Galapagos Sakini: Mavi Ayak

“Aradığın nasıl bir giz? Ne ben, ne de Galapagos Adası sümsük kuşunun yüzgeçli mavi ayakları, gizini bulabildik yaşamın. “
(Maldoror’un Şarkılarından,ufak bir değişiklikle*)  

 Mavi ayaklı


Muhteşem ayakları kur gösterisinde anahtar rolünü üstlenir. Eşini ikna etmek için çalışır. Çevredeki en mavi ayaklar arasından. Dünyadaki mavi ayaklı sümsük kuşlarının dörtte üçü Galapagos’da yaşar. Şartlar elverişli olduğunda çok hızlı hareket ederler. Ayaklar, kullanışlı bir frendir. Sümsük kelimesi, İspanyolcada "palyaço" anlamına gelen bir kelimeden türemiştir. Belki de bu ad abartılı yürüyüşleri için verilmiştir. kur yapma dansı Galapagos'da bir adettir. Ayağını ne kadar yukarı kaldırırsa, şansı o kadar fazladır. Göğü göstermesi dişinin ilgisini çekiyor. Dişi kabul ediyor ve erkeğin her hareketini taklit ediyor. İşin asıl kısmına geçiliyor. Sümsük kuşları okyanusun durumuna göre çiftleşme mevsimlerini her an bitirebilirler. Verimli bir yılda, 2 ya da 3 kez yumurtlanır ve her iki çift de sırayla kuluçkaya yatar.


Galapagos Sakini: Deniz İguanası


Eğer dünyada halen sürüngenlerin hükmettiği tek bir yer kalmışsa o da burası, yani Galapagos Adaları'dır. Günümüzde, burada onlardan binlercesi var.  İguanalar, adalar boyunca o kadar çok ve o kadar yaygınlar ki şimdi Galapagos'un en ünlü sakinlerinden biriler. Sürüngeni kayadan ayırt etmek zordur.

Bu yaratıklar yeryüzünde başka hiçbir yerde bulunmaz. Deniz iguanaları iyi yüzücülerdir.
Tek bir nefeste, 9 metreye rahatça dalabilirler. Tüm bu çaba, soğuk sularda büyüyen kırmızı ve yeşil yosunlar içindir.

 Deniz iguanası dünyadaki tek deniz kertenkelesidir.





Lonesome George


Yalnız George 
(d. 1910 - ö. 24 Haziran 2012),




Nakliye yolu üzerinde bulunan Pinta, takımadaların kuzey saçakları etrafında gemiler ve onların aç mürettebatı için favori bir mola yeri oldu. Ve eşsiz Pinta kaplumbağalarının 20. yüzyıl itibarı ile soyları tükendi. Ancak 1972'de inanılmaz bir keşif yapıldı ve filme alındı. Yaşayan bir Pinta kaplumbağası ağaç altındaki çalılıklarda keşfedildi. Ana adada korunaklı bir yere alındı. Kalan günlerini rahat ve güvenli geçirebilmesi için. Burada, uluslararası bir üne kavuştu, ve ona durumunun yansıtan bir isim verildi: 

Yalnız George

Yaklaşık 80 yaşındaydı. Ve eklemlerinde bir parça gıcırtı vardı. Muhtemelen dünyadaki en nadir hayvandır - kesinlikle, daha nadir olamazsınız, eğer ki, türünüzün son örneği iseniz. Dişisi çok uzun zaman önce öldü. O da öldüğünde, Galapagos kaplumbağalarının Pinta türünün nesli tükenmiş olacak. Ancak, çok önemli bir hayvan. Muhtemelen diğer tek kalan canlılardan daha önemli, çünkü çevremizin kırılganlığı konusunda tüm dünyanın dikkatini çekmeyi başardı. Ve bilimi teşvik ederek burada Galapagoslar'da yepyeni  alanların araştırılmasına öncülük etti. Filme alındıktan sadece 14 gün sonra, uykusunda öldü. Ama unutulmayacak. Yalnız George'nin hikayesi, 200 yıl önce Darwin'in kısa ama ünlü ziyareti gibi, bir çok ziyaretçiyi adalara çekti.

David Attenborough




***

 Dev Galapagos kaplumbağası'nın bir alt türü olan Chelonoidis nigra abingdoni'nin son temsilcisi. Galapagos Adaları'ndaki Galapagos Ulusal Parkı'nda yaşamıştır. Türünün son örneği olduğu için Yalnız lakabı verilmiştir.

Yalnız George, Charles Darwin Araştırma İstasyonu'nda, Aralık 2011 Ne zaman doğduğu tam olarak bilinmeyen George, Pinta Adası'nda 1972 yılında bir çoban tarafından bulundu. Türünün bilinen son türü olması nedeniyle özel olarak korundu ve soyunun devamı için İspanyol adaları'ndan getirilen türüne en yakın iki dişiyle çiftleşti ancak yumurtalar boş çıktı. 100 yaşın üzerinde olduğu sanılan ve 10 yıl daha yaşaması beklenen George, 25 Haziran 2012'de hayatını kaybetmiştir. Yalnız George'un ölümüyle türünün soyu tükenmiştir. (https://en.wikipedia.org/wiki/Lonesome_George)

Galapagos Sakinleri: Dev Kaplumbağalar

Dev kaplumbağalar. Bu olağanüstü yaratıklar kendi isimlerini adaya verdiler. İspanyolca Galapagos, kaplumbağa anlamına gelir. Büyük bir tanesinin ağırlığı çeyrek tona kadar ulaşabilir. 100 yıla kadar ya da daha uzun bir süre yaşayabilirler. Bu da onları tüm omurgalılar arasında en uzun ömürlü canlı yapar. Ve sürüngenler olarak enerjilerini güneş banyosu yaparak elde ederler. Ancak, vücutları öyle büyüktür ki bir kez ısındılar mı oldukça uzun bir süre dolaşmaya devam edebilirler. 




Galapagos Sakinleri







Darwin's Struggle: The Evolution of the Origin Of the Species

Tiktaalik

Rupert Brook’un Cennet adlı şiirine Carl Sagan’ın Tanrının Kapısını Çalan Bilim kitabında rastladım. Tiktaalik’e gelsin:

Tiktaalik, Tanrı'nın kapısını çalan balık..


BALIK (Haziran ayı derinliğinde
sinek dolu sularda,
tembel tembel yüzerek vakit geçiriyorlar)
Derin dal ey akıl, karanlık ya da berrak sularda
balık gibi kaygan her sırra
umut ya da korkuyla olta atarak


Balıklar, akarsuları ve havuzları olduğunu
söylüyorlar ama
daha ötede ne var ki diye soruyorlar
 yaşadığımız bu hayat hayatın kendisi olamaz
diye yemin ediyorlar
çünkü hayat dediğin şey hepsi bundan ibaretse
ne de tatsız bir şey


Birileri sudan ve çamurdan
her nasılsa iyiliğin çıkageldiğinden
kuşku duyuyorlar
ve, elbet, saygıdeğer gözler
akışkanlıkta bir erek görüyor olmalılar


Karanlık içinde biliyoruz
işte inançla haykırıyoruz ki istikbal tamamen çorak değil
çamur çamura karışıyor! Ölüm anaforu yaklaşıyor
belirlenmiş. Son burada olamaz, burada olamaz.


Fakat mekân ve zamanın ötesinde, bir yerde,
su ıslak mı ıslak
çamur balçık mı balçık
Ve orada (inanıyoruz ki) biri
Akarsuların akarsu olmaya başlamasından önce
Yüzmüş,
Pul pul balıkçıl şekilli ve zihinli
hep kudretli ve müşfik
Ve o çok kudretli yüzgeç altına
en küçük balıklar girebilirler.


Ah, ah! Hiçbir zaman sinek bir olta iğnesi gizlemez,
diyor Balık, Ebedi Akarsu
Fakat orada dünyanın yabani otlarından daha fazlası var
 Ve çamur göksel bir itibarda


Semiz tırtıllar sürünüp gidiyor etrafta
ve cennet böcekleriyle karşılaşılıyor
yok olmuyor küf etrafta, ölümsüz sinekler
Ve hiçbir zaman ölmüyor kurt


Ve arzularının, tüm arzularının o Cennetinde

 hiç toprak olmayacak diyor balık



Space Oddity

Ashes to ashes, dust to stardust. your brilliance inspired us all. Goodbye starman 

Chris Hadfield to David Bowie


İçimizdeki Balık

İÇİMİZDEKİ BALIĞI BULMAK


Yetişkinliğe geçtiğimden bu yana, yazlarımı hep Kuzey Kutbu dairesinin kuzeyinde, kar ve sulusepken yağışı altında, sarp kayalıklardaki taşları eşeleyerek geçiririm. Çoğu zaman soğuktan donarım, her yanım su toplar, oramda buramda nasırlar çıkar ve elim boş dönerim. Ama eğer şansım yaver giderse, tarihöncesinden kalmış balık kemikleri bulurum. Çoğu kişiye öyle gelmese de, bu kemikler benim için altından kat kat değerli hâzinelerdir. Tarihöncesi balık kemiklerinin izini sürerek kim olduğumuzu ve nasıl böyle olduğumuzu anlayabiliriz. Vücudumuz hakkındaki bilgileri, dünyanın dört bir yanındaki kayalardan çıkarılan solucan ve balık fosillerinden, bugün yeryüzünde yaşayan hemen her canlının DNA’sına kadar, tuhaf görünebilecek pek çok yoldan ediniyoruz. İnsan vücudunun temel yapısıyla ilgili ipuçlarına ulaşmada geçmişten kalan bu iskelet (ve daha önemlisi balık) kalıntılarını neden bu kadar önemsediğimi anlatmaya bu da yetmez.

Bundan milyonlarca, hatta çoğu kez milyarlarca yıl öncesinde olan bitenleri gözümüzde nasıl canlandırabiliriz? Ne yazık ki, hiç görgü tanığı yok; hiçbirimiz oralarda değildik. Aslında milyarlarca yıl önce, ortalıkta ne konuşan, ne ağzı, ne de kafası olan bir şey vardı. Daha da kötüsü, o zamanlar var olan hayvanlar çoktan ölüp gitmiş ve o kadar uzun süre gömülü kalmıştır ki, iskeletleri de ancak nadiren korunabilmiştir. Gelmiş geçmiş tüm canlı türlerinin yüzde 99’dan fazlasının bugün soyunun tükendiği, bunların ancak çok az bir kısmının fosilleşip kaldığı ve bunların da bugüne kadar henüz çok azının bulunabildiği dikkate alınacak olursa, geçmişimizi anlamaya yönelik tüm girişimler, daha başından yenilgiye mahkûm görünüyor.

İçimizdeki balıkla ilk kez karlı bir temmuz günü öğleden sonra, yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere Adası’nda, 375 milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önemli aşamalardan birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlikte yolculuk etmiştik. Taşların arasından bir balığın burnunun ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık da değil, yassı kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey bulduğumuzu anlamıştık. Kayalığın içinde iskeletin geri kalan kısmı da varsa, bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol ve bacaklarımızın geçmişindeki ilk evrelere ışık tutabilirdi. Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili olarak benim için ne anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi güvenliğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu soruların yanıtları, fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydınlatmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın öyküsünde saklı.

Fosiller, kendimizi öğrenmek için başvurduğumuz en önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım genler ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hayrete düşürücü bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiğimiz bir şey olduğunu bilmez. Sahadaki başarı şansımızı en yüksek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi çalışırız. Sonra da işi şansa bırakırız.

Planlama ve şansa bırakma arasındaki bu paradoksal ilişkiyi en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş hakkındaki ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken planlama yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaramaz.” Bu söz, saha paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil bulabileceğimiz alanlara götürecek her türlü planı yaparız; sahaya varınca da, saha planını olduğu gibi çöpe de atabiliriz.

Sahada karşılaştığımız durumlar, en iyi hazırlanan planları bile değiştirebilir. Yine de bu durum, bazı bilimsel soruları yanıtlayabilecek keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda anlatacağım birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde bulunabileceğini tahmin edebiliriz. Kuşkusuz her zaman yüzde 100 isabetli olmayabiliriz, ama şansımız, genelde işleri ilginç kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de, kariyerimi tümüyle bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine ilişkin sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların kökenlerine ilişkin soruları yanıtlayabilecek ilk kurbağaları ve karada yaşayan hayvanların kökenlerinin anlaşılabilmesine yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılarını bulup çıkarmaya.

Saha paleontologları, yeni kazı yerleri bulmanın, artık pek çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir çağda yaşıyor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik keşifler sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok daha fazla şey biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt bilgilerine ve havadan çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyoruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla, evinizin arka bahçesinin olası fosil alanlarından biri olup olmadığına bile bakabilirim. Üstelik görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya türlerinin içini görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz.

Tüm bu derlemelere rağmen, önemli fosilleri ararken hala neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz. Paleontologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında kayaların üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu zaman elleriyle kazıp çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri ararken ve çıkarırken o kadar çok karar alınması gerekir ki, devreye giren süreçleri bilgisayarda işlenecek bir dile dökmek, çoğu zaman mümkün olmaz. Üstelik fosil bulmak için bir monitöre bakmak, asla kazarak çıkarmanın keyfiyle boy ölçüşemez.

Bu işi zorlaştıran, fosil alanlarının ender oluşudur. Başarı ihtimalimizi en yüksek düzeye çıkarmak için üç durumun birbirine yakınlaştığı yerleri bulmaya çalışırız. Arama yaptığımız yerler doğru yaşta, fosilleri koruyacak türde ve yüzeye çıkan kayaların bulunduğu bölgelerdir. Bir diğer etken daha var; o da tesadüf. Örnek olarak anlatacağım öykü de bununla ilgili.

Örneğimiz bize, canlılık tarihindeki büyük geçişlerden birini, yani karanın balıklarca istila edilişini gösterecek. Milyarlarca yıl boyunca canlıların hepsi sadece suda yaşarken, günümüzden 365 milyon yıl kadar önce, karada da yaşar hale geldiler. Bu iki ortamdaki hayat birbirinden tamamen farklıdır. Suyun içinde soluyabilmek için, havada solunum için kullanılanlardan çok farklı organlar gerekir. Aynı şekilde boşaltım, beslenme ve hareket için gelişen organlar da farklıdır. Sonuçta, bu geçişin gerçekleşmesi için tamamen yeni bir vücut tipinin ortaya çıkması gerekiyordu.

İlk bakışta, bu iki ortamı birbirinden ayıran çizginin aşılması imkânsız gibi görünür. Ancak, kanıtları inceleyecek olursak her şey farklı bir görünüme bürünecektir; imkânsız görünen şey, aslında gerçekleşmiştir. Doğru yaştaki kayaları ararken, lehimize işleyen olağanüstü bir durum söz konusudur: Kayaların içinde yer alan fosiller, öyle rastgele dizilmiş değil; bulundukları yer de, bu yerin barındırdıkları da, kesinlikle belli bir düzene tabidir. Keşif seferlerimizi tasarlarken de, işte bu düzenden yararlanabiliyoruz. Milyarlarca yıllık değişim sürecinde, yerkabuğundaki farklı türden kaya katmanları birbiri üzerine yığılmıştır. Buradaki geçici varsayım -ki bunu test etmek kolaydır- en üstteki kayaların dipteki kayalardan daha genç olduğu şeklindedir; bu da genellikle, katman yaş pasta gibi düzgün biçimde üst üste dizilmiş (Büyük Kanyon’u düşünün) arazilerde geçerlidir. Ancak yerkabuğundaki hareketlerin yarattığı fay çatlakları bu katmanların yer değiştirmesine neden olabilir ve yaşlı kayalar genç kayaların üzerine çıkabilir. Neyse ki, bu fayların konumlarını tespit ettikten sonra, parçaları biraraya getirip katmanların başlangıçtaki düzenini yeniden oluşturmak mümkün.

Bu kaya katmanlarının içindeki fosiller de, alt katmanlardaki canlı türlerinin üst katmanlardakilerden tamamen farklı olduğu bir düzen sergiler. Canlı tarihini tümüyle içeren tek bir kaya sütununu oyup çıkarabilecek olsak, inanılmaz bir fosil dizisiyle karşılaşırdık. Bu durumda, en alt katmanlarda pek hayat belirtisi olmaz, bunların üzerindeki katmanlarda, denizanası benzeri çok çeşitli canlıların izleri olurdu. Daha üst katmanlarda ise, iskeletleri, uzantıları ve göz gibi çeşitli organları olan canlılar, onların üstünde de omurgalı ilk hayvanların bulunduğu katmanlar yer alırdı. Ve bu böyle devam ederdi. İlk insanları içeren katmanlar çok daha üstte bulunurdu. Tabii ki, yeryüzü tarihinin tamamını içeren böyle bir sütun yok. Yeryüzünde bir bölgedeki kayalar ancak dar bir zaman kesitini yansıtır. Resmin tamamını görebilmek için, dev bir yapbozu tamamlamaya uğraşır gibi, kayaları ve içlerindeki fosilleri birbiriyle karşılaştırıp eşleştirerek parçalan biraraya getirmemiz gerekir.

Kuşkusuz, kayalardan çıkarılacak böyle bir sütunda, fosilleşen canlı türlerinin evrimini izleyebilirdik. Böyle bir kaya sütununun sağlayacağı kesinlikte olmasa da, günümüzde yaşayan hayvan türleriyle karşılaştırarak, her katmandaki canlı türlerinin aslında neye benzeyebilecekleri ile ilgili ayrıntılı tahminler yürütebiliriz; bu da, yaşlı kaya katmanlarında ne tür fosiller bulabileceğimizi tahmin etmede işimize yarayabilir.

We Are All Fish



İnsan hemcinslerime baktığımda geçmişte yaşamış hayvanların hayaletlerini görürüm. Hepimizin içinde gizli, destansı  bir öykünün izleri vardır. Benim adım Neil Shubin. Bir bilim adamı olarak, insan vücuduna çoğu insandan farklı bakıyorum. Elimizle kavrama şeklimizi primat atalarımıza borçluyuz. Bu kadar çok sesi duyabilme yeteneğimiz ise geçmişte yaşamış fare  kadar hayvanlara dayanıyor. Ve ne kadar geçmişe gidersek, işler o kadar tuhaflaşıyor.

Kendi vücudumuzun temel parçaları ilk olarak suda yaşayan balıklarda ortaya çıkmıştır. Sudaki yaşamdan karadaki yaşama geçiş süreci de insanlığımızın özü olan yepyeni anatomik icatların önünü açmıştır.

Yaşam ağacındaki yolculuğumuzun her yeni aşamasında eski hayvan atalarımız, kendilerinden
önceki yapıları yeniden şekillendirdi. Bütün ilginç kusurlarımıza rağmen bugün gezegene hükmeden zeki canlılar haline işte böyle geldik. Vücudumuzdaki her organ, hücre ve genin gezegenimizdeki yaşamın geri kalanıyla derin bağlar taşıdığı düşüncesi cidden önemli ve güzel bir farkındalık içeriyor.

Neil Shubin

Tiktaalik

Shubin, içinizdeki Balık (Your Inner Fish) isimli kitabın­da  Ekip bu fosili aramak için en doğru yerin neresi olacağı üzerine kafa yormuş ve nihayet Kanada’nın Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan ve tam olarak geç Devoniyen zamanına ait bu alanı dikkatlice seçmiş. İşte bilim insanlarının yoluna düştükleri yer burası; ve hayvanbilimsel define sandığını bulduktan yer de. Tiktaalik Hiçbir zaman unutulmayacak bir isim. Eskimo dilinde büyük tatlı su balığı anlamında bir kelimeden geliyor. Tür ismi olan roseae hakkında ise, gelin size, bazen dikkatli olmam gerektiğini anlatan şu öyküyü anlatayım. Bu ismi ilk duyduğumda kafamda serbest çağrışımlar tetiklendi: Devoniyen, “Eski Kızıl Kumtaşı”, De­ven kavmine ismini veren renk, Petranın rengi (“Zamanın yarısı kadar yaşlı, gül kırmızısı renkli şehir”). Maalesef ki yanılmıştım. Fotoğraf gül kırmızısını abartılı koyulukta gösteriyordu. Bu isim, Kuzey Ku­tup Dairesi Devoniyenine yapılan keşif gezisinin gerçekleşmesi için bağışta bulunan bir kimsenin onuruna seçilmişti. Keşfedildikten kısa bir zaman sonra Tiktaalik roseae'yi, kendisiyle Philadelphia’da öğlen yemeği yediğim zaman Dr. Daeschler’in bana göstermesi ayrıcalığını yaşadım ve ömür boyu içimde taşıdığım hayvanbilimci (ya da belki de içimdeki balık) söyleyecek söz bulamadı. Gözlüklerimin hafif kırmızı renklendirilmiş camından bakarken, dosdoğru atam olan bir fosilin yüzüne baktığımı düşündüm. Bu düşünce her ne kadar gerçekçi olmasa da, pek de gül kırmızısı renkli olmayan bu fosille karşılaşmam, zamanın yarısı yaşındaki gerçek atalardan biriyle tanışmaya büyük olasılıkla en çok yaklaştığım ve yaklaşacağım anlardan biriydi.



Canlı kanlı bir Tiktaalik ile burun buruna gelseydiniz, muhteme­len bir timsah tarafından tehdit edilmişçesine geriye sıçrardınız, zira Tiktaalik'in yüzü tam da bir timsaha benziyor. Bir balığın kuyruğuna ve alt gövdesine eklenmiş bir semender gövdesinin üzerine konmuş bir timsah başı. Diğer balıkların aksine, Tıktaalik'in bir de boynu vardı. Başını çevirebiliyordu. Tiktaalik, her hususta mükemmel bir “kayıp halkadır; mükemmeldir, çünkü balıklarla ikiyaşayışlıların ikiye ay­rıldığı noktadadır ve mükemmeldir çünkü artık kayıp filan değildir. Fosil elimizde. Onu görebilir, ona dokunabilirsiniz; ne kadar yaşlı ol­duğunu tahayyül etmeye çalışabilir ama bunu başaramayabilirsiniz.


*
Richard Dawkins
Kitap: Yeryüzündeki En Büyük Gösteri

İçimizdeki Balık






İçimizdeki Evren



İnsan bedenini oluşturan elementlerin formülü budur. Kim­yasal açıdan belirli atomların bir karışımıyız. Bedenin çoğun­luğu hidrojenden oluşur: örneğin her kobalt atomuna karşın neredeyse 400 milyon hidrojen atomu bulunur. Ağırlık olarak o kadar çok oksijen ve karbon içeriyoruz ki tüm evrende bir benzerimiz olmadığını ileri sürebiliriz.

Bedenimizde bulunmayan bir element bize önemli bir öykü anlatıyor. Tüm evrende en sık rastlanan atom olan hel­yum, elektronların diğerleriyle alışveriş yapmasını neredeyse olanaksız kılan bir içyapıya sahip. Bu alışveriş olmadan da yaşamı belirleyen metabolizma, üreme ve büyümeyle ilgili kimyasal tepkimelerde bulunamıyor. Öte yandan evren­de oksijen ve karbon helyuma oranla yirmi kez daha ender bulunuyor. Oysa bu atomlar değişik elementlerle etkileşime girerek canlı varlıklar için vazgeçilmez olan çeşitli kimyasal bağlantılar oluşturabiliyor. Grup halinde bulunan atomlar arasında tepkime olağandır; tek başına olanlar için ise bu ge­çerli değildir.



Atomların oranları beden yapımızın yalnızca bir bölümü­nü oluşturur. Beden, Rus matruşkaları gibidir: minik parça­cıklar atomları oluşturur, atom grupları molekülleri ve mo­leküller bir araya gelerek çeşitli tepkimelerle hücrelerimizi, dokularımızı ve organlarımızı oluştururlar. Tüm bu kademe­ler, parçaların tamamından daha üstün özellikler sağlar: karaciğerinizdeki her bir atomla ilgili tüm bilgilere sahip olabi­lirsiniz ama bu size karaciğerinizin nasıl işlediğini öğretmez. Küçük parçaların yeni özelliklere sahip birimlere dönüşmesi olan hiyerarşik yapılanma, Dünya'mızın oluşumunun teme­lidir ve sonunda evrenle, güneş sistemi ile ve gezegenimizle derin bağlantılarımızı ortaya koyar.

Bugün biyoloji ile ilgili bilimsel bir dergiye bakarsanız iliş­kiler silsilesini görebilirsiniz. İnsandan, safkan bir ata, şam­piyon bir Hereford'a kadar her yaratığın bir soy ağacı; bir şeceresi vardır. Bu soy ağaçları canlıların birbiriyle akrabalık derecelerini gösterir: birinci kuşak kuzenler ikinci kuşaklar­dan daha fazla birbirlerine yakındır. Şecereyi bilmek, değişik varlıkların birbirine olan bağlantısını, türlerin nasıl oluştu­ğunu ve bazılarının diğerlerine oranla hastalanmaya neden daha yatkın olduğunu anlamamızı sağlar. Doktorlar bu yüz­den muayene sırasında ailenin geçmişini araştırırlar.

Çağdaş biyoloji sayesinde aile geçmişimizin diğer bütün canlıları kapsadığını biliyoruz. Bu ilişkilerin aydınlanma­sı için değişik türleri ayrıntılı biçimde kıyaslamamız gerek. Canlıların özellikleri yaşamdaki düzeni ortaya koyar: yakın akraba olanlar daha uzaktakilere oranla daha fazla özellik paylaşırlar. Bir ineğin bir sineğe oranla insanlarla paylaştığı daha fazla organ ve gen var: Saç, sıcakkanlılık ve süt bezleri memelilerde vardır ama böceklerde yoktur. Biri memeli ve tüylü bir sinek buluncaya kadar, sineklerin inekler ve insan­larla uzak akraba olduğuna inanacağız. Bu kıyaslamaya ba­lıkları da eklerseniz onların sineklere oranla inekler ve insan­larla daha yakın akrabalığı bulunduğunu görürsünüz. Bunun nedeni paylaşılan özelliklerdir: balıkların da insanlar gibi omurgaları, kafatasları ve uzantıları vardır. Aynı mantığı her türe uygulayacak olursak insanların, balıkların ve sineklerin soy ağaçlarının gezegendeki milyonlarca diğer türle olan ilişkisi ortaya çıkar.

Peki, neden kendimizi yalnızca canlı varlıklarla kısıtlayalım?

Güneş hidrojen yakar. Diğer yıldızlar oksijen ve karbon yakar. Ellerimizi, ayaklarımızı ve beynimizi oluşturan temel atomlar yıldızların yakıtım oluşturur. Üstelik evrenin derinliklerine kadar uzananlar yalnızca bedenimizdeki atomlar değildir: bedenimizi oluşturan moleküller de evrende mevcuttur. Yapıtaşlarımız olan proteinler ve daha büyük moleküller -aminoasitler ve nitratlar- göktaşları ile Dünya'mıza yağmakta ve Mars'ın kayalık yüzeyinde ya da Jüpiter'in uy­duları üzerinde bulunmaktadır. Oysa eğer kimyasal kuzen­lerimiz yıldızlarda, göktaşlarında ve diğer göksel cisimlerde bulunuyorsa, evrenle olan en derin bağlantılarımızın ipuçları da tepemizdeki gökyüzünde demektir.

Gökyüzünde şekiller belirlemek -gökadaların biçimleri­ni, gezegenlerin özelliklerini belirlemek ya da ikiz yıldızları birbirinden ayırmak- hiç de kolay değil. Gözlerin karanlığa alışması zaman alır, görmeye başlaması da öyle. Gözlerinizi karanlıktaki biçimleri görmeye alıştırmanız gerekir. Bir teleskop ya da dürbün aracılığı ile yıldızların puslu görüntülerini seçmeye gelince, hayal gücü ve beklentiler, boşlukta birtakım seraplar oluşturabilir. Bunlardan arınmak ve uzaydaki donuk nesneleri görebilmek için çevresel bir görüş gerekir; gözleri­mizin ışığa en duyarlı bölümü ile ölgün ışığı seçebilmeli ve puslu görüntüleri birbirinden ayırabilmeliyiz. Gökyüzüne bakmayı öğrendiğimiz zaman renkler, derinlik ve şekiller te­pemizdeki âlemde biçimlenmeye başlar, tıpkı tozlu bir çölde ayaklarımızın altında ortaya çıkıveren bir fosil kemiği gibi.

Göksel nesneleri ayırt etmek, gökyüzünü görmeyi öğ­renmek için atılan ilk adımdır. Kuşaklar boyu bir evde asılı duran bir tablo gibi, bugün karşılaştığımız göksel manzara, anne-babamızın, büyük anne-babalarımızın hatta maymunsu atalarımızın gördüklerinin hemen hemen aynısıdır. İnsanlık kuşaklar boyu sadece gökyüzünü görmekle kalmamış, onun­la bağlantımızı anlamanın çeşitli yollarını bulmuştur.

Yıldızlarla olan ilişkilerimiz, 20. yüzyılın başlarında Harvard Bilgisayarlarının bulgularıyla büyük bir değişikliğe uğradı. O zaman Harvard'daki gözlemevinin müdürü olan Edward Charles Pickering ciddi hesaplamalar ve tahliller gerektiren bir sorunla uğraşıyordu. Gözlemevinde takımyıldızlarla, yıldızlarla ve nebulalarla ilgili o kadar çok resim çekilmişti ki bunları düzene koymak çok zordu. O dönemde bugünkü dijital bilgisayarlar yoktu, bu yüzden hesaplamalar elle ya­pılmak zorundaydı. Pickering son derece hasisti ve bir kere­sinde mevcut personeline aynı işi evindeki hizmetçisine yarı fiyata yaptırabileceğini dahi söylemişti. Bu yeni fikir çok ho­şuna gitti ve hizmetçisi Williamına Fleming'i gözlemevinde görevlendirdi.

Williamina Fleming yirmi bir yaşında ve bir erkek çocuk annesi iken kocası onu beş parasız bırakarak terk etmişti. Pic­kering önce onu temizlikçi olarak işe aldı, sonra da iddiasına uygun olarak göksel görüntüleri düzenlemesi için gözlemevi­ne getirdi. Büyük bir bağış alınca da gruba birkaç kadın daha ekledi. Pickering'in asla beklemediği ise, bu ekipten o döne­min, hatta her dönemin en ünlü astronomlarının çıkması idi.



Marooned - Pink Floyd


Uzaydan görüntüler ve hayalet şehir Çernobil eşliğinde
Marooned...

BOŞLUK "bakışımın biçimini alıyor"

...

Çağdaş gökbilimin mesajı. Eskiler gibi biz de göğe bağlı olduğumuzun bilincindeyiz. Ama daha önce hiç kimsenin hayal etmediği genişlikte bir çerçeve içinde. Yaşamımız dev bir boyut içinde yer alıyor. Gezegenler, yıldızlar, galaksiler onun büyüleyici parçaları. Varoluşumuzun kozmik ulumaları var.

Matematik doğanın dilidir. Atomlar ile moleküller bizim tözümüzdür. Onların biribiriyle ilişkilerini keşfetmek kendi geçmişimizi ve kendi şimdimizi incelemektir. Bu da bizim var olmamızı sağlayan bu engin düzenleme hareketini biraz daha iyi anlamaktır.

Coğrafi bakımdan, kozmik maddenin hemen hemen tamamında, hiç yok demeyelim de, çok ilkel bir düzenleme düzeyi vardır. Ne ki bu kaoslu okyanusta, kimi ayrıcalıklı yerlerde, uygun fizik koşulların kayırdığı adacıklarda, madde düzenleyici eğilimlerini "bırakabilmiş", gizini kendinde taşıdığı harikalar yaratmıştır.

Bilimler, ancak XX. yüzyıldan itibaren, bilgilerin birikmesi sayesinde ve bunların engin bir kendine dönüşüyle, birleşmelerini tamamlayabilmiştir. Farklı disiplinlerin edinimlerini yan yana koyarak engin bir bilgi freskosu yapılabilir. Bilim adamları da çabalamaları sırasında biraz unutmuş oldukları şeyi yeniden keşfederler. Yani ortak nesnelerinin bilimi yapan insanın yaşadığı evren olduğunu.

"Varolmak". Görünüşte yalın bir sözcük. Gerçekte ise öyle derin bir gizemi var ki. Chamonix vadisinin üstünde durup önümde Mont Blanc’ı gördüğüm zaman, Mont Blanc "vardır". Yaklaşırsam kayalık yarlardan başka bir şey görmem. Mikroskopla bakarsam, onun "varlığı" mineral oluşumlarının dokusunda kaybolur.

Bilim bize var olan her şeyin -taş, yıldız, kurbağa ya da insan- aynı maddeden, aynı temel parçacıklardan yapıldığını öğretiyor. Tek fark parçacıkların biribirine göre düzenlenişinde. Tek fark karmaşıklık piramidine tırmanmak için gereken basamakların sayısında.

Bilimsel bilgiler bize insanın yeni bir imgesini veriyor. "Dünyanın merkezi" olma iddialarından vazgeçmek zorunda kalan insan yeni bir yer ediniyor. Kendini doğanın düzenlenmiş varlıkları arasında çok yükseğe yerleştiriyor. Bütün kozmik olguları içinde barındıran bu uzun hazırlığın kendisini götürdüğü yere. Bu yeri, kökeni ne olursa olsun bütün insan kardeşleriyle paylaşıyor. İnsan Haklarına saygı aynı zamanda evrenin tarihinde her bireyin öneminin bilincine varılması demektir.

Kütle ve hacim ölçeğinde insan hiçtir: Sınırsız uzayda bir toz tanesidir. Ancak çok daha anlamlı olan düzenlenme ölçütüne göre çok yükseklere yerleşir. Bizim bilgimize göre en yüksek basamakta, evrenin görülebildiği, kendi kökeni ve geleceği üzerine sorular sorabildiği bir yerde bulunur. Bizden önce kimse -en azından bizim gezegenimiz üzerinde- bu sorgulamaları yapamamıştır.

Bulutsular ve atomlarla birlikte, var olan her şeyle birlikte maddenin düzenlenişinin bu engin deneyimine katılıyoruz. Evrene yabancı olmak şöyle dursun, milyarlarca ışık yıllık bir genişlikte sürüp giden bir serüvenin içinde bulunuyoruz. On beş milyar yıllık bir gelişmeden sonra bizi yaratan bir kozmosun çocuklarıyız. Hindu geleneğinde olduğu gibi, taşlar ve yıldızlar bizim kardeşlerimiz. Böylece verimli yaşam alanımızın ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olan bütün canlılara, bitkilere ve hayvanlara bağımlı olduğumuzu keşfediyoruz.

"İnsani olan hiçbir şeyin bana yabancı olmadığını düşünüyorum" diye yazıyordu Terentius, iki bin yıl önce. Buna şu eklenebilir: Fizikle, kimyayla, biyolojiyle ilgili hiçbir şey bana yabancı değildir.

Bilim "Tanrı var mı? Yaşamın bir anlamı var mı? Ölümden sonra yaşam var mı?" gibi sorulara yanıt veremese bile, bilimsel bilgiler kendimizi yıldızlara, bitkilere, hayvanlara göre kozmosta bir yere yerleştirmemize izin veriyor. Bunlar bizim geçmişimizi yeniden anlatıyor, kozmik köklerimizi yeniden buluyor, kendini düzenleyen maddenin, içinde bizim de yer aldığımız serüvenini betimliyor.

İnsanlar ölüyor, ama yaşam hiçbir şey olmamış gibi bir biçimde devam ediyor. Ölümü bir bitiş olarak değil, olimpiyat ateşini sönmeden başkasına aktaran Yunanlı koşucu örneği, bir bayrak yarışı aşaması olarak görmek gerek. Yaşamımız kısa, ama türümüz uzun süreli. Hepimiz zincir baklalarının sorumluluğunu taşıyoruz.
...




Venedik’te Ölüm’de Aschenbach, ataları hakkında:

“Ne derlerdi? Gerçekten, onların yaşantısından çok farklı olan,
 bu yozlaşmış yaşam için ne söylerlerdi?”


NİHİLİZMİN ÇANLARI

*N. üzerine okumak en büyük zevklerimden biri. N.'nin Sorrento Yolculuğu isimli kitapta hayatına dair daha önce okumadığım anekdotlar, çevrilmemiş ve belki de hiç çevrilmeyecek kimi yazı parçalarını görmek mutlu etti beni.  İnsanca Pek İnsanca'da yer alan ve en sevdiğim fragman parçalarından birinin (http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/04/insanca-pek-insanca.html)kitapta kelime kelime sayfalar boyu irdelendiği aşağıdaki kısmıysa zevkle okudum.

Çanlar nihilizm için çalıyor:



CENOVA'NIN ÇANLARI VE 
NIETZSCHE’NİN EPİFANİLERİ

Ölüm arzusu, deniz tutan ve sabahın erken saatlerinde liman ışıklarını gören birinin karayı arzulaması gibi.

Bu düşünce Cenova’da, karada, büyük ihtimalle ertesi gün 11 Mart’ta yazılmış bir not defterinde ortaya çıkar, ve aynı sayfada başka kısa bir not buluruz:

Cenova'da akşam çan sesi- melankolik, ürkütücü, çocuksu.
Platon: Ölümlü olan hiçbir şey ciddiye alınmaya değmez.

Cenova’nın sokaklarında alacakaranlıkta dolaşırken, Nietzsche bir kulenin tepesinden gelen çan sesini duyar. Bir anda, papazın oğlu olması, filolog olarak derin bilgisi, filozof olarak düşünceleri bir düşünce deneyimi içinde erir ve onu derinden sarsar. Not defte­rinin sayfası bu deneyimin yazılı izini saklar.

Epifaniler

Cenova çanları Nietzsche için bir epifanidir. Yunan kültüründe epifaneia, tanrısal bir varlığın tezahürü, daha doğrusu görünmez olan bu varlığın mevcudiyetini somutlaştıran işaretler anlamına gelir: vizyonlar, rüyalar, mucizeler. Hıristiyan dünyasında, üçüncü yüzyıldan sonra bu terim Hz. İsa’nın tanrısallığının ana teza­hürlerini anma törenleri (vaftiz, müneccimlerin secdesi, ilk muci­ze) için kullanılmaya başlandı ve sonrasında anlamı daraldı, Batı kilisesinde ve popüler gelenekte müneccimlerin gelişini nitelemek oldu. Günümüz dünyasında James Joyce, bu terimi, bir konunun manasının bir anda açığa çıktığı ya da bir olayın hafızada gömü­lü bir hatırayı bütün detay ve duygularıyla yeniden uyandırması gibi ansızın yaşanan önsezi anlarını tarif etmek için kullanmıştır. Şiirinin ve edebiyat projelerinin gelişiminde, Joyce tarafından kul­lanılan epifani kavramı, birçok değişim geçirmiş ve birçok kez ye­niden tanımlanmıştır. 1900’de yazılmış bir epifani derlemesinde, epifaniler dramatik veya kurmaca olmak üzere, çok kısa bağımsız kompozisyonlar şeklinde sunulur ve yazara “güzelliğin ruhunun kendisini manto gibi sardığı” hissini veren önemli anları hatırlatır veya canlandırır. Daha sonraları, ilk deneme romanında (Stephen Hero, 1904), yazar epifani kavramına teorik bir açıklama ekler:(Stephen'ın) epifaniden anladığı, dilin veya vücut hareketinin yavanlı­ğında ya da zihnin faaliyetinin anmaya değer bir evresinde ansızın gelen manevi bir tezahürdü. Eli kalem tutan insanların bunların yitip gidebile­cek, hassas anlar olduğunu göz önünde tutup, bu epifanileri büyük bir özenle saptadıklarını tahmin ediyordu. Cranly'ye dedi ki, 'Ballast ofisin­deki duvar saati epifaniye sebep olabilir'. (...) "Ne?" "Netliğini ayarla­maya çalışan manevi gözümün attığı bakışlarmış gibi hayal et bu duvar saatine attığım bakışları. Görüntü netleştiğinde, eşya görünür, işte bu epifani anında ben, güzelliğin üçüncü ve en üstün evresini yakalıyorum."

Güzelliğin üçüncü evresi Thomas Aquinas’ın estetik öğretisine dayanır: Ad pulchritudinem, tria requiruntur: integritas, conso- nantia, claritas (Güzelliğin üç koşulu vardır: bütünlük, uyum ve görkem”): Uzun bir süre, Aquinas'ın ne demek istediğini anlamadım. Mecazi bir kelime kullanmış ki normalde kullanmaz, ama sonunda anlamayı başar­dım. Claritas quidditas demek. İkinci özelliği keşfettiği analizden sonra, zihin mümkün olan tek mantıklı sentezi yapıp üçüncü özelliği keşfediyor.

İşte benim epifani diye adlandırdığım an budur. Önce, eşyanın bütün bir şey olduğunu keşfediyoruz, sonra onun düzenlenmiş karışık bir yapıya sahip olduğunu, onun aslında bir şey olduğunu anlıyoruz: Son olarak parçalar içindeki ilişki kusursuz olduğunda, parçalar birbirine olması ge­rektiği gibi oturduğunda, o şeyin ne olduğunu biliyoruz. Ruhu, kimliği dış görünüşünden bize fışkırıyor. En sıradan eşyanın ruhu bile eğer yapısı oturmuşsa, bize ışıltılı gelir. Eşya tezahürünü (epifanisini) tamamlamıştır."

Aslında buradaki epifani kavramı, Skolastik bir kavramı canlandırmak yerine Walter Pater’in her kusursuzluk anından tat al­maya ve kısa süren her anı mutlak hale getirmeye çalışan estete övgüyle sonlandırdığı La Renaissance’ın bitiş sözlerine gönder­me yapıyordu. Epifani; Marcel Proust, David Herbert Lavvrence, Virginia Woolf, Thomas Stearns Eliot gibi 20. yüzyılın yazarları arasında serpilen “anın estetiği”ne dahildi. Kavramı Pater, roman­tizm sonu ve sembolizm başı arasında bir bağlamda ortaya atmıştı; Joyce ise kavrama, D’Annunzio’nun Ateş isimli eserinde, “Ateşin epifanisi” başlıklı ilk bölümünde rastlamıştı.

Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi isimli romanını yeniden yazdığı sırada claritas ve quidditas arasındaki denk­liği muhafaza ederek, epifani terimini kullanmayı bırakır, bu gi­zemli anın rengini anlatmak için, Shelley ve Ganvani’den aldığı iki karşılaştırmayı kullanır. 1904’ten itibaren Joyce epifanileri özerk kompozisyonlar gibi değil de yazı inşa öğeleri, basit notlar olarak kullanır ve 1909 yılında onları alfabetik sıraya dizerek, konuları­na göre düzenleyerek, önce Portre'de sonra da Ulysses’te kullan­mak üzere hazır hale getirir. Ulysses’in üçüncü kısmında, Stephen, Sandymont plajında yürür ve düşünürken gençliğinin epifanileriyle alay eder: “Oval şekildeki yeşil sayfalara yazdığın, derin ki ne de­rin, eğer ölürsen İskenderiye kütüphanesi dahil dünyanın bütün kütüphanelerine gönderilmek üzere örneklerini hazırladığın epifanilerini hatırlıyor musun? Finnegans Wake isimli romanında epifaniye dönüş yapar, bu durum tüm esere yansıyarak, eseri tek ve “muazzam bir insan dili epifanisi” haline getirir. Eser araya mesafe koymak, eşyaya olduğu kadar kelimelere de yeni ve şaşkın bir göz­le bakmak için düz söyleyiş biçimini parçalar, biçimi olumsuzlar.

Roman epifaninin kıyameti (apokalips), Apophanype ile son bulur. Dördüncü ve son kitapta, Joyce’un Yeni Ahit’indeki Apokalipsi bölümünde yani, şöyle yazar: “Wrbps, that wind out of noreıvere! As on the night ofthe Apophanypesl”.

Nietzsche epifani terimini eserlerinde kullanmamıştır; ama biz, onun felsefi yazısının oluşumuna ve yapısına özel bazı özellikleri anlamak için epifaniyi kritik bir kavram olarak kullanacağız. Bu kelimeyi kullanmamış dahi olsa, Nietzsche varlığımızın, anlamı yoğun anlar tarafından duraklara ayrıldığının ve bu anların haya­tımızın senfonisinin en belirleyici ton değişikliklerini temsil ettiği­nin farkındaydı:

"Yaşamın akrebi. -Yasam, yüksek anlamlılık yüklü ender tek anlardan ve bu anların olsa olsa gölge görüntülerinin çevremizde gezindiği, sayı­sız aralardan oluşur. Sevgi, bahar, güzel ezgilerin her biri, dağlar, ay, deniz -her şey ancak tek bir kez tam yürekten dile gelir: Bir biçimde tam olarak dile gelebilirse. Çünkü birçok insan bu anları hiç yaşamaz: onlar gerçek yaşam senfonisinin araları ve duruşlarıdır."

Filozofun not defterlerinde bazen epifanilerinin izlerine rastla­nır. Mesela çocukken Plauen Nehri yakınlarında ilkbahar güneşi altında ilk defa kelebekleri görüşünü anımsadığında yaşadığına benzer biyografik epifanilerdir bunlar veya mutlu günlerini an­lattığı ve onda çocukluğu kaybettiği duygusunu canlandıran, ba­basının katı sesini ona yeniden duyuran bir dizi memorabilia’yı kaydettiği küçük not defterini hatırladığında yaşadığı epifaniler­dir. Nietzsche’nin yazılarında biyografik epıfanilere az rastlanır. Filozof “bilginin zehirli oku onu delmiş geçmiş” gibi hissediyordu ve hayatının en önemli olayları gerçekte kendi düşünceleriydi. Nietzsche’ye özgü gerçek epifaniler felsefeden bahseder, bunlar bilginin epifanileridir, bir kıvılcımla felsefi bir problemi çözen ya da görünürde birbirine uzak kavramları bağdaştırarak yeni pers­pektifler açan zihnin kısa devreleridir. Bazı epifaniler özellikle mü­himdir; çünkü bunlar bir dönemeci, düşüncede bir sıçramayı ilan ederler ve Nietzsche’nin zaten hızlı gelişim gösteren düşüncesine ivme kazandırırlar. Nietzsche’ye özgü felsefi epifaniler kökensel bir perspektif içinde bulgusal bir araç olarak, yani yeni bir bilişsel senaryonun doğuşunun tetiklediği güçlü, duygusal bir çalkantının işareti olarak kullanılır. Epifanilerini takip etmek bize Nietzsche’nin düşüncesinin bazen kökü yeraltına uzanan hareketini keş­fetmeye ve derin değişimlerini anlamaya yardımcı olabilir. Bütün epifaniler bir dönemecin belirtisi değildir elbet ama Nietzsche’nin felsefesinde, metamorfozların öncesinde yer alan veya onlara eşlik eden bir epifani vardır mutlaka.

Nietzsche’nin felsefesinde epifaninin statüsü ve şekli nedir? Ön­celikle Nietzsche’ye özgü epifanilerin birbirleriyle hiyerarşik bir ilişki kurmadıklarını belirtmek gerekir. Epifani sırasında özneye görünen, nesnenin aşkın bir niteliği, özü, quidditas değildir, derin anlamı bile değildir. Nietzsche’nin varlık felsefesinde, öz yoktur, şeylerin asli bir manaları yoktur; dünyamızdaki nesneler devamlı hareket halinde olan biçimlerdir ve görece sabit dönemlerde bile manaları sürekli değişir: “form akıcıdır, ama ‘anlam’ daha da akı­cıdır.” Epistemolojik bir bakış açısıyla, Nietzsche’ye özgü epifa­niler gizemli aydınlanma anları değil, ilham alan bir öznenin giriş ayrıcalığına sahip olduğu farklı bir varlık boyutunun ortaya çıktı­ğı, rasyonel olmayan bilginin ifadesidir; tam aksine, bunlar, birçok rasyonel bilginin bir imge veya kavramda birleşmiş, yoğunlaşmış halidir. Nietzsche’ye özgü epifaniler, bir olayın, bir nesnenin veya bir kavramın zengin semantik doğurganlığının filozofa ansızın be­lirdiği anlardır.

Bize göre, bunların üç ayırt edici niteliği vardır. İlk olarak, bun­lar anlamların karşılaşma noktalarıdır, çünkü özlerle hiyerarşik bir ilişki kurmaktan uzak, farklı bağlamlardan gelen düşünce hatları­nın yatay ilişkilerinin karşılaşma noktalarıdır. Öznenin, onu o sıra meşgul eden felsefi teorilerin, kişisel deneyimlerin veya edebi imge­lerin hepsinin tek bir zihinsel figürde özetlenmiş haliyle karşılaştığı anlardır. İkinci olarak, epifaniler aşkın değilseler de bir derinliğe sahiptirler, tarihsel derinlikleri vardır. Düşüncesinin güncelliğinden doğan semantik hatların yanında, filozofun zihninde, nesnenin tari­hini oluşturan çoklu anlam katmanları, yani edebiyat, sanat, felse­fe veya basit dilbilimsel kullanım (metafor, mecazı mürsel) yoluyla oluşan yan anlamlar belirir. Sonuç olarak filozof, epifanik duru­mun semantik potansiyelinin önsezisine sahip olur. Nietzsche’ye özgü epifanilerin üçüncü ayırt edici özelliği bunların anlam yarat­ma araçları olmasıdır. Epifani anında filozof; kültürel bir geleneğin nice unsurunu bir imgede, çok sayıda anlamı barındıran bir pota gibi, toplayıp eritebileceğini ve bu taşıyıcı imgenin anlam doğuru­cu olduğunu anlar: Daha önce var olan katmanlara eklenerek ve geleneksel anlamı bazen ters yüz ederek bazen de hicvederek onu değişikliğe uğratmaya ve yeni bir anlam yaratmaya izin veren yete­rince geniş ve şekillendirilebilir bir potadır bu. Özetlemek gerekirse: Epifani anında, özne nesnenin bir dünya görüşünün sembolü olma kapasitesini sezer ve bu sembol haline gelme işi, çok çeşitli anlam­ların tutarlı biçimde bir imge haline gelivererek bir noktada birleş­mesiyle olur. Ayrıca, kişi, nesnenin, tüm bir edebiyat, felsefe, sanat geleneğini boyunca, quidditas,ını değil tarihsel derinliğini oluşturan anlam parçalarını yüklenmiş olduğunu fark eder. Epifanik imgenin canlılığı ve semantik potansiyeli filozof için mevcut anlam doku­suyla birlikte belirir ve böylece bu imgenin yeni bir felsefi bağlamda yeniden kullanımını ve yeniden yorumlanmasını mümkün kılar.

Bu gözlemlerden yola çıkarak, Nietzsche’nin epifanileri ile Joyce’un epifanilerinin birbirlerinden ne kadar farklı olduğunu anlarız. Bir statü farkı vardır, çünkü Nietzsche’nin epifanisi Stephen Dedalus’un quidditas'na ve Ulysses'in dilsel kalıplarına aynı uzaklıktadır: Nesnenin özünü ifade etmez ve semantik değeri bir dizi dilsel kalıptan daha zengindir. Ayrıca, bazı işlev farkları da dikkatimizi çeker. Yazar için epifani, bir süre imge üzerinde durup “estetik hazzın ışıltılı ve sessiz yavaşlığını” ortaya çıkartmaktır, oysaki filozof için epifani yeni bir düşünce akımı için gelen dür­tüdür. Joyce’da, epifani edebi metinlerin inşasını amaçlayan özel bir stil stratejisidir. Nietzsche’de ise tersine, epifani bilişsel yeni bir senaryoyu doğuran ama sonrasından felsefi metin yazımında kullanılmayabilen özel bir deneyimdir; felsefi metinler onları doğu­ran epifanik anlardan çok, o anlardan kaynaklanan felsefi bilgi ve içeriği kullanır. Sonuç olarak, Nietzsche’nin epifanileri onun not defterlerine hapsolmuşlardır ve yayınladığı metinlerde, yazıldıkla­rı halleriyle ortaya çıkmazlar. Epifani filozofun notlarında farkına vardığımız ışıltılı sinyaller gibidir ve bir imgenin veya felsefi bir temanın önemini açığa çıkarırlar. Epifanilerin izini takip etmek Nietzsche’nin metinlerinin yaratılışını yeniden kurgulamamıza; ge­nellikle epifanik boyuttan mahrum, salt felsefi kavram biçiminde yayınlanmış daha sonra tekrar karşımıza çıkacak bazı temel kav­ramları ve felsefesinin gelişimini anlamamıza yardımcı olur. Epi­fani, Nietzsche’nin metinlerinin hareketini aydınlatmaya yarayan, izah edici özelliği olan bir araçtır.

İnsanca Şeylerin Değeri

Şimdi, Cenova’daki epifaniye geri dönerek, bu epifaniyi oluştu­ran unsurları analiz edelim.


Glockenspiel Abends in Cenua-wehmütig schauerlich kindisch. Plato: nichts Sterbliches ist grossen Ernstes würdig.


Cenova'da akşam, çan sesi- melankolik, ürkütücü, çocuksu.

Platon: Ölümlü olan hiçbir şey ciddiye almaya değmez.

Bu ani aydınlanma anında en az üç semantik düzey birbirine karışmıştır: Biyografik düzey, edebi düzey ve daha felsefi bir dü­zey. Biyografik düzeyde, günün saatlerini belirten ve dini görevlere eşlik eden çanların sesi, Röcken’in küçük bir kasabasının papazı­nın oğlu olan Nietzsche’nin (“bitki olarak bir mezarlığın yanında, insan olarak bir papaz evinin içinde doğdum”) ruhunun derin­liklerinden hatıraları su yüzüne çıkartmıştır. Otobiyografilerinde ve gençken yazdığı şiirlerde, çan sesinin onda uyandırdığı derin etkilerin izlerini bulabiliriz; bu izler Cenova epifanisini andıran kelimelerle kaleme alınmıştır. 1858’de, Nietzsche 14 yaşındayken, Röcken kasabasında çan kulesiyle çan sesinin oluşturduğu görsel ve işitsel durumun, babasıyla ve onun cemaatteki rolüyle bağdaş­tığı o mutlu çocukluk günlerini yazmıştır. Nietzsche’nin yitirilmiş çocukluğun melankolisini (melankoli de, çanlar üzerine aldığı not­larında rastladığımız kelimelerden biridir) neden çan seslerinde buluyordur sorusunun cevabı eski ve derinde kalmış hatıralardadır: “Her şeyden daha önce göze çarpan, yosunla kaplı çan kulesiydi. Hâlâ hatıramda taze olan bir anımda, çok sevdiğim babamla Lützen’den Röcken’e gidiyorduk ve yolun yarısında Paskalya Bayramı sebebiyle çanların ağırbaşlı bir şekilde çaldığını duyduk. Bu ses sık sık içimde yankılanır ve melankoli beni çok uzaklara, sevgili baba evime götürür. Mezarlık hafızamda o kadar canlı ki! Eski, çok eski mezarlar göre göre, kaç defa, tabutlar ve yas tülleri, eski cenaze kayıtları ve türbeler üzerine sorguladım kendimi!” Ne yazık ki, bu mutlu seyahatlerinden bir yıl sonra çanlar Nietzsche’nin baba­sının cenazesi için çalmıştır. Çocukluk yıllarının mutluluğunu, evi, aileyi temsil eden bu ses artık ölüm dehşeti ve kalbinin ait olduğu yerlerden ayrılmayı çağrıştıracaktır: “Uzun bir sürecin sonunda, korkunç şey gerçekleşti: Babam öldü. Bugün bile hâlâ, bu düşün­ce beni derinden etkiler ve canım yanar”; “iki Ağustos’ta, canım babamın cenazesini toprağa verdik. Mezarı belediye başkanı yap­tırmıştı. Öğleden sonra birde tören başladı, çanlar durmadan çal­dı. Of, o boğuk çan sesleri hafızamdan asla silinmeyecek”; “Onu toprağa gömmek içimi öyle bir sıkıştırdı ki! Yas çanının boğuk sesi omuriliğime kadar titretti beni. Kendimi terkedilmiş ve ök­süz hissettim, çok sevdiğim babamı kaybettiği anladım. (...) Sevgili yuvamızdan ayrılma vakti geldi. Orada geçirdiğim son günü ve geceyi hâlâ çok net hatırlıyorum. Akşam, bir grup çocukla bunun son kez olduğunu bir saniye bile aklımdan çıkarmadan oynadım. Sonra, onlarla ve benim için değerli olan her yerle vedalaştım. Gece çanı tarlaların üzerinden melankolik bir şekilde çaldı. Ka­saba yarı karanlığa büründü, ay yükselmişti ve bize yukardan so­luk aydınlığıyla bakıyordu.” O dönemin mektup ve şiirlerinde, çanların sesinin ölümü de çağrıştırdığını görürüz. Mesela, 1859 tarihli, Akşam duası çam isimli şiirde: Akşam duası çanı tarlaların ötesinden usulca çalıyor. Çanlar, dünyada hiç kimse mutluluk di­yarını bulamaz diyorlar kalbime; daha yeni topraktan çıkmışken, geri dönüyoruz toprağa. Çanların yankısı içimde bir düşünce do­ğuruyor: hepimiz sonsuzluğa giden yoldayız.” 16 yaşında, saygın Pforta okulunda öğrenci olan Nietzsche, Ölüler Günü’nde annesi­ne yazar: “Dün saat 6’da, çan seslerini duyunca sizi ve son yıllarda birlikte geçirdiğimiz zamanları düşündüm. Akşam, ölüler için ayin düzenlendi ve yüksek sesle bizden önce Pforta’da okumuş merhum eski öğrencilerin hayatlarından bahsedildi.” İki yıl sonra, kaleme aldığı Ölüler Günü Arifesi isimli şiirinde, bir kış gecesi çanların se­sinin kalbinin derinliklerinde uyuyan göçmüş yakınlarının hatıra­sını uyandırdığını yazar. Çanın sesiyle ölüler uyanır ve genç adamı yanlarına, uzun dondurucu uykularına davet ederler. Demek ki biyografik bir bakış açısıyla, çanların anlamı melankolik ve çocuk­sudur, çünkü filozofun içinde yankılanan çocukluğun kayıp dün­yasıdır; bu dünya ürkütücüdür, çünkü ölüm düşüncesini çağrıştırır. Çanlar merhumların hatırasını taşıyanın kalbini delik deşik eder.


 

Röcken kasabasının çan kulesi


Mutlu Ölüm

Ölüm karşısında kendimize sahip olursak, onunla egemenlik ilişkileri kurmuşsak yazabiliriz ancak. Karşısında direncimizi yitirdiğimiz şey, egemen olamayacağımız şey midir bu, öyleyse kalemin altından sözcükleri çeker alır, sözü keser: yazar artık yazmaz, çığlık atar, beceriksiz, karmakarışık, kimsenin duymadığı ya da kimseyi heyecanlandırmayan bir çığlık. Kafka burada derin bir biçimde sanatın ölümle ilişki olduğunu hisseder. Neden ölüm? Çünkü o aşırı uçtur. Ona sahip olan, sonuna dek kendine sahiptir, yapabileceği herşeye bağlıdır, tepeden tırnağa güçtür. Sanat son ana egemen olma, son egemenliktir.


Alsancak Kent Kütüphanesi'nde, 05.02.2016

Mutlu ölüm

Kafka Günlük'ünün bir notunda, üstünde düşünebileceğimiz bir açıklama yapar: "Eve dönerken, Max'a, ölüm döşeğinde, acılarımın çok büyük olmaması koşuluyla, çok mutlu olacağımı söyledim. Yazdığım en iyi şeyin bu mutlu ölebilme yeteneği üzerine kurulduğunu eklemeyi unuttum ve daha sonra bilerek savsakladım bunu. Güçlü bir biçimde inandırıcı, bütün bu güzel bölümlerde, hep, ölen ve bunu çok zor bulup bunda bir haksızlık gören biri söz konusudur; bütün bunlar, hiç değilse benim görüşüme göre, okuyucu için çok coşku vericidir. Ama, ölüm döşeğimde mutlu olabileceğimi sanan benim için, böylesi betimlemeler için için bir oyundur, ölen kişide ölmeye bile seviniyorum, demek ki ölçülmüş bir biçimde okuyucunun böylece ölüm üstünde toplanmış dikkatini kullanıyorum, ölüm döşeğinde yakınacağını varsaydığım kişiden çok daha fazla ferah tutuyorum içimi, o halde benim yakınmam olabildiğince kusursuzdur, gerçek bir yakınma gibi ani bir biçimde kesilmek yerine güzel ve saf akışını izler..." Bu düşünce Aralık 1914 tarihini taşır. Kafka'nın daha sonra da kabul edeceği bir bakış açısını dile getirdiği kesin değildir; bu zaten, Kafka'nın densiz yanını hissetmişçesine, söylemediği şeydir. Ancak, özellikle kışkırtıcı hafifliği yüzünden, bu düşünce açımlayıcıdır. Bütün bu bölüm şöyle özetlenebilir: Ölüm karşısında kendimize sahip olursak, onunla egemenlik ilişkileri kurmuşsak yazabiliriz ancak. Karşısında direncimizi yitirdiğimiz şey, egemen olamayacağımız şey midir bu, öyleyse kalemin altından sözcükleri çeker alır, sözü keser: yazar artık yazmaz, çığlık atar, beceriksiz, karmakarışık, kimsenin duymadığı ya da kimseyi heyecanlandırmayan bir çığlık. Kafka burada derin bir biçimde sanatın ölümle ilişki olduğunu hisseder. Neden ölüm? Çünkü o aşırı uçtur. Ona sahip olan, sonuna dek kendine sahiptir, yapabileceği herşeye bağlıdır, tepeden tırnağa güçtür. Sanat son ana egemen olma, son egemenliktir.

"Yazmış olduğum en iyi şey mutlu ölebilme yeteneği üstüne kurulur" tümcesinin, yalınlığından gelen çekici bir yanı olsa bile, yine de kabul edilmesi güçtür. Bu yetenek nedir? Bu güvenceyi Kafka'ya veren nedir? Şimdiye dek, ölümün karşısında nasıl duracağını bilecek denli ona yaklaşmış mıdır? İçinde birinin öldüğü, haksız bir ölümden öldüğü yazılarının "iyi bölümlerinde" ölen kişide kendisini ortaya koyduğunu hissettirir gibidir. Yazının örtüsü altında gerçekleşmiş, ölüme bir tür yaklaşım mı söz konusudur öyleyse? Ama betik tam olarak bunu söylemez: Yapıtta gerçekleşen mutsuz ölümle buna sevinen yazar arasında bir içlidışlılığı belirtir kuşkusuz; nesnel bir betimlemeye izin veren soğuk, uzak ilişkiyi dışlar; bir anlatıcı, coşku uyandırma sanatını biliyorsa, kendisine yabancı olan altüst edici olayları altüst edici bir biçimde anlatabilir; bu durumda, sorun dil uzluğunun ve ona başvurma hakkının sorunudur. Ama Kafka'nın söz ettiği ustalık başkadır ve onun başvurduğu hesap daha derindir. Evet, ölende ölmek gerekir, gerçek bunu gerektirir, ama ölümle yetinme; en yüce doyumsuzlukta en yüce doyumu bulma ve, ölüm anında, böylesi bir dengeden gelen bakışın aydınlığını koruma yeteneğinde olmak gerekir. Hegel'in bilgeliği doyumu ve kendine ilişkin bilinci çakıştırmaktan, en son olumsuzlukta, olasılığa, çalışmaya ve zamana dönüşmüş ölümde, kesinlikle olumlu olanın ölçüsünü bulmaktan oluşuyorsa, demek ki ona çok yakın bir doyumdur bu.

Ne var ki Kafka burada doğrudan bu denli tutkulu bir görüngede yer almaz. Şu da var ki, iyi yazma yeteneğini iyi ölme gücüne bağladığında, genel olarak ölümü ilgilendirecek bir kavrama değil de kendi deneyimine anıştırma yapar; şu ya da bu nedenle, sakin bir biçimde ölüm döşeğine uzandığı içindir ki kahramanları üzerine sakin bir bakış yöneltebilir, ileriyi gören bir içlidışlılıkla onların ölümüne katılabilir. Yazılarından hangilerini düşünür? Bir kaç gün önce arkadaşlarına okumasının kendisine cesaret verdiği İn der Strafkolonie, Zindanda adlı anlatıyı kuşkusuz; bunun üzerine Dava'yı, ölümün dolaysız ufkunu oluşturmadığı bitmemiş bir çok anlatıyı yazar. Dönüşüm'ü ve Yargı'yı da düşünmemiz gerekir. Bu yapıtların anımsanması gösterir ki Kafka ölüm sahnelerini gerçekçi bir biçimde betimlemeyi düşünmemiştir. Bütün bu anlatılarda, ölenler birkaç hızlı ve sessiz sözcükle ölürler, Bu, yalnızca öldükleri zaman değil de görünüşe bakılırsa yaşadıkları zaman da Kafka'nın kahramanlarının gelişmelerini ölüm uzamında tamamladıkları, "ölme"nin bitimsiz zamanına ait oldukları düşüncesini doğrular. Bu kahramanlar bu garipliği sınarlar ve Kafka da, onlarda, sınanmaktadır. Ama ona öyle gelir ki, ancak, herhangi bir biçimde, bu sınamanın son anıyla önceden uyum içine girerse, ölümü umursamazsa bu sınamayı "iyi bir sonuca" vardırabilecek, bundan anlatı ve yapıt çıkarabilecektir.

Düşüncesinde bize ters gelen şey, sanatın aldatmacasına izin verir gibi görünmesidir. Kendisinin kıvançla karşılayabileceğini hissettiği şeyi haksız bir olay olarak betimlemek neden? Kendisi ölümden hoşnutken, neden onu bizim için korkunç kılar? Bu betiğe acımasız bir hafiflik verir. Belki sanat ölümle oynamayı gerektirir, belki de çarenin ya da egemenliğin kalmadığı yere bir oyun, biraz oyun getirir. Ama bu oyun ne anlama gelir? "Orada yanmamaya kararlı bir niyetle sanat gerçeğin çevresinde gezinir." Burada, ölümün çevresinde gezinir, yanmaz ama yanığı hissedilir kılar ve yanan şeye ve soğuk ve aldatıcı bir biçimde coşku veren şeye dönüşür. Sanatı tutsak etmeye yetecek görünge. Yine de, Kafka'nın açıklamasına haksızlık etmemek için, onu farklı biçimde anlamak da gerekir. Mutlu ölmek onun gözünde kendi içinde iyi bir tutum değildir, çünkü öncelikle dile getirdiği, yaşamdan memnun olmama, yaşama mutluluğunun, herşeyden önce arzulamak ve sevmek gereken bu mutluluğun dışlanmasıdır. "Mutlu ölebilme yeteneği" alışılmış dünya ile ilişkinin bundan böyle koparılmış olduğu anlamına gelir: Kafka bir anlamda şimdiden ölüdür, sürgünün ona verilmiş olduğu gibi, bu ona verilmiştir ve bu yetenek yazma yeteneğine bağlıdır. Doğal olarak, olağan olasılıklardan sürgün edilme, böylelikle, en son olasılık üstünde egemen olmayı sağlamaz; yaşamdan yoksun olma ölüme mutlu bir biçimde sahip olma güvencesini taşımaz ölümü ancak olumsuz bir biçimde mutlu kılar (insan yaşamdan memnun olmamanın sonunu getirdiği için mutludur). Açıklamanın yetersizliği ve yüzeysel niteliği buradan gelir. Ama tam olarak, bu aynı yılda ve iki kez, Kafka Günlük'üne şunları yazar: "Huzur içinde yaşamak için değil de huzur içinde ölebilmek için insanlardan uzaklaşıyorum." Bu uzaklaşma, bu yalnızlık gerekliği ona işi tarafından zorla verilmiştir. "Bir işe atılıp kendimi kurtarmazsam, mahvolurum. Acaba onu olduğu kadar açık seçik biliyor muyum? Huzur içinde yaşamak istediğim için değil de huzur içinde ölmek istediğim için varlıklardan gizleniyorum." Bu iş, yazmaktır. Yazmak için kendini dünyadan koparır ve huzur için de ölmek için yazar. Şimdi, ölüm, mutlu ölüm sanatın kazandırdığıdır, yazının ereği ve nedenidir. Huzur içinde ölmek için yazmak. Evet, ama nasıl yazmak? Yazmayı sağlayan nedir? Yanıtı biliyoruz: Mutlu ölmeyi becerebilirsek ancak yazabiliriz. Çelişki bizi yeniden deneyimin derinliğine getirir.

Döngü