Antik Yunan'ın Kültür Tarihi

OĞLANCILIK

Sascha Schneider



Gerek kalokagathia gerekse agon Yunan eşcinselliğiyle yakından ilgilidir. Gymnazein, beden eğitimi yapmak, kelimenin tam manasıyla “çıplak olmak” demektir. notıepaoTr, “oğlancı”, IlaiSonavrjç, “oğlan delisi”, riaıomrrç, “oğlan düşkünü” gibi sözcüklerin bizdeki karşılıkları sırasıyla, “kadıncı”, “kadın “zampara” olurdu. Bizde kızlar için geçerli olan Yunanistan'daki delikanlılar için de geçerliydi, buluğa erdikten sonra aşk nesnesi olmalarında bir sakınca yoktu. Fakat küçük yaştaki oğlanlarla cinsel ilişkide bulunmak ırz düşmanlığı demekti. Hetaireia sözcüğü ilginç bir anlam değişimi geçirmiştir. Esasen basitçe ahbaplık anlamına geliyordu; daha sonra çoğunlukla siyasi nitelikler arz eden bir soylular kulübüne, son olarak da fahişeliğe dönüştü, üstelik de daha çok erkek fahişeliğine. ... genel olarak “kendini para karşılığında sunmak” demektir ve ancak ... yüksek fahişedir - sözcük modern dillerde bu anlamıyla yaşamaya devam etmektedir. Eski Yunanlıların “güzel cins” diye yalnızca erkekleri nitelemiş oldukları kesindir. Sparta’daki oğlancılığın resmi karşılığının ne ol­duğunu az önce öğrendik. Belli bir yaşa gelmiş genç delikanlı­lar hâlâ birer sevgili bulamamışlarsa, düpedüz ayıplanırlar, "evde kalmış” kızlara benzetilirlerdi. Aristoteles’in iddiasına Öre Girit’e oğlancılığı Minos ithal etmiş (sanki böylesi bir şey ithal edilebilirmiş gibi), üstelik de toplumsal nedenlerden ötürü: Aşırı nüfusu engellemek için! Gerçekte -bir önceki ciltte de anlatıldığı gibi- Minos kültürü oğlancılık kültürünün tam zıddıydı. Ancak şu kadarı doğru ki, erotizmin erkekte odaklaşması Dorlardan edinilmiş bir alışkanlıktı. İonya’da daha çok Şark etkisi hüküm sürmüş olsa gerek.

Yunan tarihinin hangi sayfasına bakarsanız bakın, oğlancılıkla karşılaşırsınız. Ünlülerin tamamı oğlancıydı: Lykurgos, Solon, Themistokles, Epameinondas, Aiskhylos, Sophokles, Platon, Aristoteles, Philippos, İskender, hatta kusursuz Aristeides bile. Bir tek Sokrates bu konuda da Yunanlıların bü­yük istisnasıydı: O yalnızca “platonik” seviyordu. Tanrılar da farklı değildir: Zeus Ganymedes’i sever, Apollon Hyakinthos'u, Poseidon Pelops’u, Hephaistos Peleus’u. Sütun ve amfo­ralara, kalkan ve disklere, sehpa ve sandıklara, kâse ve tulumla­ra, kısacası buldukları her yere sevgililerinin adlarını yazarlar­dı; hatta Pheidias eseri “Olympialı Zeus"un parmaklarından birine “güzel Pantarkes” yazmış, öte yandan bazı eserlerinin altına bir başka dostunun, heykeltıraş Agorakritos’un imzasını attırarak onu meşhur etmiştir.

VAZO RESSAMLIĞI

Yine de rekor kıran koşucular, okçular, atçılar ve boksörlerden oluşan o halk, ameleler tarafından bütün öteki oyunculukları süre bakımından aşan eserlerle, yırtılması olanaksız bir resimli kitap gibi ebedileştirilmemiş olsaydı, bugün hiç kimse tarafından hatırlanmazdı. Yunan sanatı nasıl Yunan halkından sonra da yaşamaya devam etmişse, bu halk doğmadan önce de mevcuttu. Hellenler henüz tarihi bir halk olmadan çok önce de kendilerine özgü bir seramik sanatına sahiplerdi. Kuşkusuz bu onların ilk sanatıydı ve hem ressamlığı hem de heykeltıraşlığı Butades adında bir çömlekçinin icat ettiğini söylerlerdi. Gerçekten de maden dökümcülüğünü bir seramik tekniği olmadan düşünemeyiz ve vazo ressamlığının duvar ressamlığının anası olduğunu Pompeii’ye bakarak görebiliriz. O dönemlerde envai çeşit kap vardı: Yiyeceklerin depolandığı çift kulplu amforalar, su çekmekte kullanılan üç kulplu su testileri (hydria), şarapla 1 suyun karıştırıldığı kaplar (krater), soğutma kapları (psykttr), boyunlu kadehleri (rhyton), yağ şişeleri (lekythos), merhem kutuları (alabastron), çeşitli kupa ve güğümler, çanak, kadeh, tas ve tabaklar, huni ve kepçelere varıncaya kadar akla gelebilecek her şey mevcuttu. Erken dönem Yunan vazo ressamlığının ne bir “üslup taşıdığı” söylenebilir ne de “üsluplaşmaya başladı­ğı”; vazo ressamlığı daha çok sade yapısı, matematiksel netliği ve kesinliğiyle başlangıçtan son dönemlere dek yalnızca Yunanlılara özgüdür. Heinrich Brunn haklı olarak, seramik res­samlığını resim yazısı diye niteler: Asıl önemli olan düşüncedir, biçim ise bu düşünceyi dile getirme aracıdır sadece. Yunan yaşamının nabzı bariz bir biçimde burada atar. Oysa heykelcilik  yaratıcının nefesinin daha yeni dokunduğu bir toprak parçası gibi yarı ölüdür henüz. Her şey resmedilmiştir: Tarımcılık, deniz yolculukları, zanaat, ticaret, savaşlar, ibadet, okullar, spor, yollar, hamamlar, zarif mekânlar, çocuk odaları, evlilik, şölenler, aşk. Ölüm, ayrıca söylenin ve destanın bütün o renkli ve karanlık yaratıktan.

Onuncu ila sekizinci ya da yedinci yüzyıllara ait olan ve çok eski çağlardaki örme, dokuma ve kabartma üsluplarından esinlenmiş olan geometrik desenli kaplarda bile ilginç bir müzikalite vardır. Bu kapların en ünlüleri Dipylon vazolarıdır ve Atina'daki çifte kaplı Dipylon’un önündeki mezarlıkta bulun­dukları için böyle adlandırılmışlardır. Atina, ülkenin başka hiç­bir yerinde olmayan ince bir toprağa sahip olduğu için başından beri seramik endüstrisinin merkeziydi. Kapların başlıca süsü, uzamı hükümran bir güç ve zarafetle bölüp dolduran çember ve haçlar, şimşekler ve sivri köşeli kombinasyonlardı. İnsanlar, atlar ve gemiler çocuk elinden çıkmış gibidir; ama en güzel süslemelerin yanında duvar kâğıdı desenlerine benzer ilkel ka­lıpların kullanılması kasıtlıdır belki de, ne de olsa tekstil mo­tifleri taklit edilmekteydi. Tasvirlerdeki erkekler Girit usulü bağlarlar bellerini. En sevilen temalar koro, cenaze alayları, araba ve deniz savaşlarıydı.



Aşağı yukarı altıncı yüzyılda seramiklerde siyah figürler kullanılmaya başlandı. Özellikle de Atinalılar simsiyah verniğe enfes bir metal parlaklığı katmayı başarırlar. Bu türün en gözde örneklerinden biri dünyaca ünlü François vazosu'dur; 1845 yı­lında François’nın bulduğu bu vazo Floransa müzesindedir. Ayrı ayrı altı tasvir bulunur bu vazoda: Kalydon domuz avı; Patroklos’un cenaze töreni; Thetis’in düğününe katılan tanrılar alayı; Akhilleus ve Troilos; değişik hayvan mücadeleleri ve (vazonun ayağında) Pigmelerle turnalar arasında cereyan eden tuhaf bir savaş. Çizimler hayran kalınacak ölçüde zariftir. Silphion ticaretinin resmedildiği Arkesilas kadehinden daha önce de söz etmiştik. Burada da her şey doğaya sadıktır: Sivri şapkası, ucu sivri ve kalkık pabucuyla mağrur kral; çalışkan ölçücü ve yükleyiciler; selviçe ve terazi; tasviri süsleyen hay­vanlar: Panter, balıkçıl, maymun ve kertenkele. Koşan, bağı­ran, el kol hareketleri yapan son derece kibirli Kyreneliler kuşu andıran sivri yüzleriyle karikatürleri anımsatırlar, belki de Afrikalıların egzotik tarafı gösterilmek istenmiştir - her iki durum­da da çarpıcı bir gözlem söz konusudur. Kısmen ustaca olan bu minyatürlerin her birinde Mısır sanatının etkisi gözden kaçacak gibi değildir; bu sanatın adeta tüm özellikleri mevcuttur: “Röntgen görüntüsü”; nesnelerin betimleyici bir biçimde sıra­lanması; “çarpık görüntü”; süslemelerin bir parçası olan açıkla­yıcı metin; perspektifin göz ardı edilmesi; modellerin çiziminde ve ışık tekniklerinin kullanılmaması; kalıplaşmış ibareler kullanmayı düşkün gelenekçilik. Kadınları (bir de atları) beyaza boyama alışkanlığı bile Mısırlılardan olduğu gibi devralınmış bir renk semboliğidir, çünkü Mısırlılarda kadınlarla erkekler kıyafet, figür ve çehre bakımından neredeyse ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzerdi, fakat Yunanlılarda böyle bir şey söz konusu değildi.

Achilles tending Patroclus wounded by an arrow, identified by inscriptions on the upper part of the vase. 
Tondo of an Attic red-figure kylix, ca. 500 BC. From Vulci.

Altıncı yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan kırmızı figürlü vazo ressamlığı, figürleri kilin renginde bırakması, figürlerin dışındaki alanı siyaha boyaması bakımından eski geleneği ters­yüz etmiş, bu sayede figürleri çok daha ince bir biçimde boya­ma imkânı doğmuştur. Örnek olarak iki ayrı tasviri ele alalım: “Sosias Kâsesi”nde Akhilleus Patroklos’un yaralarını sarmaktadır: Hem bu zorlu işi büyük bir dikkatle yapan Akhilleus’un sıkıntısı hem de Patroklos’un çektiği bedensel acılar eşsiz bir biçimde yansıtılmıştır: Patroklos başını çevirmiş, bir bacağını uzatmıştır, hatta acısından gülümsemektedir - hayli ince bir gözlem. “Caeretana Hydria ise, Herakles’in kendisini kurban etmek isteyen Mısırlılara direnişini mizah dolu bir havada tasvir eder: Bir hamlede en az altı Mısırlıyı öldürmeyi başarır: İkisini tekmeleyerek, birini sol ayağıyla yere sererek, birini sağ ayağıyla, ikisini de dirseğiyle boğarak - enfes bir Baron \ Münchhausen hikâyesi. Bu üsluptaki vazoları süsleyen son derece narin yapılı, neredeyse kırılgan kişiler bu güç gösterilerine ancak mizahla yaklaşabiliyorlardı belli ki.


Goblen dokumacılık sanatı da önemli bir seviyeye ulaşmışa benzer. Halı dokuyucuları Akesas ile Helikon’un itibarı öylesine artmıştı ki, bir şey özellikle övülmek istendiğinde şöyle de-nirdi: “Akesas ve Helikon’un elinden çıkmış gibi.” Altıncı yüzyılda pinakes, kil tabletler de biliniyordu; bunlarda ağırlıklı olarak kahverengi, siyah ve lal gibi koyu renkler kullanılırdı; çizimler ise temiz ve düzgün, fakat sert hatlı olurdu; gözler profilde bile önderi görüldüğü gibi çizilirdi. Perspektifi küçültülmüş resimler çizen ilk kişinin Peloponnesos’tan Kleonail Kimon olduğu söylenir.

Heykel 

İlk zamanlar heykellerde yalnızca yumuşak malzeme kullanılırdı: Tahta ve kireç taşı. Yedinci yüzyılda mermer kullanılmaya başlandı; bronz dökümcülüğü ancak altıncı yüzyılın sonuna doğru Samiler tarafından bulunmuştur. Bilindiği gibi Yunanlı heykeltıraş Atinalı Daidalos’tur; daha sonrakiler uzun bir süre onun okuluna mensup olmakla yetinmiş ve tıpkı destan ozanlarının kendilerine Homerosoğulları demeleri gibi bunlar da kendilerine Daı'dalosoğulları demişlerdir. Eskiden figürler bir blok halinde yapılırdı, fakat Daidalos kolları bedenden ayırmış ve bacakların arasını açmıştır. Bu yenilik heykellere do­ğallık katması bakımından kendi döneminde epeyce yankı uyandırmış, hikâyelere konu olmuştur. Örneğin, Herakles kendi portresine bir taş fırlatmıştır. Daha sonra Daidalos hareket ettirilebilen bir Aphrodite heykeli de yapmıştır; bunun için ağaçtan ovulmuş büyük bir heykelin içine cıva koyduğu söylenir - adeta balmumu müzesine yaraşır bir heykel.

Apollon'un heykelleri olduğu düşünüldüğü için önceleri "Apollines” denen heykeller, altıncı yüzyıl kaynaklıdır. Bunlara gönümüzde daha çok kuroi, yani delikanlılar denir, çünkü bun­lar ölmüş kişilerin mezar anıtlarıydı. Korinthos’taki ünlü Tenealı Apollon heykeli baştan sona cephe yasasına göre ya­pılmıştır: Hafifçe öne eğilmiş sol bacağı hariç, her iki yarısı da tamamıyla simetriktir. Figürlerin genelde genç oluşu, heybetli duruşları, peruğu andıran saçları, birer yumruk gibi duran elleri, gülümseyen yüz ifadesi, hatta bir ayağın daha önde durması bile Mısırlılara özgüdür.

Mısırlıların bunun için neden özellikle sol ayağı seçtiklerini Yunanlılar elbette bilmiyorlardı. Fakat heykellerin çıplaklığı tamamen yeni bir şeydi. Özellikle de ayaklar, bacaklar, dizler çok iyi verilmiştir, fakat gövde için aynı şey söylenemez.

Perelerin Atina Akropolis’ini iki kez (480 ve 479) yerle bir etmelerinin ardından Yunanlılar burayı yeniden inşa ederken harabeden yararlanmışlardır. Önceki yüzyılın sonuna doğru, bu “Pere harabesi”nde erken dönem Attika sanatına ait ilginç örnekler bulunmuştur. Yüz ayak uzunluğunda olması nedeniyle Hekatompedon denen eski Athena tapınağı sarı-gri kireç taşı poros'tan yapılmış, üzerine mermer sıvası çekilmiş ve kuvvetli renklerle boyanmıştır. Figürler sanki ağaçtan oyulmuş gibidir, resimlerin renkleri ise gayet keyfi, çoğunlukla mavi ve kırmızı­dır. bu renkler bugün bile oyuncakların vazgeçilmez renkleri­dir. Genelde kalıplaşmış yüz ifadeleri kullanılır, örneğin yılan gövdesinin üzerinde üç insan kafası bulunan korkunç canavar Typhon, kendisini yıldırım kamasıyla öldürmek isteyen Zeus’a dostça sırıtır. Hekatompedon civarında ortaya çıkartılan ve en az yarım asır daha yeni olan Parthenoi [bakireler] ve Korai [genç kızlar] büyük bir ilerleme kaydedildiğini gösterir. Bunlar muhtemelen hizmetçi kadınları, daha doğrusu kent tanrıçasının cariyelerini temsil eden on dört mermer figürdür: Bu heykeller olabildiğince zarif işlenip boyanmış, beyaz mermer yüzeylerin­de yer yer etkili kontrastlar bırakılmış, saç şekilleri ve elbisele­rinin kıvrımlarına da sanatsal bir zenginlik katılmıştır, buna rağmen orantılı oldukları söylenemez. Elbiseler, ayakkabılar, saç tuvaleti ve mücevherlere büyük bir ustalıkla, muhtemelen son modaya uygun olarak şekil verilmiştir. Bu müstehcen ve müstehzi, kaprisli ve fingirdek taş kümelerin soğuk asaletinde, İonya’nın kıymetli ama bir parça dekadan şıklığı, kısacası Yunan rokokosu dile gelir. Seksenli yıllarda kazı çalışmalarına katılmış genç Alman sanatçılar, kuşkusuz biraz yapmacık olan bu genç hanımlara “teyzeler” adını vermiş, kızıl saçlı, yeşil gözlü, özel­likle mütebessim birine de “neşeli Emma” demişlerdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder