kritios
Atina’nın güzellik tapımı,
üstün bir temaya sahipti: Güzel oğlan.
İlk dekadan sanatçı olan Euripides, Apollonca altın güneşin yerine kanlı ayı
koyar. Medea, Atina’nın kadınlara dair en korkunç kâbusudur. O, doğanın öç
alışı, Euripides’in güzel oğlana karanlık cevabıdır.
Yüksek
Yunan kültürünün eşcinselliği, Winckelman’dan itibaren gayet açıktır, ama
olgular, dönem ve bakış açısına göre ya ilgi çekmemiş ya da fazlasıyla öne
çıkartılmıştır. Örneğin, geç dönem on dokuzuncu yüzyıl estetik anlayışı, “Yunan aşkı” konusunda birçok sıradan
değerlendirmeyi içeriyordu. Tabiî, önemli ölçüde eksik kalsalar da Harvard’ın
yeşil ve kırmızı Loeb kitaplığındaki klasik edebiyat çevirileri on dokuzuncu
yüzyıl başlarında yayımlanmıştı. Fakat şimdi, ağırlık gerçekçilik tarafındadır.
K. J. Dover, Yunan Eşcinselliği (1978) adlı çalışmasında, cinsel pratiğin fiilî
mekanizmalarını bir testinin üzerindeki resim aracılığıyla yeniden düzenler.
Fakat ben, Yunan aşkının sosyolojiye dair mantıksal temelleriyle ilgilenmiyorum.
Önceliğim estetiktir. Atina’nın kadından oğlana dönüşü, göz kamaştırıcı bir
kavramsallaştırma eylemidir. Her ne kadar adaletsiz olsa ve netice itibariyle
kendini kösteklemiş olsa da, Batılı kültürün ve kimliğinin hayat bulmasında can
alıcı bir harekettir.
Daha önce işaret etmiş
olduğum gibi, Yunan’daki güzel oğlan
Batının en Önemli cinsel personalarından biridir. Artemis gibi onun da başka
kültürlerde tam bir muadili yoktur. İtalyan Rönesans sanatına benzer biçimde,
Apollonca anlayışın geri döndüğü koşullar güzel oğlan tapıncını da kendisiyle
beraber taşır. Güzel oğlan
erdişidir, kesinlikle hem erkek hem kadındır. Kaslı vücut yapısıyla birlikte,
nemli bir kızlık halini de içerir. Kas gücüne ihtiyaç duyan eylem Yunan’dan
sirayet etmiştir. Palestra’da çabalayan nü’nün bedeni gözlere sunulmuştur.
Yunan’da atletiklik, Yunan hukuku ile benzerlik gösteren kamusal bir cefadır.
Yunanlılar matematiği doğaya uyarlamışlardır: Ne kadar çabuk? Ne kadar mesafe
katetmiş? Ne kadar güçlü? O güzel oğlan,
Apollonca mekânın odağındadır. Gözler onun üstündedir.
Güzel oğlanın geniş omuzlu,
ince belli bedeni, her bir kas gurubunun konturlarını belirleyen Apollonca
eklemlenişin şaheseridir. Dahası, kalçaya ve cinsel organa bağlanan yeni bir
kası vardır. Klasik Atinalıların güzellik tercihinde yağlı kadın bedenine yer
yoktu, çünkü eylemin görsel araçları arasında yağlı kadın bedeni yoktu. Ulu
Ana’nın öz oğlu ve de âşığı olan güzel oğlan Adonis, şimdi doğadan uzaklaşmış ve kitonyenden de arınmıştır. Aynı
Athena gibi erkekler aracılığıyla yeniden doğmuş ve kendi katı bedeninin
Apollonca zırhını kuşanmıştır.
Büyük
Yunan sanatı, MÖ yedinci yüzyılın sonlarına doğru Arkaik kouros’la (“genç”), zafer kazanmış bir sporcunun doğal
boyutlarından daha büyük yapılmış olan çıplak heykeli ile başlar. O, Apollonca sükûnet içinde tahayyül edilen
anıtsal insan iddiacılığıdır. Yumrukları Firavunvari biçimde sıkılıdır ve bir
ayağı diğerinin önünde durur. Yine de Yunan sanatçılar eserlerinin nefes
almasını ve hareket etmesini isterlerdi. Mısır’da binlerce yıl değişmeden
kalan, Yunanistan'da tek bir yüzyıl içinde hayata dâhil olur. Kaslar şekilli ve
şişkindir; âdeta peruk gibi, gür ve tutamlı saçları buklelidir. Gülümseyen kouros,
sanatta kendi başına duran ilk heykeldir. Katı Mısır simetrisi, bir yöne bakarken
ağırlığını öteki bacağın üstüne yayan ilk dönem klasikleri arasındaki Kritios Oğlanı heykeli kadar muhafaza
edilmiştir. Eksik olsa bile Yunan elişçiliği hakkındaki kayıtlara göre, Kritios Oğlanı son kouros’tur. Kritios
Oğlanı bir tip değildir, aksine ağırbaşlı ve gösterişli gerçek bir oğlandır.
Düzgün ve biçimi güzel bedeninde masum bir şehvet vardır. Fakat Arkaik kouros etine dolgunluğu ve geniş
kalçaları nedeniyle hem öne çıkarılmış hem de hoşa gitmiş Ancak Kritios
Oğlan'ın kalçası, Venedik resimlerindeki göğüslerin erotikliğini andırırcasına
kadınsı bir zarafeti sergiler. Zemin üstündeki pozisyonda bir bacak dizden
hafifçe kırılır ve öteki bacak serbest kalır. Sanatçı onları, parlak ve dolgun
elma ile armutlar şeklinde tahayyül eder.
Üç
yüzyıl boyunca Yunan sanatı, taştan ve tunçtan güzel oğlanlarla dolup
taşmıştır. Hiçbirinin adını bilmiyoruz. Yalnızlığı içinde desteğini kendi
kendinden alan kouros, Apolloncu bir
fikir, gözün bir özgürleşmesi olduğu için, bu heykeller için eskiden beri bir
cins adı olarak “Apollon"
adının kullanılmasının bir hikmeti vardır. Çıplaklığı polemikçidir. Bir eliyle
adak sunarken tasvir edilen arkaik kore (“bakire”) daima giyinik ve yararcıdır.
Kouros sehpası üstünde Apollonik dışsallık ve görülebilirliğiyle kahramanca bir
yalınlık içinde durur. İki boyutlu Firavun heykellerinden farklıdır, seyirciyi
ona takdirlerini sunmaları için sahneye davet eder. O kral ya da tanrı değil,
genç bir insandır. Güzel oğlanın payı tanrısallık ve yıldızlık olmuştur.
Sekülerleşme ve kişiliğin ayinsel hali tanrının tezahürüdür. Kouros Batı
tarihindeki ilk kişilik tapımını belgeler. O. güzellik tapıncının putudur, bir
haneden mirası olmaktan ziyade kendi kendini üretmiş bir hiyerarşiciliktir.
Kouros tuhaf bir meyveyle yüklüdür. Kadını ya da erkeği hangisini konu
edinirse edinsin, dördüncü yüzyıldan itibaren Yunan heykel sanatının bütün
büyük işleri onun cesur berraklığı ve bütünsel tasarımından doğmuştur. Yunan
sanatı Helenistik sanata dönüşerek doğu Akdeniz boyunca yayıldı. Ondan da İsa
Kutsal Bakire ve azizlerin asık yüzlü mozaik ikonlarıyla Yunanistan Türkiye ve
İtalya'daki Ortaçağ Bizans sanatı gelişti. İtalyan Rönesansı Bizans üslubunda
başladı. Böylece Arkaik Yunan kouroi'den, İtalyan tarzı sunakların ayakta
tasvir edildiği azizlerine ve Gotik katedrallerin vitray camlarına ulaşan
doğrusal bir çizgiden bahsedebiliriz. Homerosvari ikonculuk, popüler bir
İtalyan temasında tam daire olarak Aziz Sebastian'da, fallik okların bedenine
saplandığı yarı-çıplak gençte varlığını sürdürür. Bu oklar saldırgan Batının
göz kırpışları usta okçu Apollon'un ışınları oktan olan güneşidir.
Yunan kouros’u, Mısır’ın
soğuk Apollonca gözünü miras alarak cinsellik, iktidar ve şahsiyetin büyük
Batılı kaynaşmasını yaratmıştır.
Yunanistan’da güzel oğlan her zaman sakalsızdır ve
zaman içinde donmuştur. Erkekliğe adım attığında, kendisi oğlanların âşığı
olurdu. Yunan oğlan, Hıristiyan azizleri gibi bir şehir, doğanın tiranlığının
bir kurbanıdır, (güzelliği kalıcı değildir, bu yüzden Apolloncu heykel
tarafından en mükemmel çağında hapsedilmiştir. Falan ya da filan kalosu
(güzeli) yücelten yüzlerce çömlek, seramik parçası ve grafik vardır, erkeklerin
erkeklerce alenen ve cilveyle övülmesi. Dover, erkek cinsel organlarının
tasvirinin bizimkiyle tamamen ters olan ölçütünü şöyle gösterir: Küçük ve ince penis revaçtayken, büyük
penis kaba ve hayvansıydı. Kaslı Herakles bile küçük bir oğlanın cinsel
organıyla tasvir edilmişti. Dolayısıyla politik ataerkilliğine rağmen Atina,
bir fallik-iktidarı -kaba bir kelime- olarak değerlendirilemez. Aksine Yunan
penisi ünlem işaretinden ziyade kısa bir çizgiye benzer. Güzel oğlan arzulayan değil, arzulanandı. Yunan estetik ideali
olarak cinsellik öncesi ve cinsellik ötesi bir boyut işgâl ederdi. Genel kabule
göre, kendisi uyarılmamış olarak kalırken, yetişkin hayranı orgazm peşinde
koşabilirdi. Güzel oğlan, dişi geçmiş ile eril gelecek arasında salınan bir
ergendi. Jü Van den Berg, on sekizinci yüzyılın icât edilmiş ergenliğinden
bahseder. Bir zamanlar çocukların yetişkinlerin sorumluluklarına şimdi
olduğundan daha hızlı geçtikleri doğrudur. Örneğin, Katolisizmde yedi sayısı,
ahlâkî bilinçlenmenin şafağıdır. Birinci Komünyon’dan sonra, ya cehennem ya da
efsunlu su vardır. Aslında, Rousseau ve Goethe’nin Romantik eserleri, doğum
sancısını andıran kimlik bunalımlarıdır. Tabi ergenliği tamamıyla modern
olarak tanımlayan Van den Berg’in yaklaşımı çok da uygun değildir. Yunanlılar,
sanattaki bu biçimselleştirmeyi görmüş ve düzenlemiştir. Günümüzde Yunan’ın
oğlancılığı erkek ergenlerin erotik cazibesini onurlandırmasına benzer bir
durum yaşandığında kapıya polis dayanabilir. Çocuklarsa ebeveynlerinin tercih
ettikleri düşünüşten daha bilinçli ve sapkındır. Bruce Benderson’ın, çocukların
seçebildiği ve hattâ seçtiği görüşüne katılıyorum. Ergenliğin bir üst
aşamasındaki ergen erkek, bedensel zindelik ve uyuşukluk arasında bocalarken
hayaldedir ve bertaraf olmuştur. Kız-oğlanın erkekliği, çok eski ve puslu bir
cam parçasından baktığımızda gördüğümüz, bulanık ve parıldayan bir şeyi
andırır. J.Z. Eglinton, Yunan şiirinde genç erkekler için kullanılan “çiçek
açan” benzeri görüntüleri aktarır: “Çiçeklenen ergen, eril ve dişi
güzelliklerin bir sentezidir.” Delikanlı biraz daha büyümüş ve ağırbaşlı bir
hal almışsa da, ancak yarı kadınsı görkemini sürdürmüştür. O delikanlıya»
üçgen alınlığa yerleştirilen Apollon, Delfili Savaş Arabası Sürücüsü,
Chatsworth’teki tunç Apollon ve mezar taşının önündeki Erytraili savaşçının
resmedildiği beyaz hamam testisinde de rastlarız. Bu gençlerde Eski Yunan’a
ait yüz şekli seçilebilecek kadar belirgindir. Yüksek alın, güçlü ve düzgün
burun, bir kızı andıran pembe yanaklar, gergin ve dolgun bir ağız ve kısa üst
dudak. Bu, Maniyerist parlak müstehcen oğlanının, Elvis Presley, Lord Byron ve
Bronzino’nun yüzüdür. Freud, Yunanlı ergenindeki erdişiliği görmüştü: “Erkeğe
en fazla benzeyen erkeklere dönmeler arasında rastlandığı Yunanlarda, erkeğin
aşkını oğlanın erkek karakterinin tahrik etmediği gayet açıktır; onu tahrik
eden şey, utangaçlık, ağırbaşlılık, talimata ve yardıma ihtiyaç duyma gibi
kadınsı psişik özellikleriyle birlikte, kadına olan fiziksel benzerliğiydi.”
Özellikle sarışınlar arasındaki bazı oğlanlar, ergen güzelliğini âdeta
yetişkinliğe de taşırlar. Bunlar, Billy Budd modeli adını verdiğim, taze, etkin
ve gençtir, kalıcı bir eşcinsel zevk sınıfı oluşturur.
Güzel oğlan Yunan meleğidir, Apollonca âlemden gelen göksel konuktur.
Joseph Campbell, beşinci yüzyıl Atina’sını olumsuz biçimde eleştirdiği
çalışmasında bilmeden de olsa, onun saflığını gözler önüne serer:
“Onun
hakkında okuduğumuz her şey, sıradan hayata heteroseksüel bir adanmışlığın
bayağı ciddiyetinin dokunmadığı berrak ve zamansız göklerin o şahane terütaze
atmosferine sahiptir. Ayakta duran güzel çıplak heykelin sanatı da bütün
çekiciliği ve büyüleyiciliğiyle birlikte, eni sonu - şarkı söyleyen bir oğlan
çocuğunun sesi gibi - cinsel bakımdan nötürdür.”
Campbell,
Heinrich Zimmer’in “heteroseksüel lezzeti” ve Hindu heykelinin yoga bilincini
öven sözlerinden alıntı yapar: “Yunan sanatı gözün, Hindu sanatı ise kan
dolaşımının deneyimlenmesinden doğmuştur.” Campbelın “ne erkek ne kadın cins”i
bir boşluktur, bir ahlâkî hiçliktir. Oysa güzel oğlanın erdişiliği görsel ve
yüceltilmiştir. Campbelın örneğini, yani “şarkı söyleyen oğlanın sesini”
değerlendirelim. Faure’in Requiem'inin Seraphim plakçılık tarafından yapılan ve
koroda alışılageldik kadın sesleri yerine King’s College korosunun yer aldığı
kayıtta, tiz sesle okunmayı gerektiren bölümleri, yaşları sekiz ile on üç
arasındaki oğlan seslendirmiştir. Alec Robertson değerlendirmesi, ancak dinsel
diye adlandırabileceğimiz bir duygulanım sesselliği peşindedir: “Oğlanların
sesleri kendi okudukları bölümlere en iyi sopranolar için bile ulaşılması imkânsız
olan unutulmaz bir berraklık ve duruluk katar,” solistin şarkısında “kelimelerle
ifade edilmesi imkânsız olan yüce bir güzellik vardır”. Disipline edilmiş, içe
kapanık ve kalpleri durduracak kadar güzel, al yanaklı İngiliz ya da
Avusturyalı koro çocuğu, idealize edilmiş Yunan tutumunda eriyen tinsel ve
cinsel aydınlanmanın sombolüdür. Botticelli’nin uzun saçlı, melekvari narin
oğlanlarının durumu da farklı değildir.
Günümüzde özellikle de Amerika’da, oğlan
sevgisi yalnızca bir rezillik ve suç olarak değil, aynı zamanda bir zevksizlik
olarak görülüyor. Akşam haberlerinde elleri kelepçeli öğretmen, rahip ya da izci
liderlerinin polis arabalarına bindirilirkenki görüntüleri yayımlanıyor. Bu
kimseler terapistler tarafından uyumsuz ve duygusal olarak olgunlaşmamış kabul
ediliyor. Yine de güzelliğin, Hıristiyan ahlâkıyla uyumsuz olan, kendine özgü
yasaları vardır. Bir kadın olarak, günümüz erkeklerinin, Yunan uygarlığının
tepe noktasında akılcı kabul edilen ve hoşa giden şeyler nedeniyle
ayıplanmasını protesto etmekte kendimi özgür hissediyorum.
Yunan güzel oğlanı, Apollonca gözün canlı putuydu. Bir cinsel persona
olarak kouros, göz ile nesne arasındaki Nefertiti’de bulduğum, ancak
bağışlayıcı, huzurlu ve ıslak doğurganlığıyla Willendorf Venüs’ünde eksik olan
gerilimli ilişkiyi temsil eder, Zimmer, uygun bir yaklaşımla heteroseksüel Hindu’nun
“kan dolaşımını” Yunan’ın görsel estetiğinin karşısına çıkartır. Güzel oğlan,
doğa ananın reddedilmesidir, kasvetli döl yatağı ile labirent misali
bağırsaklarıyla bedenden bir kaçıştır. Kadın, Dionysoscu bir tehlike, sıvı dolu
bir dünya, soyun kitonyen bataklığıdır. Campbell’e göre Atina’nın “bayağı
ciddiyeti, sıradan hayatın heteroseksüel bağlılığına el sürmemiştir”. Evet,
idealleştirici Apolloncu tarz, gerçekten de sıradan hayatı reddeder.
Düşünceleri doğadan daha büyük kılmak, tanrısal bir insan ayrıcalığıdır.
Durmak bilmez içsel hareketleriyle bizi an be an ölüme doğru sürükleyen bedenin
bayağılıklarına doğuyoruz. İnsan biçimini mutlak erkek dışsallığında donduran
Yunan’ın Apollonculuğu, zihnin madde karşısındaki zaferidir. Apollon dünyanın
merkezi Delfi’de Python’u öldürerek zamanın akışını durdurur, çünkü kanımızda
taşıdığımız bu çöreklenmiş yılan, dişil akıcılığın sonsuz dalga hareketidir. Güzel oğlanlar, Apollonca güneşe uçan
bir îkarus’tur. Labirentten kaçar, ama ancak sonunda doğanın her şeyi eriten
denizine düşmek üzere.
Antikiteden günümüzün
kuaförlerine ve moda evlerine dek güzellik tapınıları daima eşcinsel olmuştur.
Kadınların eşcinsel erkekler tarafından profesyonelce güzelleştirilmeleri,
hayvanî olguların kadın doğasını sistematik olarak yeniden kavramsallaştırılmasıdır.
On dokuzuncu yüzyılın fin de siecle'indeki
[bir dönemin sonu] gibi, estet, daima erkektir, asla kadın değil. Yunan’ın
ergene tapınmasının lezbiyenlikle paralelliği yoktur. Büyük Sappho kızlara âşık olmuş olabilir, ama bütün kanıtlar
tutkularını dışsallaştırmaktan çok içselleştirmiş olduğuna işaret ediyor.
Meşhur şiiri, Batının aşk şiirinde çok uzun bir tarihe sahip olacak olan cinsel
personalar arasındaki düşmanca mesafenin icadıdır. Âşığının birlikte olduğu
adamla birlikte olmak için kullandığı odaya göz gezdirirken, kıskançlık,
aşağılanma ve çaresizliğe katlanışın fiziksel çırpınışıyla acı çeker. Bu ayrılma,
Apollonca Atina’nın estetik mesafesi değil, duyusal yoksunluğun çölüdür. Bu,
bir başka şiirde Afrodit’in Sappho’ya gülerek söz verdiği gibi, kapanabilecek
bir aralıktır. Kadın erotizmi kolayca fark edilebilecek şekilde gözün şehvetli
keyfînden yoksundur. Görüsel idealizm erkeksi bir sanat biçimidir. Lezbiyen
estet varolmamıştır. Şâyet olsaydı bile, sapkın erkek aklından ders alabilirdi.
Göz merkezli güzellik arayışı, anadan doğma bedenlerimizdeki hayatın Apollonca
düzeltilmesidir.
Zamanda
asılı kalmış güzel oğlan,
fîzyolojisiz fizikselliktir: Yemez, içmez, üremez. Dionysos, ritmi, müziği,
dansı, sarhoşluğu, oburluğu ve cümbüşüyle derinden zamanın içindedir. Melek
olarak güzel oğlan, doğanın karmaşasının üzerinde süzülür. Musevi dininde de
melekler kitonyen kadınlığa karşı gelirler. Dolayısıyla melek, cinsel
çekiciliği yoksa bile, her zaman genç bir erkektir. Bizdeki meleklerin manevi
saflığına Doğu dinlerinde rastlanmayışının iki nedeni vardır. Birincisi, bu iki
farklı dünya bir arada var olduğundan, tanrısal olanla İnsanî olan arasında bir
“ulağa” (an- gelos = melek) gerek yoktur. İkincisi, gerçi bu durum gerçek
kadınların toplumsal statüsünü hiçbir şekilde daha iyiye götürmemiş olsa da,
Doğulu kadınlık sembolik olarak erkeklikle eşit ve uyumludur.
Al
yanaklı güzel oğlan baharda açan
duyusal bir tomurcuktur. Gerçekliğin kısmî ifadesidir. Dışlayıcıdır,
aristokrat zevkin ürünüdür. Maddesel bolluktan, her şeyi yiyip yuttuktan sonra
kusan kadınsı doğanın rahminden kaçıştır. Söylediğimiz gibi, Dionysos “Çokluktur”,
bütünüyle kapsayıcı olan ve kesintisizce değişendir. Hayatın bütünlüğü; yaz ve
kış, çiçeklenme ve yıkımdır. Ulu Ana, hem cömert hem de kötü niyetli
mevsimleri ikiye bölmüştür. Güzel oğlan
pembe-beyazken, o her şeyi yutan kırmızı ağızdır. Güzel oğlan, umutsuz bir
çabaya girişerek düşseli, tükeniş ve çürümeden ayırmayı temsil eder. Biçim ile
biçimlendirmek ayrılır, natura naturansam. [yaratıcı doğa, -ç.n.] kendi
özgürleşmesini düşleyen natura naturata'da [yaratılmış doğa, -ç.n.]. Gözün
yarattığı bir tezahür olarak, bizzat sanatın yaptığı gibi, çokluğu tekliğin
ânlık bir görünümü içinde birbirine bağlar.
Kritios
Oğlanı dışında, başka üstün persona örnekleri, Louvre’daki tunç Beneverıto Oğlanı büstü imparator
Hadrianus’un emriyle yapılmış olan Antinous
heykelleri, Donatello’nun
Davud'u ve Thomas Mann’ın Venedik'te Olüm'ünün Tadzio’sudur. Apollonca olan, bakışta odaklanarak ritmi bastıran
bir sessizlik tarzıdır. Kendi cinselliğini tamamlayan güzel oğlan, aristokratik
küçümseme duvarının ardında kalan sessizlikte yalıtılmıştır. Antonyus heykellerinin ergen
hayalciliği, içedönük bir hakikat değil, ölümün melankolik önsezisidir.
Antonyus da ikarus gibi boğulmuştur. Güzel
oğlan hayallere dalar, ama ne düşünür ne de hisseder. Gözleri karar vermez,
hiçliktedir. Oval yüzü soluktur, hiçbir ifade yoktur. Gerçek bir şahsiyet
dekadans ve mumyalama olmaksızın sahnede kalamazdı. Güzel oğlan aldırmazlığı,
mesafeli hali ve kendini kontrol eden durgunluğuyla zalimdir. Bir kız da bu
türden durumlara nadiren rastlarız ama gördüğümüz genç Virginia Woolf’un
görkemli portre fotoğraflarındaki gibi duyusal donukluk (katotoni) ve otizmdir.
Ergenlik sonrasındaki narsist güzellik (Hitchcock’un Mamie’si gibi), garez ve
zalimlik, psikopatça bir ahlâksızlık demek olabilir. Güzellik tehlikelidir.
Güzel oğlanın iffetine ait tek şatafat, dalgalı ya da dolgun
görünümlü saçlarıdır. Bazen başının üstünde yuvarlak bir görünüm oluşturan uzun
saçları, Atinalı aristokratik modaya uygundu. Antonyus’un gür saçları Van
Dyck’in ipeksi saçlı prensleri ya da Yetmişlerin rock yıldızlarınınki gibi
kıvır kıvırdır. Sanatsal dikkatsizliği ve çekiciliğiyle tuzak kuran saçları,
seyredenin gözlerini kamaştırır. Yıldızların ateşli parçalar saçan ışıltıları,
Hıristiyanlık öncesi bir hâle, bir nur gibidir. Karizması ile parıldayan güzel oğlan, Apollonik ışığın nüfuz
ederek değiştirdiği maddedir. Yunan’ın görsel maddeciliği, müstehcen bedenselliğimizin
sert kristalini yapar. Güzel oğlan
zorlayıcı güçten ya da fiilden yoksundur, dolayısıyla kahraman değildir.
Duygusal kopukluğu nedeniyle o, bir kadın kahraman da değildir. Erkek ile kadın
ve duygulanım ile sonuç arasındaki ideal mekânı işgal eder. O, Olymposlular’a
benzer, hem eylemde bulunmadan ya da kendisi üstünde eylemde bulunulmayan, aynı
zamanda duygulanım olarak bir objet d’art'tır. Güzel oğlan, evrenin şakayla fırlatmış olduğu bir rastlantı ya da
kader kurbanıdır. Onun seküler bir aziz olduğunu öne sürüyorum. Işık, güzel
oğlanları akkor hale getirir. Tanrısallık, Ganymedes’i
kaçıran kartal misali, oğlanları soylulaştırmak için üzerlerine çöker, ki
Zeus da, Leda gibi dölledikten sonra ardına bile bakmadan bırakıp gittiği doğurgan
anne tipini temsil eden sürüyle kadın sevgilisinin aksine, Ganimedes’i
tanrıların arasında yaşamak üzere Olympos’a götürmüştü.
Platon, Phaedrus'da Yunanistan’da eşcinselliğin bakışı nasıl âyinleştirdiğini
sergiler. Sokrates, “tarınya benzer bir yüz ya da fiziksel biçimin”, yani
“gerçek güzelliğin” suretini hayranlıkla seyreden kişinin, bir huşu dalgasının,
“alışılmadık bir ateş ve terleme nöbetinin” etkisi altına girdiğini söyler:
“Seyreden kişi, âdeta bir tanrıyı seyredercesine ve bir deli sayılmaktan
korkmadan, sevgilisi tanrısallığın kutsal imgesiymişçesine, önünde huşuyla ve
ona adak sunarmışçasına eğilir.” Güzellik tanrıya ulaşan merdivenin ilk
basamağıdır. Dördüncü yüzyılda, beşinci yüzyıla ait hatıralarını yazan Platon,
bir post-klasik kabul edilirdi. Platon nezdinde, ideal cumhuriyetinden sürdüğü
sanat şüphelidir. Görsel maddecilik başarısız olmuştur. Phaedrus'da Yunan’ın
personaları arasındaki estetik mesafeye, dair gerilimi devam ettirir. Platon da
Sappho’nun ateşine tutulmuştur, ama ateşi, hâkimiyet kuran ve üstünde hâkimiyet
kurulan Batılı bakış tarafından almıştır. Yunan’da güzellik kutsal, çirkinlik
ve deformasyon tiksindiricidir. Odysseus, topal ve kambur Thersite’yi dövünce,
Homeros’un kahramanları gülerler. Cüzamlılara şefkatle bakan Hıristiyan rahiplerini
Yunan’da düşünmek imkânsızdır. Yunan’ın, mistik yüceltme ile hiyerarşik boyun
eğmeyi içeren güzelik tapmanda dikkat çekici biçimde ahlâkî yükümlülük yoktur.
Sanat
eseri olarak güzel bir şahsiyetin tahakkümü olarak tezahür eden Yunan ilkesi,
Batı kültüründe örtüktür ve önemli tarihsel uğraklarda görünür hale gelir.
Dante ile Beatrice ve Petrarca ile Laura’da bunu görüyorum. İster zaman, ister
mekân olarak olsun bir mesafe olmak zorunda. Göz, kaplayıcı nesne olarak
narsisist bir kişiliği seçer ve bu ilişkiyi sanatta biçimlendirir. Sanatçı
sevilene baskın bir cinsellik dayatarak, kendisini sevilenin iradesinin alıcısı
(ya da daha kadınsı bir ifadeyle içericisi) kılar. Bu yapı sado-mazoşisttir.
Batılı cinsel personalar, dramatik gerilim çerçevesinde düşmancadırlar.
Beatrice’in naturalistik biçimde, kutsal devasa beden içinde genişlemesi,
alabildiğine gösterişli ve dahası anlamsızdır, ama şair onun üstünlüğünü batılı
hiyerarşikleştirici bir cinsellik aracılığıyla tesis eder. Personalar
arasındaki estetik mesafe, elektriğini şimşek çakması ile atan kutuplar
arasındaki boşluğa benzer. Gerçek Beatrice ve La- ura hakkındaki bilgimiz
yetersizdir. Fakat ikisinin de eşcinsel geleneğin güzel oğlanına benzediğini
düşünüyorum: Uyurgezer, mesafeli, otistik, erdişil kendi tamamlanmışlık
âlemlerinde kaybolmuşlardır. Tabiî, Dante, bordo elbisesi içindeki Beatrice’ye
âşık olduğunda, o neredeyse sekizindeydi. Laura’nın ulaşılmazlığı, Petrarca’nın
Avrupa şiirini devrimcileştiren sonelerindeki “ateş ve buz*’ metaforlarının
gerisinde kalan esin kaynağıdır. “Ateş ve buz” Batının simyasıdır. O, Sappho
ve Platon’un tekinsiz aşk tecrübelerini bildiren soğuk algınlığı ve ateşli
hastalığıdır. Catullus’un taklit ettiği ve günümüze halk türküleriyle ulaştırılmış
olan beden ile akıl arasındaki acı dolu müphemlik, Sappho’nun şiire katkısıdır.
Batılı aşk, Denis de Rougemont’un da işaret ettiği gibi, ya mutsuzdur ya da
ölümle içiçedir. Dante ve Petrarca’da kendini tüketen aşk nevrotik değil,
âyinsel ve kavramsallaştıncıdır. Batı, düşüncesini ve sanatını katı cinsel
personalarımızı soğukkanlılıkla manipüle ederek biçimlendirmiştir.
Güzel
bir şahsiyetin tahakkümü, özellikle Poe ve Baudelaire üzerinden Wilde’a uzanan
karanlık Coleridgeci çizgide olmak üzere, Romantisizim merkezindedir.
Raphael-öncesi akımın önde gelen siması Dante Gabriel Rossetti adaşını taklit
ederek kendi Beatrice’sini, eserlerinde saplantılı bir biçimde yer verdiği
hastalıklı kadın Elizabeth Siddal’ı üretmiştir. Siddal, Beatrice ve Laura gibi
güzel oğlanın kadın halidir. Yüzü, Rosetti’nin öğrencisi Edward Bume-Jones’un
tablolarındaki genç ve güzel erkeklerin yüzlerine dönüşmüştür. Güzel oğlanın
narsisist mesafeli hali ve gizli içe kapanıklığı Rossetti’nin Şiir Tanrıça’sında
uyurgezerliğe dönüşür. Antonious, Beatrice, Laura ve Elizabeth Siddal’ın sanata
dâhil olmaları, zaten klas, erişilmez kişilerüstü özelliklerinden obje d’art'ı
soyutlayıp, uzaklaştırmaları nedeniyle kolay olmuştur. Buradaki kilit kavram
cinsel kimliğin aşkınlığıdır.
Oğlansı
Jodie Foster’a tutkun acemi çaylak John Hinckley, Dante’nin mesafeli
Beatrice’ye teslimiyetini tekrarlar. Dante’nin aşkı da bir o kadar uygunsuzdu,
ama o bunu şiire dönüştürememişti. Saldırganlığın Batılı gözde zaten mevcut
bulunduğunu anlamaktan âciz düz kafalılar kalemi değil de silâhı seçiyorlar.
Jodie Foster’m perdeye taşıdığı cinsel personanın cinsel belirsizliği, Beatrice
hakkındaki görüşümü destekler. Bu cinsel dindarlıktaki ahlâkî yükümlülük
yokluğu, estetizmin ahlâk dışılığını açıklar. Oscar Wilde, güzel sıfatının
mutlak eylem hakkının her ne olursa olsun teslim edilmesi gerektiğine
inanıyordu. Güzellik bir İlâhi emir olarak ahlâkın yerine konulur, Cocteau’nun
Wilde’ı izleyerek söylediği gibi, "Güzelliğin muazzam ayrıcalıkları
vardır.”
Bütün
bakışların nesnesi olan güzel oğlan,
ya önüne ya uzağa bakar ya da gözlerini belirsiz bir odağa dikmiş halde tasvir
edilir, çünkü başka kişilerin ya da şeylerin gerçekliğini tanımaz. Entelektüel
tartışmayı, büyüleyici Alkibiades’i Symposium'da körkütük sarhoş ederek bitiren
Platon, geçmişe bakarak cazibe ve güzelliğin Atina’da yarattığı hasarı yorumlar.
Şımarık ve çekici Alkibiades, nihayet yaşadığı şehre ihanet etmesi sebebiyle
gözden düşer ve sürgüne gönderilir. Güzel
oğlan, eylemin âlemi için tefekkürün âleminden ayrılır, ama sonuç kaos ve
suçtur. Wilde’ın Alkibiades’i olan Dorian
Gray, bir çürüme becerisinin üretilmesidir. Donan, Adonis ile Antonius’un
güzelliğini olduğu gibi muhafaza eden bir erken ölüme katlanmayı reddeder, ama
insan yapısındaki kararsızlığın yansıtıldığı bir sanat nesnesi olarak bir
delikanlı ile yani kendi portresine yoğunlaşır. Ergen Dorian kalpsiz ve sakin,
ama güzel oğlan yıkıcıdır. Mann’ın Wilde’a bir saygı duruşu olan Venedik'te Ölüm'ündeki güzel oğlanın
yıkmak için parmağını bile oynatmasına gerek yoktur. Onun kör edici Apollonca
ışığı, ahlâkî dünyayı darmadağın eden bir ışıltıdır.
* John
Hinckley, film yıldızı Jodie Foster’a saplantılı aşkını kanıtlayacak bir
kahramanlık eylemi olsun diye 30 Mart 1981’de ABD Başkanı Ronald Reagan’ı
öldürmeye kalkmış ama başarısız olmuştu
Güzel oğlan, Atina’nın yüksek klasik döneminin temsili paradigması-
Som Apollonca bir nesneleştirme, alenî bir cinsel nesnedir. Onun anlaşılır
konturları ve katılığının kökeni, Mısır’ın anıtsal mimarisi ve Homerosun parlak
gök-tapıncıdır. Güneşle aydınlanmış tutkulu insan figürü görünümüyle Apollonik
güzel oğlan, çözülen biçimin ayrıcalıklı yılgınlığını, pheidos dönemi Atina’sı
için dramatize eder. Euripides’un parçalanma ve çeşitliliği sembolize eden
kitonyen parçalanma çerçevesinde hicvettiği kişiliğin tekliği ve imgenin
bütünlüğü meselesi tam da Atina’ya özgü bir ölçüdür. Güzel oğlan, Platon’un
eşcinsel aşkla özdeşleştirdiği ve kendisi de bir erdişil olan erkekten-doğmuş
Uranuslu Afrodit tarafından kayırılır. Arkaik kouros’un güçlü bir erkeksiliği
söz konusuyken, erken ve geç klasik dönemin güzel oğlanı, erkeksiliği ve kadınsılığı
birbirine uydurur. Güzel oğlan da, Euripides’in önceden fikir verdiği
Helenistik eğilimin kadına yönelişiyle birlikte, bir dekadans belirtisi
olarak, kadınsılığa kayar.
Praksiteles, klasik duruşun (kontrapost) zarafetini yanlış
ayarlayan ergen Hermes'inde
(yaklaşık olarak İÖ 350) de bu yön değişimini kaydeder. Kalça kıvrımlarıyla
dönemine özgü bir zarafeti gösteren Hermes, ağırlığını yönden ziyade, hantalca
dayandığı bacağının üzerinden çeker. Bebek Dionysos’u taşıyan kolu bir kütüğün
üzerinde kımıltısızdır. Famell, Prak-sitelvari “mecalsizliği”, “Tanrılar bile
bitkin düşmüşler”, diye açıklar. Kenneth Clark, Yunanistan’ın yüksek klasik
sanatında “dayanıklılık ve zarafetin fiziksel dengesi”ni bulur. Helenistik güzel
oğlanda zarafet, dayanıklılığı zayıflatan bir özelliktir. Rhys Carpenter’a
göre, Praksiteles’in Knidos’lu Afrodit'ı kadar, Polyclitus’un Doryphoros’unun
beşinci yüzyılın heykeltıraşlık kuralları nedeniyle meydana gelen cinsel
dejenerasyonu da “kazanan bir erkek atletin isteksizce güçten düşmesiyle
eşdeğeri halini aldığı kadına uygulanan ölçüt”tür. Hauser, Lysippus’un
Apoxyomenos’u ve Hermes’inden, “atletten ziyade, birer dansçı etkisi
gösterirler”, diye söz eder. Jane Harrison, kınadığı Praksiteles’in Hermes’ini,
Kourotrophos (oğlan bakıcısı) olarak kabul ederek, “annenin işini gaspetti”
der: “kadının yaptığı işleri yapan erkek, kadın kılığına girmiş erkeğin, kötü
uyumsuzluğunu, yaradılıştan gelen işe yaramazlığı devralmıştır.” Harrison
cinsel ikiliği tekrar fark eder, ama ona göre bu durum iğrençtir. Clark,
sanatta duruşun rastlandığı ve aralarında Hindistan’ın da bulunduğu bölgelerden
bahsederken, İskender tarafından yayılan bir Yunan etkisine işaret eder. Orijinal
anlamda erkek motifi, kadın ikonografisine “arzunun canlı sembolü” olarak dahil
olmuştur. Gözden kaçırılan, duruşun, erken klasik dönemin kouros’unun, asil
teşhirciliğiyle, yani başlangıcından itibaren erotik oluşudur. Helenistik
ergen, cinsel tâcizi ve aşırı çıkık kalça pozuyla olgundur. Bu, kadim ya da
modem zamanlarda olsun, fahişenin ve travestinin sokak vaziyetidir.
Donatello’nun Davud’undaki gibi eli kalçasında erkek duruşu, kışkırtıcı ve
aynı zamanda çift cinsiyetlidir.
Dionysos’un portreleri, Yunan sanatında erkek personaların kadınsılaştırılmasını gözler önüne serer.
Arkaik travesti Dionysos, sakalı yetişkin bir erkekle cinsel olgunluğa erişmiş
bir kadını kaynaştırır. Beşinci yüzyılda sakalı kaybolduğunda, artık Parthenon
duvar süslerindeki ergen Apollon’dan farkı kalmamıştır. Helenistik Dionysos, şehvetiyle güzel oğlanı cezbeder.
Thasos’da bulunan üçüncü yüzyıla ait bir baş, omuzlarına kadar inen gür
saçları, aralıklı ve talepkâr dudaklarıyla bir film yıldızı bir kadın olarak
anlaşılabilir. Bu güzel nesneler, aleni eşcinsel erotizmleri nedeniyle
uzmanlara genellikle itici gelir.
Uzun
süren ademi merkeziyetçi Helenistik dönem, canlılığı, huzursuzluğu ve
sansasyonelliği ile günümüze benzerdi. Helenistik sanat cinsellik ve şiddet ile
içiçeydi. Yüksek Yunan sanatı ideal genci onurlandırırken Helenistik sanat
bebekler, zalimler ve ayyaşlarla doluydu. Atina’nın erotizmi, mutfakta ve çanak
çömlekte pornografikken, önemli heykellerde ulu ve ölçülüydü. Öte yandan
Helenistik dönem heykelciliği, büyük ölçekli güreşme ve boğuşma sahnelerinden
- katliam, şiddet ve ahlâksızlığı tercih ederdi. Helenistik cinsellik öyle bir
serbest akış içindeydi ki, o dönemden kalmış hasarlı heykellerin gerçek
cinsiyeti tartışmalıdır. Yanlış teşhis ve sınıflandırmalar yaygındır.
Dover,
Atinalıların eşcinsel zevkinde atletik fiziğin yüceltildiği beşinci yüzyıldan,
yumuşak edilgen minyonların moda olduğu dördüncü yüzyıla bir değişme olduğunu
söyler. Hermafroditin klasik sanatta ilk olarak dördüncü yüzyılda görülür.
Kadınsı göğüsleriyle tüylü yaratık, ya pelerinini sıyırarak ya da cüretkârca
tuniğini kaldırarak, âyinsel bir gösteri biçiminde erkek cinsel organlarını
teşhir etmeye çalışır. Uyuyan
Hermafrodit, on sekizinci yüzyılın uzanmış yatan kadın nüleri’nde olduğu
gibi, kendinden sonraki sanatı etkilemiştir. Mayışık figür düzgün kalçasını ve
kısmen kabarık göğsünü belli bir bakış açısına göre belli belirsiz ortaya
çıkarır, ama başka bir açıdan bakıldığında ise kadın göğsü ve erkek cinsel
organı gün gibi açıktadır. Bir Villa Borghese taklidinin meraklı bakışlardan ve
rahatsız edici sorulardan korunmak amacıyla, duvara dönük tutulduğunu gördüm!
Fakat hermafroditlerin süslemede tercih edilmesi, antik zamanlarda gerçek bir
hermafrodit doğumun her yerde korkuyla karşılanması nedeniyle, bir paradokstur.
Bu durum, yani Hypospadias, ad stuporem [duyarsızlık], Hugh Hampton Young’ın
yüzlerce fotoğrafı içeren ufuk açıcı eseri Genital Abnormalities,
Hermaphroditism, and Related Adrena Di- seases'da (1937) incelenebilir.
Hermafrodit doğumun, savaş, felâket ve salgın hastalık alametinin habercisi
kabul edilmesi nedeniyle, böyle bir bebek genellikle ya yok edilir ya da açıkta
bırakılarak ölüme terk edilirdi. Hermafrodit çocuklar, Paracelsus’a gelinceye
kadar “ebeveynlerinin saklanmış günahlarının canavarca işaretleri” sayılırdı.
Roma döneminin vakanüvisti Diodorus Siculus, tümörünün patlamasıyla erkek
cinsel organları açığa çıkan bir Arap kız çocuğunu kayıt altına almıştır. Erkek
cinsel organları açığa çıkan kız adını değiştirir, erkek kıyafetlerine bürünüp
çile çekmek üzere inzivaya çekilir.
Hermafrodit efsanesinin kaynağı bilinmiyor. Anadolu’daki bereket
tanrılarının cinsel ikiliğinin bir kalıntısı olabilir. Sonraki hikâyelerdeki iddialar,
Hermes ile Afrodit’in kadın/erkek çocuğunun adı etrafında biçimlenmiştir.
Mitoloji yazarları arasındaki karmaşa, Ovidius’un muhtemelen unutulmuş bir
İskenderiye romansında temellenen Metamorphoses uyarlamasıyla başlamıştır. Aşk
perisi Salmakis, paylaştığı ormanda tuzağa düşürdüğü Hermaphrodit güzel oğlanı kolları ve bacaklarıyla sıkıca sarar,
tanrılara kendilerini - Platon’un tarihöncesi erdişileri gibi - tek bir bedende
birleştirmeleri için yakarır ve oğlanı, yakarışı kabul edilinceye kadar
bırakmayacağını söyler. Bu efsane, içinde yıkanan erkeklerin cinsel gücünü
tüketen lânetli su birikintisini anlatan bir halk hikâyesiyle başlamış
olabilir.
Yunan erdişiliği, kitonyenden Apolloncaya ve oradan tekrar kitonyene
doğru evrilmiştir: Dirimsel enerjiden tanrıya benzer karizmaya, oradan da
erkekliğin kayboluşuna. Erdişinin Jane Harrison ve Marie Delcort tarafından
ilerleyen dönemde aşağılanmasını paylaşmıyorum. Kadınsı erkekler dünyanın her
yerinde gördükleri habis baskı nedeniyle acı çekiyorlar. Dekadansı, karmaşık
bir tarihsel tarz olarak kabul ediyorum. İzleyen aşamalarda ise, erkeklik sürekli
geri çekilmektedir. Kadınların pratikte olmasa bile, önemli bir sembol olarak
özgürlüğün tadına varmaları ironiktir. Dolayısıyla yasalar, kadın
eşcinselliğini değil, erkek eşcinselliğini daha sert biçimde cezalandırmaktadır.
Lucian deklarasyonundaki bir tartışmacı, “şehvetle kızışmış bir kadının,
erkeğin doğasını gasp etmesi, erkeğin asil doğasının, kadını oynayarak
kepazeleşmesinden çok daha iyidir.” Benzer şekilde, heteroseksüel pornografinin
günümüzdeki temel çekiciliği ara fasıllar olarak gösterilen lezbiyen
bölümlerdir. Erkeklik, erkeğin doğanın egemenliğinden kurtulduğu günden bu
yana, ruhsal durumların en narini ve sorunlusu olmuştur.
Roma edebiyatının cinsel personaları heyecanlı ve daimi hareket
halindedir. Yunan'ın anstocratik atletizmi Roma’da ikiye ayrılır: Köleler ayak
takımının vahşi gladyatörlüğü ile aylak üst sınıfın, şimdi olduğu gibi o zaman
da sportif bir yaşam biçimi olan, cinsel serüvenciliği. Cumhuriyet dönemi sona
ererken, Catallus, Roma sosyetesinin
gözdelerinin bir birleriyle düşüp kalkmalarının Kaydını tutar: Karanlık
sokaklarda sürten kendilerini sokaktan geçenler arasından gelişigüzel
seçtikleri yabancılara sunan Patrisyen kadınlar. Anneleri ve kızkardeşleri
tarafından tâcize uğrayan yarı çıplak erkekler. Bir tavşan gibi yumuşak ve
“sertliğini kaybetmiş bir penis gibi hareketsiz” kadınımsı adamlar. Bir gece
önceki börek kırıntılarını bile “soğuktan kızarmışçasına duran dudaklarının”
kenarında kalmış olan, hırpalanmış kıçlarıyla ibneler. Yolları arşınlarken,
sevişen bir kız ile oğlana rastlayan şair, oğlanın arkasına geçer ve onu
becerir. Aleni seksin dekadan olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nerede
kaldı, o yeşil çayırlarda yuvarlanılan güzel pagan günler: Sağduyudan yoksun Keats,
hâlâ bu duygusal görüşü sürdürüyor, ama, onun görüşünü paylaşmak mümkün
görünmüyor. Baudelaire gibi Catallus’da da ahlâken iğrençlik ve pislikten
geçilmeyen ama haz içinde anlatılan betimlemeler vardır. Gayet neşeyle dile
getirdiği, çürüme ve hastalıkla kirlettiği ahlâkî önermeler, cumhuriyetçi
Roma'dan sirayet etmiştir. Onun şiiri, Romalı personaların «bozulmasını ve yok
olmasını izlediğimiz iç karartıcı yeraltını aydınlatan bir meşaledir. Kadınlar
ve erkekler aniden özgürleşir, lâkin bu özgürleşme, bıkkınlığın, bitkinliğin ve
doygunluğun yarattığı arayıştaki galeyanın hırçın döngüsündeki fazladan enerjinin
istilâsıdır. Ahlâkî kodlar her zaman kısıtlayıcı, göreceli ve insan yapımıdır.
Gene de uygarlığa muazzam katkıları olmuştur. Onlar, uygarlığın ta kendisidir.
Onlar olmadan, gündüzü geceye, aşkı takıntı ve şehvete dönüştüren doğanın
tiranlığının, cinselliğin kaotik barbarlığının istilâsına uğrardık.
Bir
Sappho hayranı olan Catullus, ondaki duygusal müphemliği
sado-mazoşizme dönüştürür. Sappho'nun soğuma ve kızışma arasındaki gelgitleri
Catullus'da “odi et amo” “Nefret ediyorum ve Seviyorum” haline gelir. Yunan
kadını şairin portakal çiçekleri gibi taze ve sevilen Bâkireleri, Romalı şairde
zina yapan, sadomazoşist baskın kadın ve vampirler gibi “herkesin gücünü emen”
kinik Lesbia olur. Şehirli femme fatale, doğa ananın eski çağlardaki maskesini
takar. Soylu Clodia'dan gelen varlıklı Lesbia, Eski Ahit'in kınayıcı yorumuna
göre Bâbi'lde bin yıldır uygulanan bir sapkın cinsel personayı Roma’ya getirir.
Kadınca alıcılık, bir edepsizlikler küveti haline gelir, vajina, Romalı
soyluları zehirleyecek ve mahvedecek bir pislik ve hastalık yuvasına dönüşür.
Catullus
cinsel personaların haritacısıdır. Ölüm döşeğindeki tanrı Attis’e (Carmetı 63)
yaktığı ağıt, cinsiyetler üzerine sıradışı doğaçlamadır. Kendisini Kibele için
hadım eden Attis, cinsel bir alacakaranlık kuşağına adım atar. Söz-dizimsel
açıdan şiir onun kadınsılığına atıfta bulunur. Unutulmaz bir ayindir bu: “Ben bir kadın, ben bir erkek, ben bir genç,
ben bir oğlan”. Attis, hepsi ya da hiçbiridir, cinsiyetin şamanistik olarak
genişlemiş şimdiki zamanında canlanan bir hatırayla dolaşır. İmparatorluk Roma’sına
benzer biçimde, şevk içinde, kendini kaybetmiş, sınır tanımayan personaların
düşüşüne tutunur. Geleneğe duyulan şüphe, keyif değil melankoliyi taşır.
Attis, alelâde bir hayattan sanatsal biçimde ayrılmıştır, fakat “kısır”
olduğunu hisseder. Attis, yeni, bilinmeyen ve manik bir dünyada, cinsiyetler
arasında değişime uğrayan şairin kendisidir.
Ovidius kendisinden
kırk yıl sonra doğan ilk cinsel psikanalisttir. Şaheseri olan Başkalaşımlar, adına uygundur: Roma
değişirken, Ovidius, Yunan ve Roma efsanesini sihirli dönüşümler uğruna talan
eder - insan ve tanrıyı, hayvana ve bitkiye, erkeği dişiye ve tekrar erkeğe
dönüştürür. Kimlik akıcıdır. Apollon’un çerçevesi, doğanın Dionysoscu büyünün
etkisi altına girmesi nedeniyle etkisiz kalır. Dünya, cinsel arzunun ahlâken
kestirilemeyen isteklerinin istismar ettiği ruhun yansımasıdır. Ovidius’un,
erotik sapkınlığa gösterdiği ansiklopedik dikkat -kendisinin dolaysızca etkilendiği
- Spenser’ın Faerie Queene'inde belirinceye kadar tekrarlanmayacaktır.
Halefleri Sade, Balzac, Proust,
Krafft-Ebing ve Freud’tur.
Başkalaşımlar, bir cinsel sorunsallar elkitabıdır. Meselâ bir erkek
gibi büyütülen, bir kıza âşık olan ve erkeğe dönüştürülerek ıstırabından kurtarılan
Iphis adında bir kız vardır. Yahut, bir zamanlar Caenis adında bir kızken
evlenmeyi reddettiği Neptün tarafından ırzına geçilen Caeneus. Bu Caenis ırzına
geçilişinin tazminatı olarak savaşırken ya da sevişirken hiçbir zarara
uğramayacak bir erkek şeklinde değiştirilerek Caeneus olur. Bir Homeros
uzmanına göre, Caeneus, kargışını fallik bir totem gibi dualar ve adaklarla
pazarın orta yerine diker ve insanlara o kargıyı bir tanrıyı selamladıkları
gibi selamlamalarını buyurur, buyruğu Zeus’un gazabına yol açar. Vergilius’un
yeraltı dünyasında Aeneas, Caeneus’u kadınlığın kendi otoritesinin yeniden
dayatıldığı bir morfolojik kadın hayaleti olarak görür. Ovidius’daki şiddet ve
fetişizm karmaşası, bir heyecan değil, teorik bir durumdur. Mevzu edindiği şey
ise, bizim “ikili doğa"mızdır, ki bu, Mainadlar’ın her şeyi birbirine
katan korkunç âlemlerinin akabinde, silâh işlemez Caeneus'u boğan atadamlar için
kullanılan bir terimdir. Freud gibi, Ovidius da narsisizm ve iktidar olmaya
dayanan varsayımsal modeller kurar. Bakış açısı dönemler arası konumlanışına
dayanır. Değişim halindeki cinsel personalar, bulanık Dionysosca süreci sakin
bir Apollonca incelemeye konu edebilmesini sağlar.
Ovidius, daha az önemli
çalışmalarında Catullus’un keskin cinsel savaşını salon politikasına dâhil
ederek hafifletir. Aşk Sanatı'nda ayartılan kişinin Proteus gibi kurnaz ve
yanardöner olması gerektiğini söyler Romalı Dionysos, erotik fırsatçılığa
indirgenerek başkalaşmış olan Yunan doğasıdır. Cinsiyet değişimi seksi bir
oyundur: Kocasını aldatan ârif kadın mektup yazdığı “erkeği”n cinsiyetini
“kadın”a çevirir, Ovidius’a nasihat eder. İmparatorluk, Roma’nın kavramsal
enerjisini cinsiyete yönlendirir. Öyle ki, Martial’ın kullandığı cinsellikle
ilgili kelimelerin alabildiği özelleşmesi, modern tıp terminolojisini de etkilemiştir.
Anlatılmak istenene tam karşılık gelen, ama kısıtlı bir dil olan Latince,
cinsel faaliyet konusundaki kesinlikten şaşırtıcı biçimde uzaklaşmıştır. Bir
Latin dili uzmanı olan Fred Nichols bana, Martial’da bir fiilin ilk kez
Catullus tarafından erkek eşcinsel ilişkide pasif partnerin kalçasının ritmik
hareketini tanımlamak için kullanıldığım söyledi. Gerçekte bu fiilin iki
kullanım biçimi vardı: Biri erkekler, diğeri kadınlar için.
Klasik
Atina’da, Erkeksi atletikliğin övüldüğü klasik Atina’sında, ortalıkta sadomazoşistler
ve kadın elbiseleri ile gezen erkekler görülmezdi. Buna karşılık, hiciv yazarlarına
inanacak olursak Roma İmparatorluğu çift cinsiyetli yaratıklarla dolup taşıyordu.
Ovidius kadınlara, saçları “hintsümbülü yağıyla kayganlaştırılarak” yapılmış
olan zarif erkeklerden sakının! Elbiselerini aşırabilirler der. “Eğer
sevgilisi kendisinden tüysüzse ve kendisinden daha fazla erkek arkadaşı varsa,
bir kadın ne yapabilir?” Ausonius,
anüsü ve kalçasını tıraş eden bir oğlancıdan bahseder. “Arkadan bir kadın, ama
önden bakınca erkeksin”. Horatius,
Petronius ve Martial’da kız gibi
oğlanlarla, uzun saçlı erkek fahişelere rastlanır. Gaius Julius Phaedrus,
biçimlendirdiği insan figürlerine yanlış cinsel organ kalıpları yerleştiren,
her iki cinsiyetten eşcinselliğin müsebbibi kabul ettiği, ayyaş Prometheus’u
suçlar. Yunan edebiyatında nadiren karşılaştığımız lezbiyenlik Roma’da sıçrama
yapmıştır. Martial ve Horatius,
gerçek hayata kaydettikleri, “erkek şehveti” ile davranan kadın seviciler
Balba, Philaenis ve Arminumlu Folia’dan bahsederler. Publius Clodius, Bona Dea’nın
kadın ayinleri hakkındaki lezbiyen imalarını reddeder. Lucian’ın tartışmacısı,
lezbiyen eylemi “erdişi tutku” olarak ayıplar ve yapay penisleri “şehvetin,
haysiyetsiz âletleri, meyvesiz birleşmenin dehşetli taklidi” olarak
adlandırır. Roma’nın cinsel anlamda yolunu kaybetmesi muhteşem bir tiyatroydu,
ama paganizmin çöküşüne yol açtı.
Zevk arayışı, iktidarın
merkezine değil, eğlence çemberine aittir. Kişi bugünlerde de, arkadaşında,
sevgilisinde ya da bir yıldızdaki oyunculuğu ve kendiliğindenlikten
hoşlanabilir, lâkin profesyonel ve politik otoriteden insanlardaki farklı bir
karakter istenen bir şeydir. Daha düzenli, hayal gücü kıt olan ve de can sıkıcı
günlük hayatlarıyla cebelleşen başkanlara, cerrahlara ve pilotlarımız olduğu
için şükran duyalım. Hiyerarşisi içindeki hizmet, sofuca ve kendine odaklanmış
olmalıdır. Sanatın yetki bölgesindeki kimlik krizlerinden fayda sağlamaz.
Roma, organizasyon konusunda dâhiydi. Dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş
Filistinli mezhebi bir dünya dinine dönüştüren Katolik Kilisesi, Roma’nın
idari yapısını da kendi bünyesinde eritmiştir.
Cumhuriyetin yasallığıyla genişleyen Rofoa
imparatorluk bürokrasisi, diğer ulusları gaddar gücüyle ezen mükemmel bir
makinadır. İki bin yıl sonra bizler hâlâ Yahuda’nın yenilgisinin ve Roma’ya
ayak direyerek dağılan dikkafalı Musevilerin ve Yahuda’nın yirminin
sonuçlarını yaşıyoruz. Roma’nın mukadderatını tarih boyunca dünyaya yayan bu
sağlam makinenin, uygun adım ilerlerken çalan gümbürtülü davullarıyla birlikte
nasıl işlediğini Hollywood filmlerinden biliyoruz. Ne var ki, makinanın
sahiplerinin kendilerini aylaklığa ve uçarılığa kaptırmasıyla Roma’nın manevî
kudreti yok olup gitti.
Romalı vakanüvistlerden bize sürükleyici dedikodular
kalmıştır. Tiberius, Neron, Galba, Otho,
Commodus, Trajanus ve Glagabalus gibi imparatorların oğlancılıkları
anlatılır. Hattâ Julius Sezar’ın
biseksüel olduğu bile söylenirmiş. Hadrianus
güzel Antinous’un aşkından çökmüş,
ölümünden sonra onu ilâhlaştırmış ve her yere heykellerini yaptırmıştı. Caliguila’nın beğenisi, ölçüsüz uzun
elbiseler ve kadın elbiseleriydi. Karısı Caesonia’ya zırh kuşandırır ve geçit
töreninde askerî birliklerin önüne yerleştirirdi. Peruk takar, şarkıcı,
dansçı, savaş arabacısı, gladyatör, bâkire avcı, dahası karısının kılığına
bürünür ve tutku duydukları gibi davranmaktan hoşlanırdı. Kadın ve erkek
tanrıları taklit ederdi. Jüpiter gibi, kendi bacıları da dâhil olmak üzere
birçok kadının ırzına geçmişti. Cassius Dio’nun alaycı bir ifadeyle belirttiği
gibi, “Bir insan ve imparator olmaktan ziyade her şey olarak görünmeye
hevesliydi.”
Neron, ozan, atlet ve savaş arabası
sürücüsü rolünü seçmişti. O Yanan Romayı seyreden bir trajedi oyuncusu
kılığındaydı. Sahnede kadın ve erkek kahramanları, kadın ve erkek tanrıları
oynadı. Kaçak bir köle, kör adam, bir deli, gebe bir kadın ya da çalışan bir
kadını oynadı. Söylentiye göre karnını tekmelediği gebe karısı Poppaea
Sabina’yı da taklit etmiştir. Neron
garip cinsel davranışların esprili mimarıydı. Irmak kıyısında kerhaneler inşa
etti, kapı eşiğinde kendisini baştan çıkarmak için yalvaran patrisyen kadınlar
yarattı. Genç erkek ve kadın kurbanlarını kazıklara bağladı, saklandığı inden
büründüğü hayvan postu içinde çıkıp hayvanların cinsel organlarına saldırdı.
Neron, ikili eşcinsel evlilik parodisini tasarlamıştır. Mütevaffa karısı
Poppaea'ya benzetmesi nedeniyle iğdiş ettirdiği, kadın elbiseleriyle bezediği Sporus adlı genç bir oğlanla,
maiyetinin önünde kansı ve kraliçesi olarak evlenir. İkinci eşcinsel
evliliğini, adı Tacitus’un tarafından Pythagoras, Suetonius’un tarafından ise
Doryphorus diye bildirilen bir gençle yapar, ama cinsel roller tersine
çevrilmiştir. İmparator gelin olmuştur. “Zifaf gecesi”, diye bildirir
Suetonius, kızlığı bozulan kızın iniltilerini ve çığlığını taklit etti”.
Commodus, cariyelerinden birine annesinin adını vererek, cin
yatını Oedipal bir drama haline getirdi. O, hem Merkür, hem de travestileşmiş
Herkül olarak göründü. Kendisi arenadaki bir Amazon olarak görünmek istiyordu
ve cariyesi Marcia’yı da bir Amazon gibi giydirdi kendisini Amazonlu olarak
adlandırdı. Caracalla’ın kuzeni acayip cinsel görünümler sunan Anadolu
elbiselerini imparatorluk fima’sına getirdi. İpekleri, mücevherleri ve danslarıyla
orduda rezalet çıkarttı. Kısa süren hükümdarlık döneminde, ülke, tiyatro oyunları,
ve salon oyunları ile zevzekleşti.
Lampridius’un söylediği göre, “Kendisini
hünerli bir konfeksiyoncu, parfüm satıcısı, aşçı ya da bir pezevenk gösteriyor
ve evinde de bu işlerle meşgul oluyordu.” Elagabalus’un soylu azametini
gevşeterek plebyen rolleri kabul etmesi, sosyal hareketliliğin tersine yer
değiştirmeydi. O da, Neron gibi David Reisman’ın günümüzün modası olan kot
pantolon için kullandık bir deyişle, “sınıf travestiliği” hüneri göstermişti.
Elagabalus’un
yaşamsal ihtirası, kadınlığa hasretiydi. Kafasında peruğu Roma’nın gerçek
kerhanelerinde fahişelik yapıyordu. Cassius Dio bildirir:
* Ahlâksızlıklarını sarayda kendisine ayırdığı odada
sürdürdü, odanın kapısında hep çırılçıplak durur, gelip geçenlere mahvolmuş orospuların
yaptığı gibi boynunda asılı altınları şakırdatarak, tatlı ve yumuşak sesiyle
laf atardı. Pek tabiî ki, oynayacaktan roller için özellikle görevlendirilmiş
erkekler vardı... Efendilerinden para devşirir ve âdeta kendisi kazanmış havası
verir, dahası bu kepaze meşguliyetteki iş arkadaşlarıyla onlardan daha fazla
âşığı olduğu ve daha çok para kazandığını iddia ederek ağız dalaşma girerdi.
İmparatorun gözü, kocası
tarafından zina halinde yakalanan ve bu nedenle dayak yiyen bir kadını
canlandırırken aldığı darbelerle sahiden morarmıştı. Huzuruna, cinsel
organının büyüklüğüyle ün salmış bir adamı çağırmış ve “kur yapan bir kadın
edasıyla” ona “Bana Beyim diye hitap etme, çünkü ben bir Hanımefendiyim”
demişti. Kamusal alanda aslanın çektiği bir savaş arabasıyla Ulu Ana’yı taklit
ederken dizlerinin üstüne çökük vaziyette kalçasını erkek partnerinin önüne
dayayarak Venüs Pudicia pozu vermişti. Velhasıl söz Elagabalus’a gelince, travesti fantezileri onu cinsiyet değiştirme
arzusuna yöneltmişti. Hadım olma isteğinden sünnet olmayı kabul ederek,
gönülsüzce caymıştı. Dio, “Hekimlere, cerrahî müdahale yoluyla vücuduna vajina
yerleştirmeleri şartıyla, hizmetlerini büyük paralarla ödüllendireceğine söz
vermişti.” Bu ameliyatı ancak yakınlarda mükemmelleştirebilen bilim, cinsel
hayal gücünün açıkça gerisinde kalmıştır.
Mutlak
iktidar, düşlere açılan bir kapıdır. Romalı
imparatorlar şiddetle çalkalanan kendi dünyalarının gerçeğe uygun
tiyatrosunu buldular. İsteklerle gerçeklik arasında uçurum yoktu; fanteziden
anlık görülebilirliğe sıçrama. Roma imparatorluğunun maskesi: Pandomim,
sorgulama, hoyratlık. İmparatorlar cinsel personaları, yoğrulabilir kilden,
sanatsal bir ortam haline getirdi. Bir şölen gecesinde Hıristiyanların
yaşadığı muhiti ateşe veren Neron
gerçeklikle oynadı. Yunan heykellerinin Romalı taklitleri özelliksiz ve
kabadır. Yunan tiyatrosunun Roma tarafından cinsel sadeleştirilmesindeki gibi.
Kışkırtma ya da işkenceye neden olmak gayesiyle sahneye çıkan imparatorlar
şiiri ve felsefeyi tiyatrodan uzaklaştırdı. Roma’daki kır evlerinde foseptiğe
(vomitoria) giden kanallar, yeni bir öğüne başlamak için daha önceki altı
öğünün kusulduğu oluklardır. Vomitoria adı aynı zamanda, Roma amfi-tiyatrolarında
kalabalığın boşaltıldığı çıkışlar için de kullanılır. Genişleyen Helenistik
kültürün varisi olan imparatorluk Roma’sı, dekadansının aşırılıklarından çok
çekti. Çok fazla akıl, çok fazla beden; çok fazla insan, çok fazla olgu. Kralın
aklı zamanının bozuk yansımasıdır. Neron,
kendi sinemasını yaptığında sinema daha yoktu bile. Atina’da güzel oğlan idealleştirilmiş objet de
culte'tür. Roma’da ise, şahsiyetler sahne mekanizmasının bir parçası, mankeni
ya da dekorudur. Savurgan imparatorların yaşanılan, modern şahsi özgürlük
mitimizin yetersizliğinin ispatıdır. Özgürleşmiş ve aynı zamanda bu
özgürlükten usanmış erkekler vardı. Düzenbazca bir hile olarak cinsel
özgürleşme, bitkinlik ve durgunlukla sonuçlanır. İmparatorun bir günü
eylemdeki erdişilikti. Fakat katıca saptanmış cinsel rolleriyle Onlar,
cumhuriyetçi atalarından daha mı mutlulardı? Bastırma, anlamı ve amacı yaratır.
Bir
imparator ne kadar ahlâklıysa, tiyatroyla da o kadar az ilgilenirdi. Dio,
Trajan’ın imparatoriçesi hakkında; “Karısı Plotina saraya ilk girişinde,
yüzünü merdivende kendisini bekleyen kalabalığa dönerek: ‘Buraya, ayrıldığımda
olmayı dilediğim kişi olarak giriyorum’ der. Ve hüküm sürdüğü dönem boyunca
yöneticiliğinden dolayı hiçbir kınamaya maruz kalmadı.” diye yazar. Eski
Roma’ya has faziletiyle Plotina, şahsiyetin
rastgele başkalaşımlarını reddetti. Ahlâklı bir insan, varlığın yüce zincirine
sebatla bağlanan tek personadır. Platon, biçim değiştiren tanrılar hakkındaki
mitleri dikkate almaz: “En iyi olan her zaman, dışsal bir sebep aracılığıyla
değişim ya da başkalaşıma en az eğilim gösteren daima en iyi olan değil
midir?.. Her bir tanrı, mümkün olabileceği kadar iyi ve mükemmeldir ve kendi
biçimini değişime uğramadan muhafaza eder.”
*
Camille Paglia
Cinsel Kimlikler
Cinsel Kimlikler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder