yalnızlık

Hayır, gezgin, Hayır! Selamım sana değildir
Hele ki bu sesle!..
Sen yoluna devam et
Şarkımı asla anlamadan!..


Nietzsche’nin tutku dolu iletişim kurma istenci ve buna rağmen artan yalnızlığı, hayatının temel bir gerçeğidir. Bunun ka­nıtı, aynı zamanda hayatından ayrılamayan eserlerinin de bir parçasını oluşturan mektuplarıdır.

Nietzsche’nin dostları yüksek mevkideki insanlardı. Zamanının ilk tinleriyle ilişki halindeydi. Etrafında sıradışı insanlar bulunuyordu. Ama hiç kimseyi kendine bağlayamadığı gibi hiç kimse de ona bağlanamamıştır.

Dostlukları -her bireye karşı tuhaf bir biçimde gerçekleşmesinde, tamamlayıcı içeriklerinin ifadesinde, hareketlerinin aşa­malarında, başarısız oluşlarında- Nietzsche’nin özüne ve usavurma tarzına vazgeçilmez bir yol olduğu gibi dostluk kurma fırsatları için benzersiz bir tecrübedir. Nietzsche’yle yakınlaşan insanların sayısı açısından değil, tamamen farklı yönlerde dost­luk kurma fırsatlarının görülmesi açısından zenginliği ele alın­malıdır.

Nietzsche, iki dostuna, Erwin Rohde ve Richard Wagner’e derinden bağlıydı. Bu dostluklar sürekli olmamıştır. Ama içsel olarak her ikisiyle de dostluğu ömür boyu ruhunun derinliklerinde sürmüştür. Onlarla birlikte yaşadığı sürece temelde yalnız değildi. Onlardan ayrıldıktan sonra radikal yalnızlığı başladı.

Bu yalnızlığın içinde yeni dostlar edinmeyi denedi (Paul Ree, Lou Salome, Henrich von. Stein), ama bu dostlar, her ne kadar mevki ve önem sahibi olsalar da kaybettiği iki dostu­nun yerini dolduramadı. Her biriyle hayal kırıklığı ve yine başarısızlıklar yaşadı. Bu dönemlerin arka planında, ağırlıkta olmasa da kaybedilen her şeyin yerine konulan bir şey gibi Nietzsche’nin illüzyonlarıyla kaplanmış bir şekilde Peter Gast durmaktadır.

Başarısız olan bu arkadaşlıkların tersine, daha sığ [ama uzun süreli] insan ilişkileri, Nietzsche’ye yeterli desteği sağladı. Gelip giden yakınları, sıradan ziyaretçiler, sürekli olarak değişen, ama derinden sarsılmayan mühim kişilerle kurduğu tinsel ve eğlenceli ilişkileri de söz konusu desteği artırdı, öyle ki Overbeckle sarılırken bile kendini huzurlu hisseder oldu.

Sonuç her yerde aynıdır: Derin bir yalnızlık. Bu yalnızlığın Nietzsche’de istisnai bir varoluş olarak nasıl gerekli olduğunu sormalıyız: Nietzsche’de, bildirişim nedenleri ve koşulları açısından bir hazır olmama olgusu hissediliyorsa da görevinin kendisini insan olarak ve dostluk kurma fırsatlarında nasıl tü­kettiğini kavramak zorundayız. Nietzsche'nin yalnızlığını biz­zat kavrama şekli, bu soruya cevap vermese de bir açıklama getirebilir. (sf 73)



Nietzsche’nin dostluk kurma olanaklarının sınırları ve yalnızlığı

— Nietzsche’yi yanlış durumlarda görmek, yani tesadüfen yoluna çıkan insanlarla konuşurken ve onlara bir nevi yakınlık gösterirken; hemen hiç tanımadığı bir öğrenciden seyahate çıkmasını talep edip reddedilirken; aniden evlenme tek­lif edip ardından tekrar kendisine bir eş aramalarını isterken; Ree ve Lou’ya doğru bir adım atarken görmek, sanki Nietzsche konusunda şüpheye düşmek gerekiyormuş gibi can sıkıcıdır. Nietzsche, “yalnız insanın kendini herhangi bir insanın boynu­na attığı ve gökten inen bir dost gibi davrandığı ve bir saat sonra iğrenerek, bu sefer de kendinden iğrenerek ittiği o saatleri” (kız kardeşine mektup, 8 Temmuz 1886) ve bugüne dek ne tür in­sanları kendine eş tuttuğuna dair utanç verici anıyı çok iyi bilir. Ne var ki gerek bu durumlarla gerekse başka durumlarla başa çıkmıştır. Bu durumların üstesinden geliş şekli, bu durumlara düşüşünden daha karakteristiktir.

Nietzsche’nin dokunulmadan ve sarsılmadan dünyayı dola­şan çelik gibi sert ve kendi ayaklarının üstünde duran bir kahraman olarak betimlenmesi yanlıştır. Nietzsche’nin kahramanlığı farklıydı. İnsani başarının her türlüsünün kendisine yasak oldu­ğu insani kaderine maruz kalmıştır; insanca dürtülerden dolayı bazı anlarda görevinin yolundan sapmak, yolunu kolaylaştırmak zorunda kalmıştır: Örneğin etkisinin gerçekliğini planlamak ve desteklemek öğretmenlik dürtülerini faaliyete geçirmek için bir yol bulmak, dostlarına inanmak zorunda kalmıştır. Başarısızlık sonrası geri dönüşü kahramanlığını oluşturur. Dünyadaki faali­yetlere ilişkin kararları bu nedenle gittikçe daha olumsuz hale gelmektedir. Çağın aydınlatılamayan karanlığına gömülmemiş ve bir illüzyona kapılmamış olması, kendine özgü sanki ufuksuz dü­şünen kavrayışının olağanüstü bir şekilde gelişmesini sağlamıştır.


Nietzsche’nin yalnızlığı iki aşamada açıklanabilir:

Psikolojik bir bakış açısıyla -mümkün olan insani varo­luşun mutlak ölçüsüne göre- Nietzsche’nin kimsesiz varlığı sorgulanmakta, böyle bir işlemin anlamına uygun olarak ister istemez küçük düşürücü bir biçimde yorum yapılmaktadır. Bu şekilde Nietzsche’ye haksızlık edilmektedir ya da asla tam
olarak kavranamayan, kendisini tüketen görev hissedilir. Buna dayanarak istisnai varoluşuna dair yorum yapılır ve bu şekilde Nietzsche’nin kendisi için bir bakış açısı geliştirilir.

1. Psikolojik açıdan yapılan ama Nietzsche’ye karşı önplanda kalan sorgulamanın sonucunda şöyle bir resim ortaya çıkabilir:

Nietzsche’ye özgü dürüstlük istencinin ulaştığı bağımsızlık Nietzsche’ye kendisi için ve dünya hakkında bir özgüven sağlamaz, aksine gerek kendi eksiklikleri gerekse diğer insanların türleri açısından bayağılıklarına karşı hassaslaştırır. Onun için artık sadece asillerin birbirleriyle karşılaştığı yerde yaşamak mümkündür. Ne var ki kendisi de her zaman asaletinin rütbe­sine uymayıp diğerlerinden birçok kez körlük, bayağılık ve sah­tecilik gördüğünden her seferinde sarsılır. Her şeyi söküp atan hayal kırıklığına kapılır. Her yönden yabancılaşması bundan dolayı büyür. Hiç kimse, kendisi bile artık ona yetmemektedir, ilk bakıştaki içgüdüsüzlüğünün ardından sağgörü gelir. Ne var ki bu durumda dürüstlüğü artık her şeyi mutlak bir ölçüye göre ölçmek ve bu nedenle yok etmek zorundadır. Nietzsche’nin bil­dirişim istenci, tıpkı varlığının tamamı gibi, herhangi bir karı­şıklık istememekte, dolayısıyla sürekli olarak sorgulamaktadır; yanıltıcı bir entegrasyona izin vermediği için, nail olduğu her şey kendi içinde başarısızlığın tohumunu taşımaktadır. Bu her ne kadar dürüstlüğünden kaynaklansa da, bu dürüstlüğü taşıyan­dan dolayı, asla mükemmel olmayan, asla sadece asil olmayan, burada ve şimdi mevcut olan, sorumlu ruh gerçekliği mantığı olması gereken yere gelmemiştir. Nietzsche, ilişkisini keser ama etki etmez, sadece talep ederek eğitir, ama aynı seviyede müca­deleye girişmez. İçinde sanki somut tarihte (ki bu tarih, herhan­gi bir entegrasyon olmadan verimli bir artışa, dünyada ortak bir canlanmaya neden olabilirdi ve aydınlatıcılığında, bir yok etme olmak zorunda olmamakla birlikte, aksine bir üstesinden gelme olabilirdi) içerisinde gerçek bildirişime karşı bir şey varmış gibi görünür. Nietzsche’nin kırılan gururundan dolayı çektiği acının, kimi zamanlarda belki de gerçekleşmeyen bildirişimden dolayı çektiği acıdan daha fazla oluşu, böyle bir bildirişime hazır olma­yışına dair bir işaret olabilir. Zira gerçek bir bildirişim, dünyanın dışında hayali bir bağımsızlıkta değil, aksine asla terk etmedikle­ri bir gerçeklikte kendileri gibi kaldıkları için insanların hakaret­lere karşı dirençli oluşuyla mümkündür. İşte o zaman diğerleri­ne ve kendilerine sorunlardan çıkmak için yardım etmeye hazır olabilirler; diğerine soru sorabilir ve cevap verebilirler. İşgüzar olmaya cesaret ederler, ama tam da Nietzsche’nin bu çekingen­likleri üstünden attığı, yani hakaret ederek ve bilgiçlik taslayarak ucuz bir açık sözlülükle bütün bildirişimleri kestiği, bir başka sefer yalnızlığından dolayı çok erken bir vakitte bir yabancının boynuna sarıldığı veya herhangi bir evlenme teklifinde bulundu­ğu yerde utanç ve çekingenlik gösterirler. Bu başarısızlığın nede­ni Nietzsche’nin bildirişim istencinin sonuçta diğerinin kendi oluşuna bağlı olmayıp dolayısıyla gerçek bir bildirişim istenci olmaması olabilir. Nietzsche oldukça samimidir, düzenlemeler yapar, yardımseverdir ve oldukça aktif bir şekilde yardım eder, ama görünüşe göre sadece kendisini ve diğerini yalnızca ona ait olan şeylerin içinde bulunduğu bir kap olarak görmektedir, bir insana karşı gerçek adanmışlık onda eksiktir. Sevgiye özlem du­yar, ama gerçek bir sevginin gerçekleşmesi için şart olan ruhunu ortaya koyması gerektiğini unutur. Hayatta başına gelen her şey için minnettarlık duyan ve bunu dile getiren Nietzsche, sanki bildirişim konusunda nankör ve sadakatsiz olabilirmiş gibi gö­rünmektedir (kimi zaman başkalarıyla Overbeck, hatta annesi ve kız kardeşi hakkında konuşması gibi). Karşısındaki insana tutun­masını bilir ama sadece insanlarla bağlantı kurma ihtiyacından dolayı ve karşısındaki onu olduğu gibi kabul ediyor ve kalmaya hazırsa (Overbeck, kız kardeşi) ya da karşısındaki sadık bir müri­di ve yardımcısıysa (Gast). Onu asıl bağlayan sadece bağımsızlık ve mevkidir; gizliden gizliye, genelde oldukça ince bir düşün­ceyle, hatta dikkatle, sürekli olarak minnettarlığını dile getirerek mektup yazdığı müsamahacı ve ona ait insanlar hakkında ken­dini kandırmamaktadır. En zirvedekini ister ve bu ölçüyü doğ­ru değerlendirir; ne var ki diğer herkesi kendi örgüsünün veya daralmanın içinde bırakır - akıcı bir şekilde bağlanmaya hazır olmayarak çok sevdiği, kendisini onunla veya onu kendisiyle oluşturma mücadelesinde - ya yargılayıcı ya da hayranlıkla (Dostluğunun ifadesinde görünüşe göre kendini tamamen adayarak diğerini yücelttiğinde.) Sorulması gereken şudur: Nietzsche ruhunun derinliklerinde, mutlak ölçülere ve hayranlıkla hayal edilen örneklere değil de varoluşsal gerçeklikle bağdaştığı için bildirişimi meydana getiren ve harekette tutan sevgiyle sevmedi mi? Aslında yalnızlığından dolayı, sevilmediği için değil, daha ziyade sevmediği için mi daha çok acı çekti?

2. Nietzsche’yle ilgili böyle bir psikolojik açıklamaya ancak Nietzsche’nin görevine ve bu görevin bilincine inanma­yan biri ikna olabilir. Nietzsche kendini ve karşısındaki sadece içinde kendine ait olanların bulunduğu bir kap olarak sevmiş olsaydı, bu kendine ait olan şeyler gerçekte her şeyi tüketen, Nietzsche’den bir şeyleri çalan ve onu istisna olmaya zorlayan görev olurdu. Nietzsche ya karşısındakinde bu­gün gerekli görevin gerçekleştiğini gördüğünde ona kendini adayabiliyordu (R. Wagner’e kendini böyle adamıştı) ya da düşünürün gölgesinde henüz görünür olması gereken belir­siz göreve kendini adayabiliyordu; ne var ki kendini insanlararası bildirişime sırf bildirişim olduğu için adayamıyordu. Bu varoluşsal eksiklik, istisnai görevin varoluşsal pozitifliğinin sonucudur.

Dolayısıyla yalnızlığının nihai nedeni psikolojik açıdan yeterli derecede görünmemektedir. Düşünceye dayalı varolu­şunun içeriği, onu kendi istencine karşı, kendini istisnai bir oluşta başkalarından çözmeye zorluyordu. Düşünceleri, onları ne zaman dile getirse, karşısındakini korkutacak şekildeydi. Ni­etzsche, yapması gereken fedakârlıktan dolayı acı çekiyor, ama bu acıyı büyük bir dirençle çekiyordu: “Bugün bile bana tama­men yabancı insanlarla bir saat boyunca sempatik bir sohbet yaptıktan sonra felsefemin tamamı sallantıya giriyor: Sevgiyi kaybetme pahasına haklı çıkmayı istemek ve sempati kaybol­masın diye en değerli şeylerini aktaramamak bana saçma geli­yor” (Gast’a mektup, 20 Ağustos 1880).

Bu nedenle Nietzsche’nin hayatında insan olarak istedik­leri ile görevin taşıyıcısı olarak istedikleri arasında sürekli bir çelişki mevcuttur. Yalnızlıktan şikâyet eder, ama yalnız­lığı yine de ister; insani açıdan normal olan her şeyin eksikliğinden dolayı acı çeker, düzeltmek istiyormuş gibi görünür, ama yine de bilinçli olarak istisnai oluşa başvurur. “Durumum ve varoluş şeklimin... antinomisinin temeli... philosophus radicalus (radikal filozof) olarak ihtiyaç duyduğum her şeyi; meslekten, eşten, çocuktan, anavatandan, inançtan vs kurtu­luşu, şükür ki sadece bir analiz makinesi değil, canlı bir varlık olduğum kapsamında, aynı sayıda eksiklik olarak hissetmem­de yatar” (Overbeck’e mektup, 14 Kasım 1886; benzer bir mek­tup kız kardeşine, Temmuz 1887). Nietzsche’nin hayatında şaşırtıcı olan şeyleri sadece psikolojik bir olay olarak algılamayıp içinde sadece Nietzsche’ye özgü bir nüansı fark etmek için Nietzsche’nin görevindeki alınyazısını hissetmek gereki­yor. Daha öğrenciyken annesine, “Henüz benim üstümde olan insanlarla tanışmadığım için herhangi bir nüfuz söz konusu değildir” (12, 62) diye yazabiliyorsa, bu nüans kendi kayna­ğının amansızlığı olarak görülebilir. Bu alınyazısının baskısı Nietzsche’ye ömür boyu eşlik eder: Onu terk ettiği Wagner’den ve onu terk eden Rohde’den ayırır. Alınyazısını gittikçe daha açık bir şekilde kavrar ve son yıllarında şöyle yazar: “Haya­tımın tamamı gözlerimin önünde ayrıştı: insani ilişkilerimin tamamı, bana ait bir maskeyle ilgili olup sürekli olarak gizli bir hayat sürmüş olmanın kurbanı olmak zorunda kalırken her altı yılda bir adım atan ve bu adımdan başka bir şey istemeyen oldukça gizli tutulan hayatımın tamamı” (Overbeck’e mektup, 11 Şubat 1883). “Hayatımızı eserlerle tasdik ettiğimizde te­melde bir nevi müşkülpesent haline geliriz, yani insanların hoşuna gitmeyi unuturuz, fazla ciddi oluruz ve insanlar bunu anlarlar: Kendi eserine karşı saygı duymak isteyen bir insanın arkasında şeytani bir ciddiyet yatar...” (Gast’a mektup,7 1888).

 Nietzsche’nin hayatı, bir görevin yerine getirilmesi ise bu görevden de yine yeni bir bildirişim istenci; aynı zorlukların aynı düşüncelerin, aynı görevin farkında olan ve insanlarla ve öğrencilerle iletişim kurma istenci meydana gelir. Nietzsche’nin her ikisine de duyduğu özlem olağandışıydı:

1. Her şeye rağmen dostlarını kendisini köklerinden söküp çıkartan sarsıntının aynısını tanıyıp tanımadıkları, onun bildik­lerini bilip bilmedikleri yönünde sorguluyor: Onlarla kendisini “ilgilendiren şeyler hakkında maskesiz olarak konuşabildiği” için Lou’dan ve Ree’den vazgeçmek, Nietzsche için çok zor oldu (kız kardeşine mektup, Mart 1885). “İnsanların geleceği hakkın­da oturup düşünebileceğim bir insan bile yok” diye şikâyet et­mektedir (Overbeck’e mektup, 11 Kasım 1883). “Kimi zaman size yenilikleri anlatmak yerine bu sıkıntıları nasıl aştığınızı sormak için seninle ve Jacob Burckhardt’la gizli bir konferans yapma özlemi duyuyorum” (Overbeck’e mektup, 2 Temmuz 1885). “J. Burckhardt’ın mektubu... benim için çok büyük bir onur olmasına rağmen beni üzdü. Ama bunun şimdi ne öne­mi var! ‘Benim sıkıntım budur! Beni sessiz yapan budur!’ diye duymak istiyordum... Her yerde etrafımda birçok insan var, ama endişelerimin, endişelerimin benzer olduğu insanların ek­sikliğini hissediyorum” (Overbeck’e mektup, 12 Aralık 1886). “Şimdiye kadar, çocukluğumdan beri kalbimde ve vicdanımda aynı sıkıntıları taşıdığım hiçbir insan bulamadım” (kız kardeşi­ne mektup, 20 Mayıs 1885).

2. Görevin kendisinden kaynaklanan bildirişim istenci ise öğrenciler ve müritler ister:

Kendi yayımladığı biçimdeki yazılar “olta” ve “ağ” ola­rak düşünülmüştü, insanları çekme denemesiydi: “Daha yaşarken müritlere ihtiyacım var ve bugüne kadar yayım­lanan kitaplarım olta olarak etki yapmıyorsa, ‘mesleklerini şaşırmışlardır.’ En iyi ve en önemli konular sadece insan­dan insana aktarılabilir, (public) halka açık olmamalıdır”

 (Overbeck’e mektup, Kasım 1884). Kimin onu duyduğunu dinlemektedir: “Hiç kimseyi bulamadım, ama her seferin­de erdem olarak kendisine tapınılmasını isteyen şu ‘hız­lı aptallıkların’ tuhaf biçimlerinden buldum” (14, 356). “Öğrencilere ve mirasçılara duyduğum istek, beni sabır­sız yapmaktadır ve sanırım, son yıllarda beni aptallıklar yapmaya itmiştir” (Overbeck’e mektup, 31 Mart 1885). “İçten içe yaşamımın vardığım bu noktasında artık yalnız olmayacağıma inandım: Antlar ve yeminler alacağıma, bir şeyler kuracağıma ve organize edeceğime...” (Overbeck’e mektup, 10 Temmuz 1884). Zerdüşt hakkında: “Ruhun en derinlerinden gelen böyle bir çağrıdan sonra hiçbir cevap alamamak, korkunç bir deneyimdir... Yaşayan insanlarla tüm bağlarımda kopardı beni” (14, 305; ayrıca Overbeck’e mektup, 17 Haziran 1887). “On yıl oldu, hiçbir ses bana ulaşmıyor” (16, 382). 1887 yılında Overbeck’e: “Çok acı veriyor. Bu on beş yıl içinde tek bir insanın bile beni ‘keş­fetmemesi,’ bana ihtiyaç duymaması, beni sevmemesi.”

Nietzsche, insanlar açısından genel varoluşun zorunluluklarını görevine feda etmiştir. Görevinden dolayı gerekli olan ve tutkuyla hasretini çektiği bildirişim asla gerçekleşmemiştir. Ni­etzsche, bunun nedenlerinin bilincine varır:

Yalnızlık, anlamanın doğasında yatar, özellikle de anlamak, hayatın kendisi haline geldiği anda; “hayatımızın amacını anlama hakkına sahipsek,” buna “yabancılaşma, uzaklaşma, belki de soğuma” da dahildir (Overbeck’e mektup, 17 Ekim 1885). Bu yabancılaşma, Nietzsche’nin anlama şekliyle daha da güçlenmektedir: “İnsanların bugüne kadar hayranlık duyduğu ve sevdiği her şeye karşı amansız ve yeraltındaki mücadelemde... farkına bile varmadan benden mağaraya benzeyen bir şey oldu; arasak bile artık bulamayacağımız gizli bir şey” (von Seydlitz’e mektup, 12 Şubat 1888).

Nietzsche, bu yalnızlığın temelde nedenlerinden biri olarak gerçek bildirişimin ancak aynı seviyede mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Bildirişim ne daha yüksek ne de daha düşük seviyelerde mümkündür: “Benden çok daha ince düşünceli beyinler, benden çok daha güçlü ve asil kalpler olduğu muhakkak, ne var ki beni sadece onlara eşit olduğum ve birbirimize yardım edebildiğimiz oranda ilgilendiriyorlar” (11, 155). Nietzsche yalnızlaşmanın korkularından kurtulmak için çoğu zaman her hangi bir dostluğu veya bilimsel eşitliği tasarlamış olup bununla hayatına birçok hayal kırıklığının ve çelişkinin girdiğini itiraf eder, ama birçok mutluluk ve huşunun da girdiğini ekler (kız kardeşine mektup, Temmuz 1887).

Nietzsche, tutkuyla en yüksek mevkilerdeki insanları ister etrafında: “İnsanları neden benden daha yükseklere bakan ve beni aşağıda görmek zorunda olan insanlar arasında bulamıyorum? İstediklerim aslında bunlardır!” (12, 219). Bunun yerine şu tecrübeleri edinmek zorunda kalır: “Dişlerimi sıkarak, tıpkı istemeden kumu ısıran vahşi bir dalga gibi dişlerimi sıkarak, sığlığınızın sahillerine vuruyorum” (12, 256).

Türüne ve mevkiine göre kendisiyle eşit insana asla rastlamaz; sonu bu nedenle şöyledir: “Bir insanın beni sevebilece­ğine inanamayacak kadar gururluyum. Zira beni sevmesi, kim olduğumu bilmesini gerektirir. Aynı şekilde benim de birilerini sevebileceğime inanmıyorum, zira bu, kendi mevkiimde bir insanı bulmamı gerektirir... Beni ilgilendiren, beni üzen, yücelten şeyler için asla bir dost ve benim gibi bunları bilen birini bulamadım” (kız kardeşine mektup). Seviyeler eşit ol­madığında kurulan iletişimin en önemli noktada kesilebilece­ği olgusu, Nietzsche’nin içini ürpertiyordu: “İletişim kuramamak aslında yalnızlıkların en korkuncudur. Farkı, her demir maskeden daha sert olan maskedir ve ancak inter pares (eşitler arasında) dostluk mümkündür. İnterpares\ İnsanı sarhoş eden bir sözcük...” (kız kardeşine mektup, 8 Temmuz 1886). Yine de eşitsizliğin sonuçlarını kabul etmek zorunda kalır: “İnsan ve insan arasındaki ebedi uzaklık beni yalnızlığa itiyor” (12, 325). “Benim durduğum yerde duran kişi, Goethe’yle konu­şarak kendi eşitleri tarafından değerlendirilmek gibi insan haklarının en büyüklerinden birini kaybeder” (13, 337). “Beni övebilecek durumda olan kimse yaşamıyor” (12, 219). “Artık ne emir alabileceğim ne de emir vermek isteyebileceğim biri­leri var” (12, 325).

Nietzsche, geriye dönük olarak çocukluğunun ilk yıllarından beri bunun aslında böyle olacağının belli olduğunu düşünmektedir: “Çocukken de böyle yalnızdım ve bugün kırk dört yaşında yine yalnızım” (Overbeck'e mektup, 12 Kasım 1887).

Bu nedenlerden dolayı hayatına daima eşlik eden yalnızlık, kaçınılmaz bir şeydir: “İnsanları istedim, insanları aradım -hep kendimi buldum- ve artık kendimi de istemiyorum!” (12, 324). “Artık bana kimse gelmiyor. Ve ben hepsine gittim, ama hiç kimseye varmadım!” (12, 324).

Sonucu, Nietzsche tarafından gittikçe daha da artarak son on yılda oldukça üzüntülü, kimi zaman çaresizce dile getirilen durumdur:

“Artık beni seven hiç kimse yaşamıyor; yaşamı na­sıl sevebilirim?” (12, 324). “Sahilde oturuyorsun, üşü­yorsun ve açsın: Hayatını kurtarmak yeterli değil!” (12, 348). “Bağıran renkler kullandığım için şikâyet mi edi­yorsunuz? Belki bağıran bir mizaca sahibimdir; ‘tıpkı taze sudan sonraki geyik gibi.’ Bu taze su siz olsaydınız, sesim size ne kadar hoş gelirdi!” (12, 217). “Yalnız olan için gürültü bile bir tesellidir” (12, 324). “Sana yalnız­lık duygumun ne olduğunu bir anlatabilsem! Ne yaşa­yanlar ne de ölüler arasında kendimi yakın hissettiğim birileri var. Bu tarif edilemeyecek kadar ürpertici...” (Overbeck’e mektup 05 Ağustos 1886). “Nazik bir sesi o kadar nadir duyuyorum ki! Şimdi yalnızım, saçma bir şekilde yalnız... Ve yıllar boyunca hiçbir tazelik, bir damla insanlık, bir nefes sevgi olmadan” (von Seydlitz’e mektup, 12 Şubat 1888).

Bunun güzel tarafı, Nietzsche’nin vazgeçmeyi öğrenmesidir; gerçi nadiren şöyle bir önerme de ağzından dökülmüyor değil­di: “Bugüne kadar ne öğrendim? Her durumda kendime iyilik yapmayı ve başkalarına ihtiyaç duymamayı” (12, 219).

Nietzsche, ancak son ayların dönüşümünde acı çekmeyi bırakabildi ve görünüşe göre eskiden olan her şeyi unutabildi;


“Yalnızlıktan dolayı acı çekmek de sadece bir bahanedir- ben daima çokluktan dolayı acı çektim... yedi yaş gibi absürd erken bir dönemde kulağıma asla bir insan sözcüğünün değmeyeceği belliydi: Buna üzüldüğümü hiç gördünüz mü?” (15, 47).

*
Karl Jaspers'ın
Nietzsche kitabından

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder