Pasolini








*
Joseph Lally
model: wil aleman

MAVİ


Derek Jarman ve son filmi Mavi (1993)'de filmin başından sonuna dek, beyazperdeye kesintisiz olarak mavi rengi yansıtılır. Ses ise, müziğin eşlik ettiği bir tür şiir günlüğü olup, ölümcül AIDS hastası Jarman, bu günlüğe giderek ilerleyen görme kaybını ve hızla kötüleşen sağlık koşullarını kaydeder. Tam anlamıyla belgesel bir film olan Mavi, yaşam ile sinema, hastalık ile sanat özdeşleştirmesi üzerine kuruludur ve kâh ironik kâh yürek burkucu bölümlerle doludur; gene de film, salt bir ıstırabın tutanağı gibi değil, bir yapıt gibi değerlendirilmeyi talep eder. Son yıllarda, görsel antropoloji bağlamında, yönetmenin müdahalesi ne kadar azsa, çekimi bilimsel olarak o kadar ilginç bulma eğilimi yaygınlık kazandı. Böylece, saf bir tutuma düşme riskiyle karşı karşıya kalınıyor: Bilimcilik ile doğallığı birleştirerek, kayıt cihazında ya da kamerada hiçbir dolayım olmadan gerçekliğin bütün çıplaklığıyla aktarılabileceğini hayal eden bir saflık bu. Oysa Jarman’ın filmi, tam da etkileyici özyaşamöyküsellik niteliğinden ötürü, en kişisel ve en öznel iç dökmenin bile, gene de bir filmde (bir kitapta olduğu gibi) hep bir staged authenticity (kurgulanmış sahicilik-bir gerçeklik efekti) olduğunu gösterir. Ama bu, yapıtın sınırı değildir; aksine, onun büyüklüğüdür. Önemli olan, doğrudanlığı içinde belgelenmiş olan ölme değildir; Jarman’ın ölümünden üretmeyi başardığı şeydir. Varsayalım ki, Jarman ölmemiş olsun; hatta hasta bile olmasın ve bütün film hayal gücünün bir ürünü olsun: bir belgesel değil, kurmaca bir film. Bir şey değişir miydi? Kanımca, değişirdi. O durumda, Jarman’ın bir AIDS hastasının hissettiklerini zihninde nasıl canlandırdığını görürdük, Jarman’ın kendi hastalığından ürettiği şeyi değil. Kısacası, Mavi ile, hem kurmacadan, hem tutanaktan farklı olan, gerek düş gücüne gerek yaşanmış hayata göre merkezsiz olan (ikisiyle de ilişki içinde olsa bile) bir bölgede dururuz.


   Mavi, son derece bütünlüklü bir filmdir; dünyanın büyük çeşitliliğini çok küçük kendiliklere indirgeme şeklindeki felsefi tutumu tam olarak yerine getirir. Bu durumda başlık deneyimin hem gerçek hem mecazi yönlerini birleştirir: Görüşün puslanması ve aşamalı görme kaybı (bu seyirciye hem söylenir hem gösterilip kabul ettirilir); Jarman’ın imgeleminde merkezî bir yer işgal eden denizin rengi; sanatçının içine gömüldüğü depresyon ve keder hali (blue [mavi] sözcüğünün, Amerikan kültüründeki blues sözüne de kaynaklık eden mecazi anlamı geçerlidir burada) ve son olarak, hastalığın kaynağı olan ve bir yazgı oluşturduğu için bağlı kalınan norm dışı cinsel deneyimler ufku (blue movie, pornografik film demektir). Görüntülerin kaldırılması, engin bir yaşama duygusu, haz ilkesinin ötesi, sapkın cinsellik: “Mavi deneyiminin" dört boyutu bunlardır. Uzun bir gelenek, biri tasvir yasağı ile pederşahi tektanrılı dinsellik arasında sıkı bir bağ kurmaya alıştırdı: Tanrının mutlak aşkınlığına, kutlu tasvirlerin yapılması yasağı eşlik eder. Oysa Jarman’daki tasvirsizliğin bambaşka kuramsal ve duygusal temelleri belirsiz bir varlığın, ilksel okyanusun, büyük ürobonik ananın içinde, bireysel varoluşumuza göre zihinden önce ve sonra olarak canlandırılan dişil bir arketipin içinde bireysel kimlik ve biçimin yitirilmesinin bir sonucudur. Büyük cinsellik psikologu Henry Havelock Ellis, “undinizm” terimiyle, üretral erotizmde suların çekiciliğini tanımlamıştır. Gerçekten de, Jarman’ın duyarlığı, Ellis’in terimini devşirdiği kaynağa -Friedrich de la Motte-Fouque'nin romantik öyküsü Undine'ye- çok yakın görünmektedir. Mavi’de olduğu gibi bu öyküde de, cinsellik, suyun çağrısı ve ölüm, geçmişteki aşkın silinmez iziyle birleşir.


*
kitap:
Mario Perniola
Sanat ve Gölgesi

Hoffman’ın Vedası

Philip Seymour Hoffman öleli dört yıl olmuş. Aldığım en üzücü haberlerden biriydi. Hatırı sayılır bir Hoffmansever kitle olduğunu ve benim de onlardan biri olduğumu ölümüyle birlikte öğrendim. Ölüm haberinden birkaç ay sonraydı yanılmıyorsam, oynadığı son film (A Most Wanted Man) Türkiye'de de gösterime girdi, sinemaya gittim hemen, herhalde bütün Hoffmansever'ler gibi, Hoffman'a son kez doymak için. 

Bir oyuncu olarak çok kıymetli bir filmografi bıraktı ardında.  Kuşkusuz yaşayan en büyük oyunculardan biriydi. Yukarıdaki video'da yer alan A Most Wanted Man'ın son sahnesi sinemaya da vedası niteliğinde.

Philip Seymour Hoffman'a, ölümüne giden sürece ve sonrasında yaşadıklarına dair eşi Mimi O'Donnel bir yazı yazmış:


Melankoli ve Hiç


Melankoli hem varlığın handiyse karşı konulmaz çekiciliğini hem de hiçliğin acılığını duyumsar. ... Hiçlik, demek ki var olanın saltık yitimi içinde varlığın saltık yıkımı: var olmayan - hiçlik. O görmüştür ki var olan her şey hiçliğe doğru gider. Güzel olan her şey yok olur. Zevk kalıcı değildir. Seyir halinde bir lütuf anında tadına bakar o yalnızca - sonra günün birinde gül solar...


Melankoli'de Hiç konuşur. Önce yıkıcı negatif olarak ki zorla öyledir. Dünyanın görünümlerini ve her türlü insan çabasını anlamsız kılan şey olarak. Gravürün açıkça sölediği budur işte. Ama melankoli yalnızca bu saptamadan oluşmaz. Onda bir gece çekiciliği, hafif bir büyüleyicilik de vardır. Var olanın öngörülebilir yitirilişi, sonuçtaki yıkımı, her şeye karşın varlık zemini üstünde, dolayısıyla da bir bölümüyle pozitif olarak duyumsanır. Yararsızlık, bu zemini etkiler, gizlice işler, ama bir yandan da özgürlüğüne kavuşturur. Sağlamlığını sarsar, ama hafifleştirir de onu, akışkan hale getirir, biraz uçucu, bu nedenle de daha az sarp, istediğinde daha az ısrarlı kılar. Hoyrat zorunluluğunu yumuşatır. Yok olacağını bildiği için, bambaşka -daha şimdiden madde dışı- bir ağırlık verir onun orada oluşuna. Gerçekte ne olmaktadır melankolide? Büyük olasılıkla şudur olan: Söylediğim o sınanmış boşluk, yalnızca varlık ufkundan yola çıkarak manzaranın içine sızar, ansızın birleşir onunla. Var olandan başka hiçbir şey’in hiç'i, kendinden başka hiçbir şey olmayanın-ki, başka hiçbir şey’e sıkı sıkıya bağlıymış duygusunu verir, neredeyse elle tutulabilir ya da en azından kendi içinde yaklaşılabilir duruma gelir. Üstelik yalnızca kıyılarında değil, doğrudan iç yapısında. 

Melankoli, dünyanın yok olacağını bilir ve bu boyutta yaklaşır ona. Görünüşte çok sıradan bir şey bu. Ama dünyanın yok olacağını bilmek ve bunu bilerek onun üstünde yaşamak, sanıldığı kadar çok görülen ve basit bir şey değil. Dünyanın yok olacağını biliyoruz bilmesine, ama şu an değil bu, şimdi’nin içinde değil. Geçip gideceğini biliyoruz, ama sonra olacak bu; her şeyden önce olasılığı az bir sonra; tıpkı kendi ölümümüz gibi. Açılmış, tüm güzelliğini takınmış güle solacak, buruşuk, solgun yaprakları günün birinde yerlerde sürüklenecek güle gittiğimiz gibi gitmeyiz. Gülün geçici olduğunu, sonrası için değil şimdi ve hemen önünde olduğunu bilmek, bambaşka ve çarpıcı bir bilgidir. işte buna davet eder bizi melankoli, kendi kendinin ucuna dek gidersek.


Gül'ün ölümlü olduğunu bilmek ne demektir? Öncelikle ve kuşkusuz, onu bütün güzelliği içinde, herhangi birinin bildiği gibi, gül olarak bilmek demektir. Ama -nasıl söylemeli?- istemeden bilmektir bu. Sevmek, ama onu var olmaya bırakarak düşünsel düzeyde bile olsa kopartmadan sevmek. Onu seyretmek; ama istek duymadan, tüm başka güzelliklere baktığımız gibi seyretmek. Melankoli’yse her türlü isteği ortadan kaldırır. Erk’in doymak bilmez, durmak bilmez işlevini de askıya alır böylece. Ölümlü gülün bilgisi, Erk’in söylemi dışında bir bilgidir. Onun işlemediği bir alanda ortaya koyar kendini. Onun egemenliğinin, o aldatıcı egemenliğinin dışında, gözü açılmış... Evet gözü açılmıştır melankolinin, uyanıktır; öncelikle bu anlamda ve onu gerçekliğine taşırsak, yalnızca bu anlamda.

Böylece, bu var olmaya bırakma zemininde kendini Erk’ten belirgin biçimde ayırırken onun maskesini de düşürür ve aynı zamanda hem güle hayranlıkla bakar, hem de yok olacağını bilir. Gülü gül olarak var olmaya bütünüyle bıraktığı ölçüde daha kolay bilir ve duyumsar bunu. Böylece Erk’i iki kez mat eder. Ne olduğunu bilerek uzakta tutar onu: Evet erktir o, güzellik ve güç içinde devinen, ama günün birinde negatifin eline düşecek işleriyle tehlikede bir erk; aynı zamanda hem hayranlık verici, hem geçici, ve yalnızca yazgısal; Erk’tir, çünkü yazgısaldır.

Sonuna dek götürüldüğünde, son siperlerinde -doğru seçilmiş bir sözcük bu- melankoli. başka bir uzamı açmaktadır artık: Dürer’in gravüründe yarıda bırakılmış o soldaki boşluğu. Yapıt bu boşluğa doğru açılmaktadır ve hiçbir şeye bakmayan Melek’in gözleri, her şeye karşın bu boşluğa dikilmiştir.


*
Roger Munier

*
İlgili Okuma:

Cinsellik ve Melankoli





Melankoliklerin çoğu kafalarını cinsellikle bozmuşlardır 
(başka bir çeviride: karasevdalılar biraz kösnüldür.)

Aristotales

Melankoliklerin kişiliği iki testisinin arasındadır.

S. Freud

Melankoli özünde aşk özlemidir. Burada aşkla, en temel kösnüllükten en yüce ruhsal sevgiye kadar her biçimiyle, her derecesiyle aşk kastedilmektedir. Melankolinin itkisi Eros'tur, aşk ve güzellik arzusudur. 

Romana Guardini 


*


*

Richard Long / Arazi Sanatı

 Basit, pratik, duygusal, sessiz ve etkin sanat hoşuma gidiyor.

    Yürümenin sadeliği,

    Taşların sadeliği...





 İnsanın elinin altında bulabileceği sıradan malzemeler, özellikle de taşlar hoşuma gidiyor... Dünyayı oluşturan malzemenin taş olması düşüncesi hoşuma gidiyor.

    Sıradan şeylerin sanat olarak algılanması hoşuma gidiyor. 

    Bir tekniğe bağlı olmayan duyarlılık hoşuma gidiyor.





Sanatımın görünürlüğünün ve ulaşılabilirliğinin koşullara bağlı oluşu, ayrıca aynı anda hem kamusal hem özel olabilmesi, hem sahip olunabilmesi hem de olunamaması hoşuma gidiyor.

    Yerlerle zamanlar, mesafeyle zaman, taşlar ve mesafe, zaman ve taşlar arasındaki şekillerin simetrisini kullanmak hoşuma gidiyor.

Bruce La Bruce

Kişisel olanın kesinlikle politik olduğunu düşünüyorum; cinsel olan politiktir, hatta tuvalet bile politiktir, her şey politiktir. 

Seksi açık seçik kullanmaya ilk deneysel filmlerimde başladım, bir deney yapar gibi hatta. Beni nereye götüreceğini merak ederek temsilin sınırlarını zorladım. İlk filmlerimde yer alan müstehcen gey seks, insanlara eşcinselliğin özünü, o yokmuş gibi davranamayacakları hatta görmezden gelemeyecekleri bir şey olarak, suratlarına fırlatmama yardım eden politik bir araçtı.

Bruce La Bruce


Fotoğraf / Ölüm


River Phoenix, My Own Private İdaho'da


Bir filmde öldüğünü bildiğim oyuncuları gördüğümde ya da yeniden gördüğümde bir tür melakoliye kapılırım hep: Fotoğrafın kendisinin melankolisidir bu... Töremlerin gerilemesiyle çağdaş olan fotoğraf bizim çağdaş toplumumuzda simge, din ve törem dışı bir ölüm'üm, birdenbire ölüm'e dalışın karşılığıdır belki de." 

 Roland Barthes / Camera Lucida


*
ilgili okuma: 
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/04/olum.html

Sonnet du trou du cul (Kıç Deliği Sonesi)





Montaigne & Tasso

"O antik ve saf şiirin, hiçbir İtalyan ozanın uzun zamandır olamadığı şekilde, en akıllılarından, en beceriklilerinden ve en olgunlarından biri olandaki kıpırtıyı ve sevinci alıp götüren ne?"

Montaigne, melankolinin pençesine düşmüş Tasso'yu ziyaret eder. 

François Marius Granet (1775 - 1849) Montaigne visits Tasso in Prison



Michel de Montaigne Ferrara’da bulunduktan ve Sant’Anna tımarhanesinin sonsuz karanlığında Torquato Tasso’yu gördükten sonra, kendi duygulanım ve kaygısını yeniden dile getirir, deliliğin anlam ve anlamsızlığını yeniden ifade etmeye ve cevabı olmayan muammalara ilişkin bir şeyler anlamaya çalışır:

François Fleury-Richard (1777 - 1852) Montaigne and Tasso


"Sessizlik bile yalvarmayı
ve kendini duyurmayı bilir."

T. Tasso

another dream






David & Saul

David and Saul (Rembrandt)

O günden sonra, Tanrı’nın gönderdiği kötü ruh ne zaman Saul’un üzerine gelse, 
Davut liri alıp çalar, Saul rahatlayıp kendine gelirdi. Kötü ruh da ondan uzaklaşırdı
(Samuel, 16,23.1)



 Ressam Hugo van der Goes lanetli olduğunu, sonsuz bir lanete Uğradığını söylüyordu, kendini öldürmek istiyordu; Başrahip Thomas çağrıldı; onunla konuşup muayene ettikten sonra, hastanın Saul’un hastalığına tutulduğunu söyledi. Ardından Davut kitarasını çaldığında Saul’un rahatladığını hatırlayıp, Hugo’ya hemen bol bol müzik çalınmasını ve başka dinlendirici gösteriler düzenlenmesini istedi, bunlar aracılığıyla onun aklındaki çılgınlıkları kovmayı umuyordu.


*
ilgili okuma:


Melancholia / Giorgio de Chirico


1912


*
ilgili okumalar:

Experimental Self: Edvard Much


NİETZSCHE & BATAİLLE


"Ben kendisini, Nietzsche'nin bir yorumcusundan ziyade 
onunla aynı gören tek kişiyim."


Bataille'ın  yoğun biçimde Nietzsche'ci olduğu iki dönem vardır kuşkusuz: İlki inanç yitimine ve dünyayı onaylamasına denk düşer.  Şunu söyleyebilirim ki, eğer Bataille ömrü boyunca bir ahlaka ve tek bir ahlaka boyun eğmişse, bu, Nietssche okumasından çıkardığı bir ahlaktır. Bataille 1923 yılında dünyaya Evet demeye karar verir. O dönemden itibaren bu Evet'e cevap vermeyen ve hem deneyimi hem de düşünceyi yargılamakta mihenk taşı olmayan hiçbir şeyi artık ne söyleyecek ne de yazacaktır. Bataille yine de bir süre Nietzsche’ye olan sevgisini yitirdiği -kimi zaman olumlanan bir dönem yaşayacaktır.

...

 Bataille’ı gençliğindeki dinsel deneyimden çıkartan kuşkusuz Nietzsche’dir; kapanma arzusundan onu kurtarıp dünyanın canlılığını ona keşfettiren Nietzsche’dir. Fakat 1939 yılında, onu yeniden başka türde bir dinsel deneyime daldıran ve ona canlılığı mahkûm ettiren de yine Nietzsche’dir.

...

 Bataille resmi eğitim almış bir filozof değildir- etkilenmiştir. öncelikle de bilgilendirici kitapları okumuştur. Sonradan ne okursa okusun -görüleceği gibi: Proust, Dostoyevski, Nietzsche- bunları, sofuluk ve coşkuyla Tanrı’yı “okuduktan” sonra (aynı şekilde okuyarak da denebilir) okuduğu gerçeğini hiçbir şey değiştiremez (ve silemez).

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/01/Acephale

Bataille’ın Madrid ’te Proust’vari bir kitap yazmaya başladığı bilinmektedir; demek ki Proust’u önceden ve uzun uzun okumuştu. Proust onu dinsel dünyadan ilk uzaklaştıran olabilir. 1922’de Gide (Yeryüzü Nimetleri ve Paludes) ve özellikle Nietzsche (Vakitsiz Mülahazalar ve İyinin ve Kötünün ötesinde) geldi: bunların da onu dinden iyice uzaklaştırdığına kuşku yoktur. Nietzsche okumanın önemini (ancak 1923’te okumuş olmasına rağmen) Bataille defalarca belirtmiştir. Proust’un aşındırmaya başladığı şeyi Nietzsche temelinden yıkar. Hem de öyle şiddetle yıkar ki (kuşkusuz, fazla şiddetlidir) Bataille irkilir: “Yenilmiştim ve direniyordum.” Bu kadar altüst edici bir okumanın etkilerini azaltmaya yardımcı olabilecek her şeye ilk kez sıkı sıkı sarıldı: “Kendi yazgısıyla karşılaşan bir insanın öncelikle gerilemesi doğaldır.” (Bataille’ın nasıl gerileyebildiği gayet iyi görülür: örneğin Notre-Dame de Rheims'in konusuna paralel olan ve 1918’de başlayan “iş”e devam etmek için bir dayanak noktası olarak kullanabileceği Claudel'in Cinq grandes odes'unu okur.)

Dolayısıyla Bataille ancak 1923’te, kendi kaderine boyun eğer gibi Nietzsche’ye “razı oldu.” Fakat razı olurken de, Nietzsche’nin yapmış olduğu deneyimi tekrarladı: “Nietzsche’nin karşılaştığı güçlüklerle -Tanrı’yı ve iyiyi ardında bırakırken, iyilik ya da Tanrı için canlarını verenlerin ateşiyle yanarak- sıram geldiğinde ben de karşılaşacağım.” Bataille Hıristiyanken olduğu gibi ateşler içindedir, yanar.

Fakat Nietzsche’nin ona çağrısı, henüz Nietzsche’nin bir rolü yokken, yıllar önce her şeyin (örneğin Londra’da keşfettiği gülmek) ona çağrısı, Tanrı’yı ve iyiliği terk etmekti: Aslında, o zamana dek savunduğu her şey. Daha önce önünde diz çökmesine yol açan inanç değişimi kadar önemli fakat tersinden bir inanç değişimidir bu. Bu dönüşümün sonuçlarını kuşkusuz anında ölçememiştir, ama yine de ne kadar kökten olduğunu hissedebilmiştir. Hemen fark ettiği gibi, Nietzsche sadece güç istencinin değil, (Bataille’ın dediği gibi) kötülüğün de filozofu olduğu ölçüde bu dönüşüm son derece köktendir. Tanrı’nın haklı gösterdiği iyilik yerine, Nietzsche, bir eldiven gibi tersine çevrilmiş bir ahlak buyruğu olarak kötülüğü belirtir. Geride, ölü (ya da, ölüden ziyade, namevcut) Tanrı kalır ve onun yerine hiçbir şey konamaz; yeri boştur. Tanrı geçersiz ilan edilince, vaizlerin “falanca ya da filanca şeyi yap” demesi hiç değerindedir. Dinlemeye rıza gösterdiği tek vaaz Zerdüşt’ünkidir; Zerdüşt, Tanrı’dan daha fazla, “üstlendiği görevlere gülen bir baştan çıkartıcıdır." Bataille’ın 1920 yılında Londra’da -ardından Siena’da- keşfettiği gülmenin, bütün derin afetleri içinde, Tanrı tarafından asla haklı gösterilmeyeceğini, kendisinin, sadece kendisinin haklı gösterdiğini -bu kez Nietzsche sayesinde- anlamıştır:

“[...] Kahkaha konusunu mümkün olduğunca derinlemesine düşünmeye başladığım andan itibaren, ilk etki, dogmanın sunduğu her şeyin, bir tür akış içinde sürüklenip götürüldükten sonra parçalandığı hissi oldu. O an, inancımı ve buna bağlı davranışlarımı sürdürmenin oldukça mümkün olduğunu, ama üzerime çöken kahkaha dalgasının bu inançları bir oyun haline getirdiğini, inanmaya devam edebileceğim, fakat kahkahanın bana verdiği oyun dinamiğiyle aşılmış bir oyun haline getirdiğini hissettim.”

Artık hiçbir proje, hiçbir kurtuluş ona bağlı değildir. Nietzscheci sarhoşluğun ölçüsüzlüğünü Bataille kuşkusuz Siena'da hissetmişti. Tanrıyı inkâr eden Bataille (Bataille tanrıyı inkâr eder; fakat daha önce bütünüyle Tanrıya bel bağlamış biri ancak onu gerçekten, şiddetle inkâr eder), çırılçıplak bırakılmış teni tercih eder: Teni tutuşturan arzudan ve onu sarsan kahkahadan daha fazla hiçbir şey bunu doğrulayamaz. Sadece ten, Tanrı neyse odur: dipsiz bir uçurum. Bir anlamda, babasının bıraktığı ders budur; fakat bu kez sakat bir şey yoktur, ölümcül ya da bunaltıcı bir şey yoktur:

“İşte, benlik: İnsanların her konuda birbirine bel bağladığı, insanın uzun çocukluğundan çıkış, uyanış.”

Şuna geri dönmek gerekir: “Benim dindarlığım bir firar teşebbüsüydü: Ne pahasına olursa olsun, kaderden kaçınmak istemiştim, babamı terk etmiştim.” 1914’teki inanç değişikliği ona Hayır’ı söyletti, 1923’teki “yeniden inanç değişimi” tamamen koşulsuz bir Evet demesini buyurur; söyleyenin dünyada bulduğu, keyiflilik, oyunculluk kadar derin bir Evet. Bunu vurgulamak gerekir, çünkü Bataille (kelimenin yaygın anlamıyla) ani bir dinsizlikle Hıristiyanlığı terk etmez, çünkü ona atfettiği mutlaklığın yerine daha yoğun bir mutlaklık geçirir, çünkü Hıristiyanca Hayır ne kadar mutlaksa, Nietzscheci Evet de o kadar mutlaktır.

Bataille bunu, çok daha sonra, ömrü boyunca Hıristiyanlığı ve “Nietzscheciliği” içinde tutacağı dar ve görünüşte paradoksal yakınlığın yol açacağı her türlü yanlış yorumun önüne geçmek için şimdiden tekrarlamanın yeri olan terimlerle söyleyecektir: 

“Nietzsche’nin ateizmi kendine özgü niteliktedir, Tanrı’yı bilen, Tanrı’yla azizlerinki gibi bir deneyim yaşamış birinin ateizmidir. [...] Nietzsche’nin öğretisinin takip edilebilmesi için önceden Hıristiyanlığı özümsemek gerektiğine inanmaya yöneltir her şey.”

“Atalarımız, inançları uğruna mallarını canlarını, devletlerini ve vatanlarını feda eden, eşi benzeri olmayan sadakatte Hıristiyanlardı. Biz de aynısını yapıyoruz. Neden peki? İnançsızlığımızdan mı? Her türden inançsızlıktan mı? Hayır, siz bunu çok daha iyi biliyorsunuz, dostlarım! Sizde gizli olan Evet, sizi ve çağınızı bir salgın gibi etkileyen bütün Hayırlardan ve bütün Belki’lerden çok daha güçlüdür ve siz göçmenlerin denize açılması gerektiğinde, sizi buna bir inanç mecbur edecektir..."

Yukardaki buyruğu herkesten iyi benimsemiş olan Bataille’ı da (Nietzsche gibi) bir nihilist yapmak, paradokstur: "...kendisi dünyaya hiç sınırsız ve çekincesiz Evet demeye devam ederken, imkânsızın sınırındaki bir ifadeyi kaygıyla aramaya adanmış olan eserinin çoğu zaman azgın bir inkâr görünümüne bürünmesi eserinin çelişkilerinin en önemsizi değildir.”

*
Michel Surya
BATAİLLE

SADE OLAYI

“Sinirleri buran ve varlığın sessiz hazzına çılgınca  tanrısal ve gizemli bir hiddet veren bu şehvetli cinayetin haşin susuzluğu, hiç kuşkusuz,  öncelikle utangaç ve kaygılı beklentiye,  sonra da, doğrudan doğruya,  erkeklerin ve kadınların şehveti olan,  olasılığın haşin ve daima öfkeli parçalanmasına tek başına cevap verir.”

1956 yılında, edebiyat tarihinin tuhaf bir özeti ve ikiliklerinin ilave bir etkisi olarak, birçok yasadışı kitabın bilinmeyen yazarı olan Bataille, D.A.F. de Sade’ın dört kitabını yayımladığı için Jean Jacques Pauvert’e açılan davada tanık oldu.

Kovuşturulan dört kitap şunlardı: 

Yatak Odasında Felsefe,

 Yeni Justine,

 Juliette

ve

Sodome’un Yüz Yirmi Günü.



Tanıklığı, ikiyüzlü bir muğlaklık modelidir: Bastırılmış bir hayranlığı ve “bilimsel” doğrulamayı ortaya koyar (Bataille, bir filozof olarak, hiç beklenmedik bir tanıklıkta bulundu: Koşullar her gerektirdiğinde, kendisini uygun bir dille ifade etmeyi daima bilmiştir -gereklilik burada Pauvert’in rahatlığı ve suçlanan kitapların serbest dolaşımıydı):

“Günümüzde, bir tür dehşet uçurumuna Sade aracılığıyla inme olasılığını elimizde bulundurmalıyız. Bu dehşet uçurumunu tanımamız gerekir; üstelik bunu öne çıkarmak, aydınlatmak ve tanıtmak özellikle felsefenin görevidir -benim burada temsil ettiğim felsefenin. İnsanın anlamının dibine dek inmek isteyen biri için Sade okumanın sadece tavsiye edilir değil, gayet gerekli olduğu kanısındayım.”

Bataille’ın konumu sadece cesur olmakla kalmaz» sürekli talep ettiği şeye de sadıktır: Hiçbir şeyi es geçmeyin! Sade’ın soğukkanlılıkla buyurduğu şeye sadıktır: “İnsanları ne ölçüde ürpertirse ürpertsin, her şeyi söyleyin.” Bataille bu buyruğu benimsedi ve büyük ölçüde yaydı, çünkü bir filozof olarak insanın anlamının en derinlerine kadar gitmekle ilgiliydi: İnsanlar ne denli ürperirse ürpersin, her şeyi düşünmek gerekir. İnsan olarak en derinimizde, Sade okumamızı bizden talep etmeyen tek bir insani anlam yoktur (ya da düşüncenin insana geçici olarak ödünç vermediği tek bir anlam yoktur); Sade’ın yazdığı her şeyi (hiçbirini es geçmeden) okumalıyız. Bu durumda, Sade’ı okumak sadece tavsiye edilmekle kalınmaz, üstelik gayet zorunludur. Bu konuda da Bataille ömrü boyunca düşündüğü (ve kuşkusuz harekete geçirdiği) şeye sadıktır: Tenselliğin özgür hareketine ihanet etmek bir yana, aşırılık onun anlamına delalet eder. Yavan ailevi sevincin herhangi bir şekilde alkışlanmasından çok daha iyi yapar bunu. Bir yanda, hoş bir şehvetin tatmin ettikleri vardır ve bunlar çok sayıdadır, bunlar tutkunun baş döndürücülüğüne ilgisizdirler. Diğer yanda, olasılığın korkunç altüst oluşunu takınak etmiş olanlar -belki bunlar da çok sayıdadır, belki sadece tek bir kişidir-, imkânsıza erişene dek dur durak bilmeyenler vardır. İlk gruptan insanlık korkunun onlara daha önce öğretmiş olduğundan başka bir şey öğrenmedi. İkincilere (örneğin Sade’a) ise, olasılığın ötesine geçerek, bir anlamda imkânsızı azaltmayı, onun bir daha kesinlikle imkânsız olmamasını borçludur.

Bu durumda adalet onların eylemine (olasılığın ötesine geçme eylemine), onların hatasını, olmak istedikleri hatayı aşketmekte gecikmez ve böylece mahkûm eder (mevcut haliyle, mahkûm etmezlik yapamazdı, onu mahkum etmemek, bu hatayı, imkansıza bu geçişi, aradığı anlamdan yoksun bırakmak olurdu). Bataille bunu tanıklık ettiği davadan üç yıl önce güçlü bir şekilde söyler:

"[...] suç, mahkûm eden yasalar olmadan, belki imkânsız olurdu, ama imkânsız kabul edilemez. Ve imkânsıza takınaklı kimse, takınağının nesnesinin gerçekten imkânsız olmasını ister [...] Genellikle, suçlu suçun karşılığının ölüm olmasını, nihayet onu cezalandırmasını ister, bu ceza olmadan suç, suçlunun istediği, olduğu şey olmak yerine, olasılık olur."


Bu nedenle, XVII. Asliye Ceza Mahkemesinin başkanının ısrarlı sorusuna (Sade tehlikeli midir? Okunmasını yasaklamak mıyız?) Bataille "dolambaçlı" cevap verir (başkan onu böyle suçlar).

Kuşkusuz Bataille anlaşılmamaktan ya da yanlış anlaşılıp bulaşıcılığı teşvik etmekten çekindiği için değil, başkanın sorusu, tersine dönmesi dışında, pek az anlam taşıdığından böyle cevap verir. Kimse Sade okuyarak Sade ya da kişilerinden biri olmayacaktır. Onu okumak yetmez: Bu eserde, alışılmadık boyutlarda, baştan çıkartıcılık yoktur. Bununla birlikte bazıları Sade’ın kafasına taktığı şeye kafayı takabilir. Buna kafayı takabilirler, çünkü tutku oyununun mantığı budur, olasılığın ötesine geçerek imkânsızı ister. Ve öncelenmiş bu cevap (1953 tarihlidir) yine hukuku ilgilendirmektedir: Gerçekten de adaletin bu “korkunç altüst oluşla uygun cevaplarının olmadığına inanmasına gerek yoktur. Genellikle, olasılıktan geçen kişi, böylece arzusunu sonuna dek taşıyarak, suçunun karşılığını ölümden bekler. Sadece ölüm -ve adalet bu ölümü ona vermekte suçsuz kalır- onu suça teşvik etmiş olan imkânsız niteliği bu suça verebilir.

* Bataille Sade karakteri ile ahlaki gerekliliğin aykırı bir yakınlaşmasını gerçekleştirmekte tereddüt etmedi. Değer tutku olduğundan, saf tutku, yani itaatsizlik olduğundan, “aldatıcı görünümlere (ya da kasti muğlaklıklara) rağmen, ahlaki gerekliliğin Sade’la ilişkiden kazanacağı çok şey vardır.”
Bu cümle davadan on yıl öncesine aittir (OC XI, 249-250).

*
Michel Surya
BATAİLLE

SADE & GERÇEKÜSTÜCÜLÜK & BRETON & BATAİLLE


“Ödleğe ödlek diye hitap etmeye can atan ben, öncelikle, boğazında kanlı balgam biriktiğini hisseden biri varsa, onu da benimle birlikte Andre Breton’un, gözlerini kapatarak Sade’ı gerçeküstücülüğün gizli özentilerine uyarlayan o palyaçonun, yüzüne tükürmeye davet ediyorum.”




  Sade, Andre Breton ve arkadaşları nezdinde eşi görülmemiş bir prestijden yararlanıyordu. Gerçeküstücülerin kendi aralarında uydukları dar ahlaki kategorilerden kurtulma ayrıcalığına sahip birinin prestiji. (ve bu prestij sadece onda vardı.) Ne kadar tiksinti verici olsa da (Gerçeküstücüler onu bu şekilde görerek daha mantıklı davranmış olurlardı.), bütün köleliklerden özgürleşmedeki ölçüsüz şiddetinde yüceltilmedik hiçbir şey yoktu. Breton'un gözünde kuşkusuz bu köleliklerin bunaltıcı niteliği Sade'ın uygun gördüğü her şekilde davranmasını haklı çıkarıyordu; bu a priori yıkıcı görülüyordu. Argümanın çok tuhaf bir şekilde ahlakçı çarpıtılmasıyla - çünkü sonuçta Sade'ın sadece kendi özgürlüğünün peşinde koşmayıp, yıkıcılık istediğini kanıtlayan hiçbir şey yoktur - Sade'a keyfi olarak atfedilen amaçlar, gerçeküstücülüğün başka yerde istisnasız teşhir ettiği araçları kullanmasını haklı gösteriyordu.

Bataille bütün bunları bir aldatmaca olarak gördü: Gerçeküstücülerin Marki'nin ganimetine sahip çıkma haklarının hiç olmadığını söyler. Hatta bu mirasta en son hak iddia edebilecek konumdadırlar.     Gerçekten de Breton kadar aşırı iffetlilik taslayan biri, hovardalıktan nefret ettiğini söyleyen, genelevlerden (tıpkı hapishaneler ve tımarhaneler gibi) tiksinen, tek eşli "deli" aşkı ve sadakati her gün öven ve en ailevi ve en az sapkın, en az dengesiz erotizmi her türden saldırıya karşı savunan (Cinsellik Üzerine Araştırmalar'da bunu gördük) biri bunu nasıl iddia edebilir? Eti kemiği ayıklanmış ve tamamen ölü bir Sade değilse, hangi Sade sahip çıkabilir? (Sade'ın Breton hakkında ne söyleyeceğini hayal edebiliriz)?

 “Bildiğim kadarıyla, asla erotik kitap yazmamış olan Breton’un Sade’ı sevmesi ender tutarsızlıklarından biriydi. Onu sevmemesi gerektiğini günün birinde ona belirttim” 
(Andre Masson, yazarla söyleşi).

Bununla birlikte Fontaine Sokağı'nda Sade'dan bol bol, hatta dinselce söz edilir. Ona saygı gösterilir, göklere çıkarılır, yine de herhangi bir kişinin "Sadecı" olmasına izin verilmez. Fakat Gerçeküstücü ve Sadecı olmayı yasaklamaktan bile daha kötüsü, bu iddiada  bulunan birinin gerçeküstücü olamamasıdır. Bu, Bataille'ın gözünde fazlasıyla ikiyüzlücedir. (ki bu da sadece ahlaki bir yargıdır.), bir aldatmacadır: "Günümüzde onun yazılarını ve onlarla birlikte yazarın kişiliğini bunlara karşı çıkartılabilecek her şeyin ya da hemen hemen her şeyin üzerine yerleştirmek uygun görülse de, özel yaşamda olduğu kadar toplumsal yaşamda da, teoride olduğu kadar pratikte de bunlara en ufak bir yer vermek söz konusu olamaz."

Sade'a Breton'un yaptığını yapmak, yani onu düşsel bir idea, daha kuşku verici bir şekilde, bir idol yapmak tamamen trajik bir şekilde, hem yüceltilen hem nefret edilen, hem tapılan hem de tiksinilen ilkel bir tanrı yapmak (Bataille şeytanca ekler: hem de dışkılanan: “onun bir yüceltme aktarımının konusu olması için, bu aktarımın onun dışkılanmasını kolaylaştırması gerekir”) uygun mudur? Her iki durumda da Bataille Breton'u ve gerçeküstücüleri “ikiyüzlü” ve “dolandırıcı” kabul eder. Bataille bu öfkeyi uzun süre taşıyacaktır, fakat öfkesi “Açık Mektuplarda" olduğu kadar şiddetli asla patlamayacaktır. Bir tercih yapılmalıdır: Ya Breton ve çevresi Sade’dır (Sade’ı okumalarının bunu yöneltmesi ölçüsünde), en azından bunu denemeye izin verirler ya da suskun kalırlar. Fakat Sade’da hayranlık uyandıran şeyden dolayı Bataille’ı suçlamak hiçbir koşulda hoşgörülebilir (ya da mantıklı) değildir. Bataille Sade olmayı, ileri sürmemiştir (bu konuda açık olmak gerekir: Bataille Sade değildir, Sade olma iddiasında da değildir), fakat Sade'a bağlılıklarını belirten gerçeküstücülerin, Sade’ın işin içine kattığı “dışkısal güçler”in taşkınlığına bağlı sonuçları teoride ve pratikte kabullenmelerini ister ve en azından, yaşlı “kutsayıcı” Breton’un onu anında takınaklarla suçlamadan, ( O dönemde Bataille’ın ünü hakkında Boris Souvarine ile Simone Weil’in -başkalarının yanı sıra- söyledikleri kuşkuya yer bırakmaz: Souvarine’e göre “cinsi sapık," Weil’e göre “hasta."),  bu taşkınlığın mümkün olduğunca ileri götürülmüş deneyimini yerine getirme hakkının kendisine verilmesini talep eder. Bunu yaparken, Sade’a olan borcu hatırlatmaktan fazlasını yapmaz: însan olarak Sade’a olan borç ile eserine olan borç. Ve Sade’ı okurken, kendi tarzında onu uygularken, orada olmayan herhangi bir şeyi oraya buraya eklemesinin pek önemi yoktur. Bataille’ın tam anlamıyla Sade olmadığını söylemek doğrudur (“Sade -yada fikirleri- genellikle ona hayran gözükenleri bile dehşete düşürür...” Bataille) (hem doğru hem de sonuçta gereksizdir: Elbette çağdaşları arasında birçok noktada Sade’a en yakını o olsa da, belli belirsiz böyledir; keza, 20. yüzyılın Fransız filozofları arasında Bataille Nietzsche’ye en yakını olmasa da, onu en yararlı şekilde sürdüren kişi olmakla birlikte, asla tam anlamıyla Nietzsche de olmayacaktır, alakası yoktur); dolayısıyla Bataille tam anlâmıyla Sade değildir, fakat oldukça yakın dönemde Sade’ı kesfi, kendi kuraldışı yaşamını deneyimlemekte sahip olduğu gerekçeleri ona güçlü biçimde sağlamaktadır. Sade’dan farklı olarak, Bataille’ın bir liberten değil sefih olduğunu, bunun onları derinden ayırdığını söylemek haklı olur, hatta bunu vurgulamak gerekir (tabii eğer ben tamamen yanılmıyorsam). Bataille’ın işin içine kattığı erotizm kirletir, zarar verir ve harap eder. Yansıtma yoluyla, takınaklı bir ölüm temsiliyle ortak bir gerekçeyi paylaşır. Belleği, rahatına düşkünlüğü, verilen sözleri, güzellik ya da ahiret mutluluğu ihtimalini, sadakati, eğitimi, ahlakı, kadını, Tanrı’yı mahveder... Hepsi aynıdır. Liberten eklerken, sefih çıkartır. Liberten bir birikim ekonomisi içinde yaşar: haz, sahip olma... birikir. Sefih ise harcama, yitirme, israf, iflas ekonomisi içindedir. Bataille’ın Yüz Parça işkencesi üzerine meditasyonu hakkında söyleyeceği şey (“[...] haz için değil, tam da içimde yıkıma karşı koyan şeyi için aradığım buydu”) erotizmi hakkında da söyleyebiliriz. Burada herhangi bir biçimde Sade’a atfedilebilir hiçbir şey yoktur. Yine de Bataille sefihliğiyle, “pis” olandan aldığı zevkle Sade’dan ne kadar uzak olsa da, başkalarının Tanrı dilenmesi gibi “olağanüstü” ve “şiir” dilenen ikiyüzlülerden ve sahtekârlardan bin kez daha yalandır. Bataille’ın Sade hakkında söylediği şey, yarı Bataillecı yarı Sadecıdır: “iffetin aşırı ihlali, algolagnia, işkence altında ya da güçlü boşalmayla cinsel nesnenin şiddetle dışkılamasının örtüşmesi, cesetlere libidinal ilgi, kusma, dışkılama...” Bu dizi daha ziyade Sade’a mı özgüdür, yoksa Bataille’a mı? önemli olan (burada) dizinin hiçbir biçimde gerçeküstücü olmadığıdır; Breton’un asla kullanmadığı, kullanmaya da cesaret etmediği kelimelerden oluştuğudur (bunları okur muydu ki?). Ve kesinlikle belirgin olduğu üzere -ama kuşkusuz her şey her zaman bu kadar belirgin değildir, çünkü insanlar o zamandan beri bu iki adamı karşılaştırmakta ısrar etmiştir-, Sade dolayımıyla düşünen Bataille kuşkusuz Fransa’da Sade’ı gerçekten düşünen, bir kavram yaratan, yarattığı birkaç ender kavram gibi negatif ve tesadüfi bir kavram yaratan ilk kişidir: heteroloji. Bundan ne anlamalı? Basitçe, bambaşka olanının bilimi; öyle tiksindirici biçimde başka ki, buna dışkıbilim de denebilir; ama kirli (pis) olana aziz olanı da katmak koşuluyla; bu durumda daha doğru terim, agiologie [azizlerin hayat öyküsünü inceleyen bilim] olur. Bu kavram sadece Breton’a dönük bir provokasyon değildir. Görüleceği gibi, daha Güneşsi Anüs'te ve Tepe Göz'de beliren kavram bir süre sonra Bataille tarafından politik anlamda kullanılacaktır (böylece Sade okumanın özel ve kamusal sonuçları olduğunu kanıtlar ki bu, gerçeküstücülerin kabul etmekten ihtiyatla kaçındıkları şeydir. Şu ana dek Bataille’ı büyülediğini  gördüğümüz her şey bu menkıbebilim kavramında karşımıza çıkar: Cinsel ilişki (ama elbette yararlı amaçlarından sapmış), dışkılama, işeme; ölüm ve ceset kültü; tabular, ritüel yamyamlık, kurban etme, kahkaha ve hıçkırık; vecd ve kutsal birleşim içinde- ölüm, bok ve tanrılar karşısındaki tutum; göz kamaştırıcı ve şehvet düşkünü kadınlar, iflasa yol açan israflar... Bütün bunlar Bataille’dan (gördüğümüz gibi, çocukluğundan) olduğu kadar Azteklerin kanlı acayipliğinden, işkence gören genç Çinli kurbandan olduğu kadar Sade’dan da, boğa güreşinden olduğu kadar Marcel Mauss’un analiz ettiği potlach’lardan da, genelevlerden olduğu kadar maymunların çıkık ve “boklu kıçlarından da kaynaklandığından, burada uyumlu olduğu kadar kesin bir anlam da bulur. Gelecekteki önemli politik sosyoloji metinlerinin çoğunun çıkış noktası, eserlerinin her yerinde görülen, sahiplenme süreçlerine karşı dışkılama süreçlerini nitelemeye yarayan bu kavramdır. Bataille Breton’u damgalamaktan fazlasını yapar. Ona karşı politik bir felsefe taslağı oluşturur, ki bu düşünceye, gayet paradoksal bir şekilde, göreceğimiz gibi Breton da katılacaktır. Bataille, bir kez daha ve iki farklı şekilde, bu kızgınlık ve öfkesinde haklı çıkmıştır: öncelikle, Breton’un kısa süreli politik ittifakıyla; ardından hem gecikmiş hem de öngörülmeyecek bir şekilde, günün birinde, savaşın arifesinde, Bataille'a duyduğu saygıyı Andre Masson’a belirtmesiyle: 

"Georges Bataille (dedi bana, gayet samimi bir ifadeyle) 
aramızda Sade’a en yakın olandı."

*
Michel Surya
BATAİLLE

Queer


CİNSELLİK


Souvarine, Bataille’dan şu terimlerle söz edecektir:

Bataille’ın cinsel bir sapkın olduğunu biliyordum, ama bu beni ilgilendirmiyordu. Bu eğilimin 
‘zihnin kimyası’ ve konvansiyonel bile olsa, ahlak sağlığı bakımından rahatsız edici sonuçlara yol açabileceğini elbette gorüyordum, fakat hiçbir şey yapamadım. Ayrıca, ilgilenmem gereken ciddi şeyler vardı ve sonuç olarak, Bataille’ın libidinal takıntılarıyla, onun sado-mazoşist zırvalıklarıyla ilgilenemezdim.

Bataille pis olandan başka bir şeyi asla sevmedi; onun sefihliğinin anlamı buydu. Sadece pis olan şey onu korkutabildi ve sarhoş edebildi: “Ne kadar çok korkarsam, bir fahişenin bedenin bana utanç verici bir şekilde söylemesi gerekeni o kadar tanrısal bir biçimde öğreniyordum.” Ve pislik, bir kadının açık olması gereken şeydir. “Kıllı bölümleri”nin cehennemine açılmalıdır: “[...] oradaki hakikat ağzının hakikatinden daha az değildir.” Bu hakikat cehennemdir ve cehennem deliliktir. Her hakikatte deliliğin kendi tersini fark edebilmeyi bilmesi bu cehennemin kozudur. Aşk yükseltmemeli, alçaltmalıdır; hiçbir kadının asla gidebileceğini hayal etmediği kadar aşağı inmeyi öğrenmek gerekir; korkuyla ürpermek gerekir. Tanrı’nın yokluğunun mutlaklığına ve âşıklar üzerinde ağır gökyüzünün boşluğuna sadece bu çekince, bu titreme cevap verir: “Çıplak tırtıllar gibi cinsel organların birleşmesi (bu kellikler, şu pembe mağaralar, bu isyan uğultuları ve şu ölü gözler: bu kudurmuş uzun hıçkırıklar, göğün akıl sır ermez çatlağına sende cevap veren anlardır).” Sadece bu çatlak öfkelenme kadar büyüktür; bütün öfkeler ve bütün felaketler kadar. Dianus azizeye kendini hiddete ve utanca dizginsizce bırakmayı buyurur:

"(...) sen müstehcenliğin içine sınırsızca dahilsin" Çünkü koz, bu müstehcenliktir (başka deyişle, arzu), yoksa haz değil. Haz arayışı ödlekçedir; haz istemekte, yatışma isteğinde ödleklik vardır: “İkinci olarak bilmen gereken, şehvet arzusu dışında, hiçbir şehvet arzulanamaz" Kişi böyle var olmalıdır, tamamen gerilmiş, tamamen kasılmış bir halde: En ufak gevşeklik “hazzın yavanlığı”na ve “sıkıntı ”ya geri döner. İki varlığın birlikte yaşaması gereken şey, herhangi bir anda birbirlerini seçme nedenleri, birbirlerinin bütün olasılıklarının işin içine katılmasıdır: “Cinsel deniz kazası.” Gerçekten de batmak gerekir: Hiçliğin içine (“hiçlik: sınırlı varlığın ötesi”). Deniz kazası bütün sınırları aşar. Böyle bir deniz kazasında, böyle bir orjide artık tecrit olmuş varlık yoktur; bu, bir süreliğine, yerini “ölülerin dehşetli ilgisizliğine" bırakır. Bu dayanılmaz ve anlık yok oluşta keşfedilmesi gereken şey, varlığın imkânsız hakikati, onu sınırlanmalarından kurtarmayı vaat ediyor gözüken her şeye doğru yönelmiş olmanın, bundan ayrı olduğu oranda buna yönelmenin mahrem ve mide bulandırıcı anlamıdır. Erotizmin hakikati, orjinin hakikati, gizlenmenin hakikatleridir bunlar. “[...] nesnesini ondan sonsuzca gizleyen dünyaya bir tür meydan okuma.” Arzunun hakikati elbette kurtuluş değildir, ama ahlakidir. Ve Dianus uyarır: Bu ahlak ölümün ahlakıdır, “ezeli ölümün” ahlakıdır ve ancak “birkaç seçilmiş” buna erişebilir: “Seninle birlikte, bu seçilmişler insani şeylerin yitirildiği gecenin içine girecektir.” Fakat bu gece henüz en yüksek hakikatin olduğu zirve değildir: “Marazi kendinden geçişlerin ötesinde, ölümün gölgesine girerken, yine gülmelisin." 

Magritte, Madam Edwarda için çizim.


 Bataille, cinselliğin nasıl bir dehşet, nasıl bir hayvanlık içerdiğini bilen biri olarak davranır; hiçbir sosyal davranışın cinselliğe uyum sağlayamayacağını erkenden -hatta önceden- bilen biri gibi davranır; çünkü her ikisine de -hem cinselliğe, hem topluma- borçlu olunan şeyin ne olduğunu ve her birinin taleplerinin ne kadar bağdaşmaz olduğunu bilir; bunu gayet iyi bildiğinden açıkça ifade eder:


“Cinsel organın senin en karanlık, en kanlı yerindir. Çarşaf altına ve çalılığın içine büzülmüş, bir tür yarı varlık ya da yarı hayvandır, senin yüzey alışkanlıklarına yabancıdır. Onunla kendine dair gösterdiğin şey arasında aşırı bir uyumsuzluk mevcuttur. Gerçek şiddetin ne olursa olsun, başkalarına uygar ve cilalı yanlarını gösteriyorsun. Çatışmalardan kaçınarak ve her bir şeyi, hepsi uyum ve düzene girebilecek şekilde, kendi zavallı ortak ölçülerine indirgeyerek, her gün onlarla iletişime geçmeye çalışıyorsun.”


Bataille, öyle bir şeye -sınırsız özgürlüğe- gözünü dikmişti ki, herkesin itaat ettiği sınırlara uyuyor gözükmenin, bu sınırlar tarafından cezalandırmanın, bunu yitirme riskinden daha iyi olduğunu biliyordu. 1928’de durum böyle miydi, bunu elbette kesin olarak bilemeyiz; bununla birlikte durum yine de böyle olabilir. Yine de o dönemde Gözün öyküsü'nün ne kadar skandal yaratıcı olabileceğini tahmin edebiliriz. Onu yüksek sesle ve açıktan üstlenseydi ne kazanırdı? Yoksa Sade gibi yasaklanır mıydı (hiç kuşkusuz o kadar ağır olmazdı; fakat Sade’ın özgürlüğünün elinden alınmasının Bataille’ı risk almama konusunda olabilecek gerekçelere" ikna ettiğine kuşku yoktur)? Bataille’ın kaybetmediği şeyi başkaları kazanır mıydı? En azından şunu anlamak gerekir: Bataille asla herhangi bir erotik özgürleşmenin militanı olmadı. Bir toplumun rıza gösterdiği ve herkesin itaat ettiği herhangi bir sınırı yıkmayı asla düşünmedi (hatta görüleceği gibi, ne kadar paradoksal gelse de, zamanı geldiğinde bu sınırları savunacaktır). 1928 yılında Gözün öyküsü öyle skandal yaratıcıydı ki onu gizler. Gördüğümüz gibi, onu Lord Auch takma adıyla imzalar (bu ad da bir takma adın ender olarak olabileceği kadar provokatiftir). O dönemde bu kitabın yazarının kim olduğunu bilen pek az kişi vardı kuşkusuz. Dostlarının bildiği kesin. Ama ya Ulusal Kütüphanedeki meslektaşları? Ya, 1927’den beri makaleler verdiği çok ciddi sanat ve arkeoloji dergisi Arethuse’ün diğer yazarları? Ya, yetişkin olmayan genç kızlarıyla evlenmesine izin vermiş eşinin ailesi?

*
Michel Surya
BATAİLLE

Falling in love again / Edmund White

Yaz sonuydu sanırım Edmund White'ın Bir Asi'nin Çifte Yaşamı ismiyle Türkçe'ye çevrilen Rimbaud biyografisini okumuştum. Bu video küçük bir sürpriz oldu benim için. Yazarı genç gay porno yıldızı güzel Lev Ivankov'la banyoda aşk yaparken izliyoruz... Slava Mogutin sokmuş onları banyoya.

   Edmund White'ın Türkçe'de bir kitabı daha var.  Büyükada'da kaldığı üç yaz boyunca yazdığı ve Türkiye'de geçen dört öyküsünün derlendiği, Roza Hakmen'in Türkçesinden Ada Öyküleri. Bir aralık, okumayı düşünüyorum.


*

Slava Mogutin: