Fernando Pessoa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fernando Pessoa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Fernando

"Ne demeye biricik hayatımı
Sadece düşlerden oluşturdum ki?"

Küçük birer çocukken, (kardeşlerinden on, on iki yaş büyük olan) Fernando'nun sürekli olarak uydurduğu bir hikayenin kahramanları oluyorduk. Gerçekliği sürekli değiştiriyordu ve bizler onun düşlerinin oyuncuları rolüne bürünüyorduk. Fernando, daha çok küçükken müthiş okuyan biriydi. Fairy Tales türü fantastik kitaplar İngiliz edebiyatında yaygındır. Shakespeare, Milton ve Dickens o dönemde onun gözde yazarlarıydı. Yaşına göre çok olgun olmasına rağmen kardeşlerini çok seviyordu; yaş farkı, kendisine ait o unutulmaz sihirli dünyaya bizi de sürüklemesini hiç engellemiyordu. (...)

Fırtınalardan dehşetli korkuyor olması yaşamını güçleştiren sinir bozucu bir fobiydi. Düşünebiliyor musunuz, fırtınaların çok sık olduğu Güney Afrika'da!

Kendini iki dil arasında bölünmüş hissediyordu (ikisine de kusursuzca hakimdi), İngilizce ve Portekizce. İngiliz edebiyatına öylesine gönlünü kaptırmıştı ki, yaşam tarzına dek tam bir İngilizdi! Aynı zamanda da tam bir Latin duyarlılığına sahipti. (...)

Fernando, ömrü boyunca, baba tarafından büyük annesi gibi delirmekten ya da babası gibi veremden ölmekten korktu. Zaten kimi zamanlar beyninin aşırı uyarılmasından krizler geçiriyor, babam kaygılanıyordu. Annemiz de bu çocuğun geleceği için kaygılanıyor, şöyle diyordu: "Diğer çocuklarım belki Fernando kadar zeki değiller ama en azından daha normaller!" (...)


(Zaten tam bir sır küpüydü, edebi faaliyetleri hakkında pek bir şey paylaşmazdı.) Ailesinin onu anlamamasından çekiniyor olmalıydı... Orpheu dergisini çıkardığında, hepsinin deli olduğunu, oldukça ürkütücü bir girişimde bulunduklarını düşündüm. Hatta Polis peşlerindeydi!

Durban'dan dönüşümüzde, babamın ölümünden sonra, hep birlikte yaşadık. Ben o sırada yirmi üç yaşındaydım (Fernando da otuz iki); annemiz beyin kanaması geçirdi, kısmi felç olmuştu ve çok küçülmüştü, ama duygusal planda hiç etkilenmemişti. Zekası canlılığını yitirmişti, eskiden olduğu kadar parlak değildi. Yine de yanına oturan Fernando'nun ona okuduğu şiirleri dikkatle dinliyor, fikir belirtiyordu. Fernando ona hep fikrini sorardı. Fernando her zaman ona karşı çok sevgi doluydu.

Pessoa's last photograph

(O dönemde sık sık bizimle birlikte oluyordu) ve uzun süren uykusuzluklar çekiyordu; kimi zaman gecenin ortasında onun koridorda volta attığını işitiyorduk. En fazla bu dönemde üretmişti, müthiş yazıyordu. Canı istediğinde büroya gidiyordu, çünkü onun belirli saatlere sadık kalmasını isteyen yoktu. Akşamları odasından çıkmıyordu; sanırım yazıyordu. Kimi zaman birlikte son derece tuhaf geceler geçirdiğimiz de oluyordu: Dördümüz de oradaydık, dört büyük çocuk ve eğleniyor, gülüyor, gecenin üçüne, dördüne kadar her aklımıza geleni konuşuyorduk... Fernando klasik müziğe hayrandı ve sık sık Sao Luis Tiyatrosu'nda konserlere gidiyordu. Ama sanırım sinemaya hiç gitmedi.

Çocukları çok seviyordu. Benim kızımla, yani küçük yeğeniyle kuaförlük ve manikürcülük oynuyordu. Çok eğleniyorlardı. Sürprizler yapmaya da bayılıyordu, kızıma küçük hediyeler getiriyordu.

Şaka yapmayı seviyordu. Eve dönerken sokakta sarhoş rolü yapıyor, yan yürüyor, sendeliyor, sokak lambasını selamlıyordu. Ben yerin dibine geçiyordum ama o çok mutlu oluyordu ve deli sanılmayı hiç dert etmiyordu, onun için fark etmiyordu. Aslında (tüm söylenenlerin tersine) ne ben ne başkası onu hiç sarhoş görmedik; çok içiyordu, bu kesin, kuşkusuz çok genç yaşta başlamıştı içmeye; odasında yan yana dizili şarap şişeleri gördüm, ama hiç sarhoş görmedim; her zaman kendindeydi.

Annemizin ölümü onun için korkunç bir şey oldu. (Son derece kederliydi) Hayatımda ilk kez onu yıkılmış gördüm. Annemiz uzun süre ölüm döşeğinde yattı, o sırada Fernando'ya "Keşke acı çekmese artık" dedim, bana hemen cevap vermişti: "Böyle konuşma, insan asla kimsenin ölümünü dilememeli." Onun derinden duygulandığını gördüğüm tek andı. Ölüm korkusu dışında, annesi belki de onu yaşama bağlayan tek bağdı.

Fernando'nun bir şair olduğunu elbette biliyorduk, ama o dönem dehasının kapsamına dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Eserine gelince, bu kadar kapsamlı olduğunu hayal dahi edemiyordum. Ancak ölümünden sonra, ünlü sandığı açıldığında bunu keşfettik. Eserini asla yayımlamayacağını düşünüyorduk. Fernando bu projeyi sürekli erteliyordu ve ona bundan söz ettiğimizde, yardım teklif ettiğimizde, bize hep eserlerini düzenlemekte olduğunu söylüyordu. Doğruydu da. Ama eminim ki daha uzun süre yaşasaydı bile bu vakit bir türlü gelmeyecekti. Mensagem kitabı için Antero de Quental ödülünü aldığında, buna hiç önem vermedi. Onun tarzı değildi. O kendi değerinin bilincindeydi.

Mutsuz biriydi, bütün ömrü boyunca çok mutsuzdu. Yalnızlıktan çok çekti. Yaşadığı bütün o mobilyalı odalar... Çok yalnız biriydi; herkes onu çok sevmiş olsa da anlaşılmamıştı. Bütün bunlar bana gerçekten çok üzüntü veriyor.

...Bütün bunların geride kaldığı ve geriye dönemeyecek olduğumuz bugün, artık çok yaşlandığım ve her şeyi rahat rahat düşünüp hissedebileceğim bugün, onunla birlikte daha fazla yaşamamış olmak, onunla konuşmamış ve daha fazla onun yanında olmamış olmak bana son derece acı veriyor. Öyle yalnız yaşadı ki... Sonuçta, onu çok sevmiş olsak da, onun için pek az şey yaptık. Hak ettiği önemi vermedik ona. Elbette, aşırı bir ihtiyatlılığın ardına sığınıyordu ve bu da bizim işimizi güçleştiriyordu. Fakat, asla trajik tutum takınmasa da -tersine, daima keyfi yerindeydi-, bunca yalnız geçirdiği bütün o vakitleri düşünmek bana derinden acı veriyor.


*
Dona Henriqueta Madalena Rosa Dias
(Pessoa'nın üvey kızkardeşi, 1985 yılında Jornal de Letras e Artes'in yaptığı ve burada bazı bölümlerini 
yayınladığımız bu söyleşinin gerçekleştiği tarihte seksen sekiz yaşındaydı. -Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor'dan-)

Cafe Abel'de


Bir gün yeğenim Carlos Queiroz eve Fernando'nun Cafe Abel Pereira da Fonseca'da şarap içerken çekilmiş ünlü fotoğrafını getirdi (resmi çeken Manuel Martinho da Hora'ydı). Üstünde bir ithaf vardı: "Carlos, bu benim; Abel'de yani artık Yeryüzü Cenneti'nin çok yakınında, gerçekteyse çoktan yitip gitmiş. Fernando. 2.9.29." Çok hoşuma gitmişti elbette, yeğenime ben de istediğimi söyledim. Carlos bunu ona da söyledi, kısa bir süre sonra Fernando bana aynı fotoğrafı şu ithafla gönderdi: "Fernando, em flag rante delitro (Fernando Pessoa, 'içkisini yudumlarken' suçüstü yakalanmış)."

Ophelia

Ophelia'ya Mektuplar


Bütün aşk mektupları
Gülünç.
Aşk mektubu olmazlardı
Eğer olmasalardı
Gülünç.

Bir zamanlar ben de aşk mektupları yazdım;
Öbürleri gibi onlar da
Gülünç.

Aşk mektupları, aşk varsa eğer
Olmalıdırlar
Gülünç.

Ama yine de
Yazmayanlar hiç
Aşk mektubu
Asıl onlardır
Gülünç.

Ne kadar isterdim dönmek
O eski günlere
Hiç farkına varmadan
Yazdığım o aşk mektupları
Gülünç.

Gerçek şu ki bugün artık
Bendeki anıları
Bu aşk mektuplarının
Asıl onlar
Gülünç.

(Bütün aşırıya kaçan sözler,
Bütün aşırıya kaçan duygular
Elbette ki
Gülünç.)


1935
fernando pessoa

çeviri: Sema Rifat



Pessoa'da Cinsellik

Kendimi tanımlamakta hiç güçlük çekmiyorum: Ben, erkek zekasına sahip dişi mizaçlı biriyim. Benim duyarlılığım ve bundan kaynaklı hareketler -mizacı ve mizaç ifadesini belirleyen de budur - bir kadınınkilerdir. Benim ilişki yetilerim -zeka ile itkinin zekası olan irade - bir erkeğinkilerdir.

Duyarlık bakımından, sevilmeyi hep sevdiğimi ve asla kendimi sevmediğimi söylersem her şeyi söylemiş olurum. Her şeyin karşılıklı olması gibi bayağı bir görev - bir ruh sadakati- nedeniyle, bu tür duyguların karşılığını ödemek zorunda kalmak beni her zaman sıkmıştı. Benim hoşuma giden pasiflikti. Faallik açısından, beni sevenin sevgisini kışkırtmaya ve unutulmamaya yetecek kadarıydı istediğim.

Sevginin tabiatına dair bir hayalim yok. Kaba saba bir cinsel sapkınlık hali söz konusu. Ruha kadar gelip duruyor. Ama kendime dair düşündüğüm anlarda, mizacımın bu yatkınlığının günün birinde bedenime kadar inmesinden (bugün bile asla emin olamasam da) hep çekindim. O dönemde bu itkiye denk düşen cinsellik yaşadığımı söylemiyorum; ama arzu, tek başına arzu, beni aşağılamaya yeter. Tarihte, özellikle sanat tarihinde bu durumda az kişi vardır. Shakespeare ve Rousseau bunun örnekleridir ya da en ünlü emsalleridir. Tinin bu sapkınlığının bedenime indiğini görme kaygısı köklerini, bu sapkınlığın ikisinde aldığı biçim üzerine düşüncelerimde bulur -ilkinde, oğlancılık biçiminde, bütünüyle, ikincisinde belli belirsiz, muğlak bir mazoşizm biçiminde.


Pessoa'nın yazılarında -sergilenen- kadın düşmanlığı iyi bilinmektedir. Bu yazılar kimi zaman antifeminist manifesto, kara mizah görünümü bile edinir. Gerçek ise elbette çok daha karmaşıktır: Soares'in Huzursuzluğun Kitabı'ndaki tamamen cisimsiz, yüceltilmiş, ideal kadını, Caeiro'nun Sürülerin Çobanı'nın neredeyse tamamen cinsellikten yoksunluğu, Reis'in Şarkılar'ındaki kısmen örtülü homoseksüellik, Campos'un Büyük Şarkılar'ının öfkeli karşıtanlamlılığı (sadomazoşist) Antious ile Epithalame adlı ingilizce şiirlerinin aşırı şiddeti ile Pessoa'nın bu konuda itiraf etmiş olduğu belirsizlikleri arasında, Wilde'ın çağdaşı bu şairin gerçek ya da varsayımsal cinselliği üzerinde sonsuzca yorumda bulunacak malzeme vardır. İlkgençliğinin çılgınca fantasmalarından homoseksüellik üzerine kısmi itiraflarına, " Cinsellik beni ilgilendirmiyor" özlü saptamasının bulunduğu "Suskun Kutsal Bakiremiz"in hayranlık verici metinlerine dek, Pessoa'nın yaşadığı gerçeklik ancak satır aralarında hem her şey hem de zıddı okunarak tanımlanabilir. Ayrıca, Pessoa'nın (otuz yaşında) ileri sürdüğü "bakirliğini" de unutmayalım; ama güvenirliği elbette ihtiyat gerektiren "medyum tebliğleri"nde belirtir bunu. Nihayet, Pessoa genç bir kızı, Ophelia'yı, hem Ophelia'nın hem kendisinin mektuplarının (bize bu kaşarlanmış "kadın düşmanı"nın bambaşka bir imgesini -yine bir imge!- veren mektupların) kanıtladığı gibi, aşırı bir tutku ve sevgiyle gerçekten sevdi.

*
Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor
Kırmızı Kedi Yayınları
Derleyen ve Çeviren: Işık Ergüden

Topla Pılını Pırtını Bir Yere Gitmemek İçin




Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için!

Yelken aç her şeyin her yerde rastlanan olumsuzluğuna
Görkemli bayraklarla donanmış o düşsel,
Çocukluğunun o renk renk minyatür gemileriyle.
Topla pılını pırtını Büyük Yolculuk için!
Fırçaların ve makaslarınla ulaşılamayan 
O çok renkli uzaklığı da unutma.
Topla pılını pırtını bir daha dönmemek üzere!
Sen kimsin toplumda boşu boşuna var olduğun bu yerde,

Ne kadar yararlıysan o kadar işe yaramaz,
Ne kadar gerçeksen o kadar sahte?
Sen kimsin burda, kimsin burda, kimsin burda?
Yelken aç, bir şey almadan yanına, değişik kimliğinle.
Bu insanlarla dolu dünyanın ne ilgisi var seninle?

(çeviri: Cevat Çapan)

Huzursuzluğun Kitabı



36
H.K.


 5 Şubat 1930

Ne sıradan bir odanın dökülen duvarları, ne kendimi yabancı hissettiğim bu büronun eski masaları, ne yılların Aşağı Şehir'inde enlemesine uzayıp giden, çok gezildiği için sabit tamir edilmezlik payesini kazanmış sokakların sefilliği; ruhumun sık sık yaşadığı, yaşamın gündelik, alçaltıcı sıradanlığından doğan bunalımı yaratan bunların hiçbiri değil. Sebep her zaman çevremde bulunan insanlar, beni tanımayan ya da ancak benimle olan temasları ölçüsünde ve günlük teranelerle tanıyan insanlar - ruhumun boğazına sarılıp orada, etimde bir tiksintinin düğümlenmesine yol açanlar onlar. Hayatlarının, benim hayatımın en dıştaki katmanına paralel iğrenç tekdüzeliği, benzerlerim olduklarına içtenlikle inanmaları - sırtıma forsa kıyafetini geçiren, beni bir hapishane hücresine tıkan, düzmece bir varlık, bir dilenci yapan işte bütün bunlar. 





















**
rasgele


sf. 367

Penceremden sarkmış, koca şehirdeki rengarenk yığınları seyrederken ruhum tek bir düşünceyle meşgul: Bütün samimiyetimle ölmek, hesabı kapatmak, dünyadaki hiçbir şehrin üzerinde bir daha asla ışık görmemek, bir daha asla düşünmemek, hissetmemek, güneşin ve günlerin akışını ardımda bir paket kağıdı gibi bırakmak; geniş yatağın kenarına oturup, varolmak için elimde olmadan harcadığım çabayı, ağır bir kıyafet gibi üzerimden çıkarmak istiyorum.



sf. 185


Uykum var. Boş sayılabilecek büroda saçma sapan bir işle uğraşırken gün uzadıkça uzadı. İş yerindekilerin ikisi hasta, ötekilerse başka yerde. Kendi köşesine çekilmiş olan ayakçı çocuk sayılmazsa yapayalnızım. Günün birinde saçma da olsa bir özlem duyabilmeye yönelik o şüpheli olasılığı özlüyorum.



sf 97

Birden yapayalnız kalıyorum dünyada. Manevi bir çatının tepesinden seyrediyorum bütün bunları. Dünyada yalnızım. Görmek uzakta olmaktır. Açıkça görmek, durmaktır. Tahlil etmek yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan başka şey yok. Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki, üzerimdeki giysiyle aramdaki boşluğu bile algılıyorum.


Hayattaki her şey gibi ben de olduğum yerde boşuna duruyorum.



sf. 416


Hayatta gülünç, iğrenç ya da ağır zekalı görünmemize neden olan talihsiz olayları, kendi soğukkanlılığımızın ışığında, yolculuğun cilveleri olarak görmeliyiz. Şu dünyada hiçlikten hiçliğe ya da her şeyden her şeye giden biz yolcular (gönüllü olalım ya da olmayalım), yolculuğun dertlerini, arabanın sarsılıp durmasını önemsememesi gereken, sıradan seferileriz. Bu düşünceyle avunuyorum, belki kendi kendimi avutuyorum, belki de gerçekten kendimi avutacak bir şey var bunda. Ama zaten, üzerinde fazla kafa yormazsam, aslı olmayan avuntu elle tutulur bir gerçeğe dönüşüyor.



 sf 190


Bazen geceleyin uyandığımda alın yazımı dokumakta olan, görünmez eller hissederim.



sf. 226

"Nasıl da şehvet dolu...ve yüce bir zevkle, bazı geceler şehrin sokaklarında dolaşırken ve yapıların çizgilerini, farklı yapım tarzlarını, mimarilerindeki ince ayrıntıları ruhumun içiyle incelerken, kimi pencerelerde ışıklar yanarken, çiçek saksıları balkondan dışarı uzanmış - diyordum ki, işte bütün bunları seyrederken, nasıl da içgüdüsel bir hazla bilincimin dudaklarına yükselir şu kurtarıcı çığlık:

Bunların hiçbiri gerçek değil!"




sf. 190

Ey üzgün yüreğim, tanrılar dilesin de Kader'in bir anlamı olsun!

Ya da Kader dilesin de tanrıların bir anlamı olsun!




sf. 138

Kendi payıma, dünyadan şikayetçi değilim. Evren adına bir itirazım da yok. Karamsar sayılmam. Acı çekerim ve şikayet ederim, ama acı çekmek genel bir kural mıdır, insanın doğasında mı vardır, bilmem. Öyle ya da değil, bilsem ne olur, bilmesem ne olur?

Acı çekiyorum, ama bunu hak edip hak etmediğimi bilmiyorum.(Kovalanan bir ceylan)


Karamsar değilim, hüzünlüyüm.




sf. 221

Hayal kurmak, neye yarar?
Ne yarattım kendimden? Hiç.
Gece'de tinselleşsem (...).

Dış çizgileri olmayan iç-heykel, asla kurulmamış dış Hayal.




sf. 304


Dostluğa az da olsa yeteneğim vardı, ama hiç dostum olmadı, ya beni hayal kırıklığına uğrattılar ya da dostluk kavramı düşlerimin bir hatasıydı. Hep insanlardan uzak yaşadım, yalnızlığım arttıkça da kendimi daha iyi keşfettim.



...


Kendim için kimim ben? Hissettiğim şeylerden biri sadece.

Dış dünyanın varlığı sahnede oynayan bir aktörün varlığına benziyor: Varolduğuna şüphe yok, ama kesinlikle bambaşka bir şey olarak.


...

Pahalı bir puro yakıp gözlerini kapamak - zenginlik diye işte buna derler.


...

pessoa

Odama gelir gelmez yorgun bedenimi pencere kenarındaki yatağa bıraktım ve gün boyu insanlar ve görüntülerle yorgun düşmüş zihnimi de, beni oyalamaktan usanmayan düşlere tamamen teslim ettim. 

Gece ilerledikçe şimdi, düş ve gerçek karışacak odada, eylem ve düş birbirinin alanında gezinecek:
masa başında yazı yazacak, müzik dinleyecek, dalgın bir şekilde dışarıyı seyredeceğim. Benim de penceremden manzaralar akacak, pencere pervazım belki bir küpeşteye dönüşecek; ufak tebessümler ve istemsiz sırıtışlarla kendini belli eden düşlerime tanık olacaksınız siz: bazen odada elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle konuşarak bir aşağı bir yukarı gidip geleceğim; içinde bulunduğum düzlemler, mekanlar, manzaralar değişecek... Çocukluğumdan beri hayali kişilerle yaşama ve düş kurma eğilimim beni bu tapılası deliliğe hapsetti; tadını çıkaracağım gelip geçici düşsel anlarımın, vazgeçemediğim düşsel alışkanlıklarımın; dünya ayaklarımın ucuna serilecek. Üç dört yaşlarında iki ufak sevimli oğlan çocuğu belirecek yanımda bir an, yaşama dair masum sorular ve fikirler ortaya atarak çevremde dolanacak ve beni güldürecekler yine.  Ve onlar da bir şeylerle oyalanacaklar benimle beraber, çünkü düşlerde de boş durulmaz.

Pessoa içimde bir yerlerde, çıkış saati gelmiş, büroda da yapılacak işler bitmişken, her zamanki güzergahının dışındaki sokaklarda oyalanıyor; kederli ve hafif çakırkeyif bir halde yürümekte ve düşünmekte: belirsiz muhakemeler, yaşama dair acılı tahliller... Bir dilenciyi görünce içinden  "yanımdan sürtünerek geçen şu dilenci kim olduğumu bilse şaşırıp kalırdı" diye geçiriyor tebessümle; ve Lisbon sokaklarında binalar arasında uzaklaşarak gecenin karanlığında o tanıdık siluetiyle sislerin içine karışıyor...

Pessoa'nın Sandığı

Pessoa bir küçük burjuva bile olmamayı seçmişti.

XX. yüzyılın iki uç şairi, hem konumlarıyla, hem de yapıtları ve duruşlarıyla enkenarda kalmak istemiş Kavafis ve Pessoa, sağken pek az ürün yayımlamışlardı. Merkezde değildiler; İskenderiye de, Lizbon da yarı açık, aslında yarıdan fazla kapalı kentlerdi yüzyılın ilk yarısında. Merkezle, İngiliz kültürü aracılığıyla belli bir organik bağları olmuştur; ama bir yandan mesafeli bir ilişki geliştirdikleri, bir yandan da Londra'nın tutucu bir merkez kaldığı gerçeğini gördükleri hemen söylenebilir de: Sonuçta, kendi dünyalarını kurmuşlardır, diyebiliriz.

İki küçük memur. Sivrilmeyi; Perse, Claudel, Stevens gibi yüksek sorumluluk gerektiren ikinci uğraş tırmanışına geçmeyi akıllarından geçirmemiş, besbelli öyle özellikler de taşımayan iki münzevi. Kavafis'in yaşamında temel serüvenin payı küçümsenemez şüphesiz, gene de yapayalnız yaşamış, ölmüştür. Pessoa o boyutu da siler hayatının akışından: Sevgili Ophelia'sına yazdığı mektuplar, Ophelia'nın tanıklığı gösteriyor ki marazi yazı yaşamını hiçbir biçimde paylaşmaya yanaşmıyor. Kafka/Felice, Kierkergaard/Regina çiftlerinin tıkanış denklemlerinin bir çeşitlemesiyle karşı karşıya olduğumuza daha önce değinmiştim...

Pessoa'nın uzak komşularından ayrıldığı yer: Yazdıklarını pekala yayımlayabilecekken onları sandığa kaldırıyor, bile isteye posthume olma statüsünü benimsiyor: Yazarlık hayatı, hayatı bitince başlasın.

Büyük bir sandık. Herbiri, tamamlandıkça, ayrı zarflara yerleştirilip içeri alınan, toplam kırk bin sayfadan oluştuğu bilinen bir yapıt. Yayımladığı kitaplar var, öte yandan; gençliğinde birkaç (biri doğrudan ingilizce yazmış olduğu) kitabı çıkıyor, sonrasında, bilindiği gibi takma isimleri, hatta kimlikleri kullanıyor, Lizbon sokaklarında, iş yerlerinde ve kahvelerde neredeyse incognito dolaşıyor, elini kolunu rahatça sallayarak.

Pessoa'nın sandığı bir fantezi değil, bir fantazma da,
 XX. yüzyılın yazı insanı için: Ciddi bir seçenek.      

E. Batur


Pessoa Şiiri


Bilmem yıldızlar mı yönetir dünyayı
Ya da tarot veya oyun kağıtları
Bir şeyleri açığa vurabilir mi.
Bilmem, zarların yuvarlanışı
Bir sonuca götürebilir mi.
Bir bilmediğim de şu ama:
Bir şey elde edilebilir mi
Pek çok insanın yaşadığı gibi yaşayarak

(5 Ocak 1935)


Pessoa, Kendine Yabancı


(yazı: octavio paz)

Pessoa, 1888 yılında Lizbon'da doğar.Babasının ölümüyle daha çocuk yaştayken yetim kalır. Annesi sonra tekrar evlenir.1896 yılında, annesinin Portekiz konsolosu olan eşinin görevi nedeniyle, hep birlikte Güney Afrika'daki Durban'a göçerler. Pessoa orada ingiliz eğitimi alır. Zaten iki dilli olan şairin düşünce ve eserlerindeki anglosakson etkisi kendisini sonuna kadar hissettirecektir. 1905 yılında Kap şehrindeki üniversiteye gitmek ister, ama bu olanağı bulamaz ve Portekiz'e geri dönmek zorunda kalır. 1907 yılında Lizbon'daki üniversite öğrenimini yarıda bırakarak bir matbaa kurar. Sonuç: "Hüsran" Bu kelime ondan sonra hayatının birçok evresinde ortaya çıkacaktır. Ardından yurt dışı yazışmanı, yani Fransızca ve İngilizce iş mektuplarını ayaküstü yazıveren biri olarak çalışır. Ömrünün büyük bölümünde yaptığı bu işle geçinir. Üniversite kapıları onun önünde sadece bir kere, o da sonuna kadar olmadan açılır; ama Pessoa, çekingenliğinin vermiş olduğu gururla bu teklifi reddeder. Çekingenlik ve gurur dedim: aslında isteksizlik ve gerçeklik demeliydim. 1932 yılında bir kütüphaneye arşivci olarak girmek ister, ama oradan da geri çevrilir. Bütün bunlara rağmen hayatında bir başkaldırı yoktur, tam tersine sadece kibirlilik gibi gözüken alçakgönüllülük.

Afrika'dan geri döndükten sonra Lizbon'u bir daha terk etmez. Önce, evde kalmış, yaşlı teyzesi ile deli büyükannesinin yanında, bir süre de tekrar dul annesiyle birlikte yaşar. Taparcasına sevdiği annesi öldüğünde otuz yedi yaşındadır. Hayatının geri kalan bölümünü kah orada kah burada geçirir.Arkadaşlarıyla caddelerde ve kafelerde buluşur. Eski kent merkezindeki tavernaların ve lokantaların yalnız içkicisidir.

...Angloman (ingilizce yazılmış her şeye tutkuyla bağlı kimse), miyop, nazik, utangaç, siyah elbiseler giyen, çekingen ve basit, milliyetçilik dersleri veren bir kozmopolit, önemsiz şeylerin törensever araştırmacısı, hiç gülmeyen ve damarlarınızdaki kanı donduran, başka şairlerin kaşifi, içtiğimiz su ve aldığımız nefes kadar berrak paradoksların yazarıdır o; gizemi uygarlaşmamış gizem dolu birisi, öğle vakti gökyüzünde ay gibi gizem dolu. Portekiz öğlesinin suskun hayali: Kimdir bu Pessoa?

Resmi hayatı yarı karanlıktadır. Alelacele edebi çalışmaları belirgin isteksizlik dönemleri izlemekteydi. Oldukça az olan çalışma hırsı ise bir kriz gibi gelip geçiciydi- bunu da resmi edebiyat çevrelerini şaşırtmak için yapıyordu; buna rağmen yalnız başına yürüttüğü çalışmalarına sadıktı. Bütün büyük çılgın insanlar gibi hayatını hiç yazmayacağı eserlerin planlarını yaparak geçiriyor ve yine güç istencinin az bulunduğu kişilerde görüldüğü gibi tutkulu ve esinli anlarında, patlamamak ya da delirmemek için, neredeyse gizemli bir şekilde, büyük planının kıyılarında her gün bir şiirini, bir yazısını, bir gözlemini kağıda döküyordu. Ode Maritima'daki lirik şiirlerinde ve "Walt Whitman'a Selam" şiirlerinde kederli bir eşcinselliğin izleri vardır. Bu büyük şiirler on beş yıl sonra Garcia Lorca'nın "Şair Newyork'ta" sını haber verir gibidir. Dağılma ve toplanma. Hepsi aynı mührün izini taşıyorlar: Bütün yazılanlar, onda bastıran bir ihtiyaç nedeniyle yazılmıştır.Zaten bu ihtiyaçtır, gerçek yazarı sadece yetenekli olandan ayıran.

(...)

Bir şey unuttum mu? Tabii ya, 1935'te Lizbon'da akciğer yetmezliğinden ölür. Eserlerinin çoğu henüz yayınlanmamıştır. (Ardında bıraktığı bir sandıktan çıkan belgelerin sayısı 27.543'tür: yazı, mektup ve kendi elinden çıkmış tüm yazılı belgeler)



" I know not what to tomorrow will bring. "

28 Kasım'da ateşi çıkan ve şiddetli karın ağrıları yaşayan Pessoa, Lizbon'daki Hospital Sao Luis dos Franceses'e yatırılır. Ertesi gün aklındaki son cümleyi kurşun kalemle ingilizce olarak not eder:

"Yarının ne getireceğini bilmiyorum."

Yarın ölümü getirir. 3O Kasım saat 20:30'da yanında doktor Jaime Neves, arkadaşı Franciso Gouveiea ve Victor Carvalho bulunduğu bir sırada yaşamını yitirir.

Daktilografi


Hayatına dimdik baktığı bir şiiri takma isimlerinden biriyle yayımlar Fernando Pessoa: "Daktilografi":
"Hepimizin iki hayatı var:
Bir, sahici olanı, çocukluğumuzda düşlediğimiz
ve sisli bir fon üzerinde ölünce de taşıdığımız;
bir de düzmece olanı, başkalarıyla paylaşarak yaşadığımız, pratik,
yararlı, bizi sonunda tabuta yerleştiren bir hayat.

Yanıbaşımızda sıradan kasvetli eşliğiyle
Daktiloların git gide yükselen tik tak sesleri"

Bir saat gibidir Pessoa'nın daktilosu: her harf bir anı söker götürür ve yazı, yazgıya dönüşür kağıdın üzerinde.
Hayat ve yazı bittiğinde de geri çekilir, dinlenir: Yorgun sesler (Slav yazarları için yorgun sessizler), tembel harfler (w, q), artık ünlenmeyen bir ünlem, artık sormayan bir soru işareti. Hepsinin arasında ürkek, suçlu, belki şaşkın: Nokta.

Üstün İnsan & Sanat (Fernando Pessoa)


*
Üstün İnsan Üzerine


Üstün insan için başkaları yoktur. O, kendinin başkasıdır.
Var olan her insan Ben'dir. Bütün toplum benim içimdedir. Ben kendimin en iyi dostu ve en amansız düşmanıyım. Gerisi -dışarda olan- ovalar ve dağlardan insanlara ve [...] dek, bütün bunlar Manzara'dan başka bir şey değildir.

Çalışmanın ve çabanın en büyük kusuru, bir alışkanlık halini alabilecek olmasıdır... Eylemsizlik de aynı kusurdan mustariptir. O da bir alışkanlık olmaya yönelir. Ne alışkanlığı, ne görüşü, ne da sabit bir kişiliği olmak, yüksek insanın tam tersidir...

Sabit bir karaktere, belirgin alışkanlıklara, değişmez görüşlere sahip olmak, kendine ait olmaktır. Biz daima görüş değiştirmeli, karakter ve tasarı değiştirmeliyiz, bu görüş ya da bu [...] başkasınınkiyle asla çakışmamalıdır.


 Üstün insanın görevi, dış dünyanın var olduğunu unutmaktır.


Epikürcülük feragat etmektir...


Tek mutlu insan hiçbir şeyi ciddiye almayandır.


 Biyolog Haeckel vaktiyle ortaya attığı ve gayet sağlam temellere dayalı hipotezinde maymunla normal insan arasındaki farkın, normal insanla dahi insan arasındaki farktan daha az olduğunu ileri sürdü.

Kesin olan şey, bir işçi ile maymun arasındaki farkın, bir işçi ile gerçekten eğitimli biri arasındaki farktan daha az olduğudur..

Halk eğitilemez, çünkü o zaten halktır. Eğer birey yapılabilseydi eğitilirdi, ama o zaman da artık halk olmazdı.

  Üstün varlıkların bu sanatı halk için değil midir? Elbette hayır - ne bu sanat ne de herhangi bir gerçek sanat halk içindir. Geride kalan her sanat eseri aristokrasi için, seçkinler için yapılmıştır - toplumun tarihinden kalan şey sonuçta budur, çünkü  halk geçip gider, hatta geçip gitmek onun görevidir.

Halkın düşünsel niteliği, bilimden ve doğal yasalardan nefret etmesidir. Halk mucize ister, bundan anlar. Mucize Lourdes Bakiresi'nin ya da Fatima'nın eseri de olabilir, Lenin'inki de - tek fark budur. Halk, temelde gericidir; kökten ve çaresizce gericidir. Liberalizm aristokratik bir kavramdır ve sonuç olarak demokrasiye tamamen karşıttır.

Burada duralım. Beyazlarla Siyahlar arasındaki gibi tamamen dışsal ayrımları ortadan kaldıralım. Gerçek farklılık başka bir düzeydedir. Kitle ile bireyler arasındadır.

...





*
Sanat Üzerine


Sanat yapay ve samimiyetsizdir; ahlak doğal ve samimidir.

Sanatın azami doruk noktası dramatik şiirdir - yani bizim hissetmediğimiz şey, bizim konuşmadığımız bir dilde yazılmış olan.

Sanat, duyumsallığın en yüksek ve en incelikli biçimidir. Sanatçıyla kitle arasındaki ilişki, çiftleşen erkekle kadının ilişkisine benzer. Sanatsal yaratı bir güç ve sahiplenme kanıtıdır; sanatsal seyir, tamamen pasifliğin verdiği zevktir.

 Bu nedenle, rafine estet genellikle cinsel bakımdan eşcinseldir. Bu özellikle yaratıcı estet için geçerlidir; çünkü yaratma edimi, estetik duyunun, var olma kapasitesine doğru taşma noktasına varacak kadar şiddetlenmesi demektir.

Zevk, dekadan ruh için, varoluşun boşluğunu doldurmaya, ıstırap olarak değil ama sıkıntı olarak ağırlık oluşturmasını engellemeye yarar; bu sıkıntı, uzayıp giden mutluluktan doğabileceği gibi, çabucak meydana gelerek bizi yoran ıstıraptan da doğabilir.

Depresif duygular (özellikle coşturucu bir faktör içerdiklerinde), ruhumuzu bunaltabilecek en berbat duygular olsalar bile, daha az sanatsal ilgi uyandırmaz; çünkü okurken hissedilen kaygı, kişisel olarak yaşanan gerçekliğe eşlik eden fiziksel depresyon olmadan, buna özgü tüm heyecanı uyandırır.

 Sanatçılarla on beş dakika geçirdikten sonra, gayet insan bir arabacıyla birbirimize "İyi akşamlar!" deme ayrıcalığı ne özgürlük!


 Sanat başkalarını oyalamak için ve bizi -ancak bu şekilde meşgul olan bizi- meşgul etmek için buradan doğar. Eğer hakikat inkar edilirse, tek eğlencemiz yalan kalır.

...

Pessoa'nın Evreninden Parçalar

Kardeşliğin ve sevginin mutlak yokluğuyla çevrili etrafım. Bana bağlı olanlar bile gerçekten bağlı değil; dostum olmayan dostlarla, beni tanımayan tanıdıklarla çevriliyim.

Gerçek dostum olmadığı anlamına mı geliyor bu? Hiç değil; var. Ama onlar hakiki dost değil.



Tamamen yalnızım, iyice terk edilmişim. Bütün bağlar birbiri ardına kopuyor... yakında kendimi mutlak anlamda yalnız bulacağım.

İşin kötüsü, dünyadaki metafizik varlığımı asla unutmuyorum. Her hareketimi felç eden, sadeliğin, dolaysız heyecanın kanını bütün cümlelerimden çekip alan transandantal utangaçlık buradan kaynaklanıyor.



Ben her zaman yaşamın bir seyircisi olmaya çalıştım, asla hayata karışmadım. Böylece, başıma gelen  her şeye bir yabancı gibi tanık oluyorum - şu ihtiyat payıyla ki, etrafımdaki zavallı olaylar karşısında pek hoş bir şehvet hissi duyuyorum (...) .


*


Kimseyi ziyaret etmiyorum, kimseyle buluşmuyorum -ne salonlarda, ne kafelerde. Başka türlü davranmak, içsel birliğimi feda etmek, kendimi gereksiz sohbetlere teslim etmek, düşüncelerimden ve projelerimden değilse de en azından düşlerimden -onlar başkalarının söylevinden her zaman daha güzeldir- zaman çalmak olur.

Gelecek insanlığa borçluyum. Kendimi heder edersem, aynı zamanda, yarının insanlarına miras kalabilecek tanrısal ortak varlığı da heder etmiş olurum; onlara verebileceğim mutluluğu azaltırım ve yalnızca kendi gerçek gözlerimde değil, Tanrı'nın olası gözlerinde de kendi değerimi azaltmış olurum.

Belki böyle değil, ama buna inanmanın görevim olduğunu hissediyorum.



*

Ne kadar az gerçek dostun olduğunu dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.


...

Yakın dost, benim ideallerimden, düşlerimden biridir; ama yakın bir dost asla sahip olamayacağım bir şeydir. Hiçbir mizaç benimkine denk değil; yakın bir dostta olmasını hayal ettiğim şeyin kıyısına bile yaklaşan kimse yok dünyada. Olsun; artık bundan söz etmeyelim.




*



Ne kim olduğumu biliyorum ne de hangi ruhun benimki olduğunu.

Ben samimiyetle konuştuğumda bu samimiyetin hangisi olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bilmediğim bir benden çeşitli biçimlerde farklıyım.

Sahip olmadığım inançlar hissediyorum. Beni tiksindiren arzulardan zevk alıyorum. Kendime yönelik daimi dikkatim, belki de sahip olmadığım ve bana ait görmediği bir karaktere karşı ruhumun ihanetlerini bana sürekli belirtiyor.

Kendimi çoğul hissediyorum.

Tek tek hiçbirinde bulunmayan ama hepsinde bulunan tek bir merkezi gerçekliği sahte yansılar halinde deforme eden sayısız ve fantastik aynalarla süslü bir oda gibiyim.

Kendini yıldız, dalga ve çiçek hisseden panteist gibi, ben de kendimi çok hissediyorum. İçimde yabancı yaşamları yaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi; ama eksik olarak. Sanki varlığım bütün insanların varlığına katılıyormuş ama her birinde eksik olarak bulunuyormuş ve tamamen pastiş bir ben halinde birleşmiş bir ben olmayan toplamı halinde bireyselleşiyormuş gibi eksik.


Kaos (F. Pessoa)

Karakterimden söz etmek istiyorum.

Zihnim baştan sona tereddüt dolu. Benim için hiçbir şey olumlu değil, olamaz da. Her şey etrafımda salınıyor, ben de onlarla birlikte -tam bir belirsizlik içinde- salınıyorum. Benim gözümde her şey tutarsızdır, değişir. Her şey esrardır ve her şey anlam yüklüdür. Her şey "meçhul"dür; Meçhulün sembolüdürler. Sonuç, dehşet, esrar, fazla zekadan kaynaklı korkudur.

Doğal eğilimlerimin, çocukluğumun geçtiği ortamın, bu ayrı eğilimlerin beni yönelttiği öğrenimin etkisi sonucunda, bütün bu nedenlerle, içedönük bir karakterim vardır; kendi içine kapalı ve suskun bir karakter; kendine yeterli değil, daha ziyade, kendi içinde kaybolmuş. Pasifik ve hülya dolu bir yaşam benimkisi. Karakterimi bütünüyle niteleyecek olan şey, önemli eylemlere girişmekten ve fikirleri enine boyuna tasarlamaktan duyduğum tiksinti, dehşet, imkansızlıktır. Beni ben yapan her şeye, fiziksel düzlemde de zihinsel düzlemde de bunlar nüfuz eder. Asla özgür irademle bir karar alamadığım gibi, bilinçli bir irade sahibi olduğumu da gösteremedim. Yazdığım hiçbir şey asla tamamlanmadı; tek sınırı sonsuzluk olan olağandışı fikir çağrışımlarının, asla dışlayamayacağım yeni düşüncelerin hep araya girdiğini görüyordum. Herhangi bir şeyi tamamlama karşısında duyduğum tiksintiyi aşacak halde değilim. Tek bir şey, yalnzca tek bir şey on binlerce düşünce doğuruyor ve bu on binlerce düşüncenin içinden on binlerce çağrışım filizleniyor... Bunları ortadan kaldırma, kesintiye uğratma veyahut bunlardaki önemsiz ayrıntıların yitip gideceği tek bir ana düşünce halinde toparlama isteğim hiç yok. Bu fikirler beni baştan sona kat ediyorlar; onlara bana ait değil, beni kat ediyorlar. Ben düşünmüyor, düşlüyorum; esinli biri değilim, sayıklıyorum. Resim yapabilirim, ama hiç resim yapmadım; müzik besteleyebilirim, ama tek bir şey bestelemedim. Sanatın üç alanındaki tuhaf kavrayışlar, imgelemin büyüleyici atılımları beynime şöyle bir dokunup geçiyor; ama ben onları eceliyle ve huzur içinde ölene dek beynimde uyuklamaya bırakıyorum, çünkü onlara vücut verecek, onları dış dünyanın nesnelerine dönüştürecek gücüm yok.

Pessoa'nın Evreninden Parçalar


İşte oturmuş masamda yazıyorum, kalem elimde, vb. ve aniden evrenin gizemi paldır küldür üzerime çullanıyor, duruyorum, ürperiyorum, korkuyorum. O an artık hissetmemek istiyorum, kendimi öldürmek, başımı duvarlara vurmak istiyorum.

Derin düşünebilen insanlara ne mutlu! Ama bu derinlikte düşünmek bir lanettir. Bunu nasıl tarif etmeli? Dehşet üzerine dehşet.

Müzikte bir parça vardır bundan; müzikte bu olumlu bir şey olur, onun dişi parçasıdır.




*


Asla bulunamayacak olsa da, hakikate erişmek için en ateşli mücadelenin yürütülmesi benim felsefi arzumdu. Ben bir kuşkucuydum. Hiç materyalist olmadım, çünkü materyalizm kuşkuyu inkar eder.

Esrara, gerçekdışına, düşe olan ateşli sevgim, hakikat sevgimle birleşerek, bu dünyanın bütünüyle dışında olan bir şeyi, tamamen öz olan, öz ile öz niteliğin [...] olduğu şeyi hakikat ve öz olarak tahayyül etmemi sağlamıştı. Ama hakikatın bir yerlerde, hatta burada bulunabilir olması bana mümkün geldiğinde, bu hakikat ne kadar uzak olsa da, korktum ve  [...]




*
     

Ben Heraklitos'u şefkatle sevmedim mi? Şeylerin var olmadıklarını ama ezelden beri oluştuklarını ilk kez okuduğumda büyük bir sevince kapılmadım mı? Evet! Ama ben Platon'un Theatetus'ta bu fikri çürütüşüne de aynı derinlikte ve aynı samimiyetle değer verdim. Hakikat karşısında insan aklının zaaf ve güçsüzlüğünü kanıtlayarak insan aklına karşı ileri sürülen kanıt ve argümanlara hayranlık besledim, onların tadını çıkardım. Bunları neden bu kadar güçlü bir şekilde arzuladım? Herhangi bir Tanrı'yı yüceltmek için mi? İnsana kendi haysiyetsizliğini hissettirmek için mi? Onun başka bir yaşamı, daha iyi bir yaşamı arzulamasını sağlamak için mi? Hayır, hiçbiri değil. Neden o halde? Geç dönem sofistleri arasında yaşamıyordum ve bende Protagoras'ın zekası yoktu.

Dünya benim için neydi? Hiç, sıfır. Ama yine de esrar dolu bir sıfır. Bir hiçlik, ama adsız bir hiçlik. Dünya bana böyle belirdiğinden, onu belirsiz, bilimi ise imkansız bir şey gibi göstermeyi her şeyden çok arzuluyordum.

Esrar, kimsenin yaşamına benimki kadar derinden, hatta deyim yerindeyse, bu kadar teklifsizce nüfuz etmemiştir. Dünyanın gizemi yalnızca düşüncemi değil, bütün duyarlılığımı da işgal ediyor.


Aynalı Bir Oda (Pessoa)


 Kim olduğumu, nasıl bir ruha sahip olduğumu bilmiyorum.
Eğer samimiyetle konuşuyorsam, bunun nasıl bir samimiyet olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bilmediğim bir ben'den çeşitli biçimlerde başkayım (o ben bu başkaları mı, onu da bilmiyorum).

Sahip olmadığım inançlar hissediyorum. Reddettiğim arzuların cazibesine kapılıyorum. Sürekli kendimde yoğunlaşan dikkatim, belki sahip olmadığım belki de ruhumun bana atfetmediği bir karaktere karşı ruhumun ihanetlerini teşhir ediyor sürekli.

Kendimi çoklu hissediyorum. Ben, sayısız ve fantastik aynalarla kaplı bir salon gibiyim; bu aynaların hiçbirinde bulunmayan ama yine de hepsinde bulunan önceki tek bir gerçekliği yalancı yansılarla bozuyor aynalar.

Tıpkı panteistin kendini ağaç ya da çiçek hissetmesi gibi, ben de kendimi aynı anda farklı varlıklar olarak hissediyorum. Yabancı yaşamların, içimde eksik biçimde yaşadığını hissediyorum; sanki varlığım bütün insanlara benziyor, ama tek bir yapmacık bende sentezlenmiş ben-olmayanların toplamı sayesinde, her birinden daha eksik.



*

Evren gibi çoğul ol!

"Şiir" - Fernando Pessoa

 Ben felsefeden esinlenmiş bir şairdim, yoksa şiirsel yetilere sahip bir filozof değil. Şeylerdeki güzelliğe tutkuyla hayrandım; ayırt edilemeyenin ve minnacık ayrıntının içinde, evrenin şiirsel ruhunu algılıyordum.

Şiir her şeyde vardır... yeryüzünde ve denizde, göllerde ve nehir kıyılarında. Şehirlerde de şiire rastlanır - hiç inkar etmeye kalkmayın; benim için bu, oturduğum yerde bile aşikardır: bu masada, bu kağıt parçasında, bu mürekkep hokkasında; sokaktaki arabaların sarsıntısında, sokağın karşı tarafında, bir kasap dükkanının tabelasını boyayan işçinin küçücük, kaba ve gülünç hareketlerinin her birinde.

Benim içsel duyum beş duyuma öylesine hakimdir ki yaşamın nesnelerini başkalarından farklı gördüğüme eminim. Bir kapının anahtarı, duvardaki bir çivi, bir kedinin bıyıkları gibi gülünç şeylerde bile benim için son derece zengin bir anlam vardır -ya da vardı. Hiç tınmadan sokaktan geçen sıradan bir tavukla civcivlerinde bir tür tinsel tamlık bulurum. Sandalağacının kokusunda, bir çöp yığınının üzerine atılmış konserve kutularında, yol kenarındaki kanala düşmüş bir kibrit kutusunda, rüzgarlı bir günde uçuşan ve birbiri peşi sıra sokağa düşen, pis iki kağıt parçasında insani korkulardan daha derin bir anlam buluyorum.

Çünkü şiir uyuşukluktur; gökten düşen ve düşüşünün tamamen bilincindeki, gördükleri karşısında serseme dönmüş bir varlığın göz kamaşmasıdır. Tıpkı nesnelerin ruhunu tanımış ve bu geçmiş ilmi hatırlamaya çalışan, onları farklı veçhede, başka biçim ve durumlarda tanımış olduğunu hatırlayan, başka da bir şey hatırlamayan bir varlık gibi...


 Sessiz gölcüğü düşünüyorum
Suyu meltemle dalgalanan.
Ben mi her şeyi düşünüyorum,
Yoksa her şey mi unutmuş beni?

Gölcük bana hiçbir şey anlatmıyor.
Meltemi hissedemiyorum.
Mutlu muyum bilmiyorum,
Hatta mutlu olmak istiyor muyum.

Siz ey uyuyan sudaki
Gülümseyen kararsız dalgacıklar,
Ne demeye biricik hayatımı
Sadece düşlerden oluşturdum ki?

(4 Ağustos 1930)



     

Şeytanın Saati - Fernando Pessoa

İnsanlık pagandır. Asla hiçbir din içine işleyemedi onun. Sıradan insanın ruhunda, ruhun ölümsüzlüğüne inanma gücü bile yoktur. İnsan ne nerede ne de niçin uyandığını bilmeden uyanan bir hayvandır.

Tanrılara taptığında, onlara bir fetiş gibi tapar. Onun dini gözbağcılıktır. Hep böyleydi, böyledir ve hep böyle olacaktır. Dinler, gizemlerden taşan ve dünyevi olan şeylerdir yalnızca ve dünyevi olan bunu hiç kavrayamaz, çünkü o, doğası gereği, dünyevi olamaz.

Dinler simgedir ve insanlar simgeleri yaşamlar olarak değil (oysa öyledirler), şeyler olarak kabul ederler (oysa öyle olamazlar). Sanki Jüpiter varmış gibi - ama asla yaşıyormuş gibi değil- ona yaranmaya bakarlar. (Jüpiter yaşıyormuş gibi, asla varmış gibi değil.)

İnsan hayvandan, sadece bir hayvan olmadığını bildiği için ayrılır. O, görünür karanlıklardan başka bir şey olmayan ilk ışıktır. O, başlangıçtır, çünkü karanlıkları görmek, karanlıklardan ışığı almaktır. O, sondur, çünkü kör doğduğumuzu, görmek duyusuyla bilmektir. Böylece hayvan, kendi içinde doğan bilgisizlik yoluyla insan olur.

Bunlar çağlarla zamanların sonsuzluğudur ve merkez noktasında hakikatin bulunduğu dairenin çemberi üzerinde yürümekten başka yapılacak şey yoktur.


Bilimin temeli cehaletimizi bilmektir.

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri


Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda
Gerisi sadece gök ve toprak.

Fernando Pessoa


Düşsel ve Gerçek


"Our Childhood's playing with cotton reels"



Tanrı beni çocuk yaratmış.

Düş kurmakla geçti ömrüm. Hayatımın anlamı buydu, evet, yalnızca buydu. İç hayatımın dışındaki hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hayatımdaki en büyük üzüntüler, gönlüme bakan pencereyi açıp oradaki bitip tükenmez kaynaşmayı seyrederek kendimi unutmamla eriyip gitti.

Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim.Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik'i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin bana şöyle bir değip geçsin istedim. Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçek dışı olan gönlümdeki manzaralarda bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka uzanan su kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte bu dinginliğin hatırına sevdim onları.


Kendime bir düş dünyası kurma saplantısı hiç terk etmedi beni, öldüğüm güne kadar da sürecek. Çekmecelerimin dibine rengarenk makaralar ya da - içlerinde bazen çekmeceye sığmayacak kadar büyük bir atın ya da filin de olduğu - satranç taşları dizmiyorum artık, ama özlüyorum... bugün düş evrenime, kışın şöminenin başında ısınırcasına, iç dünyamda yaşayan capcanlı yaratıkları diziyorum keyfimce.

 İçimin derinliklerinde yığınla dostum var benim, her biri kendine has, gerçek, sınırları gayet iyi çizilmiş ve hep yarım kalmış bir varlığa sahip.

...
  Düş evrenim baştan beri benim biricik gerçek dünyam oldu. Tepeden tırnağa uyduruk kişilerle yaşadığım aşklar kadar gerçek, onlar kadar ateş, kan ve hayat dolu başka aşk yaşamadım. Ne delilik ! Üstelik özlemi bile kaldı içimde, ne de olsa tıpkı ötekiler gibi bu aşklar da gelip geçici...


Hayatla benim aramda, baştan beri mat camlar oldu; ne gözümle, ne elimle algıladım onları; ve ne hayatımı yaşadım ne tasarladıklarımı, olmak istediğim kişinin düşüydüm sadece; düş bizzat irademle başlamıştı, tasarılarım asla olmadığım o insanın en büyük hayalleriydi.

Düş uyuşturucuların en doğalı, bunun için de en kötüsüdür. En kolay alışkanlık yapan odur, farkında olmadan zehirli bir şeyi yutarcasına, nasıl başladığımızı bile anlamadan başlarız düşe. Can yakmaz, insanı sararıp soldurmaz, dermansız da bırakmaz, ama düşün tadını bir kere alan ruh bir daha iflah olmaz, çünkü zehirden vazgeçemez olur, ki zehir kendinden başka bir şey değildir.

 Bazen düşünüyorum da, düşlerimi birleştirerek kendime kesintisizce akacak ikinci bir hayat kursam ne hoş olurdu, günlerimi düşsel konuklarla, uyduruk insanlarla geçireceğim, acısını da keyfini de yaşayacağım, ikinci bir hayat. Öyle bir dünyada başıma felaketler gelir, büyük sevinçler üzerimde erirdi. Ve bana dair hiçbir şey gerçek olmazdı. Ama her şeyin kendine has, muhteşem bir mantığı olurdu, her şey haz verici bir yalanın ritmiyle akıp giderdi, her şey ruhumdan yapılmış bir şehirde olup biterdi, ruhum ise sakin bir trenle içimde çok uzaklara, çok uzaklardaki bir perona gidip kaybolurdu... ve bütün bunlar hem dış hayattaki gibi, hem de Güneşin Ölümü'ndeki estetik gibi açık, kaçınılmaz olurdu.

Düşlediğim manzaraları gerçek manzaralar kadar net görüyorum. Düşlerimin üzerine eğildiğimde, gayet gerçek bir şeylerin üzerine eğilmiş oluyorum. Geçip giden hayata baksam aynı anda düş görüyorum.
 
 ...ve bütün bunları düşlerken, elimi kolumu sallayarak, yüksek sesle konuşarak odamda bir aşağı bir yukarı yürürken - derin bir sevinç dolar içime, tamama ererim, neşeyle zıplarım, gözlerim parlar, kollarımı kocaman açarım kucaklamak için dostlarımı ve elle tutulur, engin bir mutluluk duyarım.
 Bir keresinde birisi için düşlerindeki kişilerin gerçek hayattakiler kadar belirgin ve canlı olduğunu söylemişlerdi. Benim hakkımda böyle konuşulsa yadırgamazdım, ama söyleneni üzerime alınmazdım. Düşlediğim kişiler, bana göre gerçek hayattakilere benzemiyor. Her iki hayat -düşteki ve dünyadaki hayatlar- kendine özgü, sahici, fakat farklı birer gerçeklik.

 Kendimde farklı kişiler yarattım, yenilerini yaratmaya da aralıksız devam ediyorum. Her düşüm doğar doğmaz bir başkası olup canlanıyor, o başkası da benim yerime düş görmeye başlıyor.
Yaratmak uğruna kendimi yok ettim; kendi içimde o kadar dışıma attım ki kendimi, kendimin dışında varlık sürüyorum artık. Farklı oyuncuların farklı oyunlar oynadığı boş bir sahneyim ben.

Ah, düşlerim kaç kez, elle tutulur şeyler gibi dikilmiştir karşıma; gerçekliğin yerini almak değil, kendilerinin de gerçeğe ne kadar benzediğini bana anlatmaktır dertleri...


Yalnızlığım beni kendine göre biçimlendirdi, kendine benzetti. Bir başkasının varlığı -bir tek kişi bile olsa- düşünmemi hemen engelliyor ve normal bir insan için bir başkasıyla ilişki kurmak, kendini ifade etmesi, konuşması için uyarıcı görevi görürken, aynı ilişki bende bir uyarmayıcıya dönüşüyor - bu çok zorlama deyiş dilde kabul görürse tabii. Kendimle baş başayken sayısız kişilik özelliği hayal edebiliyor, şimdiye kadar kimsenin kurmadığı cümleleri hemen, şıp diye söyleyebiliyorum, etrafta kimse olmadığı halde akılla sosyalleşmenin parıltılı sonuçları bunlar; ne var ki, birinin fiziksel olarak yanıma gelmesiyle bunların uçup gitmesi bir oluyor; aptallaşıyorum, ağzımdan tek sözcük çıkmıyor ve aradan bir saat geçmeden uykudan ölecek hale geliyorum. Evet, insanlarla konuşmak uykumu getiriyor.
 Benim için, yalnızca düşler dünyasında yaşayan düş dostlarım, yalnızca düşlerdeki sohbetlerim sahiden gerçek ve belirgin ve aynadaki suret gibi birer ruhları da var.

...

"Benim törelerim yalnızlığın töreleri, insanların töreleri değil kesinlikle"; bunu kimin söylediğini bilmiyorum, Rousseau ya da Senancour olabilir. Ama benimkiyle aynı türden bir zihin olduğu açık - belki tek farkı, aynı ırktan olmamasıdır.


Hayır, hiçbir hüzün varolmamış şeylerin acısı kadar işleyemez insanın içine! Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim... Bu bile düşlerimdeki o mütevazi yaratıkların gerçek olmadığını düşününce bastıran coşkun acıya, ağlarken kapıldığım heyecana yetişemez; hatta figüranlara, sahte varlığımla düşlerimde yürürken bir köşe başında ya da hayalimde bin kez inip çıktığım o dar sokaklardan birinde, bir kapı önünde, tesadüfen, bir kerecik gözümün iliştiği insanlara bile içim yanar. Bu yaratıklara can vermenin, ayağa kaldırmanın imkansızlığının verdiği üzüntü, düş dostlarımın bilincimdeki yerlerinden bağımsız olarak, gerçekten bağımsız olabilecekleri bir uzama ait olmadıklarını düşününce, işte o zaman en çok da Tanrı'ya karşı hınca dönüşür; kurmaca hayatımda neler yaşamışızdır o dostlarla, hayali kafelerde ne parlak sohbetler etmişizdir. Benim dışımda zerrece varolmamış, ne biçim ölü bir geçmiştir bu içimde taşıdığım! Yalnızca gönlümde gerçek olmuş, küçük köy evinin bahçesindeki çiçekler. O düş çiftlikte sebze bahçeleri, çam ormanları! Düşsel yazlıklar, hiçbir yerde varolmamış kırlarda gezinmeler! Yol kıyılarında ağaçlar, patikalar, çakıl taşları, gelip geçen köylüler... baştan beri birer düştü hepsi, belleğime kazınmış bunca şey sahte bir acı doğuruyor - ben ise, saatlerimi düşlere verdikten sonra, onları düşlediğimi hatırlamakla da saatler geçiriyorum; ve gerçek, melankolik bir üzüntü duyuyorum, gerçek bir geçmişe ağlıyorum ve ciddiyetle, tabutta yatan ölü bir gerçek-hayatı seyrediyorum.
   
Tamamen iç dünyama ait olmayan hayatlar ve manzaralar da var. Karşısında saatler geçirdiğim, sanat değeri düşük tabloların ya da bazı renkli taşbaskıların gerçeğin ötesine geçtiği bile oldu gözümde. Böyle durumlarda daha farklı, daha hüzünlü, daha yakıcı olurdu hislerim. Gördüğüm yerler gerçek olsun ya da olmasın, oralarda bulunmadığıma yanardım. Hiç olmazsa, küçücükken uyuduğum bir odada asılı duran o küçük gravürde, mehtabın altında uzanan ormanın kıyısına fazladan bir figür olarak çizselermiş beni! Nehir kıyısındaki o ormanda, ölümsüz ay ışığının altında (acemice çizgilerle de olsa) durduğumu, gözlerden ırakta, bir söğüdün eğik dallarının altında kayığıyla süzülen adama baktığımı düşleyebilseydim! O an, doludizgin düşlere kapılmamak acı verirdi. Çektiğim özlemin yüzü başka olur, umutsuzluğum ellerini başka türlü uzatırdı. Beni işkencelerle kıvrandıran imkansızlığın altında yatan sıkıntı ise farklıydı. Demek hiçbirinin ne Tanrı katında bir anlamı vardı, ne arzularımın mantığına uygun bir şekilde gerçekleşme olasılığı - bilmediğim bir yerde, üzüntülerimi ve düşlerimi yöneten mekanizmayla aynı özden, dikey bir zamanın içinde! Demek benim için bile yoktu, hiçbir yerde yoktu düşlerimdeki cennet! Düşlediğim dostlarıma, yarattığım sokaklara asla kavuşamayacaktım demek, kendime verdiğim o köy evine, sabahları o kargaşanın içinde, horozların ve tavukların gıdaklamaları arasında uyanamayacaktım... üstelik her şeyin Tanrı'nın eliyle kusursuzca ayarlanmış, hepsinin varolması için mükemmel bir düzenin kurulmuş olmasına, onlara sahip olabileceğim bir şekle sokulmuş olmalarına rağmen - oysa kendi düşlerim, bu eksiksiz düzene ve şekle ancak - bu zavallı gerçeklikleri barındıran içimdeki uzamın varolmayan bir boyutunda ulaşabilirdi.       


 ...mesele şu ki, aslında ne düşünüyorum, ne konuşuyorum, ne de eyliyorum. Benim yerime hep düşlerimden biri düşünüyor, konuşuyor ya da eyliyor, ben bir an geliyor, onun içinde hayat buluyorum.

Bir şeyler anlatıyorum, konuşan bir başka-ben. Gerçek beni düşündüğümde tek hissettiğim, hayat karşısında alabildiğine yetersizlik, sonsuz bir boşluk, müthiş bir beceriksizlik. Gerçek bir eyleme varan hareketlerden hiçbirini bilmiyorum...(...)


Kesintisiz düş hali bende dikkatin yerini aldı.


Varolmayı hiç öğrenemedim.


                       Düş evreni gölge gibi peşimde.Ve benim uyumaktan başka isteğim yok.





*


*