Cees Nooteboom / Gezgin


Cees Nooteboom'u ilk İşte Şu Hikaye ve Ritüller kitaplarıyla tanımıştım. O zamanlar sadece bu iki kitabı vardı Türkçe'de. Haliyle tanışıklık da bu iki kitapla sınırlı kalmıştı. 

Gezi yazılarından oluşan bir kitabı, Gezgin'in Oteli'ni, ve diğer kitaplarını da aldım listeme, bekliyorlar.

Ritüller kitabından bir parça:

Giacometti


yürüyen adam:
 alberto giacometti

Olivier Cena

Yapıtını sevmeden önce sevdim onu; bir gün yapıtını seveceğimi bilmeden önce, hatta-günün birinde sanattan başlanacağını bilmeden önce sevdim. Hani şu ilk karşılaşmada binde bir ortaya çıkan yakınlaşma olur ya... O, beklediğimdi.

Giacometti. benim büyükbabama benziyor ya da  ben öyle sanıyorum. Kuşkusuz hiçbir zaman tanışamayacağım şu insanla aramda doğan dostluk ve benim uydurduğum gizli ahbaplık duygum buradan geliyor. Çalışma masamın tam karşısındaki duvarda asılı kaldı fotoğrafı. Yüzü daha içeri girerken gözüme takılıyor, yerime yerleşirken ona bakıyor ve çalışmaya başladığım andan itibaren sık sık "N'aber?" diyen bakışlar gönderiyordum ona. O ise sonsuza bakıp duruyordu.

Konuşuyordum onunla bazen. Sorular soruyordum ona, karşılaştığım geçici güçlükleri anlatıyor, yeni yazmış olduğum iki-üç cümleyi okuyordum. O ve ben, konuşuyordum. O, bir dost!

İlk gerçek karşılaşmamızı anımsıyorum: Jean-Marie Drot’nun Giacometti’yle Paris'te Hippolyte-Maindron Sokağı’ndaki atölyesinde söyleşi yaptığı bir televizyon yayınıydı. Darmadağınıklığı, tozu, bitmemiş heykelleri, taslak halindeki tabloları, sıvaları dökülmüş duvarları kaplayan hiyeroglifleri, loşluğu, sigarasını, dumanını, boya ve alçıya bulanmış gereçleri, eski bir kanepe üstüne saçılmış kitapları, alamadığım o ekşimsi kokuyu anımsıyorum-, çocuk gözlerim ekranda ressam Ali Baba’nın harika mağarasını tarıyor, her şeyi anımsıyorum.

Bir de elleri kalmış aklımda, elbette, ellerini de anımsıyorum: Kuşkusuz kamera ve mikrofon yüzünden çekingen, huzursuz, konuşurken hiç durmadan ovuşturuyor ellerini. Onları kafamda nasırlı, pütür pütür ve bazen de duyarlı hayal ediyorum: Masal devinin elleriyle melek elleri. Büyükbabamınkiler de öyle olmalıydı, hep aynı erkle donanmış, malzemeyi yoğuran ve Dünya’yı okşayan erkle.

İnsandan söz ediyorum, hep insandan söz ediyorum, ama tozlu atölyenin yarı aydınlığında, alçıyla kaplı ellerinde usul usul yapıtı beliriyor. Orda, gözleri ellerinin biçimlendirdiği çamuru dikkatle inceliyor. Yine aynı soru: Çalışan, gözlerin denetlediği el mi? Yoksa bakış mı ele yol gösteriyor? İmgeliyorum onu, gülümsüyor: 

"Heykel yapıyorsam hiçbir bey anlamadığımdandır. Şu işi bir güzel anlayabilmeyi ve ondan yakamı sonsuza kadar kurtarmayı çok isterdim."

Giacometti gülümseyince, derin çizgilerin belirginleştirdiği yüzü aydınlanıyor ve o an, bakışının derinliğinde yatan kara kaygı yok oluyor. Konuşuyor; halen kulaklarımda sesi, hoş, çekici, yumuşak ve buyurgan, kısık bir ses, eski bir porselen çanak gibi çizikli, 1891’de dünyaya ilk gözlerini açtığı Tessin Dağları gibi boğuk. Konuşuyor; yarı şarkı söyler, yarı tıslar gibi, o tuhaf İsviçre-İtalya aksanıyla, halen kulaklarımda. Anlatıyor:

 "Arıyorum, ama hiçbir zaman bulamayacağımı çok iyi biliyorum. Neye bakarsam bakayım, her şey beni aşıyor, hayrete düşürüyor. Çok karmaşık. O halde, gördüklerimizi biraz olsun kavramak için yalnızca kopya çalışmalı. Ama o şeye ne kadar yaklaşırsam, o benden o kadar uzaklaşıyor. Modelle aramdaki uzaklık hiç durmadan artıyor. Sonu gelmez bir arayış bu."

Ama ne görüyor Giacometti? Okuduğum bir yazıdan belleğimde tesadüfen kalmış bir cümleyi anımsıyorum: "Bakış ’ı yontmak için, gözü yontmak, yalnızca gözün biçimini yontmak yeterlidir" Fotoğraflarından Giacometti’nin gözünün biçimini inceledim hep. Düşmüş gözkapakları ve gözaltındaki torbacıklar ona hep düşünceli bir hava veriyor, yokluk belki de; aynı yokluk, annesinin bakışında da var. Ne görüyor Giacometti? Şimdi burada, onun yüzünde, heykellerinde beni altüst eden o şeyi okumaya çalışacağım.

Büyükbabam böylesine benzediğinde, yetişkin yüzünde, sonra da çocukluk yüzünde arıyorum bunu. 1909 tarihinde köyde çekilmiş, Giacometti kabilesini tanıtan eski bir aile fotoğrafı. Büyük oğlan Alberto sekiz yaşına gelmiş olmasına karşın bir kız gibi garip bir biçimde taranmış; Diego ondan bir yaş küçük, saçlar kısa, alın kaygılı; hüzünlü küçük kız kardeş Ottilia ve en küçükleri iki yaşındaki Bruno, baba Giovanni’nin dizleri üzerinde. Anne, Annetta, ötekilerin yanında durmasına karşın, ailenin öteki bireylerine yabancı gibi geliyor bana. Yalnızca Alberto’ya bakışmaları bağlıyor onu topluluğa. Gülümsüyor. Alberto ise ciddi.

Ne görüyor Giacometti? Fotoğrafçıya, bakışındaki tüm hüznü armağan eden Ottilia, birkaç yıl sonra, dünyaya bir çocuk getirirken ölecektir. Bruno mimar olacak, Diego mobilyalar üretecek, Alberto ise heykeller yapacaktır. Baba Giovanni, o yıllarda tanınmış küçük bir post-empressionisttir. Bruno’ya sevecenlikle bakıyor fotoğrafta. Büyük oğlunu heykeltraş olma yolunda yüreklendirecek, Bourdelle’in Grande Chaumiere’deki derslerini izlemesi için Paris’e gitmesini öğütleyecektir. Onu titiz ve zayıf biri olarak tasarlıyorum kafamda. Niye zayıf? Bilmiyorum.

Bu aile fotoğrafına bakarken aklıma yaşam öyküsünden birkaç küçük bölüm geliyor. Diego ve Alberto (fotoğrafta: Oğlan ve kız) hiç ayrılmayacaklar, Paris’te aynı atölyeyi paylaşacaklardır. 1949’da Alberto Annette’le evlenecektir. Fotoğraf Giacometti’lerin yaşadığı Stampa’da çekilmiştir. Ötekinden yana söylenecek bir şey var mı? Stampa aynı zamanda Annetta’nın kızlık soyadıdır; Birde şu var. Annetta'ya erkek kardeş gibi benziyor. Annesini ululaştırıyor ve tüm yaşamı boyunca aralıksız çiziyor onu. Annetta Ocak 1964’te ölür, Alberto ise Ocak 1966’da, Stampa’da küçük bir İsviçre mezarlığında aynı mezara gömülürler.


Halen heykelden ve resimden söz etmediğimi biliyorum. Annette’in portrelerinden 1961’de yapılmış olan birisini ele almak istiyorum örneğin. Sanrılı gözlerine iri, etobur dişlerin üzerindeki yarı aralık dudaklara bakıyorum ve Diego'nunkilerde ya da James Lord'unkilerde, Michel Leiris’inkilerdeki aynı sanrılı gözleri düşünüyorum. Aynı soru tekrar geliyor aklıma o zaman: Ne görüyor Giacometti?

New York









Kapımı çalma sakın; ama olur da...

Bukowski okumadım hiç, merak etmeme rağmen, "Dünyanın Bütün Göt Delikleri ve Benimkisi" hariç, yıllardır iteleye öteleye, hiçbir şey okumadım - okuyamadım.  Aşağıda bir şiiri var, dergi sayfaları arasında, sevdiklerimden biri:



Kapımı çalma sakın; 
ama olur da...

Dışarda değilsem, tabii ki evdeyimdir ama

kapımı çalmayasın sakın 
içerde her ışık gördüğünde 
ya da sesimi duyduğunda.

Belki Proust okuyorumdur
eşiğimin önüne bir kitabını 
ya da çorbasını yapayım diye bir kemiğini 
bırakmışlarsa; kimbilir!

Kapımı çalma sakın 
borç istemek 
telefonumu kullanmak
ya da eski püskü arabamı ödünç almak için.

Dönkü gazeteyi verebilirim, 
eski bir gömleğimi 
ya da bolonez soslu bir sandviçi.

Kanepede uyuyabilirsin,
geceleri çığlık atmıyorsan ama! 
Ya da kendinden bahsedebilirsin.
Ses Çıkartmam bunlara;

Hepimiz zor günler yaşıyoruz; biliyorum,
Benim farkım, aile kurmayı düşünmemem 
çocuklarımı okutmaya 
yazlık ev almaya çalışmamam.
Gözüm hiç yükseklerde değil.
Hayatta kalmaya,
yalnızca biraz daha fazla yaşamaya çalışıyorum.

Charlie Chaplin Leaving America

1957

Charlie Chaplin ile çalışabilmek için çok uzun süre uğraşmıştım. Bir gün beni aradı. Çok heyecanlandım. Resimlerini çektikten sonra bana “Senin için başka bir şey yapabilir miyim?” diye sordu. Tabii ki kabul ettim. Chaplin işaret parmaklarını şeytan boynuzu gibi başının iki yanına dayadı ve makineye baktı. Önce vahşi bir yüz ifadesiyle, daha sonra sırıtışla.

O zamanlar bilmediğim Chaplin’in benim atölyemde saklandığıydı. Senatör McCarthy’nin komünist avcıları onu rahatsız ediyorlardı. Ertesi gün Amerika’yı ebediyen terk etti. Portre, Chaplin’in ABD’deki son mesajıydı:

 “Benim nasıl bir şeytan olduğumu görün”

 Bu fotoğrafın sorumluluğu bana ait değil. Benim için, insanın hayatı boyunca sadece bir kez alabileceği bir hediyeydi.

*
Richard Avedon

Yatak Odasında Felsefe

"Yatak Odasında Felsefe "

Marina Pıanu

Neden Sade? "Kutsal Marki" benim kişisel ve edebi gelişimimde (bu ikisi eninde sonunda birbiriyle bağlantılı değil midir zaten?) can alıcı bir rol oynamıştır. Beni böyle "yasaklanmış" bir yazara iten nedenleri açıklayarak zamanınızı almayacağım, ancak Sade’ı benim için hâlâ modern ve anlamlı kılan, onun tipik özelliği olan o küçük anlatı molekülleridir: Cinsellik ironik canlılığını sergileme aracı olduğu kadar, felsefesine özdeksel biçim vermek için anlamlı bir dil olarak kullanılır. Yatak Odasında Felsefe iyi bir örnektir.

1795’te, devrim dönemi hâlâ sürerken yayımlanan kitap, cumhuriyetçi aristokrasiden Ortodoks devrimcilere kadar, elit bir okura hitap eder. Eski felsefi diyalogların ve daha yakın zamanda aristokratları hedef alan yergili güldürülerin etkilerini taşıyan Yatak Odasında Felsefe, onaylanmış değerlere bağlı kalmamasına karşın, Marki’nin en hoş ve önemli yapıtıdır.

Yedi diyalog boyunca, petile ingenue (küçük saf) Eugenie de Mistival, doğuştan fazlasıyla yetenekli naif bir bahçıvanın (aksi halde bütünüyle aristokratlara özgü olacak bir atmosferde halk dilinin tek görünür etkisi) yardımıyla, üç ana liberteryan karakteri (erkek, kadın ve oğlancı) temsil eden, üç liberteryandan eğitim alır ve liberteryanlığa adım atar. Son diyaloğa gelindiğinde, bu karakterlere Eugenie’nin hem kurban, hem de arzu nesnesi olarak hizmet edecek annesi katılır.

-----------------------------------------------------------
Ah! ne zevk!... Beni nasıl da sıvazlıyorsun sevgili dostum!... Sen zevk tanrıçasısın!... Ya şu güzel yarak nasıl da şişiyor!... Görkemli başı nasıl da kabarıp kıpkırmızı oluyor!...

Ah! Ne ilahi göğüsler!... Ne tatlı ve tombul kalçalar bunlar!... Boşalın... İkiniz birden boşalın, belim sizinkilere kavuşacak!... Akıyor...! Ah! lanet olası Tanrı!... 

Nefis bir manzara!... Ne soylu ve görkemli!... İşte her tarafım bele bulandı... Gözlerime kadar sıçradı!...

....

Ah ölüyorum Şövalye!... Senin güzel yarağının tatlı seyirmelerine alışmam imkansız!...

Lanet Tanrı! Bu sevimli kıç bana nasıl da zevk veriyor!... Ah! Düzüşelim! Dördümüz birlikte boşalalım!... İkizini siktiğimin Tanrısı! Ölüyorum!... Bittim!... Ah! Hayatım boyunca daha şehvetle boşaldığımı hatırlamıyorum! Spermin boşaldı mı Şövalye!

Görüyor musun şu amı, nasıl da sperme bulandı.

Ah! Dostum, kıçımda niçin  benim de sperm yok ki! 

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/yatak-odasnda-felsefe.html
-----------------------------------------------------------------------------------------------------

Arslan, brütal sanat!


Yorgun düştüğü zamanda bile Yüksel Arslan, insana duyduğu tutkuyu yitirmez. Ansiklopedik bir yapıt aracılığıyla bizi çağlar boyu kendimizi aramaya yönelten sanatın dikenli yolunu keşfe çıkar. Yazı ve resim arasındaki yolun ortasında - “artures” adını verdiği belgeler üretir. Doğal renklerle çalışır. Yıllar ve yıllar boyu süren okumaları temsil eden ve tarih öncesine, toplumsal tarihe, sanata, şiire, düşüne, bilimlere değinen diziler üzerine. Ve Arslan’a tüm çağları böylece aşmayı ve kendi özgün araçlarını oluşturacak az rastlanır bir güç gerekir.

Dokuz yıldan beri, yeni bir dizi öne sürme gereği daha belirgin, daha ivedi biçimde ortaya çıktı. Sinir sistemi hastalıkları üzerine o çalışmasına “İnsan” adını vermemiş miydi? Ta içimizde bulunan canlı varlığı, hayvansallığımızla mantığımızın evliliğini sorgular. Orada, özün yanı sıra sanata, Elie Faure’un altını çizdiği gibi birlikteliklerini pekiştirmek için maddenin ve zekanın derinliklerindeki aşktan fışkıran” en üstün ifade biçimimize dikkat çeker.

Ne? İnsanın en yüksek açılımı bu travmaya uğramış, bitkin, pörsümüş, sakatlanmış bedenler mi? Bu tahriş olmuş beyin dokuları, bu tümörler mi? Bu şaşkın bakışlar mı? Bu sanrılar, bu krizler mi? İnsan sütunlar, dikilitaşlar, minareler, deniz fenerleri gibi dikilen barkodlarla mı özetlenecek? Çiçeklerin dişi organları gibi keyifli aptallara mı? Daha da kötüsü, kuşkonmaz ya da turp, deve ya da tespih böceğinde hararetle birleşmiş diğer canlı türleriyle eşit bir düzlemde mi olacak?

Arslan acele etmeden doğruluyor:

 “Tüm bunlar insanın da bir köpek, bir maymun ya da bir ağaç denli atıl bir tür olduğunu gösterir.”

Arslan bir kuramcı değil ama bir tanık. İnsanda korkutulmuş, kırılgan, dengesiz bir varlık bulabilmek için yüzlerce ve yüzlerce kitap okumuş. Onun tüm durumlarında, tüm boyutlarında iç yüzünü ortaya çıkarmış. İşkence görenleri, soykırıma uğrayanları, hapsedilenleri unutmadıkları için savaşanlar gibi acı çeken ruhlar üstüne eğilmiş. Sinir sisteminin gedikleri sadece çıplak yaşama bakılabilecek pencereler, önemli olan tek düşmanın, ölümün gelişmesinin önüne geçmeye aracı olabilecek mazgal delikleridir.

Kafalarımızda bir operet kişiliğini vitrine koymaya çok alışmışız. Arındırılmış bir kültür yaşamına masere’yiz. Deniz feneri olmakla, dürüst olmak ve her şeyi söylemekle yükümlendirdiğimiz sanatçılar bile, olabildiğince sık, bir reklam ürününün yüzeysel görüntülerine tutunurlar. Her şeyin geçici olduğunu öne sürerek, iyi yaşamalı, derler. Arslan’ı çileden çıkaran budur: “Hiçbir şeye cesaret edemiyorlar. Aptalca püritanizm!”

Eh, işte, sanat, o, Arslan onu yeniden dölleyecektir. Yabanıl bir kucaklamayla. Açıklamalar yapmak, daha da önemlisi bir kitleselleşme yapıtı vermek için orada değildir. Arslan’ın hedefi sanatsal bir sorumluluk yüklenmedir. Ödün vermeden. Onun brüt sanatından söz ettik, işte bu brütal sanattır.

Ve sonucu bir harika yaratmaktır.

*
Jacques Vallet

*
YÜKSEL ARSLAN ÜZERİNE:

Yüksel Arslan'a Veda

Yüksel Arslan
1933 - 2017



SARTRE YÜZYILI

Sartre'dan Geriye Ne Kaldı?

Pierre Billard

19 Nisan 1980 günü, "Sartre Topluluğu” denilen büyük bir kalabalık bu evrensel filozof-yazara Montparnasse Mezarlığı'na kadar eşlik etti. Sartre, değişmiş, kahramanlaşmış, ama sadeleşmiş olarak efsanedeki yerini aldı. Şimdi, yirmi yıl sonra, saatler yeniden değerlendirme anını gösteriyor: Bu kadar geniş bir eylem alanının adamı olan Sartre "dan geriye ne kaldı? Sıkça yanılan bu anıt adam hâlâ orada mı? Yanıtlar Bernard-Henry Levy’nin ona adadığı güçlü çalışmada yer almakta:

 "Le Siecle de Sartre 
Sartre Yüzyılı.


Bu kitap hem iştah hem de sıkıntı yaratıyor. İştah diyoruz çünkü kitabı uzun zamandır bekliyorduk, Levy onu bize borçluydu. Dokuz yıl önce kapsamlı ve güçlü bir yapıtında (Özgürlük Maceraları) yirminci yüzyılın büyük entelektüellerinin romanını yeniden yazmış, ancak bu kitabında Sartre’a yer vermemişti. Bu yokluk, bugün yerine getirilen bir sözü içeriyordu. Sıkıntı ise başlığından kaynaklanıyor. Başlıkta söz konusu olan hangi yüzyıldır? Yirminci yüzyıla hâkim olan elbette Sartre’ın figürü değildir: Gide, Malraux ve diğerlerinden söz edilebilir. Bunu tespit edecek olan Levy değildir, çünkü onun Sartre’ı, bize bir bilinç destanını ve bir başarısızlığın öyküsünü sunmaktadır.
Kitap Sartre’ın zaferi üzerine başlamaktadır. Makaleler, röportajlar, denemeler, tiyatro oyunları, romanlar, konferanslar, felsefe tartışmaları ve elbette Les Temps Modernes dergisi meraka, tartışmaya ve zihinlerin ısınmasına neden olmaktadır. Eski felsefe profesörü, yeni ve istisnai boyutta bir entelektüel tipini oluşturmaktadır. "Büyük Sartre’cı" Simone de Beauvoir Sartre’ın kendisine şu itirafta bulunduğunu söylemiştir: 

"Hem Spinoza hem de Stendhal olmak istiyorum."

Ancak bu galip Sartre, terörizme ve siyasi cinayete çağrıda bulunmadan önceki Sartre’dır. Sonuç olarak Sartre ne Stendhal ne de Spinoza olabilmiştir. Roman türü yapıtları erkenden kesintiye uğrar (1949). Bundan on beş yıl sonra, yazarına Nobel Ödülü kazandıran Sözcükler isimli edebi başyapıtıyla yazın dünyasına geri döner. Sartre, edebiyatı bir şifa olarak görmüştür. Onun uzun ve acı bir delilik hastalığı olduğunu da beyan etmiştir.



Demek ki Stendhal değildir. Ama Spinoza hiç değildir. Levy’nin çalışmasının özü Sartre’ın romanlarının ne kadar felsefî oldukları iddiasından oluşmuştur. Başlıklarıyla Heidegger ve Hegel'e meydan okuyan iki büyük yapıtı, Varlık ve Hiçlik ve Diyalektik Aklın Eleştirisi'nin oluşumunu inceler. Ancak bu dönemlerinde Sartre, Hegel ile oyun oynamakta ve Marx’ı (hiçbir zaman derinine inmeden) yok saymaktadır. Daha sonra Sartre Eleştiri isimli yapıtında düşünülmüş ya da düşünülebilecek olanı tanımlayarak Hegel’in Mantık Bilimi'nde öne sürdüğü "felsefenin sonu" fikrini aşabilmek için ona karşı çıkar. Bunu yaparken de, kaynağındaki "varoluşçuluk” ile çelişkiye düşen kavramsal nesnelerden yararlanır. Bütün bunlar boşunadır, bu girişim Hegel'ci mutlaklığın duvarında parçalanır. Bu temel başarısızlık Sartre’ı ideolojik spekülasyondan gerçeğin karanlığına götürür. Edebi alana yaptığı gibi felsefi alana da ihanet eder. Bundan böyle dünyayı yeniden oluşturmayacak, onu yaşayacak da; sokakta, halkın içinde, gündemde, somut siyasette.

Sartre, 1940 sonunda Almanya’daki bir tutuklu kampında tutsak arkadaşlarıyla birlikte Noel için Bariona adlı bir tiyatro oyunu yazar ve oynar. Daha sonraları, "kalabalık içinde diğerleri arasında bir numara olarak kaybolmuşluk" hissinin verdiği zevkle "ortak yaşama katıldığını söyler ve "arkadaşlığın sıcaklığının anti-hümanizmasının çelişkilerini çözdüğünü" belirtir.

Kamptaki anarşist, dandy, Stendhal’ci, Nieztsche’ci Sartre kendini yenilmişlerin ortaklığıyla sarılmış bulur ve bundan mutluluk duyar. "Başkaları için" ve "kendisi için" varolmakla ilgili, karamsar, anti-hümanist, birleşmiş grupların dinamiğini reddeden bireyci felsefe- bir süre daha egemenliğini sürdürür. Ancak kısa bir süre sonra, Eleştiri'sinde "düşüncelerim öldü" der.

Levy saptama yapar, suçlamada bulunmaz, örneğin: işgal sırasındaki tutumuna karşı Sartre’a yöneltilen yanlış davaları reddeder. Yazarın her virajı için geçerli motivasyonlarını ve meşruluk payını araştırır, suçsuzluğunun kanıtlanması için uğraşır. Benny Levy ile yaptığı son söyleşilerde tanık olunan yeni gençliği içinde Sartre, yeni bir düşünceyi araştırmaktadır. Yahudi Mesihçiliği üzerine bir düşünce ve Yahudi  toplumunun deneyimi, her türlü toplumsal zorlamaya isyan eden yalnız adam felsefesiyle öznelliğin temel çelişkisinden kurtulma olanağını verecektir ona sanki. Acaba Sartre yeni bir sıçrayışın eşiğinde midir? Ölümü bu sorunun yanıtını askıya alır.

Levy, Sartre’ın Camus ve Aron hakkındaki düşüncelerine de hak vermeyi sürdürür. Ancak kitapçılardaki kitaplarının afişlerinde uzun süre kalarak çok ihmal edildiğini düşündüğü Sartre tiyatrosu hakkında acımasız olmaktan geri kalmaz.

"Sartre Yüzyılı" adlı bu yapıttan çıkarılabilecek sonuçlardan biri "yüzyılının dışında kalan Sartre", "yüzyılına karşı çıkan Sartre" olabilir.

*
Sartre Yüzyılı kitabından notlar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/ nietzscheci-bir-kitap: bulanti
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/nietzscheler.html

Bütün Sartre’lar

Bütün Sartre’lar

Jaques pierre Amette

Bir yazarın gerçeği nedir? Sartre iyi'midir, kötü müdür? Zaten bitmiş bir yüzyıl için bir saman alevi midir? Son sınıflarda okutulması için varolmuş bir yazar mıdır? Celine tarafından sonsuza dek aşılmış bir biçimci midir? Nefret ettiği ve kıskandığı arkadaşı Camus sürekli büyürken, burjuvaziyi dava eden Sartre ölümünden bu yana sürekli dava kaybetmektedir.

Bir Sartre olduğuna inanılmıştı. Bernard-Henry Levy iki tane olduğunu söylüyor: 

Bulantının anti-hümanisti ve Özgürlük Yolları'nın hümanisti. 

Aslında on, yirmi, otuz Sartre var. Onlarla karşılaşmak için kitaplarını kapısını açmak yeterli. Bernard-Henry Levy şöyle yazıyor "Yazarın, kendini empoze eden bir sesin yarattığı mucize olarak, tüm donanımıyla, diğerlerinden farklı bir biçimde doğduğu sanılıyor. Ama öyle değil. Öyle olsaydı çok basit olurdu. Yazarlar doğumlarında çok daha çekingen, daha terbiyesiz, daha serseridirler." Örneğin serseri öğretmen Sartre'da kaynayan karışımın yeniden okunması yeterli. O sıralarda Sartre bir "yaşam arkadaşı" değil; sinirli genç bir adam, Celine ve Gide’i yağma eden bir edebiyat haydutu ve sıradan zehirli çiçekler bulmak için kadınların eteklerinin altını karıştıran bir serseridir. BHL yapıtında bir metin haydutunu ve özellikle kendini sansürlemeyen bir genç adamı tanıtmaktadır, Sartre’ın dehası, görgü kurallarıyla uğraşmamasındadır.

Sonraları savaş başlar. 1940 Haziranı'ndaki mağlubiyetle başka bir Sartre su yüzüne çıkar. Artık Sartre yeryüzündeki korkunç yabancı değildir. Diğerleri gibi başkaları için yazan biridir; Kaderin bir cilvesiyle Alman felsefeciler tarafından yetiştirilir. Özgürlük Yolları yüzünden haksız yere hor görülür. Buna karşılık Sartre, Fransa’nın benzinsiz otomobillerle dolu bir ülke olduğunu keşfeder.

1940 Haziran’ının büyük acısı ve üzüntüsü, keskin, kuru, şaşırtıcı bir zekâyla kolektivitenin dramına dalan, gizlenen, korkunç biçimde allak bullak olmuş bir Sartre yaratır.

Savaştan sonra Stalincilik baş gösterir. Romanlarını proje düzeyinde bırakır. Bir dinleyici kitlesine sahip olmayı çok istemektedir. Metinlerden inanılmaz bir karambol meydana getirir. Bu Sartre, Woody Allen’ın Zellig karakterine yakındır. Hiddetli, polemist, kötü niyetli, dalavereci olmaktan, Fransız nesrinin duru suyunu bulandırmaktan vazgeçmez.

Mükemmel bir bukalemun oluverir. Direnişçilerle direnişçi, Paris tarzı Alman dostu, Heidegger ile Heidegger’ci, Yahudilerden daha Yahudi, Billancourt’da işçi savunucusu, tiyatrolarda dramatik yazar, Stalincilerle Stalinci, Küba’yla Kübalı, komünistlerle marksist. Sartre kılık değiştirir, şaşırtır, tüm akımlar hakkında durmadan konuşur. Garip bileşimler için çalışır. Jean Genet’yi bir aziz, bir şehit, bir hazine olarak ilan etmek için onunla uğraşmaya başlar.

10 Ocak 1964’te Sözcükler isimli şaşırtıcı kitabı ortaya çıkar. Sartre bir bomba yerleştirmiştir. Kendine karşı, kariyerine karşı, yazarlığına karşı düşünmektedir. İşte karanlık içindeki, işkence görmüş, yalnız ve kış havasındaki Sartre. Her şey Bernard-Henry Levy’nin şu cümlesinde açıklanır: 

"Sartre’a özgü totalitarizm kaynaklarında rastlanan son özellik: edebiyattan ve kendinden nefret"

Kitap, yaşlı bir genç adamın ölü yaprakların arasında Kitab-ı Mukaddes’i okuduğu bir ortamda son bulur. Levinas, arkadaşlarından, etrafına inşa edilen varoluşçu güzel lahitten kaçar.

Bernard-Henry Levy’nin kitabında, Sartre’ın Brecht’ten esinlenen tiyatrosu hakkında gerçek bir geliştirme yazısı okumak heyecan verici olabilirdi. Elbette ki Sartre kendi ülkesinde Brecht’e karşı gelmeyi istemiştir. Neyse ki, siyasi bilgilendirmede bulundurmayı hedefleyen oyunları mucizevi bir önseziyle yönlendirilmiştir. Gizli Oturum isimli kurucu oyunu, devamı gelmeyen yeni bir tiyatronun yolunu açmıştır.

Tiyatrosu bizi bu muhteşem garip alanın önüne getirip bırakmıştır: Sartre’ın bilinçaltı, sonsuz güç açlığı, kendi kendiyle olan savaşları, boşluğa kaymaları. Düşüşe ve İsa tarafından olanaksız kurtarılışa Hıristiyan bakışı.

Bernard-Henry Levy’nin felsefeci ve romancı Sartre için yöntemsel analizi, tiyatrocu Sartre için yapmaması bir kayıptır.



Yaşayan Sartre / Ferit Edgü



Yaşayan Sartre

Ferit Edgü


SORUMLULUK, ÖZGÜRLÜK. UMUT

Çağımızın hiçbir önemli sorunu yoktur ki, Sartre'ın ilgisini çekmemiş ve onun üzerinde düşünmemiş, yazmamış olsun.

İlk büyük felsefe yapıtı, “Varlık ve Hiçlik” (1943), adından da anlaşılacağı gibi, varlık kuramı Üzerine'dir. Kaynaklarını Kierkegaard’da, Heidegger’de, Bardiev’de, Husserl’de, yazında ise, Dostoyevski’de, Kafka’da bulduğumuz varoluşçuluk, Sartre’da, en olmaz gibi görünen toplumsal ideolojilere, tarihe ve siyasete uzanır. Varoluşçu Sartre Heidegger, Gabriel Marcel, Karl Jaspers gibi felsefenin sınırları içinde kalmaz.

Doğa - ötesi, Varlık, Zaman, Hiçlik, kavramları, evet; ama öte yanda, kapitalizmin, sosyalizmin sorunları vardır. Kore, Vietnam, Cezayir savaşları vardır. Açlıktan ölen Biafralı çocuklar vardır.

Çağımızda bir düşünür, bir aydın, bir yazar, bir sanatçı yalnız kendinin değil, başkalarının, yalnız kendi ülkesinin değil, başka ülkelerin sorunlarıyla da ilgilidir. ilgili olmak zorundadır. Bir başka deyişle kendinden ve çağından sorumludur. Sorumluluk... İşte Sartre’ı tanımlayacak sözcüklerinden biri, ikinci sözcük özgürlüktür. Üçüncüsü ise, Umut. (Her üç sözcük de ! büyük harflerle.)

Proust, Geçmiş Zaman Peşinde’dir. Joyce Ulysse’tir. Kafka, saçma bir yazgının. Beckett, insan yalnızlığının ve kişiler arası iletimsizliğin. Yazar Poust’u romanını yazdığı günlerin toplumsal çalkantıları ilgilendirmez. Joyce, İrlanda iç savaşından sözedilmesine bile dayanamaz. Kafka, daha çapraşık bir yapıya sahiptir. Olağan; bir Çek Yahudisidir, ama Almanca yazmaktadır. Herzen ve Kropotkin okuyucudur ama bu romanlarına, öykülerine yansımaz. Sartre bu büyük yazarların tümünü önemser, ama onlardan farklı olarak, tarihsel akışın içinde olmayı seçmiştir. Yazarın özgürlüğü ve bağımlılığı boş sözcükler değildir Sartre için. Yazmak bir eylemdir ya da eylemin bir parçasıdır. “Bulantı”yı izleyen yazınsal yapıtlarında bu görüşleri ağır basar. Daha açık bir deyişle, gerek “özgürlük Yolları” üçlemesi, gerek oyunları (Kirli Eller, Kıral Kean, Sinekler, Şeytan ve Ulu Tanrı, Nekraseov, Altona Tutukluları) tezleri olan yapıtlardır.

Proust, Joyce, Kafka, Beckett, yalnız yazınsal olana sarılıp, toplumsal çalkantıların dışında gerçekleştirmişlerdir yapıtlarını. Sartre için yazın, bir amaç değil, bir araçtır. Yazınsal yaratıcılığı, bile isteye, düşünceleri uğruna “feda etmiştir.” “Gizli Oturum" gibi bir  oyunun, “Bulantı” gibi bir romanın yazarı için büyük bir özveri. Ama Sartre’ın yaşamı bu özverilerle doludur.

FELSEFE UĞRUNA HARCANAN YAZIN

Camus'ya Veda / Jean Paul Sartre

Daha altı ay önce birbirimize "O ne yapacak?" diye soruyorduk. Saygı gösterilmesi gereken bazı çelişkiler içinde kıvranırken geçici olarak suskunluğu seçmişti. Ancak o seçimlerini ağırdan alan ve seçimlerine bağlı kalan, şu seve seve beklenen adamlardan biriydi. Nasılsa bir gün konuşacaktı. Ne diyeceği konusunda en ufak bir tartışmaya girmeye bile cesaret edemiyorduk. Fakat her birimiz gibi onun da dünyayla birlikte değiştiğini düşünüyorduk: Varlığını canlı tutması için bu yeterdi.

Onunla aramız açılmıştı: Bir küskünlük nedir ki -hiç görüşmemecesine - tastamam bir başka tarzda birlikte yaşamak ve bize sunulmuş olan küçük, dar dünyada gözden yitmek. Bu, benim onu düşünmemi, bir kitabın sayfalarında, okuduğum gazetede onun bakışlarını duyumsamamı ve onun bana "O bu konuda ne diyor? Şu sırada o ne diyor buna?" demesini engellemiyordu.

Olaylara ve mizacıma göre kimi zaman sakınımlı ve üzücü bulduğum suskunluğu, ışık ve sıcaklık gibi bir gündüz özelliğiydi, ancak insansı bir özellikti bu. Kitaplarının bize sergilediği gibi -özellikle Düşüş, belki en güzel fakat en az anlaşılmış kitabıydı— onun düşüncesiyle ya da onun düşüncesine karşı, ancak hep onun düşüncesinde yaşanırdı. Bu, kültürümüzün; evrelerini ve bitim zamanını öğrenmeye çalıştığımız bir devinimin tekil bir serüveniydi.

Yüzyılın ve Tarih’in karşısında, yapıtları belki de Fransız yazınının en özgünlerini oluşturan o upuzun ahlakçılar soyunun güncel kalıtçısıydı. İnatçı, sınırlı, saf, kösnül ve soğuk hümanizmi, zamanımızın yoğun ve çok boyutlu olayları karşısında kuşku uyandıran bir savaşımı ele veriyordu. Ancak bunun tam tersine, reddettiği şeylerde ayak diremesiyle gerçekçiliğin paralarına, makyavelcilere karşı bu çağın ortasında törel gerçeğin var olduğunu ısrarla savunuyordu.

Sanki o, bu yıkılmaz savın ta kendisiydi. Biraz okunsa ve düşünülse, sıkılı yumruğunda sakladığı insancıl değerler kucaklanacaktı: Politik eylemi tartışma konusu haline getirmişti. Ya ona yaka silkilecek ya da karşı konulacaktı: Ruhsal yaşamı canlı tutan bu gerilim tek bir sözcükle kaçınılmazdı. Son yıllardaki suskunluğunun bile olumlu bir yanı vardı: Absürd'ün bu Dekartçısı ahlak anlayışının güvenli sularını terk etmeyi ve deneyimin (pratique) kesin olmayan yollarına düşmeyi reddediyordu. Bunları keşfediyorduk biz ve yine anlaşmazlıkları söylemediğini keşfediyorduk: Zira tek başına ele alındığında ahlak, kimi zaman başkaldırıyı ve yargılamayı gerektiriyordu.

sanırım birlikte oldukları tek fotoğraf karesi bu
Bekliyorduk, beklemek ve bilmek gerekiyordu: Çok sonraları bir şeyler yapabilmiş ya da kararlara ulaşabilmiş olmasına karşın Camus, ne kültürel alanımızın temel güçlerinden biri olmaktan, ne de Fransa’nın ve bu yüzyılın tarihini kendi tarzıyla betimlemekten geri durdu. Ama biz belki de onun gittiği yolu bilmiş ve anlamıştık. O her şeyi yapmış  yalnız yapıtlarıyla- ve her zamanki gibi bundan geriye, her şeyi yapmak kalmıştı. Şöyle diyordu: "Yapıtlarım benim önümdedir." Bu kadar. Bu ölümün kendine özgü utancası insan düzeninin acımasızca yıkılmasıdır.

İnsanlık düzeni bugün hâlâ bir kargaşadır, haksızlık ve güvensizlik doludur, öldürme, açlıktan ölme vardır: İnsanlarca kurulmuş, korunmuş ve uğrunda savaşımlar verilmiştir. Bu düzende Camus yaşamalıydı: Bu adam ilerlemekte, bize tartışmalar açmaktaydı, kendisi de yanıtını arayan bir soruydu; uzun bir yaşamın ortasında yaşıyordu; bizim için, kendi için, düzeni egemen kılan insanlar ve onu reddedenler için, onun suskunluktan çıkıp kararlara, sonuçlara varması çok önemliydi. Kimileri yaşlı ölür, ölümü erteleyen kimileri de yaşanım ve yaşamlarının anlamı değişmeksizin her dakika ölebilirler. Ama bizim gibi kararsız ve şaşkınlar adına, en iyi insanlarımızın tünelin sonuna varmaları gerekirdi. Bir yapıtın kişileri ve tarihsel zamanın koşulları pek seyrek olarak bir yazarın yaşamasını gerektirmiştir.

Camus’yü öldüren kazaya, "utanca" (scandale) diyorum ben, çünkü bu kaza insan dünyasının özündeki en derin gerekliliklerin anlamsızlığını gösteriyor. Camus, daha yirmi yaşındayken ansızın karşılaştığı bir kötülüğün yaşamını altüst etmesiyle saçmayı keşfetmişti - insanın aptalca inkârı. Saçmanın içine düştüğünde o dayanılmaz durumu aklından geçirdi ve işin içinden sıyrıldı hemen. Bununla birlikte bu iyileşmiş hastalık önceden kestirilemeyen ve dışardan gelen bir ölümün altında ezildiğine göre, ilk yapıtlarının kendi yaşam gerçeğini anlattığı söylenebilir. Saçma, artık ne onun kimseye ne de kimsenin ona getirdiği bir sorundur: Saçma, artık suskunluk olmayan bir suskunluk ve artık büsbütün bir hiçtir.

Buna İnanmıyorum. İnsanlıkdışı olan boy gösterdiği anda insanın bir parçası olabiliyor. Yarıda kesilmiş bütün yaşamlar -çok genç bir insanınki bile- aynı zamanda kırılan bir plak ve boş yeri kalmamış bir yaşamdır. Onu sevenler için bu ölümde dayanılması zor bir saçmalık vardır. Kolu kanadı kırılmış bu yapıdan, eksiksiz bir yapıt olarak görmeyi öğretmek gerekecektir. Camus hümanizminin içerdiği ve kibirli mutluluk arayışlarının, ölmenin insanlıkdışı gerekliliği anlamına geldiği ve bunu gerektirdiği ölçüde, bu yapıtların ve onlardan ayırt edilemeyen bu yaşamın içinde gelecek ölümlerindeki varoluşunun her anını yeniden ele geçirmek isteyen bir adamın katıksız ve yengi dolu girişimini göreceğiz.

*
ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/camus-x-sartre
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/07/camus-x-sartre

Camus’de Nietzsche İzleri

Camus’de Nietzsche İzleri

Roger Grenier


Düşünceleriyle artık bizi ikna edemez hale gelseler de yakın dostumuz olarak kalan yazarlar vardır. Nietzsche hem Camus için hem birçoğumuz için o yazarlardandır bence. 1932’de 19 yaşındayken Camus Cezayir’in başkenti Cezayir’de, Ecole normale superieure’e girmek için hazırlık sınıfındadır ve ilk metinlerini yazmaktadır. Intuitions (Sezgiler) adlı yapıtında bir roman kişisi Zerdüşt’e benzer, “bıkkınlık” sözcüğünü Zerdüşt’ten alıp kullanır. Aynı yıl, Sud’de yayımlanan “Müzik Üstüne Deneme” özellikle Tragedyanın Doğuşunun söz konusu edildiği, Apolloncu ve Dionysosçu estetik kavramları arasındaki karşıtlığın ele alındığı, biraz değiştirilip düzeltilmiş bir felsefe incelemesidir aslında. “Yunanlılar için güzellik kavramı acıdan doğdu” sözünü unutmaz Camus. Nietzsche’nin “inatçı iyimserliğinin altını çizer: “Yılgınlığa karşı bir tür bitmek bilmez mücadele bu, şimdiden böylesine tuhaf bu figürde bulduğumuz en cazip şey de bu.” Camus filozofun Wagner’i yadsıyıp Carmene övgüler düzmeye koyulduğunda yolunu şaşırdığını düşünse de, Akdeniz’in Nietzsche’yi büyülemiş olması onu etkileyecektir kaçınılmaz olarak. Tragedyanın Doğuşu, adı geçmese de, Camus’nün ilk romanı Mutlu Ölüm'de belirgin bir yer tutar. Zagreus adındaki bacakları kesik, tuhaf adam, Nietzsche’nin denemesinden kaynaklanmıştır. X. bölümde filozof “çocukken Titanlar tarafından parçalandığı, böyle uzuvları kesilip dağılmış olarak, Zagreus adıyla kutlu sayıldığı çok güzel efsanelerde anlatılan” tanrı Dionysos’tan dem vurur. Romandaki “yarım insan” Zagreus, Patrice Mersault onu öldürmeye geldiği sırada, Baltasar Graciân’ın L'Homme de cour adlı kitabını okumaktadır. Nietzsche’nin Schopenhauer’in bir çevirisinde keşfettiği ve özel bir hayranlık beslediği bir yapıttır bu.

Hele hele Mutlu ölümün kahramanı Mersault -önemli olan tek şeyin “mutluluk istemi” olduğunu sanır o- büsbütün Nietzscheye özgü bir roman kişisidir. Ayrıntılarına varıncaya kadar. Tıpkı 1937 Eylül'ünde Camus’nün yaptığı gibi, Mersault kente tepeden bakan yolda yürür, Nietzsche’nin sevdiği o yolda. Ve “güzel kokularla ve ışıklarla dolu koca denizin uzun bir kabarışla üzerine doğru yükselmesine” boyun eğer.

Camus Mutlu Olüm’ü hiç yayımlamayacaktır. Yabancıyı yazar. Mersault yerini Meursault'ya bırakır, Nietzsche de saçma kavramına. Ama Sisifos Söyleni Nietzsche’den alıntılarla doludur, hatta alıntıların alıntılarıyla. Nietzsche'nin Kierkegaard hakkında, Peder Galiani hakkında söylediklerini buluruz bu yapıtta. Camus sonsuzluğu reddederken Zerdüşt’ün yalvarışını benimser: “Yeryüzüne bağlı kalın, ve inanmayın size dünyaötesi umutlardan söz açanlara!” Bir Alman Dosta Mektuplardaki dördüncü mektupta yeniden şöyle yazacaktır: “Yeryüzüne bağlı kalmak için adaleti seçtim.”

Camus’nün Nietzsche konusunda benimsediği tavır daha da evrim geçirecektir. 1943’te, Nazilerin Nietzsche’yi kullanması karşısında, Defterlerinde şöyle der: “Sokrates’i ve Hıristiyanlığı şiddetli argümanlarla eleştirmek Nietzsche’ye gerekli görünür. İşte bu yüzden, tam tersine, bugün Sokrates’i ya da en azından Sokrates’in temsil ettiği şeyi savunmamız da gereklidir çünkü yaşadığımız dönem, onların yerme, her türden kültürün yadsınması demek olan değerleri koymak tehdidinde bulunuyor ve Nietzsche burada istemeyeceği bir zafer kazanma tehlikesine düşüyor.” Hiçbir şeyi dışlamamalıdır. “Ve en sonunda, tıpkı Pascal’in deneyiminin Darwin’inkine, Kallikles’inkinin Pîaton’unkine eklendiği gibi, Nietzsche'nin deneyimi bizimkine eklendiğinde insanlığın sicilini onarır ve bizi vatanımıza kavuşturur.”

Başkaldıran İnsan'ın izlediği yolda Nietzsche soyutlanamazdı, zaten böyle bir niyet de söz konusu değildi. Ne yazık ki Nietzsche’ye ayrılan bölümün Güç İsteminin bir yorumu olması istenmiştir. Söz konusu yapıtın hiç varolmadığını, Elisabeth Förster-Nietzsche tarafından gerçekleştirilmiş, belli bir amaca yönelik bir montaj olduğunu biliyoruz bugün. Yine de, Camus, filozofun, Tanrının ölümünü saptadıktan sonra, inançsızlığını bir yönteme nasıl dönüştürdüğünü ve bunun onu nasıl da acılı bir çilekeşliğe götürdüğünü çok iyi görür. Nazilerin boş yere kendi saflarına katmak istediği kişiye hakkını verir: 

“Nietzsche’ye ve nasyonal sosyalizme gelinceye kadar, olağandışı bir ruhun soyluluğunun ve çektiği büyük acıların aydınlattığı bütün bir düşüncenin, dünyanın gözleri önünde yalanların geçit töreniyle ve toplama kamplarında korkunç bir biçimde üst üste yığılmış cesetlerle örneklendiği görülmemişti”

Camus’nün yapıtlarının dönemecinde Nietzsche'ye rastlarız hep. Bir insanın kendini suçladığı, aynı zamanda da insan türüyle hesaplaştığı tek sesli diyalog Düşüş'ün hangi yapıtı örnek aldığı açıkça söylenmiştir: Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı. Camus, yeri gelmişken, Nietzsche’nin Yeraltından Notları okurken Dostoyevski'yi keşfettiğini belirtmekten kaçınmaz. Entelektüel gelişimi sırasında, yapıtları için “bir zafer ortamı içinde güç, sevgi ve ölüm” tasarlayan Nietzscheci genç, bir ölçülülük felsefesine ulaşır. Ama yıldırım çarpmış dehaya karşı hep bir yakınlık besleyecektir, “Dionysos adı, sadece, deliliği sırasında Ariadne’ye yazdığı aşk mektuplarını ölümsüzleştirmiş” olsa da.


ilgili okumalar:

Günümüzde Camus’yü Okumak


Günümüzde Camus’yü Okumak

Pierre Louis Rey

Camus felsefeciden çok sanatçı olmak istemesine karşın bir biçim yaratıcısı olarak ortaya koymadı kendini. Düşüş konusunda, kendisiyle yapılmış son söyleşide şöyle der: “Biçimi konuya uyarladım, hepsi bu”. İçerikle biçim arasındaki farkı geçmişte kalmış bir şey gibi gören her modern akademisyenin elini kolunu bağlayacak bir ifade. 1938 ile 1941 arasında Camus aynı anda üç yapıt birden ortaya koydu: bir deneme (Sisifos Söyleni), bir roman (Yabancı) ve bir tiyatro oyunu (Caligula). Aslolana, ‘saçma’ düşüncesine daha emin bir yoldan ulaşmak için biçimleri -ya da türleri- çeşitlendiriyordu adeta. İyi niyetli kimseler Yabancı'nın Sisifos Söyleni’nin ışığında okunmasına üzüldüler. Ama Camus’nün bundan incinmesi için bir neden yoktu: Daha 1936’da Defterler'ine şöyle yazıyordu:

 “Filozof olmak istiyorsan roman yaz”, 

sonra, Sartre’ın Bulantı'sı hakkında şöyle yazacaktı:

 “Bir roman imgelere dökülmüş bir felsefeden ibarettir daima.”

Roman türünün düşüncelere göre biçimlenme eğilimde olması onun gözünde bir düşüklük göstergesi değildir, tam tersine: 

“Birçok kişiyi romana çeken şey, romanın görünüşte üslup taşımayan bir tür olmasıdır. Aslında en zor üslubu gerektirir roman, bütünüyle konuya boyun eğen bir üslubu. Böylelikle, her romanını değişik bir üslupta kaleme alan bir yazar hayal edilebilir” (Defterler, Mart ya da Nisan 1943). 

“Hayal etmeye” hiç gerek yok: Bunun en güzel örneği Camus’nün kendisidir. Yabancı'daki yalınlık, Düşüşteki virtüözlük, İlk Adam'daki liriklik, her defasında farklı bir Camus okuruz. Aiskhylos’tan yirmi yüzyıl, Racine’den üç yüzyıl sonra “modern bir tragedya” kurma tutkusu tek bir biçime dökülmemiştir: Roma’da geçen tiyatro oyunu Caligula henüz tamamlanmadan Camus Yanlışlık ile “takım elbiseli trajik” deneyine girişir, sonra da Sıkıyönetim’deki “gösteride totalitarizmi eleştirir. Böylesi bir esneyip uzama özelliği, edebiyatta akrabalıkları zor fark edilir hale getirir. Camus’nün retorik ve yergi nitelikleri taşıyan yapıtı Düşüş'te “yeni roman'ın arayışlarından esinlenir gibi görünmesine şaşarız; bu türden bir yakınlık kurma, Yabancı için daha uygun düşerdi. Yabancı Düşüş'ten on dört yıl önce yayımlanmıştı, oysa Düşüş Alain Robbe-Grillet’nin başarı kazandığı ilk dönemin ürünüydü. (...) Gerçekten de, Meursault’nun kayıtsızlığının önce nesneleri ve olayları eş düzeye getirdiği Yabancı'nın, trajik bir bilincin yansıdığı bir “insanbiçimcilik”e doğru kaydığını gösterme şerefine Alain Robbe-Grillet erişecekti (Pour un nouveau roman, Editions de Minuit, 1963). Yabancı'nın Fransa’daki ve dünyadaki şansı, hem “biçim”i hem de “konusuyla açıklanabilir. Bazı “yeni romancılar” tarafından taklit edildiği düşünülebilecek bu “beyaz yazı”ya (Roland Barthes) bıkıp usanmadan hayranlık duyarız. Ama yeni romancılarda şeylere yapışıp kalma hali roman kişisini “anlatısal bilinç'e indirgerken, Meursault bizi duygulandırmayı sürdürür (eleştirmen Gaetan Picon, Meursault'nun, Chateaubriand’ın “Rene”si kadar kendi çağını temsil ettiği kanısındaydı). Amerika Birleşik Devletleri'nde Albert Camus'ye ilişkin bir internet sitesinde, “Jüri üyeleri Meursault'yu idam cezasına çarptırmakta haklı mıydı?” cümlesini okuruz. Bir edebiyat uzmanının gözünde gülünç olabilecek bu soru, Yabancı'daki yanılsama gücünü onaylamaktadır. Benzer biçimde, Gustave Flaubert’in elyazılı metinlerini incelemenin yanı sıra, Emma Bovary'den yana ya da ona karşı tavır alarak da yazarın dehası diri tutulmaktadır.

Camus Yaşasaydı...



Bernard - Henri Levy / 14 Ağustos 1993

Camus yaşasaydı... 

80 yaşında olacaktı. Levi -Strauss’tan beş, Julien Green’den on, Ernst Jünger’den yirmi yaş genç. 4 Ocak 1960’daki korkunç araba kazasından sağ kurtulacak ve Bodard, Robles ya da Jules Roy ile ruhen aynı yaşta olacaktı.

Onu saçları ağarmış olarak düşlüyorum. Onurdan ve utkudan hafifçe palazlanmış. Ama aynı gür saçlarla. Aynı serserice bakışla. Yürüyüşünün heybetini vurgulayan düşünceli filozof cüssesiyle. Paradoksal biçimde onu gençleştiren kara - ayak aksanının dönüşü. Gönüllü olarak “antika” rolü oynasa da, zamanla, bir tür ulusal anıta dönüşme düşüncesinden - o, ki uzun süre çamur atılmış, küçük düşürülmüştü - nefret etmese de, eminim, dünya ve insanlara tutkusu el değmemişliğini koruyordu.

Bu hafta, örneğin. Bu gürültüsüz patırtısız 15 Ağustos haftasını, her yıl olduğu gibi Lourmarin’deki evinde geçirecekti ve ilke olarak, kendini Anılar’ına adaması gerekecekti. Birleşme ve sakıncaları üstüne “bir Alman dosta mektup” göndermek; Bosna’da “ateşkes”e çağrı yapmak için uygun aracı buldu. Marsilya’da, bir Albert Camus lisesini törenle açma önerisini reddetti. Biyografi Jean Lacouture’le uzun uzun görüştü, özellikle kadınlarla ilgili bölümler üzerinde durdu. Aşırı sağın dönüşüne karşı uyanık olma çağrısını imzalamayı reddetti -“ben asıllarını tanıdım! Müsveddelerinden mi sakınma mı istiyorsunuz?”; buna karşın, sevgili Cezayir’ini yasa boğan bir dizi cinayete dikkatini çekmeye gelen Oranlı entelektüellerden oluşan delegasyonu hararetle kabul etti - “içinizdeki Fransa’dır, öldürülen; Fransa, ben yaşadığım sürece sizi terk etmeyecek”.

Çünkü bu sorun onu açıkça altüst ediyor. Öyle çok görüntü birdenbire...öyle çok anı ve yüz... Ona gösterdikleri bu fotoğraflar takip edilen ya da öldürülen bu yazarlar - bunlar “onun” Cezayirlilerinin çocukları; bazıları torunları; ama bu hep aynı Öykü değil mi? Sürüp giden aynı dram? Güneşli yüzü her zaman vardı Cezayir’in. Evrenselle yakınlığı. Grekoromen Avrupa için hala gözlerinden yansıyan “Tipasa” kıyısı var. Ama cinleri de var. Korkutucu taşkınlıkları ki tatlı anılara dönüverir. Söylemekten çekiniyor biraz, çünkü yeniden alay edecekler onunla: “Camus ve sabit fikirleri! Camus ve saplantıları!” Ama onun için kozlar Fransızların boşalmasından bu yana oynandı ve o, kozmopolit tohumlardan vücuda geldi. Öyleyse özünde tutuculuk mu? Bu değişmeyenin takıntısı! Saflığın manyak tadı! Eh iyi, bu mani, “adalet” kisvesi altında, Cezayir topraklarını sözde yabancı gövdelerinden arındırdıkları zaman başladı.

Aynı hafta Le Point tarafından, günümüz dünyasını tehdit eden temel tehlike sorulduğunda şöyle yanıt verdi: Yeni tehlike, tutuculuktur. Oh, sadece dinsel tutuculuk değil. Daha güçlü bir nedenle Müslüman tutuculuğu da değil. Hayır. Genelde tutuculuk. Bu nitelikte bir saflık isteği. Robespierre’cileri, daha sonra komünistleri ve Nazileri silahlandıran. İran ya da Kamboçya ya da Yugoslavya’dan sonra Cezayir’de eyleme geçen. Çünkü bu başkaldırı gibi, saflık gibi. Kesinlikle başkaldırı gibi. Rimbaud’nun gözleriyle görüldüğünde müthiş. Onu ele geçiren Netchaievler ya da Saint -Justler olduğunda korkunç. Komünizm öldü, kuşkusuz. Ama Netchaiev yaşıyor - barbarlıkların değişmezi - politik anjelizmiyle.

Camus, komünizmin ölümünden sevinç duyuyor, dile getirilmese de böyle. Duvar’ın iyi zamanlarına ve “düzen”ine ağlayacak olan o değil. Ama, gerçekten bayraklar asmaması herkesi şaşırttı. Düşmanları, dostları gibi bir utku metni bekliyordu. Sartre ve diğer Jeansonlara, otuz yıl sonra, “Size söylemiştim” türünden bir taşı gediğine oturtma. Ama tıs yok. Buna karşılık şaşırtıcı olan yorumlarının ölçülü, melankolik tonu - orada da, Avrupa’nın olağandışı özgürlüğü için ödeyeceği bedeli tahmin eder gibi. “Tehlikenin ortaya çıktığı yerde kurtarıcı da ortaya çıkar.” der her zaman sevdiği Hölderlin’in bir dizesi. Zaman geçtikçe bu sözü dönüştürür: “Barışın geldiği yerde tehlikeler de ortaya çıkar.”

Ulusçuluk, örneğin. Ona çok güzel anlatıldı dönüşün, komünizm tarafından aşağılanmış, köksüzleştirilmiş halklar için kaçınılmaz olduğu: Onda şaha kalkan bir şey var - dünyanın eski vatandaşı, Gary Davis’in arkadaşı her şeyden elini eteğini çekmedi.

Popülizm. Onun da bildiği gibi popülizmin içinde o güzel “populus” (halk) sözcüğü var. Ya populus’un “izm”i? Halkın kültü, dini mi? 50’li yıllarda bildirdiği ve tüm tiranlıkların anası olarak gördüğü Tarih’in bu idolleştirmesi gerçekten yeğ midir?

Ve sonra ruhların düzensizliği. Toplumsal ahlakın çöküşü. Gevşeyen toplumsal bağlar, her yerde sallanıyor. Camus, her zaman ahlakı ahlakçılıktan ayırmayı savunmuştur. Ama şu paranın saltanatı! Devletin yüreğindeki çıkarcılık. Göz boyayıcılar tarafından doğallığı bozulmuş ideal sportif kendisi! Daha ne diyordu? Evet... futbol sahası, tiyatro sahnesiyle birlikte, masumiyet duygusuna kapıldığı tek yerdir dünyada...Eh iyi! Ne acı alay... Ne kadar uzak şimdi, Cezayir kentinde, Belcourt Mahallesi’nde centilmence maç saatleri.

Tapie diye biri onu görmeye gitti geçen gün. Ne istiyordu hakikaten? Kendini anlatmayı herhalde. Bir tür destek arama. Sonuçta antipatik değil çocukcağız. Serseri yanı onu rahatsız etmedi. Ve her şeyden önce bu haliyle ona verilen şöyle dedi (neredeyse kelimesi  kelimesine onun sözlerini aktardığını biliyor muydu?): “Karl Marx’tan değil, sokakta öğrendim ben yoksulluğun ne olduğunu.” Ama kendini savundu tabii bu sempatiden. Ve diğeri ona OM’nin (0lympique Marseille) onursal başkanlığını önerdiği zaman, nazikçe ama katılıkla onu savdı.

Camus, seksen yaşında. Ünlü kazadan beri pek felsefe yapmadı. Daha çok romanlar. Bir tiyatro. Sinema. Yeni tutkusu.  "Yabancı"nın uyarlanma hakkını kimseye bırakmayacaktı ya da daha kötüsü Jean Luc Godard tarafından. Casablanca'nın yeniden çevriminde Bogart'ın rolünü  üstlenecekti. Ama bu noktada, benzer bir bozgun karşısında, kimsenin karışıklıkları ve verilen sözleri tutmadığı bir dünyanın tükenişi karşısında, son bir kez daha felsefe yapma riskini göze alma zorunluluğuna ve seçme hakkına sahip olmadığını hissediyor. Hiç sahip olmayan birine anlam vermek mi? Dar zamanlar için bir politika, bir etik icat etmek mi? Şimdiden ilkbaharla eksikliğini duyacağımız kitabı duyuruyorlar: İlk insan mı, son insan mı? Başkaldıran İnsan'ın dönüşü?



Camus, bugün

Enis Batur



Albert Camus 1913'te doğmuş, 30’una varmadan "Yabancı'yı ve “Sisyphos Efsanesi”ni, 35’ine varmadan “Veba"yı, 40’ından önce “Başkaldıran Adam'ı yazmış. 44 yaşında Nobel ödülünü kazanmış, 46 yaşında bir araba kazasında ölmüş:

4 Ocak 1960.

Şanslı bir yazar: Yolunu çabuk bulmuş, yolunu genç yaşta açmış, bunu pek önemsememiş olsa bile üne, saygınlığa ve yaygınlığa kavuşmuş, yapıtının dünyanın dört bir yanında yankı topladığına, etki alanı kurduğuna tanık olmuş.

Şanssız bir yazar: Genç sayılacağı bir yaşta pisipisine ölmüş! daha da olgun yapıtlar vereceği bir döneminde (peşpeşe yayımladığı “Yaz” ve “Düşüş” bunun açık kanıtları) kalemi durmuş.

Adirondack



Adirondack’ların ortasında, kuş uçmaz bir bölgede küçük bir han. Odaya girerken şu garip duygu: İş gezisine çıkmış bir adam, önceden düşünmeksizin, yabanıl bir ülkeye, uzak bir hana geliyor. Ve bu doğanın sessizliği, odanın basitliği, her şeyden uzaklık, ona, orada kesin olarak kalma, yaşamını oluşturan şeylerle bütün bağlarını koparma, geride kalanlara asla yaşamda olduğuna ilişkin en küçük bir haber göndermeme kararı verdirtiyor.




*
Yolculuk Günlükleri
Kuzey Amerika Güncesi
Albert Camus

MELANKOLİ & CAN SIKINTISI & BLOG & ZAMAN



"Dünyada gizli bir topluluk olduğunu, Melankolikler Topluluğu olduğunu bilmiyor musunuz siz? Bunlar, ta doğuştan beri diğerlerinden farklı bir tabiata ve mizaca sahip kişilerdir: Kalpleri daha büyük, kanları daha tutkun, arzuları daha yoğun, emelleri daha doyumsuz, özlemleri daha yabani ve yakıcıdır.."  

Jacobsen

Şeyleri değerinden eden, imge ve değerlerin içini boşaltan, her şeyi öylesine uçup kaçıcı kılan ve böylelikle de, boşluğa ve bezginliğe sevk eden, insanın kendi varoluşunun temellerini altüst eden, dolayısıyla da umutsuzluğun yol açtığı anlam kaybına düşüveren bu melankolinin -işte tam da bu melankolinin içinden Dionysosçu olan geçer. Melankolik kişi, hiç kuşkusuz, varoluşun dolu doluluğuyla daha derin bir ilişki içindedir.

Romano Guardini



CAN SIKINTISI ÇÖLÜ VE MELANKOLİ

 Melankolinin sınırında can sıkıntısı vardır. Bu ikisinin varoluşsal özellikleri, birbirleriyle diyalektik şekilde kıyaslandıkları takdirde daha iyi kavranmaktadır.

 Melankoli ve can sıkıntısı, Giacomo Leopardi tarafından dâhiyane bir şekilde, sadece duygulanımsal değil, bilişsel kategoriler olarak da yorumlanmıştır.

 “Örneğin melankoli şeyleri ve (sözgelimi) hakikatleri, bize sevincin gösterdiklerinden çok farklı ve çok karşıt yönlerden gösterir. Şeyleri ve hakikatleri kendine göre gösteren bir orta hal de vardır, o da can sıkıntısıdır” ve gene şöyle demektedir: “Soyut bir şekilde konuşacak olursak, hakikatin arkadaşının, hakikati ortaya çıkaracak ışığın, hata yapmaya en az açık olan şeyin melankoli ve özellikle de can sıkıntısı olduğu gerçektir; ve sevinç halindeki bir filozof, hakikatin iyi ve güzel olduğu konusunda değil de, kötünün, bir diğer deyişle hakikatin unutulması, insanın da kendini teselli etmesi gerektiği ya da şeylere, aslen sahip olmadıkları bir şeyler yüklemenin faydalı olacağı konusunda kendisini kandırmaktan başka bir şey yapamaz.”

Öyle hisler ve öyle ruh halleri vardır ki, bizleri varoluşun nihai temelleriyle yüzleştirir: Bu, elbette ki, Heidegger’in (düşüncesinin köklü savlarından biridir; ama bu söylemde can alıcı bir önemi olan kaygı bir yana, Heidegger can sıkıntısını da varoluşun anlamını açımlayan asli bir deneyim olarak görmüştür.

 “Şeylerle ve kendimizle pek de meşgul olmadığımızda da, hatta tam o sırada, örneğin gerçek can sıkıntısında, "her şey" üstümüze üstümüze gelir. Bizi sıkan şey, henüz bu kitap ya da şu gösteri, bu meşgale ya da şu tembellik ise henüz söz ettiğimiz durumdan uzağızdır demektir, dediğimiz hal ‘insanın canı sıkıldığında’ ortaya çıkar. Sessiz bir sis misali varoluşun derinliklerine gidip gelen derin can sıkıntısı, her şeyi, tüm insanları ve tüm insanlarla beraber, insanın kendisini de tuhaf bir kayıtsızlık halinde birleştirir. Bu can sıkıntısı, varlığı bütünlüğüyle ifşa eder.”

Can sıkıntısına ilişkin olarak Leopardi’nin yaptığı tanımla Heidegger’in tanımı arasında bir nevi benzerlik bulunmaktadır; ama elbette ki, Leopardi’de can sıkıntısı hiçliği doğurur (Kendisinin dediği üzerek Can sıkıntısı,.. “Hiçliğin annesidir”); oysa Heidegger’de hiçliği ifşa eden şey kaygıdır. Ama bu çalışmada, her halükârda, her ikisinin de ruh hali ve varoluşsal bir durum olarak can sıkıntısına dair söyledikleri şeylerin radikal yönlerine değinilmiştir.

CAN SIKINTISI İLE MELANKOLİ ARASINDAKİ İÇERİKSEL İÇ İÇELİK


Melankoli, sadece klinik bir gerçeklik değildir; tıpkı kaygı gibi, varoluşu kendi varlığıyla- kaplayan bir ruh halidir de (Stimmung-dur). (Öte yandan, kaygı ve melankoli, anksiyete ve depresyon psiko(pato)lojik olarak birbirleriyle bağlantılıdırlar). Melankolide, sürekli, ölüm ve ölme konularına değinilir; bu, sadece olası olan ya da olmayan ölüm konusundan ibaret değildir, ölüm ve ölmek, elbette ki birbirleriyle özdeş değillerdir çünkü biz ölmenin deneyimine sahibizdir (ölmeyi yaşarız) ama ölümün deneyimine sahip degilizdir (ölümü yaşamayız): ölüme dair rasyonel ve soyut bir bilgimiz vardır.

Melankoli, içeriksel olarak, gerek ruh hali (Stimmung), gerekse de psikotik hayat biçimi olarak can sıkıntısı ile iç içedir. Her ruh halinde olduğu gibi, bir ruh hali olarak melankolide de, Almanca Stimmung kelimesini yankılandıran ve temellendiren bir ses vardır. Stimmung’daki bu kayıp ses, bu Stimme, Giorgio Agamben tarafından muhteşem bir şekilde ele alınmıştır: “ ‘Duygulanımsal renk tonu’ olarak çevrile gelen Stimmung sözcüğü, burada her türlü psikolojik anlamından soyulmak, ona Stimme ile olan etimolojik bağlantısı ve özellikle de, akustik-müzikal asli boyutu geri verilmelidir: Almancada Stimmung, Latince concentus’un, Grekçe aqquofa’nın çevirisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısından bakılınca aydınlatıcı olan şey, Novalis’in Stimmung’u psikoloji olarak değil, ‘ruhun akustiği’ olarak görmesidir.”

Psikolojik deneyim olarak can sıkıntısı ve ruh hali (Stimmung) olarak melankoli, birbirlerini izleyen hayat biçimleridir ve her insanın hayatında iç içe geçerler: Elbette ki bu, klinik her kategorinin dışında ve günlük hayatın sıradanlığından uzak olunması şartıyla böyledir; zira gündelik hayat düşünüme ve gerçekliğin diyalekleştirilmesine yer vermez ve bunlar olmadan da can sıkıntısı ve melankoli olmaz.

Can sıkıntısı psikolojisi (elbette ki) can sıkıntısının psikopatolojisi değildir; ve ruh hali olarak, belki de Weltanschauung* olarak melankoli de, klinik bir gerçeklik olarak melankoli değildir.

Can sıkıntısının psikolojik ve insani boyutta nasıl oluştuğu, melankoliyle ne şekilde iç içe geçebildiği ve zaman zaman melankolinin onu nasıl istila edebildiği, psikolojik ve psikopatolojik araştırmaların felsefi ve edebi metinlerle harmanlanması halinde daha iyi kavranır ve betimlenir. (Melankoli, klinik melankoli ve modern edebiyat arasındaki bağlantılarla ilgili olarak, Anna Dolfi tarafından muhteşem bir özenle hazırlanmış bir kitaba göndermede bulunmak isterim.) Melankoli ile, zaman zaman ölümcül can sıkıntısı ve zaman zaman da taedium vitate olan ama her halükârda benin dünyayla ve kendinden-başkalarıyla olan ilişkilerinde radikal bir değişiklik yaratan, can sıkıntısı arasındaki birbirinden farklı ve birbirine yakın duygulanımsal tonların derinliği ve hassaslığı belki de ancak bu şekilde kavranabilecektir.

Kierkegaard’ın bazı sayfalarında melankoli, kendi varoluşuna eşlik eden ve can sıkıntısını dönüşümlü olarak izleyen bir ruh hali, bir Stimmung olarak, diğer bazı sayfalarda ise gelgit misali, bir ortaya çıkan bir ortadan kaybolan psikopatolojik bir deneyim olarak yaşanmıştır.

Kierkegaard’da melankolinin klinik bir gerçeklik olarak değil de, bir ruh hali olduğu sayfalar kendisinin Enten-Eller adlı eserinde geçer: 

“Sayısız tanıdık çevremden ayrı, son bir mahrem, güvenilir kaynağım var: O da melankolim. Sevincimin ortasında, işimin arasında o bana işaret eder, fiziksel olarak olduğum yerde kalsam da beni yanına alır. Melankolim, bugüne dek tanıdığım en sadık sevgilimdir. Benim de onu sevmemde şaşılacak ne olabilir ki?” 

ve melankoli, içeriksel ve duygulanımsal olarak sürekli ve karşılıklı yer değiştirdiği can sıkıntısına dönüştüğünde kendisi şöyle demektedir: 

“Can sıkıntısı ne de korkunçtur, ne de korkunç şekilde can sıkıcıdır! Bundan daha kuvvetli, daha gerçek bir ifade kullanamam çünkü benzer ancak benzerle kavranabilir. Ah keşke daha yüksek, daha güçlü bir ifade olsaydı, o zaman bir hareket, bir hamle daha kalmış olurdu!.. Ben uzanmış, olduğum yerde kalıyorum; gördüğüm tek şey boşluk, yaşadığım tek şey boşluk, içinde hareket ettiğim tek şey boşluk. Acıyı daha az hissediyorum.”

Günlük'ünde ağırlık ve karaltıya dönüşecek olan Kierkegaard’ın sözleri, burada hafifliğe ve aydınlığa sahiptir; ama her halükârda can sıkıntısının anahtar kelimesi boşluk deneyimi olarak belirlenmiş ve bununla ifade edilmiştir.

Boşluk olarak: boş zaman olarak can sıkıntısı deneyimi... işte bu noktada, psiko(pato)lojik söylem, bize, bir kez daha, Giacomo Leopardi’nin eşsiz bir derinlikle yaşadığı ve betimlediği can sıkıntısının içeriğine işaret etmektedir.

“Can sıkıntısı, daima ve derhal, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları doldurmaya koşar; boşluk, yani kayıtsızlık ve tutkusuzluk hali, tıpkı Antikçaglıların doğada boşluğun yer almadığına inandıkları gibi, can sıkıntısında da yer almaz. Can sıkıntısı hava gibidir, diğer nesnelerin bıraktığı tüm boşlukları doldurur ve nesneler gider de başka nesneler yerlerini doldurmazsa, can sıkıntısı oraya koşar ve boşluğu doldurur. İnsan ruhunun boşluğu, kayıtsızlık ve tutku yoksunluğu can sıkıntısıdır ve can sıkıntısı da bir tutkudur.”

Konunun halkaları genişleyerek, ayrı kültür ve zamanlara bağlanır; ve işte, Blaise Pascal'ın en meşhur penseeslerinden birinde getirdiği can sıkıntısı tanımı, zamana meydan okumaktadır:

"Can sıkıntısı. İnsan için hiçbir şey tamamen dinlenme halinde olmak, tutkusuz, işsiz güçsüz, eğlencesiz, meşgalesiz olmak kadar çekilmez değildir. O zaman kendi hiçliğini, terk edilmişliğini, acizliğini, bağımlılığını, güçsüzlüğünü, boşluğunu hisseder. Kabına sığmayarak ruhunun derinliklerinden can sıkıntısını, kasveti, hüznü, kederi, rahatsızlığı, umutsuzluğu çıkaracaktır."

CAN SIKINTISI PSİKOLOJİSİ



Daha doğrudan bir şekilde psiko(pato)lojik söylemin alanına kayarak, can sıkıntısının yapıtaşının, rasyonelliğin egemenliği ile duygulanımsal çölleşme arasındaki uyumsuzluk (denge-siz-lik) olduğunu söylemek mümkündür sanırım. Bir diğer deyişle, rasyonelliğin vurgulanması ve şiddeti (radikalleşme), duygulanımsal çölleşmeye ve duygulanım eksikliğine: hayatın irrasyonel alanlarındaki erozyona eşlik eder gibidir.

Can sıkıntısı, o taşkın fenomenolojisiyle belirdiğinde, Leopardi’nin sözlerinde öylesine net olarak altı çizilmiş boşluk duygusu deneyiminin anlamını doldurmaya yönelik sahte teşviklere dair dur durak bilmeyen arayışlara şahit olunabilir ancak bunlar bir netice getirmez.

Can sıkıntısının psikolojik yapısında, sadece bedende ve zamansallıkta değil, içinde yaşanılan mekânda da değişiklikler görülür. Bir diğer deyişle, can sıkıntısı, mekânın yaşanmışlığında: mekânda yer alan ve can sıkıntısıyla anlamlarından soyunan ve hareketsizleşen nesnesel ve kişisel gerçekliklerde değişiklikler yaratır. Mekânla ilgili bir metafor olan ve can sıkıntısının asli fenomenolojik yönlerinden birini barındıran çöl metaforu, anlamım yitiren ve çorak bir anlamsızlıkta yekpareleşen: her tarihselliği yutan bulanık ve boş uzaklıklarda kaybolan mekân sonsuzluğuna atıfta bulunmaktadır. Can sıkıntısında anlamlı olarak yaşanmış yerler (mekânlar) bulunmamaktadır: Kişisel belleğe kazınmış kişisel bir tarihe ve vatana (Heimata) tanıklık eden yerler yoktur. Mekânlar, içerdikleri kayıtsızlıklarıyla ve niyetsel daha başka ufuklara göndermede bulunmaktan yoksun oluşlarıyla, birbirlerinin yerine geçebilmektedirler, ayrıca, can sıkıntısında manzara (Landshaft) da, bellekte (belleklerde) yaşamayan, donmuş ve çölleşmiş öznelliğimizin sahnesinde hareket etmeyen ruhsuz bir coğrafyaya dönüşmektedir.

Bu; can sıkıntısının olumsuz psikolojisidir, ancak can sıkıntısının, A de Garanderie’nin altını çizdiği olası bir değeri (de) vardır; can sıkıntısındaki aşikâr çatışkılara ise, Vladimir Jankelevitch’in imgelemi kuvvetli söyleminde rastlanmaktadır: Can sıkıntısı, ağın ortasındaki örümcek misali, gri renkli ve kayıtsızlık kuşanmış şeffaf bir tülle şeyleri ve insani gerçeklikleri sarar. Buradaki can sıkıntısı fenomenolojisi radikaldir ve yer yer bilinmez ve özgün psikolojik alanları ele almaktadır. Can sıkıntısı, değişkenliğin (çok yönlülüğün) zirvesinde görünmektedir: Karşıt bin bir çehresi vardır, bin bir dil konuşur, kararsız ve elden kaçıcıdır: Sonsuz sayıda şeyin parçası olmaya girişmesi nedeniyle, elle tutulur gibi değildir. Can sıkıntısının daha da beklenmedik yönleri vardır: O (katıksız can sıkıntısı denebilecek can sıkıntısı), hiçbir hissi bulunmayan histir ve bu, onun tüm hislerin olanaklarını kendi içinde barındırdığı anlamına gelmektir: Bir diğer deyişle can sıkıntısı bulutsusunun içinden, en farklı ve en uyumsuz duygulanımsal durumlar geçmektedir. Ama sadece psikolojik can sıkıntısı yoktur: Bir mevsimlik olmayan, (mesela) sonbahar gibi tek mevsime has olmayan metafizik can sıkıntısı da vardır ve bu, kesinlikle temelsiz can sıkıntısıdır. Metafizik can sıkıntısı, hem varoluşun uçurumsal derinliklerini, hem de bilincin bu derinliğin bilincine varacağını varsayar. Vladimir Jankelevitch’in söyleminde yatan eşsiz anlam, her halükârda, zannımca, can sıkıntısının felsefi yönlerinin tespitinde değil de, psikolojik ve empresyonist yönlerinin tespitinde kavranmaktadır:

 “Can sıkıntısına her renk, ama öncelikle ve özellikle gri uyar: Bunun tek nedeni grinin sanal çok renkliliği değildir; grinin, her solmuşluğun sınırı ve çok renkli uyuşmazlığın nötrlüğe geri dönüşü olmasıdır da. Külün ve sisin rengi, solmanın rengi olan gri, renksel düzensizliğin ve amaçsız uzun günlerin de rengidir.. ”

Ludwig Binswanger, can sıkıntısı psikopatolojisini şizofreni ile ilgili çalışmalar bağlamında incelemiştir, ama bu değerlendirmelerin tersi alınarak, melankolik deneyim alanına aktarabilmektedir.

Kendisinin belirttiği gibi can sıkıntısını anlamak için, can sıkıntısında zamanın nasıl olduğunu anlamak asli bir önem taşımaktadır; bu zamanın nasıl olduğunu kavramak için de anahtar kelime boşluktur. Bir diğer deyişle can sıkıntısında, zaman “adıma işaret eder” (ileri adım atmaz); yaşanmış zaman ile dünyanın zamanı arasında radikal bir uyumsuzluk (asimetri) gösterir ve bu, hızla klinik melankoliye kayarak, zamanı yaşamanın iki şekli arasında mutlak bir ayrılık yaratma noktasına dek varır. Öte yandan sıkıldığımız zaman beklemeye yönelik içsel zaman deneyimimize ayrım getiren, onu yelkovan ve akrebin hareketinden ayıran zamansal bir boşluk hali doğar. Zamansal boşluk şiddetlenince, can sıkıntısı yaşayan (sıkılan) kişinin boşluğu doldurmak için geçici ve uçucu denemelerle beden dünyasına (Leibwelt) geri döner: Can sıkıntısı durumunda yapılan beden hareketleri (elleri ovuşturmak, ellerle minik minik vuruşlarda bulunmak, sürekli duruşunu değiştirmek, esnemek) de bunu göstermektedir. Dolayısıyla can sıkıntısının zamansal biçimi, özgün (varoluşsal) zamansallık ile özgün olmayan (dûnyeyileşmiş) zamansallık arasındaki şiddetli ayrılıktan ibaret zamansal bir boşluk uçurumudur.

Bmswanger’in söylemi burada son bulmamaktadır: Kendisi, bir başka açıdan yola çıkarak, hiçbir zaman sıkılmayan: can sıkıntısının çölselliğine kapılmayan kişilerin kimler olduğunu da sormaktadır. Soruya verdiği cevap şudur: Hayal gücünün, düşüncenin ve yaratıcılığın kanatlarıyla öylesine yoğrulmuş, öylesine zengin varoluşlar vardır ki, onlar için özgün bir zamansallık, bir diğer deyişle varoluşsal zamanın doğrultusunda meydana gelen bir kendini gerçekleştirme daima mevcuttur ve özgün olmayan (dünyaya ait) zamanın decadence'ına kaymazlar, bu nedenle de sıkılmazlar. Tüm özgün varoluşsal olanaklarını yitirmiş, dolayısıyla bununla eş zamanlı olarak özgün zamansallık ile özgün olmayan zamansallık; arasındaki uyumsuzluğu yaşamaya (içsel olarak deneyimlemeye); dair her olanağı kaybetmiş kişiler de vardır ve bu kişilerin de canı sıkılmamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu son durumda, elbette ki, ilk durumun tam tersi söz konusudur: Bu durumda kişinin can sıkıntısı deneyimine kapılmamasının tek nedeni, düşünüm ve içsellik boyutlarını yitirmiş olması: her ikisinin de düzleşmiş olması ve niyetsel nesnelerinden boşalmış bulunmasıdır.

Elbette ki Binswanger’in söylemi, Leopardi’nin söyleminin hafifliğine ve umutsuz zarafetine sahip değildir ama her ikisinde de can sıkıntısına ve melankoliye atfedilen anlam ufuklarına dair ipucu niteliğindeki yakınlıklar kavranmaktadır.

CAN SIKINTISINDA ZAMANININ SONSUZLUĞU


Bu noktada Binswanger’in düşüncesinin izinden giderek, can sıkıntısının yapıtaşı olan zamanın anlamına (zaman sorununa) derinden ve farklı farklı açılardan bakmamız gereklidir. Can sıkıntısını, psikolojik ve fenomenolojik radikalliğiyle anlamamız ancak varoluşun zamansal boyutundan yola çıkmamız halinde mümkün olacaktır.

Psikiyatride, zamanın (zamansallığın) fenomenolojik anlamı Ludwig Binswanger’in, Victor Emil von Gebsattel’in, Eugöne Minkoswski’nin ve Erwin Straus’un devrim niteliğindeki çalışmalarında vurgulanmıştır ve ardından, kalan boşlukları dolduran ve zaman (yaşanmış zaman) meselesini kati olarak her psikiyatrinin kapsamına katmış olan pek çok çalışma daha gelmiştir.

Elbette ki felsefenin psikiyatri üzerinde belirleyici bir etkisi olmamış olsaydı, bu gerçekleşemezdi: Heidegger’in, Husserl’in, Sartre’ın, Scheler'in eserleri ve de zamana ve zamanın içselliğine dair olağanüstü sezileriyle bu söylemin kapsamına tam olarak giren Augustinus’un ve Pascal’ın sözleri, bu anlamda, (daha başka eserlere göre) tarihsel olarak belirleyici rol oynamıştır,

 Augustinus’un meşhur sorusunu, bu noktada, yinelememek olanaksızdır: “Öyleyse zaman nedir? Bunu bana kimse sormasa bile biliyorum, ama biri sorarsa nasıl açıklayacağımı bilmiyorum, ama şurasını kesin olarak söyleyebilirim ki, hiçbir şey geçmeseydi (zamanda), geçmiş zaman olmazdı; hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı.”

Dolayısıyla can sıkıntısıyla ilgili psikolojik düşünümün ucu, kaçınılmaz olarak, zaman (zamanın sonsuzluğu) konusuna dokunacaktır, zira zaman, bu bağlamda bertaraf edilemeyecek ve kaçınılmaz bir anahtar sözcük niteliğindedir.

Derin can sıkıntısına kapıldığımızda, zamanı öznel olarak, baş döndürücü bir hızla kendi etrafında dönen ve zaten gerçekleşmiş: zaten vuku bulmuş olanın üzerinden şiddetli bir tekrarla yinelenen bir deneyim olarak yaşarız. Ağır ağır ve zahmetli zahmetli sürünen bu zamanda plan ve beklenti yoktur; bu durumda zaman, sadece monoton bir süreçtir ve içsellikte (öznellikte) hiçbir iz bırakmadan geçen saatlerden ibarettir, Rilkeci anlamda, olgunlaşma ve gelişim bakımından kayıp zamandır; sonsuzluğunda hiç sonlanmayan bir zamandır; niyetliliği olmayan bir tekrar girdabıdır, hiçlikte dağılan bir zamandır. Elbette ki burada, gene, süreçleri olmayan zaman, tarihi ve kişisel kimliği olmayan zaman, boş zaman metaforu doğmaktadır.

Eugene Minkowski, ince dokunuşlu ve parlak sözlerle, psikolojik bir hal olan can sıkıntısını ve özellikle de can sıkıntısında zamanın teşkil ettiği asli önemi ele almaktadır. Kendisi, zaman deneyiminin çok yönlü ve sınır tanımayan özelliklerini çözümlemiş ve sahip olduğu o olağanüstü yetenekle, psikopatolojik olguların gizli ve radikal yönlerini kavramıştır. Can sıkıntısını, varoluşun pathosçu (duygulanımsal) bir göstergesi olarak görmüş, nedensiz ortaya çıkması ve zaman içinde sürmesi halinde de patolojik bir anlam edinebileceğini belirtmiştir; Eugene Minkowski bunları belirtirken kendisine has o renkliliğiyle, can sıkıntısının nasıl da karaltılı olduğunu ve üzerimizde nasıl da ağırlık yaptığını, hayat ufkunu nasıl da umutsuz bir karanlığa boğduğunu vurgulamaktadır. Ancak can sıkıntısının fenomenolojik nihai temelini belirleyen şey, yaşanmış zamandaki dönüşümdür: Alışıldık zaman deneyiminde kesintisiz olarak geçmişten geçerek ortadan kaybolan ve başka bir geleceği yutuveren şimdiki zaman (anın şimdi ve buradası) can sıkıntısında yayılır ve buzlu ve hareketsiz bir sonsuzluğa uzanır. Zaman, yaşamsal içeriklerinden soyunur ve durur; can sıkıntısında bunun yanı sıra dilsel sorunlar da saklıdır. Almancada can sıkıntısına Langweile denir ve bu, gerçekten de, derhal can çekişmeye göndermede bulunan uzun bir andır (lange Weiîe’dir). Bunlar, Bütün can sıkıntısı deneyimlerinin yapısal (zamansal) öğelerinin ortaya çıkmasını sağlayan, dil ipi üzerinde yapılan cambazlıklar, etimolojik arkeolojilerdir.

Can sıkıntısı, ucu melankoliye dokunan duygulanımsal ve varoluşsal bir durumdur ama melankoliden daha hassas ve uçucu, daha belli belirsiz ve elden kaçıcıdır. Can sıkıntısı hayat ufkuna hâkim olduğunda duyulan öznel zaman hissine ilişkin olarak, psikolojik olarak da olağanüstü bir tanıklıkta bulunan Giacomo Leopardi'nin parlak ve delip geçici söylemine bir kez daha dalmakta tereddüt etmiyorum:

 “Aynı zaman diliminin aynı kişiye de, başkalarına da daha uzun ya da daha kısa gelebileceğini söylemekle doğru bir şey söylemiş oluruz. Kaldı ki boş zaman, insanın canının sıkıldığı, tedirgin, acılı vb halde olduğu zaman, insana gerçekte; geçen zamandan ve dolu dolu, eğlenceli, kendini kaptırdığı vb zamandan daha uzun gelecektir; bu, hem aynı kişi ve hem de ayrı ayrı kişiler için aynı zamanda ya da ayrı ayrı zamanlarda böyle olacaktır." 

Geçmiş deneyimlerin ve onların uzun süreli mi, kısa süreli mi olduklarının hatırlanmasında, onların hangi Stimmungda yaşandıkları net bir rol oynamaktadır. Şöyle ki, yaşandıkları sırada bitmek bilmez olan can sıkıntısı deneyimleri, hafızada kısa ve belli belirsiz hale gelirler. Leopardi durumu bu şekilde açıklamaktadır: 

“Hatırlarken ise çoğu zaman bunun tersi olur, boş ve tekdüze geçen zaman daha kısa gelir çünkü bellekte bu saatler de, bu günler de birbirine karışır, üst üste biner, öyle ki arada hiçbir fark olmadığından, sayılabilecek çok eylem ya da tutku olmadığından hepsi bir sayılır; zira çokluk düşüncesi, zamanın uzunluğu düşüncesinden, geçmişin temel noktalarından vs üretilir.”

Can sıkıntısının ve melankolinin psikolojik ve insani gerçekliğini ortaya koymak ve bunlardaki zamanın anlamını kavramak konusunda Jens Peter Jacobsen’in Marie Grubbe ve Niels Lyhne romanlarının can alıcı, önemli bir rol oynayabilecekleri kanaatindeyim: Bunlar, empresyonist ve akıcı olmakla birlikte, acılı bir varoluşla da dokunmuş romanlardır. Danimarkalı yazar, özellikle de Niels Lyhne'de duyguların ve şeylerin dağılmasını, can sıkıntısının canlı fenomenolojisini hafif ve yürek paralayıcı bir zarafetle betimlemiştir. Can sıkıntısı, her şeyi gömen ve birleştiren, iri ve düşman bir dağa benzetilip ele alınmıştır: Dağ imgesi, elbette ki, cismani olmayan, hassas yapıdaki can sıkıntısına (geçmişin ve geleceğin arasına yerleşen, belirsiz ve elle tutulmaz olan bu duygulanıma) şiddetle karşı duran bir imgedir ama can sıkıntısının sonsuzluğuna ve yekpareliğine işaret etmektedir. Can sıkıntısında insan, durmuş bir zamana dalmıştır. Bu durumda yaşamak; saatlerin boşa akmasıyla ya da ateşli bir hızla akmasıyla ağır ağır ölmek anlamına gelir; hızla geçen ve kaçan zaman duygusu ise tiz ve çığırtkandır: Saatler, haftalar ve aylar geçip gider ve insan bu sırada, oturur, havaya bakar ve hiçbir şey yapmaz. Zamanın akışı ve siyah beyaz saatlerin (ruh halinde birbirlerine bağlanan ve birbirlerinden kopan ışıkların ve karaltıların) elden kaçışı zamanın tamamen kayıp olduğu hissiyle ve kalan saatlerin de: her günün on iki beyaz ve on iki siyah saatinin de, çözülmekte olan bu zaman uçurumundan dur duraksız kayacağı izlenimiyle pekişir.

Geleceğini yitiren ve geçmiş girdabına kapılmadan şimdiki zamanda duran bir deneyim olarak can sıkıntısı deneyimine Thomas Mann’ın en büyüleyici ve derinliğine inilmez romanında rastlanmaktadır. Romanda bu deneyim, can sıkıntısı tarafından yutulan ve onda boğulan insan hayatı benzetmesi (metaforuyla) ifade edilmiştir. Zamanla ve can sıkıntısıyla ilgili bu olağanüstü sayfalarda, sadece edebi değil, kaçınılmaz olarak psikolojik de olan deneyimlerin ölü dalgaları görülür gibidir; bunun yanı sıra, bu sayfalarda, Leopardi’nin aynı konuyla ilgili yapmış olduğu saptamalarla benzerlikler de seçilmektedir:

“Bu gevşeme, bu tembellik neye bağlı? Kaide uzun zamandır ne zaman askıya alınmadı ki? Bu, hayatın gerekliliklerinden doğan bedensel ve psikolojik yorgunluktan, yıpranmadan değil de (öyle olsaydı, güç toparlamak için dinlenmek kâfi gelirdi); daha ziyade psikolojik bir olaydan, kesintisiz yekpareliğiyle yitme tehlikesine giren zaman deneyiminden kaynaklı olmalı ve bu deneyim, bizzat hayat duygusuna öylesine yakın ve öylesine bağlı bir şey ki, bunlardan biri hafifledi mi, diğeri de ister istemez korkunç derecede zarar görüyor. Can sıkıntısının doğasına ilişkin pek çok yanlış fikir var" 

ve roman parlak bir anlatımla devam etmektedir: 

“Can sıkıntısı dediğimiz şey, daha ziyade monotonluk nedeniyle zamanın hastalıklı bir şekilde kısalmasıdır; Eğer bu tekdüzelik kesintiye uğramazsa uzun zaman dilimleri dehşet verici derecede kısalır; eğer bir gün her günkü gibiyse, her gün de bir gün gibi olur; ve kati bir tekdüzelikte en uzun hayat bile kısacıkmışçasına yaşanır ve aniden yok oluverir’’.

Zamanın anlamındaki bu sapma, soyut bir kavramsallaştırma değildir; zamansal boyutlarıyla kavranmış ve ayrıştırılmış olan can sıkıntısının radikal fenomenolojisidir. Böylelikle, kanaatimce, can sıkıntısının farklı yönlerini ele almak ve konunun derinliklere inmek konusunda, psikolojik ve psikopatolojik araştırmalar ile edebi ve felsefi araştırmalar (dûşünümler), beraberce, zorlanmaksızın ve çatışmaksızın birbirleriyle yarışmaktadırlar (Ludwig Binswanger, zaman zaman, edebiyatın ve felsefenin psikiyatriyle kaynaşmasına dair inanılmaz göstergeler sunmuştur). Can sıkıntısını melankoliden ayırt etmek, bu ikisinin arasındaki ortak öğeleri ve onları birbirinden ayıran öğeleri (özellikle de zamanı yaşama şekillerini saptamak, kanaatimce, açık ve diyalektik bir psikiyatri yapmak demektir; böylesine yaygın ve böylesine karmaşık olan depresyon hali bağlamında ve alanında, Stimmung olarak can sıkıntısını melankoliyle, reaktif (nevrotik) depresyonu psikotik (endojen) depresyonla, mizacı (mizaçsal özellikleri) depresif döngüye kapılmış kişilikle birbirine karıştırmak, belirsiz genelleştirmeler yapmak mümkün olabilmektedir.

MELANKOLİDE ZAMANIN ÇÖZÜLMESİ



Depresyonda, iletişimin yitimi ve bunun uzantısı olarak da, yaşayabilmenin yitimi öyle bir yoğunluk gösterir ki, kişinin varoluşunun tamamı kansız, cansız ve boş olur, insanın karşısındaki her gelecek engelli gibidir, hayatın yerini yıkım ve umutsuzluk gerçekliği almıştır. Girişimcilik ve doğallık can çekişmektedir; kaygı, yitmişlik hissi ve zayıflık artmıştır; hayatın bir-parçası-olmayı-istemez-olmak, hatta hatta artık-hayatın-bir-parçası-olamamak, melankolinin anahtar kelimesi olur. Scheler’e göre zamansallıgın yaşanmışlığını oluşturan program ve planlarla yaşanmaz olur; hayat geçmişe dönüktür, sadece yitmişlik deneyimlerinin etrafında dönüp durmaktadır. 

V.E.Von Gebsattel


Melankolik tutukluğun uçurumundan inmek demek, ya-pa-ma-ma deneyimine yakalanmış olmak (bu deneyimin meydan okuyuşuna maruz kalmak) demektir: Hüzünlü-olamama, yaşayamama ve öle-meme demektir. Tutuk melankolinin hali, anlam taşıyıcı olan bedenin hafızasını silecek kadar ileri gidebilir; bu durumda, oluşumun (her türlü geleceğin) taşlaşmasına şahit oluruz, anlam yokluğu mahiyetinde ve kendi savaşında niyetten yoksun kalmış, şey-beden haline gelmiş yaşanmış beden mahiyetinde ölüm deneyimine ilişkin bir şeyler görürüz.

Melankolide geçmiş sınır tanımaz, can sıkıntısında ise sınırlıdır. Can sıkıntısında suçluluk deneyimi yoktur, oysa melankolide suçluluk deneyimi: keskin, acı, can yakıcı, yıkıcı ve ölüm istemine varacak derecede dayanılmaz ve yaygın, telafisi mümkün olmayan derecededir. Melankolideki yıpranmış ve ayrışmış zaman bilinci, insanın yaşanmışlık alanını can sıkıntısından çok daha derin bir şekilde etkilemektedir. Melankolik deneyim, öznel can sıkıntısı deneyimine yabana kalan uçurumlardan aşağı iner ve bu uçurumlar, depresyon deneyimini diğer her bir insani deneyimden koparır (uzaklaştırır). Fazla yoğun karanlık ya da ışık, insanın uçurumlara bakmasını engelleyebilir ya da gözünü kamaştırabilir ama condition humaine’de yer alan sorunsallığın anlaşılmasını sağlayacak varoluşsal kesitlerin seçilir gibi olmasını da sağlayabilir. Ancak, farklı özellikleri ve farklı derinlik dereceleri olabilen ve sıradan (gündelik) varoluşları ya da yaratıcı (dâhiyane) varoluşları vurabilen depresyon halini yaşamak, yaşanmış zamanla (frenin zamanıyla) dünya zamanının (nesnel zamanın) arasındaki süreksizliğin ve yer değişikliğinin (asimetriyi) yaşanmasını (kendi saklı içselligimizde deneyimlememizi) sağlar.

(Elbette ki her melankolik varoluşun, hayat hikâyesini katetmek ve birbirini izlemiş zamansal halkalarını ortaya çıkarmak mümkündür. Yelkovan ve akrebin akan zamanında birer birer gerçekleşmiş olayları yeniden katetme ve hatırlama becerisi baki kalır. Çözülme ve kesinti, geçmişin, şimdinin ve geleceğin bütünsel bağlantısını yitirmiş olan zamanın yaşanışıyla ilgilidir.)

]ean Starobinski, Charles Baudelaire’in bir şiiri ve melankolisi hakkında yazdığı bir metinde, zamanın melankoli sırasındaki dönüşümüyle ilgili olarak çok güzel şeyler kaleme almıştır. 

“Melankolik kişi, kendi içsel zamanıyla dışsal şeylerin hareketi arasındaki bağlantı hissini yitirir. Zamanın yavaşlığından şikâyet eder. Ama melankolik kişi, sıklıkla, dünyaya geç yanıt verdiğini hisseder. Baş döndürücü bir şekilde hızlanan dışsal gösteri karşısında, o, kendi içinde, kendisini hareketsiz kılan bir nevi engel hisseder.”

*
Eugenio Borgna'nın
Melankoli kitabından