Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Liberten

İnançsız hovardalara; Libertenlere

Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler; bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlâkçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir; tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu tutkuların sesleri götürebilir.

Şehvetli kadınlar; şehvetperest Saint-Ange size örnek olsun! Onun tüm yaşamı boyunca bağlı kaldığı ilahi zevk yasalarına karşı duran ne varsa siz de onun gibi küçümseyin!

Hayali bir erdemin ve tiksinti verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zamandır kapalı tutulan genç kızlar; cesur Eugenie’yi taklit edin! Sersem ana babalarınızın kafalarınıza kazıdığı gülünç davranış kurallarının tümünü, tüm öğütleri siz de Eugenie gibi bir çırpıda yok edin, ayaklarınız altına alıp çiğneyin!

Ve sizler, pek kibar hovardalar; siz ki, gençliğinizden beri, kendi arzularınızdan başka fren, heveslerinizden başka yasa bilmediniz, kinik, hayasız Dolmance size örnek olsun! Siz de onun gibi şehvetin sizin için hazırladığı çiçekli yolların tümünden geçmek istiyorsanız onun kadar ileri gidin; siz de onun ekolüne katılın ve bu hüzün dolu evrene kendisine rağmen fırlatılıp atılmış, insan denen bu zavallı yaratığın, ancak zevklerinin ve fantezilerinin alanını genişleterek, şehveti için her şeyi feda ederek yaşamın dikenleri üzerinden birkaç gül derlemeyi başarabileceğine inanın.

SADE

(Yatak Odasında Felsefe için önsöz)


Biberstein de Sade's portrait

*Libertin, ahlâksal ya da cinsel açıdan kendini hiçbir baskı altında hissetmeyen, 
özgür düşünen ve yaşayan kişidir. Libertin'lik, cinsel ya da dinsel konular­da otorite ya da 
yerleşik anlayışların baskısını tanımayan bir yaşama tarzını içerir.

Libertin’de, dinle erotizm arasında bir birlik söz konu­su değil; tam tersine, kesin ve açık bir bölünme var. Liber­tin, hazzı, geri kalan her şeyi dışta tutan bir amaç olarak görür. Bedeni aşkınlığa teslim eden dinsel ya da etik değer­lerle inançların nerdeyse hepsine canla başla karşı koymuş­tur. Uç noktalarından birinde libertin'lik, eleştiri alanına yaklaşır ve bir felsefe olur; bir başka uçta, dinsel adanma­ya ters düşen sapkınlık, ilenç, haram gibi kavramlara yak­laşır. Marquis de Sade, uzlaşmaz bir felsefi tanrıtanımazlı­ğı savunmakla övünmüştü. Gelgelelim kitapları, din karşı­tı dinsel ateşle yüklü bölümlerle dolup taşar, özel yaşamın­da da dine saygısızlık, inançsızlık suçlamalarıyla karşılaştı; 1772’de Marsilya’da görülen davası sırasında ileri sürüldü­ğü üzre. Andre Breton, bana bir keresinde Sade’ın tanrıta­nımazlığının bir inanç olduğunu söylemişti: Libertin'liğin tersyüz edilmiş bir din olduğu söylenebilir. Libertin, doğa­üstü dünyayı öylesine ateşle reddeder ki, saldırılan bir adanma, bir kutsama katına yükselir zaman zaman. Çileci ile libertin arasındaki asıl fark, çilecinin erotizminin aracı­sız, tek başına bir yücelme olması, libertin'in erotizminin ise uygulamaya geçilince bir suç ortağına ya da bir kurba­na gereksinim duymasıdır. Libertin, her zaman Öteki'ni ister. Onun laneti de budur: Ereğine güvenir ve kurbanına köle olur.

Tutkunun ve çılgına dönmüş imgelemin tanımıyla libertin'lik zamanla sınırlı değildir. Felsefe olarak oldukça mo­derndir. Libertinlik ve Libertine sözcüklerinin garip evrimi, erotizmin çağımızdaki -gariplikte bundan geri kalmayan- yazgısını kavramamıza yardım eder, lspanyolca'da libertin: (Libertino), önceleri “azat edilmiş bir adamın oğlu" anlamı­na geliyordu, haz peşinde koşan çapkın anlamında sonra­dan kullanıldı. Fransızcada, on yedinci yüzyıl boyunca liberal ve liberallik'e yakındı anlamca: Cömertlik, özveri. Libertin'ler aslında şairdiler ya da Cyrano de Bergerac gibi felsefeci şairlerdiler. Theophile' de Viau ve Tristan L'Hermite gibi düşlemleri canlı, çılgın bir imgelemin güdüsünde se­rüvenci kişilerdi. Libertinlik sözcüğüyle ilişkili uçarılık ve kayıtsızlık, en hoş haliyle Madame de Sevigne'nin kaleminden dile getirilir: "Yazarken öylesine libertin'imdir ki, attığım ilk adımı bütün mektubum boyunca izlerim. Libertinlik, on sekizinci yüzyılda felsefe oldu. Libertin,  dinin, yasaların ve geleneklerin entelektüel eleştirmeniydi. Anlamdaki kayma göze batmıyordu, libertin felsefe erotizmi ahlaki eleştiriye çevirdi. Zamana sığmayan erotizmin modern çağa geldiğinde aydınlanan maskesi buydu. Din ya da sapkınlık olmaktan vazgeçti, iki durumu da ayinle bağlantılı buldu, ideoloji ve düşünce konumuna girdi. O dönemden bu ya­na, falluslarla vulvalar, sofistlere dönüşüp geleneklerimizi ve yasalarımızı eleştirdiler.

Libertin felsefenin en eksiksiz ve keskin anlatımı Sade’ın romanlarında bulunur. Onlarda din de en az ruha ve aşka duyulan öfkeyle reddedilir. Açıklanabilir bir şey. Libertin için ideal erotik ilişki, cinsel nesne üstünde kesin egemenlik demektir, onun yazgısına karşı da aynı ölçüde kesin bir kayıtsızlık; bu arada cinsel nesne, efendisinin istekleri ve esin­tileri karşısında eğilir. Bu yüzden Sade’ın libertin'leri, kur­banlarından tam bir boyun eğme beklerler. Bu durum felse­fî bir tasımdır, psikolojik bir gerçeklik değil. Tutkusunu doyurmak adına libertin, dokunduğu bedenin acı çeken bir duyarlık ve bir istenç taşıdığını bilmelidir (ona göre bilmek, hissetmek demektir). Libertin’lik, kurbandan belli ölçüde bir özerklik ister, çünkü o olmadan haz/acı dediğimiz çeliş­kili duygu doğamaz. Sadomazohizm, libertin'liğin merkezi ve tahtı, bu nedenle onun yadsınmasıdır da. Duygu, libertin’i nesnelerin duyarlığına bağımlı kılarak onun üstünlü­ğünü yadsır, ayrıca kurbanın edilginliğini de yadsır. Liber­tin ile kurbanı, alışılmadık bir felsefî yenilgi pahasına suç ortağı olurlar: Libertin'in kayıtsızlığıyla kurbanın edilginliği aynı anda uzlaşır. Bir duygu felsefesi olan libertin’lik, olanaksız bir duygu yoksunluğu tasarlar: Eskilerin atarak­siya dedikleri durum. Libertin çelişkilidir: Öteki’nin hem ölümünü, hem de yeniden doğmasını ister. Cezası, Öteki’nin hayata bir beden olarak değil, bir gölge olarak dön­mesidir. Libertin’in gördüğü ve dokunduğu her şey gerçek­liğini yitirir, onun gerçekliği kurbanınkine bağlıdır. Oysa kurban -kadın ya da erkek- yalnızca bir çığlık, uçucu bir el hareketidir. Kendisi de gölgeler arasında bir gölge olup çıkar.

Erotik edebiyatın tarihinde Sade ve onu izleyenler, benzersiz bir konumdadırlar. Sade’ın somurtkan yadsımalarını ne kadar derin bir sevinçle bir araya getirseler de, Varlık’ı hep yücelten Platon’un soyundandır onlar, kara gecenin ışıksız Lucifer’inin çocuklarıdır. Felsefe geleneğine göre Eros, karanlığı ışıkla, maddeyi tinle, cinselliği düşünceyle, burayı orayla kaynaştıran bir tanrısal güçtür. Bu felsefeci­lerde kara ışıktır konuşan, erotizmin yarısı: Yan tutan bir felsefe... Daha eksiksiz görünümler bulmak için yalnızca fel­sefecilere değil şairlerle romancılara da bakmamız gerek. Eros ve onun alanları üstüne düşünmek, onları dile getir­mekle aynı değildir; dile getirme sanatçının ve şairin yete­neğidir. Sade, çok geveze, yavan bir yazardı, bir sanatçının tam tersine. Sade ile çağdaş tilmizleri erotik tutkuyu felsefî bir söyleme dönüştürmek için canlarını dişlerine taktıkları halde, Shakespeare ile Stendhal bize daha ayrıntılı bilgi ve­rirler. Sadomazohizmin zindanlarıyla usturaları, haz/acı İkilisinin bitimsiz tartışmalara giriştikleri sıkıcı bir akade­mik toplantıya dönüştü çoktan. Freud'un üstünlüğü, bir doktor olarak deneyimini şiirsel imgelemiyle nasıl bağdaş­tıracağını bilmesindeydi. Bir bilim adamı ve trajik bir şair kimliğiyle, bize erotizmi kavrama yolunda kılavuzluk etti. Biyoloji bilimleri, büyük şairlerin sezisiyle el ele. Eros güneşçil ve gececildir: Herkes onun varolduğunu bilir de göreni çok azdır. Sevgilisi Psykhe'ye göre varlığı görülmezdi, gün ortasında güneş nasıl görünmezse: Işık fazlalığı yüzün­den. Eros'un aydınlık ve karanlık olan ikili yüzü. Yunan edebiyatı şairlerinin bin kere yineledikleri bir imgede durulaşıyor: Yatak odasının karanlığındaki lamba.

Erotizmin aydınlık yanını, hayata verdiği ışıltılı onayı öğrenmek istiyorsak, Neolitik dönemden kalma bereket heykelciklerine göz atmamız yeter: O körpe incelik, kalça­ların dolgunluğu, küçük figürün kendi memelerini meyve gibi sıkan elleri, o esrik gülümseme. Yerinde göremesek bi­le en azından Hindistan’da Budacıların Karli tapınağına oyulmuş dev erkek ve kadın heykellerinin fotoğraflarına bakabiliriz. Güçlü ırmaklar ya da durgun dağlar gibi be­denler, sonunda doyuma ermiş bir doğanın imgeleri, dün­yayla uyum anında yakalanmış, sonra da cinsel doruğa ula­şan benlik. Güneşçil mutluluk: Dünya gülümsüyordur. Ne süreyle? Bir iç çekiş boyunca: Bir sonsuzluk. Ama erotizm kendini cinsellikten koparır, değiştirir, çiftleşmeyi amacın­dan saptırır: Ne ki bu kopuş, bir dönüştür aynı zamanda. Çift, cinsellik denizine döner, dalgaların sonsuz, usul hışır­tısında gidip gelirler. Orada, hayvanların masumluğunu edinirler. Erotizm bir ritimdir; tellerinden biri ayrılık, öteki sılaya dönüştür, uzlaşmış doğaya dönüş yolculuğu. Erotik öğe burada, bu andadır. Bütün kadınlarla erkekler yaşa­mıştır böylesi anları: Cennetten budur payımıza düşen.

Erotizmden, aşktan, dalgınlık esrimesinden önceki bu ilk an, bu dönüş, ne ölümden bir kaçıştır, ne de erotizmin göz korkutucu özelliklerini yok sayış: Onları anlama, bir bütüne yerleştirme çabasıdır. Entelektüel bir kavrayış değil, duyumsal bir kavrayış, duyuların aklı. D. H. Lawrence, ha­yatı boyunca bu aklı aradı, ölümünden kısa bir sıra önce bulgusunun kanıtını mucizevî bir ödül olarak bir şiirde bıraktı: Büyük Bütün’e dönüş, derinlere inmektir. Pluton ile Persephone’nin, her bahar yeryüzüne dönen kızın, yeraltındaki saraylarına inmektir. Ölümle hayatın kucaklaştığı ana kaynağa bir dönüş:


Bir belemir uzat bana, bir meşale ver!
yolumu bulayım, çatallı mavi meşalesinde bu çiçeğin,
indikçe daha da kararan basamaklardan, mavinin
koyulukta koyulduğu
şimdi Persephone’nin de gittiği, kırağı kesilmiş
Eylül'den
karanlığın karanlığa uyandığı
ve Persephone’nin kendisinin
bir sesten başka bir şey olmadığı ülkeye
ya da Plutonsu zifirî kollarla sarılı
ve kapkara ezinçle yaralı
görünmez bir karanlığa,
karanlığın meşaleleri
karartırken yitik gelinle damadı.
(d.h lawrence)

Octavio Paz'ın
Çifte Alev kitabından

S/A/D/E


https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/ La Coste

Sade’ın yaşamı ve görüşleri on dokuzuncu yüzyıl boyunca gizli tutul­du ve yirminci yüzyıl boyunca da bilinçli olarak çarpıtıldı. Sade titiz, huysuz, soğuk ve kendini beğenmiş bir soylunun hayatta kalan tek çocu­ğuydu. Ailesinin sahip olduğu mülklerin Sade üzerinde hayal gücünü besleyici güçlü bir etkisi oldu. Ailenin şatosu La Coste, güneyinde Luberon Dağları ile Provence’in kuzey sınırındaki Mont Ventous arasında, güzel ve verimli bir ovadaydı. Donald Thomas’ın tarif ettiği gibi, “Sade ailesinin La Coste ve Saumane’daki şatoları, Salvator Rosa’nın yazacağı ya da gotik bir romanın giriş sayfalarında bulunacak türden dramatik bir çalışmayı akla getiren, vadilerden akan nehirleri ve taraçalar halin­deki bağları yukarıdan gören bir konumdaydı”. Otranto Kalesi için Strawberry Hill'i kullanan Horace Walpole ya da Vasık’ta kendi evinin özellik­lerini kullanan William Beckford gibi, Sade da Sodom’un 120 Günü’nde, Silling’deki korku salan kaleyi hayal ederken kendi aile konutundan yola çıkmaktaydı:



Vaucluse Sıradağları’nın dik, ağaçlarla kaplı boğazları ve çağlayarak akan nehirleri, heyecanla, zevk ve zorbalık vaadiyle, ve tüm bu arzuları ancak uzaklardaki şatonun kötülüklerinin dindirebileceği denetlenemez zevk düş­künlüğüyle yüklüydü. (...) Saumane Şatosu -yeraltı geçitleri, zarif merdi­veni, galerisi, odaları, vadinin üzerindeki alçak masif duvarlarda görünen kanatlı pencereleriyle- Sade’nin romanında karakteristik nitelikler ve dekorlardı.

La Coste

Annesi, yetim Bourbon prensi de Conde’nin ailesindendi. Sade, 1744’te henüz dört yaşındayken (kendisinden dört yaş büyük) prens de Conde’yi dövünce, önce büyükannesinin Avignon’daki on beşinci yüzyıl­dan kalma gotik konutuna, oradan da Saumone’daki aile şatosuna, son olarak da Ebreuil'deki eski manastıra gönderildi. 1754’te, on dört ya­şındayken, Yedi Yıl Savaşı’nın patlak vermesi üzerine genç bir subay olarak Almanya’ya gönderildi ve burada bazı katliam sahnelerine tanık oldu.

İlk kez 1763’te, Parisli bir fahişeyi satanist ritüellerin eşlik ettiği kırbaçlamayla tehdit etmesi sonucunda tutuklandı. Polisten cesaret alan bir çok Paris genelevi Sade’a kapılarını kapadı. 1768 Paskalyasında, bir pasta aşçısının orta yaşlı dul eşini kırbaçladı. Kadının şikayetleri öylesi­ne büyük bir skandal yarattı ki, daha on gün geçmeden Parisli Madame du Deffand olayın ayrıntılarını Londralı dostu Horace Walpole’a yazı­yordu. Sade’ın şiddet dolu, tek yönlü cinsel ritüelleri tercih etmesi, onu yaygın bir nefretin kötü şöhrete sahip hedefi haline getirdi; ancak rağ­bet gören şiddet zevki ve sansürsüz uygulanan halka açık cezalandırma­lar göz önünde bulundurulduğunda, verilen tepkilerin yoğunluğu Sa­de’a ikiyüzlülük gibi geliyordu. 1768'deki suçlamanın ardından Sade bir­kaç ay hapiste tutulduktan sonra, Paris’ten La Coste’a sürgüne gönde­rildi. 1772’de, Marsilya’daki bir seks partisinin ardından, zehirleme (iki kadına öldürücü olmayan dozlarda bir afrodizyak vermişti) ve uşağıyla cinsel ilişkiye girmekten suçlu bulundu. Aix’de kafası kesilerek öldürül­meye mahkum edildiyse de, cellat bir kuklanın boynunu vurdu ve Sade Sardinya Krallığı'na kapağı attı. Mülküne el konuldu ve çocuklarının velayeti karısına bırakıldı. Sade’ın, kızını terk etmesini asla affetmeyen zengin, acımasız ve becerikli bir kaynanası vardı; kadın onun medeni hukuka göre cezalandırılmasını sağladı. 1777’de Sade, kaynanasının kışkırtmasıyla, Bourbon Fransa’sının lettres de cachet adıyla bilinen ada­letsiz yasal düzenlemesi gereği, hiç yargılanmadan Vincennes Hapisha­nesine atıldı.



Vincennes, rutubetli, dar, havasız ve çok az ışık alan hücreleri olan, kasvetli ve kuleli bir kaleydi. Sade orada tam bir tecrit hayatı yaşadı; adı gizlendi (hücre numarasından ötürü ‘Monsieur le 6’ olarak, biliniyor­du); ve sanki vahşi, kafese kapatılmış bir hayvanmış gibi yiyeceği kapı­daki bir delikten veriliyordu. Müdür hapishanede kalanların kesin bir sessizlik içinde durmaları için Önlemler alıyor ve sert, kurallı bir şiddet politikası uyguluyordu. Hapse atılması Sade’ı öfkelendirip dehşete düş­tüyse de akıl sağlığını yitirmedi. Saplantıları hapishanenin yalıtılmış ortamında iyice büyüdü; burada, genellikle felsefi etiğe hitap eden, büyük bir heves, tutku ve mantıkla yüklü mektuplar yazmaya başladı. Ancak, yayımlanacak eserler yazmaya 1784’te Bastille’e gönderilmesinin ardın­dan başladı. Bastille’in baskına uğrayışından birkaç gün önce, kalenin kulelerinden kendisini ve diğer mahkûmları katlediliyorlar diye aşağıdan geçenlere bağırdığı için buradan alındı ve Charenton akıl hastanesinde silahla korunan bölüme gönderildi. İlk eseri olan Sodom’un 120 Günü’nün el yazısı nüshalarının yok olduğunu zannediyordu ve eserin sonuçta ele geçmesinden hiç haberi olmadı. 1790’da, Sade gibi lettres de cachet'den ötürü mahkum edilenlere genel af ilan edilince yeniden özgürlüğünü kazandı.



Demokratik bir coşkunluk ânında idam edilebileceğini anlayınca, yeni rejim için yavan denecek düzeyde propaganda yaparak tam bir broşür tasarımcısı olarak çalıştı. Bir süre, Paris’in kendi sorumluluğu altındaki bölgesinde sulh yargıcı olarak görev yaptıysa da, yumuşaklığı yüzünden devrimcilerin tepkisini topladı: İdam cezasına her zaman karşıydı - tek etik cezanın sanığın ıslah edilmesi olasılığını içeren ceza olduğunu savu­nuyordu; inancına göre bir kişi zevkleri uğruna ceza işleyebilirdi ama adalet adına cinayet işlemek yanlıştı. Radikal görüşlerinde samimiydi. Ancien regime ona düşmanmış gibi davranmıştı ve Jakobenciliğin dehşeti belirginleştikten sonra bile, “başkentlerinde tapınma amacıyla durma­ları amaçlanan kralların, kendilerini isteyen kalabalıktan kaçtıkları, ih­tiras, tutku, intikam ve gururun her gün can sıkıntısının kanatlarında uçarak çıkagelen günün tapınacak kişisine kurbanlar sunduğu, kendi mülklerinde sorumluluk sahibi liderler olmaları gereken Fransız asille­rin ziyafet salonlarında utanca kapıldıkları Versailles denen o çirkin, iğrenç köy”ü nefretle anmayı sürdürdü.


La Coste Sade's Castle

Giyotin

"Yeryüzünde bir cennet; çok güzel bir ev, harika bir bahçe, seçkin bir topluluk, tapılası kadınlar; ve bir anda pencerelerimizin altına yerleştirilen idam sehpası; bahçemizin orta yeri kafası kesilenlerin mezarlığına döndü. Beş gün içinde, sevgili dostum, giyotinden geçmiş bin sekiz yüz kişi kaldırdık, üçte biri de bizim bedbaht evimizin sakinlerindendi.
...

Tüm bunların ortasında, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Devletin zindanlarındaki tutukluluğum, gözümün önündeki giyotin, hayal edilebilecek bütün Bastille'lerin bana hiçbir zaman veremeyeceği kadar acı verdi."  (Sade, Picpus'taki tutukluluğu sırasında)


XVI. Louis

18. yüzyılın son çeyreğinde, cezalandırmada başvurulan bedensel yön­temler eleştirilmeye başlar. 1788'de, işkence -"öncelikli sorun"- Fransa'da yü­rürlükten kaldırılır. Yaşamanın ve ölümün krala bağlı olmasına karşı olan Beccaria, ölüm cezasının kaldırılması gerektiğini savunur. Ne var ki sesini tüm Avrupa'ya duyurduğunu söylemek oldukça güçtür. Felsefecilerin hepsi katılmaz onun görüşlerine. Bununla birlikte, birçok bilgili despot bu yeni du­yarlılığa uyum gösterir. II. Gustaf'ın İsveç'inde, II. Yekatarina'nın Rusya'sında ve II. Friedrich'in Prusya'sında ölüm cezası kalkar. "1782 tarihinde II. Joseph'in ilan ettiği Avusturya Ceza Yasası'yla ölüm cezası yürürlükten kaldırılır"; kal­dı ki, İmparatorluk'ta 1796-1803 yılları arasında dönem dönem yeniden uygu­lamaya konur.

İdamlara az rastlanılan başka yerler de vardır, bu da cezalarda bir yu­muşamaya işaret etmektedir. İngiltere'de, 18. yüzyılın sonunda yılda 20 ki­şinin asıldığı görülür. Oysa bu sayı Elizabeth'in saltanatının sonunda 140'tır. 1780'den sonra, Paris Yüksek Mahkemesi'nde verilen ölüm cezalarına gitgide daha az rastlanır. Cenevre'de, asılarak idam edilenlerin sayısı 1755'ten başla­yarak azalır. "Kilisenin ve adaletin seçkin tabakası" diye yazar Michel Porret, "ölüm cezasına karşı gittikçe büyüyen bir düşmanlık sergiler."

Yeni duyarlılığı doğrulayan bu verilere karşın, en büyük ceza "sanayi öncesi Avrupa'da ceza sisteminin temel taşı" olmayı sürdürür. Dolayısıyla, idam edilen beden ve onun kızgın demirle damgalanması "devletin tekeli­ne aldığı ceza düzeninin merkezinde" bulunmaktadır hâlâ. Fransa'da oldu­ğu gibi İngiltere'de de idam halkın önünde gerçekleşir. 1757'de, Damiens'in ölüm cezasına çarptırılması suçun canavarca yapısının sergilendiği bu ayi­nin en dikkat çekici örneğidir. Ceza tiyatrosu bir şekilde kıyımın suçlunun bedenine kazınmasını sağlar. Michel Foucault'nun yazdığı gibi, zarara uğ­rayan hükümdarlığın yeniden toparlanmasını sağlar. İktidarı belirleyen ku­ralların merkezini oluşturur. İdam hukukun kutsallığını kanıtlar. Özellik­le Fransa'da, bedenine suçun saldırdığı kralın gücünü ve öfkeli üstünlüğü­nü simgeler.

Bütün bunlar tüyler ürpertici sefaletiyle gösterilen ve incelenen bedenin oluşturduğu acı gösterisini, "istemli görsel şok"u içerir. Elbette, idam bir deh­şet eğitiminin parçasıdır. 1814'te, Joseph de Maistre bunu şu sözlerle anlatır: "Cellat [suçluyu] tutar, yatırır, yatay duran bir çarmıha bağlar, kolunu kaldı­rır: İşte o anda korkutucu bir sessizlik olur, yalnızca sopanın altında ezilen kemiklerin sesiyle kurbanın çığlıkları duyulur. Derken, onu çözer, bir çarkın üstüne taşır: Kırık kollarla bacaklar çarkın parmaklarına dolanır; baş sarkar; saçlar diken diken olur ve fırın kapısı gibi açık ağızdan sadece ölümü çağıran birkaç iç parçalayıcı sözcük çıkar." Acının dolaysız olarak görülebilmesi ce­zanın örnek oluşturması düşüncesini güçlendirir ve suçun önlenmesine katkıda bulunur.

İdam sırasında, öldürme işleminin süresi deneyime dayalı bir beceriye sahip cellat tarafından kısaltılır ya da uzatılır. Michel Foucault bu farklı acı üretimlerinin ne kadar önemli olduğunun altını çizmiştir. "İşkenceler" kati­lin önemine göre değişen ve bilgi gerektiren "genel bedensel acı ilkeleri"ni yansıtır. Sözgelimi, kral katilinin kollarıyla bacakları kopartılır, eşkıyalar çark işkencesine sokulur, ana ya da baba katilinin elleri kesilir. Burnun ya da kulakların kesilmesi, dilin kızgın demirle delinmesi de ölüm cezasına çarptı­rılan kişinin bedenini yavaş yavaş insanlıktan uzak bir kalıntıya dönüştüren bu anatomik parçalama işleminin bir parçasıdır. Kimi zaman en sonda, baş ya da bedenin başka bir parçası sergilenir. 16. ve 17. yüzyıllarda, bu acı ilkele­ri özellikle İngiltere'de son derece gelişmiştir. Krallıkta, idam mahkumunun cesedi anatomi odasına götürülür. 1832'ye dek, yargıçlar ölüm cezasına ek bir işlem olarak bedenin açılması kararını verirler. Böylece kıyımın sonundaki, başka koşullar altındaki bedenin aşağılanması yöntemi yasallaşır.

İsa'nın öldüğü akşam cennete giden iyi hırsıza göndermeyle, idam suçlu­ya kurtulma fırsatı sunar. Suçun halk önünde itirafı, suçlu olunduğunun ka­bul edilip af dilenmesi ayini, eksiksiz bir utanç ve aşağılama düzeni, pişman­lık duygusu yaratıp onu açığa vurdurur. Cenevre'de, yalınayak biçimde, boy­nunda ip, elinde yanan bir meşaleyle, kent kavşaklarında diz çöken mahkûm pişmanlığını ifade ederek kurtuluşu hak etmeden önce hemcinslerinin say­gısını kazanır. İdam, suçlunun şehide dönüşümünü gösterme fırsatı yaratır. Hatta lütfün izlediği yolu bile gözler önüne serebilir.

Kanlı Devrim




Massacre (kıyım) sözcüğü mezbaha anlamına gelen Arapça bir sözcükten (meslah) gelse de, Fransız dilinde öncelikle sürek avıyla ilgilidir. Dionysosçu bir ayine yön veren bir töre uyarınca, savunmasız kurbanların bir grup avcı tarafından aynı anda öldürülmesi anlamına gelir. "Tazı payı" anlamı da gizlidir sözcüğün içinde. İnsana uyarlanan massacre adli bir karara göre uygula­nan işkence ve ölüm cezalarının karşıtıdır; çoğunlukla toplu öldürüm ama­cıyla yapılan ve neşeli bir kalabalığın katılımına izin vermeyen kurşuna diz­meden de farklıdır.

Massacre, hayvanlar aleminde de öncesinde av olmaksızın, oyun aracılı­ğıyla toplumsallaşma biçimlerini açığa çıkarmaksızın, gerçek toplu heyecan­lar içermeden, şeyleştirmeden, kurbanın bedeninin ete dönüştürülmesinden başka bir şey olmayan kesimden derinlemesine farklıdır. Hayvanın kesilmesi ayinsel bir yöntemden ziyade basit bir tekniktir.

19. yüzyılda insan kıyımındaki uygulamaların ve figürlerin anlaşılma­sı için, en azından 18. yüzyılın ortasında yerleşmiş ve ondan sonra Devrim'in farklı evrelerinin nispeten acımasızlığı üstüne kapanmak bilmeyen tartışma­yı belirlemiş antropolojik doğanın ve duyusal kültürün altüst oluşuna bak­mak gerekir. Hiç kuşku yok ki, bugün tarihçi iyilerle kötülerin edimlerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesine kapılarak bir yargı ileri sürmemelidir; çünkü bu incelemenin işlevi geçmişi anlamaktan ziyade karşıt cephelerin res­mini çizmektir.

Bununla birlikte, Devrim eski kıyım uygulamasını yeniden başlatmış -yalnızca kin zincirlerini yaratarak ya da harekete geçirerek olsa da- ve kıyım yöntemlerinin yeniden düzenlenmesine neden olmuştur. 1789 yazı, Temmuz ve Ağustos ayları (taşrada), 1792 Eylül'ü (Paris'te), 1793 ilkbaharı ("Vendee"de) bu zincirinden boşanmanın başlıca süreçleri yaşanır. Bu tarihlerde bazı açı­lardan idamın teatralliğiyle uyumlu bir şiddet gösterisi açığa çıkar. Kendisi­ni kanlı bir temsile kaptırmış; kararlılıkla edimlerinin meşruluğunu kanıtla­mak, bu edimlerin varsayılan etkisinin tadını çıkarmak ve kendiliğinden ge­len cezalandırma aracılığıyla tehdit altında gördüğü dengeyi yeniden kur­mak isteyen bir kalabalığın işidir bu gösteri. Bu dramatik sahneler öykünme oyunuyla ve içinde sorumlulukların azaldığı toplu bir güdümlülük doğuran gizli bir tehdit duygusuyla sürer gider. Kıyım kimi zaman bedenin gerçekli­ğine gerçekdışı tarafların varlığını katmayı, o zamana dek aşırı bulanık olan sınırları belirlemeyi ve bilinçli olarak kin akımları başlatmayı amaçlayan şid­detli bir özgürleşmedir.

Bu kıyımlar, söz konusu olan ister köylü ayaklanması örneğinin etkisinin kestirilmesi, ister bu dramların idam ve darağacıyla olan ilişkilerinin belir­lenmesi, isterse karnavalla olan benzerliklerinin bulunması olsun, farklı okumalara konu olmuştur. Öyle ya da böyle, bu toplu şiddet hareketlerinin ken­dilerine özgü birtakım özellikleri vardır. Kamusal alanda -sokak, meydan, liman-, gündüz, çoğunlukla da yaz güneşinin altında gerçekleşmişlerdir. Bu görünürlük sesli alarmların sıklığıyla uyum içindedir. Alarm çanı, harekete geçirdiği kıyımla bağlantılıdır. Çan sesi o korkunç koşullarda, söylentiye ger­çeklik kazandırır. Komplo tehdidini var eder.

Şiddetin zincirinden boşanmasının özelliklerinden biri de hem hareket hem de dil alanında, görünüşte kendiliğinden, hatta tiyatro sahnesini akla getiren belli bir buluşla gelişmesidir. Bu yaratıcılığın yansıttığı bayram hava­sı, kıyımı şölenle ilişkilendirir. Düşmanın kolunun bacağının koparılıp karnı­nın deşilmesi görüntüsünün verdiği hazla; kısacası, Devrim'in kendisini al­gılamasını, düşünmesini ve dile getirmesini sağlayan, düşmanın eğretilemesel canavar bedenine uyarlanışının gösterisiyle devrimci enerjinin açığa çık­masını sağlayabilir.

Devrim'in ilk yıllarındaki kıyımlarda 16. yüzyılın sonunu kana bula­yan aşırılık sahnelerinden birçok öğeye rastlarız yeniden; bunun dışında, bazı hareketlerin anlamı, karmaşık bir ifade aktarımı sonucunda yitmiş gi­bidir. Yakın zamanlı birtakım çalışmalarda incelendikleri için, örnek olarak Machecoul ve La Rochelle (Mart 1793) kıyımlarını ele alalım. Dram bu olay­larda bir "yığın"ın, bir "ayaktakımı"nın işidir. İnsan topluluğu kalabalığa, tesadüfi toplaşma da bilinçli toplanma haline dönüştüğünde kıyım patlak verir; harekete geçmenin olmazsa olmaz koşuludur bu. La Rochelle'de,
21 Mart'ta kıyıma katılan ya da tanık olan dört yüz kişilik bir topluluk vardır. Söz konusu korkunç kalabalık suçlulardan, serserilerden, "yabancılar"dan oluşmuş bir sürü değildir; o insanların dörtte birini kentli zanaatçılar ve ka­dınlar oluşturur.

Öldürme işi sözlü duyuru aracılığıyla teatralleştirilmiştir. Bir antik tra­gedya korosunu akla getiren, iç içe geçmiş diyaloglar ve büyüleyici sözler kıyımı bir gösteri haline getirir. Sanki kalabalığın bu şiddete alışma süresi­ne gereksinimi vardır. Meydan okuma ve kutsallığa küfür içermeyen vurgu­lu "sövgüler" dramın bu ilk aşamasını besler. "Düzmek" (foutre) sözcüğünün sık kullanımı, Antoine Baecque'in "düzücü enerji"nin iktidarsız hükümdar­dan, güçlü ve halkçı Herakles'e geçişine adadığı sayfaları desteklemektedir. Koronun sözleri ("topluca" haykırırlar: "Ölüm", bir başka topluluksa şöyle bağırır: "Kafasını keselim!") kıyımdan sonraki kahramanlaştırıcı yorumu hazır­layan bireysel övünmelere ara verdirir (gemici Bellouard: "Lime lime doğra­yacağım onları").

Justine


Sade, düşünsel macerasını iki kadın figüre emanet eder. Bu kadınlar, her biri kendine göre, Sade'ın fikirlerinin bedelini ödeyecektir; biri bu fikirlere maruz kalarak, diğeri bu fikirleri hayata geçirip deneyimleyerek; Sade, erkek karakterlerinden ziyade, bu iki kadın karakteriyle bütünleşir; iki kız kardeş olan Justine ve Juliette’de kendini bütünüyle ortaya koyar. Her ikisi de güzel fakat çok farklı mizaçlara sahip olan, benzer durum­lara düşüp, birbirine taban tabana zıt prensipler doğrultusun­da tepki gösteren bu iki genç kadının paralel hayatlarını anlatmak, hiç kuşkusuz ahlaki bir ilginin yanında, Sade'ın gös­termeye ve kanıtlamaya çalıştığı her şey için mutlak bir avantaj sağlamaktadır. Açıktır ki, kendini bu iki kadın kahramanıyla özdeşleştiren, kadınlar nasıl heyecanlanırsa öyle heyecanlanan Justine ve Juliette'in yaratıcısı, benliğinin derinliklerinde oldu­ğu kadar deneyimlerinde de bu iki kadının özünü taşımakta­dır. Sade’ın Justine karakterinde, kendi vicdanının acısını, sıkıntılarını, açık sözlülüğü yüzünden maruz kaldığı aşağılan­ma ve incinmeleri ifade etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Aslında, duyarlığının masumiyetinde Hıristiyan ahlakının kişileştirildiği Justine’in talihi, kabul ettiği ateizminden her türlü ahlaki sonucu çıkarmış, hiç kuşkusuz Hıristiyan bir toplumun zulümlerine maruz kalabilecek birinin kaderini de pekâlâ temsil ediyor olabilirdi. Oysa Justine bu toplumun bağrında yetişmektedir ve dürüstlüğünden, bu toplumun oyununu oynadığını düşünür. Fakat nasıl ki normal bir insan doğasının varlığından söz edemezsek, bu toplumun da var olduğu söylenemez. Aslında bu toplum yoktur. Bu ilüzyona sadık kalan Jus­tine, tüm alçaklıkların, tüm zulümlerin, tüm suçların, yani tüm “anomalilerin” bizzat hem bahanesi hem de çıkış noktası haline gelir. Bunun da ötesinde, kendi yanılsaması, kendi saflı­ğı, nerede olursa olsun yalnızca kendi olarak ortaya çıkması nedeniyle Justine karşılaştığı kişilerin içindeki kötülüğü kışkırtır. Erkekler ve kadınlar üzerinde uyguladığı çekim gücü, başkasından gelecek yeni sapkınlık formlarını tanımasını mümkün kılar fakat her yeni durumda saflığının yol açtığı di­lemmalar, onu çevresinde işlenen suçların ortağı yapar.

Photograph by Jindrich Styrsky

Dolayısıyla Justine, sadist girişim için olmazsa olmaz tabunun kişileşmiş halidir. Aksiyon, varolan durumdan, kabul edilmiş normlardan, alt üst edilmesi istenen kurumlardan -ki bu kuramların, öncelikle, sözcülüğünü üstlenmiş ama daima engellenen, taciz edilen ve sürekli gözyaşı döken kadın karakterlerin içinde alt-üst edilmesi gereklidir- hareketle gelişir ve devam eder. Sade, Justine’i, uğradığı ilk tecavüzden, sonrasın­da maruz kalacağı en beter pis durumlara kadar, hiçbir du­rumda değişmeyen, hep baştaki Justine ile aynı kalan bir Justine olarak gösterir; son siperlerine kadar ulaşılmış bir bi­lincin korku ve sıkıntılarından -ki bu bilinç kendine sahip ol­manın ihlal edilemezliği noktasında kendini tecavüze uğramış biri olarak görmektedir, benin kendi dürüstlüğüne ilişkin bir tasavvuru vardır- nasıl yararlanacağını çok iyi bilir. Halbuki, bilinç, Justine’in gözünde çoktan kaybedilmiş olan bedenden ayrı kalamaz, tensel refleksler, onu sırrını dışa vurmakla tehdit eder. Bu sır, benin yine kendisi tarafından ele geçirilmesi ve bozguna uğratılması, dolayısıyla kimliğini kaybetme riskinde yatmaktadır. Justine, böylece, ne kötülüğün mutlak gerçekliğini kendi etinde, ne de sapkınlığı kendi doğasında tanıyıp var­saymadığı için, huzursuz bir vicdanı [conscience mauvaise] deneyimler çünkü aşağılanmalarının en beterinde, cellatları­nın  kendisini bıraktığı yasak aşkı duymaktır. Sadist deneyimin Justine karakteriyle ilgili amacı budur. Buradaki orijinalite, okurun, her bir olayın kahramanın vicdanındaki yansımasını görebileceği, Justine'i kendisinin dışına çıkmış haliyle kendi vicdanının prensiplerine saldırırken izleme olanağı bulacağı şekilde tasvir etmektedir:

"Her zaman kötülük ve erdem arasında bir yerlerde olduğuma göre, mutluluğun yolu benim için ancak bu iğrençliklere kendimi teslim ettiğim takdirde açılmaktadır!"


Justine'den çok daha sonra tasarlanan Juliette figürü, bu bağlamda çok daha karmaşıktır. Justine'in bakış açısı normlar ve kurumlarla ilgili yanılsaması içinde bir kurbanın bakış açısıydı. Juliette ise kurumları anomalilerinin amaç ve istekleri doğrultusunda ele alan cellatların ve canavarların bakış açısına sahiptir.

*
Klossowski
"Komşum Sade"

Sodomik Zevk



Babalaas@


Sodom zevkini analiz edelim... Bu zevkte kadın için en yaygın duruş yatağın kenarına kalçaları iyice ayrık ve başı olabil­diğince yatağa gömülmüş olarak karın üstü yatmaktır. Ehlikeyif adam, sunulan güzel kıçın görünümüyle bir an için oyalanır, bu kıçı tokatladıktan, elledikten, hatta kimi zaman kırbaçladıktan, çimdik­ledikten, ısırdıktan sonra, zımbalayacağı minnacık deliği ağzıyla ıslatır ve dilinin ucuyla girişi hazırlar; kendi aletini de tükürükle ya da pomatla nemlendirir ve delmek istediği deliğin önüne yavaşça getirir; bir eliyle onu yöneltirken diğer eliyle zevk nesnesinin kalçalarını ayırır; organının duhul ettiğini hisseder etmez ateşli bir şekilde itmesi gerekir, yer kazanmaya çok dikkat etmelidir; bu sırada kadın tecrübesiz ve gençse kimi zaman acı çeker; ama, acılar bir süre sonra zevke dönüşecektir, düzücü yarağını canla başla yavaş yavaş itmelidir, nihayet hedefe erişene dek itmelidir, yani sonunda aletinin kılları arkadan düzdüğü nesnenin anüs kenarlarına sürter. O zaman yoluna hızla devam edebilir, artık tüm dikenler derlenmiştir; geriye güllerden başka bir şey kalmamıştır. Zevk nesnesinin hissetmeye devam ettiği acı kalıntılarını zevke dönüştürmeyi tamamlamak için, eğer bu bir genç oğlansa onun yarağını kavramak ve sıvazlamak gerekir; eğer bir kızsa klitorisini gıdıklamalı; üstünde çalışılan kişinin anüsünü son derece daraltarak yarattığı zevk seğirmeleri failin zevklerini artıra­caktır, o da, halinden memnun ve şehvet içinde, bir süre sonra, zevk nesnesinin kıçının dibine, sayısız kösnül ayrıntının kanıtı olan kop­koyu ve bol bir spermi zıpkın gibi yollayacaktır.

Sade / Yatak Odasında Felsefe

Sade'dan Sodomi Tarihi

Sodomi ve sevicilik doğayı ihlal etmez, buna iyice ikna olalım, tersine, doğaya can sıkıcı evlatlar getirecek bir birleşmeyi inatla reddederek doğaya hizmet ederler. Şu konuda asla yanılmayalım, bu üreme asla doğanın yasalarından biri olmadı, olsa olsa bir hoşgörüdür, söylüyorum size. İnsan soyunun yeryüzünden silinmesi ya da yok olması doğayı ne ilgilendirir! Bu felaket başımıza gelirse her şeyin yok olacağına kendimizi inandırışımızdaki kibirle alay eder! Bu yok oluşu fark etmez bile. Çoktan yok olup gitmiş türler olduğunu bilmiyor muyuz? Buffon böyle çok sayıda tür saymaktadır ve doğa, bu kadar değerli bir kayba sessiz kalarak, bu durumun farkına bile varmamaktadır. Tür tümüyle yok oldu diye hava daha az temiz olmayacaktır, yıldızlar daha az parlak, evrenin işleyişi daha az kesin olmayacaktır. Bununla birlikte, türümüzün dünyaya çok yararlı olduğuna ve onu yaymak için çalışmayanın ya da bu üremeyi yolundan saptıranın kaçınılmaz olarak suçlu olacağına inanmak için salak olmak gerekir! Gözümüzü açalım artık ve bizden daha mantıklı halkların örneği hatalarımız konusunda bizi ikna edebilsin. Bu sözüm ona sodomi suçunun tapınak ve müritlerinin olmadığı tek bir yer yoktur yeryüzünde. Sodomiyi, deyim yerindeyse bir erdem haline getirmiş olan Yunanlar, Venüs adı altında onun için bir anıt dikmişlerdir; Roma, Atina’ya yasaları öğrenmek için gitmiş ve oradan bu ilahi zevki alıp gelmiştir.

İmparatorluklarda sodominin nasıl geliştiğini görmemek mümkün mü? Roma kartallarının koruması altında sodomi yeryüzünün bir ucundan ötekine uzanır; imparatorluğun çöküşüyle birlikte papalık tacının yakınlarına sığınır, İtalya’da sanatları izler, biz uygarlaşırken de bize ulaşır. Ne zaman bir toprak parçası keşfetsek orada sodomiyle karşılaşırız. Cook yeni bir dünyaya her demir attı­ğında orada sodominin hüküm sürdüğünü görür. Balonlarımız Ay’a varmış olsaydı, orada da bulunurdu sodomi. Tatlı zevk, doğanın ve hazzın evladı, nerede insan varsa orada sodomi de vardır, görüldüğü her yerde sunaklar dikilir sodomiye! Ey dostlarım, kıç deliğinden haz almayı am deliğine tercih etti diye, hem âşık hem metres olarak iki zevki birden bulduğu bir genç adamı, tek bir haz vaat eden genç bir kıza tercih etti diye bir erkeğin ölümü hak etmiş bir canavar olduğunu düşünmek kadar zırvalık olabilir mi? Kendininkinden farklı bir cinsel rolü oynamak istemek canavarlık, hergelelik olur, öyle mi! Peki niçin doğa bu zevke duyarlı yarattı insanı?

Sodomi yapanın yapısını inceleyin; bu ortak zevki tatmamış erkeklerden tamamen farklı olduğunu göreceksiniz onun; kalçaları daha beyaz, daha tombul olur; zevk sunağını gölgeleyen tek bir tüy bile yoktur, daha zarif, daha şehvetli, daha duyarlı bir zarla kaplı olan bu sunağın içi, bir kadın vajinasının tüm olumlu özelliklerine de sahiptir; öteki erkeklerden farklı olan bu adamın karakterinde daha fazla yumuşaklık, daha fazla esneklik vardır; kadınlardaki erdemlerin ve ahlâksızlıkların hemen hemen tümünü onda bulursunuz; kadınların zayıflıkları bile vardır onda; onların tuhaf alışkanlıklarından ve güzelliklerinden bazıları bile vardır onda. Onları bu şekilde kadınlarla özdeşleştirmiş doğanın onların zevklerine sinirlenmesi mümkün müdür? Bunun ötekinden farklı bir erkek sınıfı olduğu ve bunları yaratan doğanın, aşırı yayılması kaçınılmaz olarak doğaya zarar verecek olan üremeyi azaltmak istediği açık değil mi?... Ah! Sevgili Eugenie, koca bir yarak arkanızı doldurduğunda nasıl tatlı bir zevk alırsınız bir bilseniz; taşaklara kadar sokulduğunda, kıçınızda ateşli bir şekilde kımıldayıp durduğunda; başın kapçığına kadar çekilip kıllara kadar sokulduğunda alacağınız zevki bilemezsiniz! Hayır, hayır, tüm dünyada buna bedel bir zevk yoktur: Filozoflara, kahramanlara özgü bir zevktir bu, tanrıların zevkidir, tabii ki bu ilahi zevkin taraflarıdır yeryüzünde tapmamız gereken tanrılar!

Evreni baştan başa dolaştığımızda, kadınlardan hoşlanmayan ne çok halk görürüz! Öyleleri vardır ki, kadınları yalnızca kendi yerlerine geçecek çocuklara sahip olmak için kullanırlar. Cumhuriyetlerde erkeklerin birlikte yaşama alışkanlıkları bu ahlâk bozukluğunu her zaman daha yaygın kılar, ama bu durum kesinlikle tehlikeli değil­dir. Yunan yasa koyucuları sodominin tehlikesine inansalardı bunu kendi cumhuriyetlerine dahil ederler miydi? Tam tersine, savaşçı bir halk için sodominin gereğine inanıyorlardı. Plutarkhos, erkek âşıklar ile erkek sevgililerin muharebesinden heyecanla söz eder; Yunan’ın özgürlüğünü uzun süre yalnızca onlar savundu. Bu ahlâk bozukluğu, silah kardeşleri birliğinde hüküm sürdü; bu birliği sağlamlaştırdı; en önemli insanlar buna eğilim gösterdi. Tüm Amerika, keşfedildiğinde, bu zevke sahip insanlarla doluydu. Louisiana’da, Illinois’liler arasında, kadın gibi giyinmiş yerliler, kadın fahişeler gibi orospuluk yapıyordu. Benguelo’deki zenciler erkekleri herke­sin gözü önünde metres tutar; başkent Cezayir’deki hemen hemen tüm saraylar bugün yalnızca genç oğlanlarla doludur. Tebai'de oğlan çocuklarıyla sevişmeye hoşgörü göstermekle kalınmaz emredilir de; Khaironeia filozofu [Sokrates; ç.n.] genç insanlara ahlâkını yumuşatmak için sodomiyi öğütlüyordu.

Sodominin Roma’da büyük ölçüde hüküm sürdüğünü biliyoruz: Genç oğlan çocuklarının kız giysisi içinde ve genç kızların da oğlan giysisiyle fahişelik yaptığı halka açık yerler vardı. Manialis, Catullus, Tibullus, Horatius ve Vergilius sanki metreslerine yazar gibi dizeler yazmışlardı erkeklere ve nihayet, Plutarkhos’ erkek­lerin aşkında kadınlara yer olmadığını yazar. Girit adasındaki Amasiyenler eskiden genç oğlanları eşi benzeri hiç görülmemiş törenlerle kaçırıyorlardı. Bunlardan birini sevdiklerinde, seven kişi kaçıracağı günü aileye haber veriyordu; genç erkek eğer âşığı hoşuna gitmezse biraz direniyordu; tersi durumda, onunla gidiyor­du ve ayartıcı, genç oğlandan yararlanır yararlanmaz ailesine geri yolluyordu; çünkü, kadınlardan yararlanıldığında olduğu gibi bu durumda da tutkunun tatmini her zaman yeterli oluyordu. Strabon, yine bu adadaki sarayların yalnızca oğlan çocuklarıyla dolu olduğu­nu söylemektedir: Bu çocuklar herkese fahişelik yapıyorlardı.

Bu ahlâksızlığın bir cumhuriyette ne kadar yararlı olduğunu kanıtlamak için son bir otoritenin daha sözünü dinlemek ister misi­niz? Aristotelesçi Jerome’u dinliyelim. Oğlan çocuklarıyla aşk, der bize, tüm Yunan’da yaygındı, çünkü cesaret ve güç veriyor, tiranları kovmaya yarıyordu; âşıklar arasında gizli ittifaklar kuruluyordu ve bunlar suç ortaklıklarını ele vermektense işkence görmeyi tercih ediyordu; böylece yurtseverlik her şeyi devletin refahına feda edi­yordu; bu bağların cumhuriyeti güçlendirdiği kesindi, kadınların aleyhinde atılıp tutuluyordu, bu tür yaratıklara bağlanmak, despo­tizme özgü bir zayıflıktı.

Oğlancılık savaşçı halkların ahlâk bozukluğu oldu her zaman. Galyalıların buna son derece bağlı olduklarını Sezar belirtir. Cumhuriyetlerin desteklediği savaşlar, iki cinsi birbirinden ayıra­rak bu ahlâk bozukluğunu yaydılar ve devlete pek yararlı sonuçları görüldüğünde din de bir süre sonra oğlancılığı kutsadı. Romalıların Jüpiter ve Ganimed aşklarını kutladıkları bilinmektedir. Sextus Empiricus, Perslerin bu fanteziye izin verdiğini belirtir. Nihayet, bu durumu kıskanan ve aşağılanan kadınlar kocalarına, onların genç oğlanlardan aldıkları hizmetin aynısını sundular; kimi kocalar bunu denediyse de aradıkları hayali bulamayarak eski alışkanlıklarına geri döndüler.

Muhammed’in Kuran’da kutsadığı bu sapıklığa pek eğilimli olan Türkler, çok genç bir bakirenin bir oğlan çocuğunun yerini yeterince tutabileceğini ileri sürerlerse de oğlanları sınamadan kadı­na yöneldikleri enderdir. Sixtus Quint ve Sanchez bu sefahate izin verir: Sanchez bunun üremeye yararlı olduğunu kanıtlamaya bile girişmişti, bu ön hazırlıkların ardından yapılan çocuk son derece sağlıklı oluyordu. Kadınlar da uğradıkları zararı kendi aralarında telafi ediyorlardı. Bu fantezi, hiç kuşkusuz, diğerinden daha sakın­calı değildi, çünkü tek sonuç yaratmanın reddidir ve çoğalmaktan zevk alanların imkânları, rakiplerinin asla zarar veremeyeceği kadar güçlüdür. Yunanlar, kadınların bu sapkınlığını devlet çıkarı adına destekliyorlardı. Bundan çıkan sonuç, kadınlar kendi aralarında birbirlerine yettiğinde, erkeklerle daha az sıklıkta ilişkiye girdik­lerinden cumhuriyetin işlerine hiç zarar verememiş olmalarıydı. Lukianos bu başıbozuklukların yol açtığı ilerlemeleri bize öğretir, Sappho'da da bunları görmemiz tesadüf değildir.

...

Sade

Sade: Güneşe Saldırı


...

Sade, bütün evrene karşı bir kundakçılık düşünür: "Tiksiniyorum doğadan. ..Tasarılarını bozmak, yürüyüşünü çelmelemek, yıldızların çarkını durdurmak, uzayda uçuşan küreleri altüst etmek, ona hizmet edeni yoketmek, ona zarar vereni korumak, kısacası yapıtlarında alçaltmak isterdim onu, ama bunu başaramıyorum," Evreni tuzla buz edecek bir makinist tasarlasa da boşuna, kürelerin tozunda yaşamın gene süreceğini bilir. Evrene karşı kundakçılık olur şey değildir. Her şey yokedilemez, bir kalıntı vardır her zaman. "Bunu başaramıyorum...", bu yatışmaz ve donmuş evren birdenbire zorlu bir hüzünde gevşeyiverir, Sade da hiç istemediği bir sırada bizi etkiler böylece: "Belki de güneşe saldırarak evreni ondan yoksun bırakabilir, belki de ondan yararlanıp dünyayı ateşe verebilirdik, işte bunlar gerçek birer cinayet olurdu doğrusu..." 

Başkaldıran Sade /Albert Camus

Ayıp!


Ne krallar, ne kilise; ne otoriter, ne totaliter rejimler; ne anneler babalar, ne hocalar; ne coğrafya, ne de tarih, cinselliğin dışa vurmasının bir şiire, bir resme, bir romana, bir türküye, bir filme dönüşmesinin önüne geçememişlerdir. Çünkü cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır. Zaman içinde, toplum töresi, gelenekleri değişir, ama bu gerçek değişmez. Bir gerçek varolsun da, insanoğlu onu dile getirmesin, o gerçek sanat yapıtlarına yansımasın, görülmüş şey midir bu? Görülmediği için de, insanoğlu kendini bildi bileli, cinsellik gerçeğini, kimi dönemlerde ve ülkelerde özgürce, kimi ülkelerde gizlice dile getirmiştir. Bunun da kimilerinin sandığı gibi ümmet ahlakıyla millet ahlakıyla bir ilgisi yoktur.

Yunan/Latin edebiyatı erotizmin başyapıtlarıyla doludur. Hindistan'da, tüm duvarları cinsel aşkın sahneleriyle donanmış tapınaklar vardır. Zen dininin Tantra mezhebinde, kadın ve erkek organları kutsal simgelerdir. Tantra'nun kutsal el yazmaları, cinsel organların (Yin ve Yang) ve çiftleşme (daha doğrusu tekleşme) sahnelerinin resimleriyle bezelidir.

Nietzsche'nin ünlü, "Eros'u zehirleyen tektanrılı dinler olmuştur" sözü bir gerçektir, ama zehirlenmiş de olsa, Eros yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Kilise baskısının en ağır olduğu Ortaçağ Avrupa'sı, cinsellikle dolu türküler, şiirler, destanlar, öyküler, masallar yaratmıştır. Belki tektanrıya inanan toplumlarda, cinsel sanat, Japonya'da, Çin'de olduğu gibi bir gelişme göstermemiştir, ama insan suretini yasaklayan İslam dininin geçerli olduğu ülkelerde, topluluklarda bile erotik bir sanat vardır. Kuşkusuz, her toplum, kendi özellikleri içinde bir cinsel aşk sanatı yaratmıştır. Bu nedenledir ki bugün, bir Japon, bir Hint, bir Çin, bir Avrupa, bir İslam, bir Afrika, bir Okyanusya erotizminden söz edilmektedir.

Başta, Binbir Gece Masalları olmak üzere, tüm İran ve Osmanlı (hem halk, hem divan) şiiri, Mevlana'nın ulu Mesnevisi erotik öğelerle, anlatılarla, betimlemelerle doludur. Tüm bunlar herkesin bildiği gerçekler.

Bu bilinen gerçeklere, daha az bilinen bir gerçeği ekleyelim: Cinsel aşk sanatının geliştiği dönemler, o toplumların en az sorunlu olduğu dönemlerdir. Yunan/Roma sanatına bakalım, Çin ve Japon erotizminin doruğa ulaştığı dönemleri inceleyelim, toplumun görece huzur içinde olduğu dönemlerdir bunlar. Yasaklamaların ağırlaştığı dönemlere baktığımızda ise, savaşları, toplumsal kargaşaları, ekonomik çöküntüyü ve siyasal yönetimin kendine olan güvenini yitirmeye başladığını görüyoruz.
Bugün, bizde olduğu gibi.

Dün, Batı toplumlarında olduğu gibi.

Örneğin, çok değil otuz yıl önce, 1956 yılının Kasım ayında bugün cep kitabı olarak satılıp da pek fazla bir okurun ilgisini çekmeyen cinsel aşk edebiyatının en cesur yazarı Marquis de Sade'ın kitaplarını yayımlayan Jean Jacqjues Pauvert adlı yayman kendini yargı organlarının önünde bulur.

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Birçoğu 475 adet basılmış; en yüksek tirajı 2.000 olan bu kitapları yayımlayarak kamu ahlakını bozmakla suçlanan Pauvert'i savunan ünlü hukukçu Maurice Garçon, görkemli savunmasında, düşünce özgürlüğü ve yasaklamalarla ilgili tarihsel bilgileri verdikten sonra şöyle der: "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"ne çağımızın bu kutsal kitabına varabilmek için yüzyıllarca süren bir çaba göstermiştir filozoflar, bunun savaşımını vermişlerdir. Tüm uygar devletlerin imzaladığı bu bildirge kişinin inançlarından ötürü 'rahatsız' edilemeyeceğini öngörür. 3 Eylül 1971 Anayasası, her kişiye düşüncelerini söylemek, yazmak, basmak ve yaymak özgürlüğünü verir, yazılan, basılan, yayımlanan hiçbir şey sansüre tabi tutulamaz, önceden denetlenemez, der. (İki yüz yıl önceki bu anayasa maddesini, güncelliği dolayısıyla, "özel olarak" aktardım buraya.) Daha sonra şöyle der yargıçlara savunma avukatı Maurice Garçon: "Şunu da belirteyim ki kamu ahlakı konusunda, yargı organları, her zaman yaşadıkları zamanın otuz yıl gerisindedir."

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Fransa'nın en saygın yazarlarının, düşünürlerinin savunma tanığı olarak yer aldığı bu dava sonucunda yayımcı Pauvert mahkum olmuş, Marquis de Sade'ın kitapları toplatılıp yok edilmiştir.

1956... Cezayir savaşının en kızgın dönemidir. Aradan otuz değil, on beş yıl geçmeden bu kitaplar, binlerce adet yayımlanmış ve hiçbir kovuşturmaya uğramamıştır. On beş yıl içinde kamu ahlakında ne değişmiştir ki Sade'ın kitapları, ahlak bozucu, yıkıcı, kışkırtıcı niteliklerini bu arada yitirmiştir?

Tek örnek ne Fransa'dır, ne de Marquis de Sade olayı. Örnekler her dönemde, her ülkede vardır.
Henry Miller'ın, kendi yurdunda, Amerika'da yayımlanması için otuz yıl beklemesi, Fransa'da ünlenmesi gerekmiştir. İngiltere, bırakın Lady Chatterley'nin Aşığı'nı, Majestelerinin bile okuyup anlamakta güçlük çekeceği Joyce'un Ulysses’inin yayımına izin vermemiştir. Eh, düşünce özgürlüğünün "Kâbeleri"nden sonra başka bir örnek vermek gerekir mi?

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Tüm yasaklar, koruyacakları hiçbir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır. Bugün, Türkiye'deki durum da budur. Sağdan ya da soldan, ya da ortadan biri çıkıp sorabilir: Kamu ahlakını korumak gerekmez mi? Kuşkusuz gerekir. Ama kamu ahlakını yalnız uçkura indirgeyenlerin koruyamadıkları başka ahlak değerleri vardır, demektir. Toplumun tüm "maddi ve manevi' değerleri korunduğunda, cinsellik de, onun dışa vurumu da, sanatı da, yayını da, o ahlakın çerçevesi içindeki gerçek yerlerini alır. Böylece, yasaklamadan ve yasaklanmaktan kurtulunur. Yasaklama tutkusunu niteleyecek en hafif sözcük "AYIP"tır.

Ferit Edgü'nün 
1986 tarihli bir yazısı

Gizli Günce

De Sade’ı okurken, sapıklığının kaynağını anladım. Başlangıcında, küçük bir aslana yapacağınız gibi, onu iyileştirirsiniz. Ama Tanrı sizi onun büyümesini beklemekten ve sonra da sadece onu küçükken gördüğünüz için zararsız olduğunu düşünmekten korusun.

N. gelirken sık bir şekilde zor anlar yaşıyor. Herhangi bir anda arzulanan kasılmalar vücudunda patlayabilir ama vücudu beklemenin gerilimine dayanamıyor ve onu tekrar Cennete itmem gereken büyük mağaraya giriyor. Ani ve şiddetli acıları daha uzun sürdükçe, en son kasılmaları zevkten çok acıyı daha da fazla andırıyor. Rahatlama getiren acı, bu zevkin tanımlarından biri değil mi? Bununla birlikte N. böyle bir acıyı, onu getirmek için harcadığım çabaları durdurmaya tercih ediyor.

Eğer bir kadın zevk ve acı konusunda sınırsızsa, acı için zevk duyabilir sonra zevk için acı çekebilir.

Bir defasında N. kasılmaların ulaşılmazlığının rahatsızlığıyla acı çekerken göğsünü ısırdım ve geldi. Dişlerimin izi sosyetenin erkeklerini mutsuz eden kapalı giysileri bir ay boyunca giymeye zorladı. Bundan zevk alıyorum, onu ısırıyor ve çimdikliyorum. Yakın bir zamanda tekrar yaptım. N. çıldırdı ve taşaklarımı diziyle tekmeledi. İki büklüm oldum ve ilk gecemizin anısı acıyla hücum etti. Sadece o zaman kasıtlıydı.

Korktu ve gereksizce telaş etmeye ve yüksek sesle bana yardım etmek için ne yapacağımı bilmeden ağlamaya başladı. Burada zeki bir karar verdi, kafasını göbeğime çekilmiş olan dizlerimin arasına soktu ve ona daha önce hiç vermediği kadar zevk verdi. Başlangıçta taşaklarımdaki ağrı ağır basıyordu ve onu ittirmemekten için kendimi zor tutuyordum. Sonra acı zevkle azalmaya başladı ama acı hâlâ vardı ve bu ona yeni bir renk veriyordu.

Hülyalı bir şekilde

“İşte senin De Sade’ın” dedim.

N. penisimi yanağının altına koyarak

" Ne? " diye sordu.

*
Aleksandr Puşkin
GİZLİ GÜNCE
1836 - 1837

DOĞA

Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir.

Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır. 

Antichrist (2009, Lars Von Trier)

Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Üreyen kadının Hıristiyanlığın evrenselleşmesine en büyük engel olduğunu Lekesiz Döllenme ve Bakire Doğum öğretileri aracılığıyla göstermek mümkündür. Kitonyen dünyanın doğurganlığı. Batı metafiziğine ve anneye rağmen kimlik arayışı içinde olan her erkeğin önünde duran bir engeldir. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır.

Camille Paglia

DOĞA

Başlangıçta doğa vardı. Tanrı hakkındaki fikirlerimizin kendisinden çıka­rak ve kendisine karşı biçimlendiği arka plan olan doğa, en yüce ahlaki sorun olarak kalır. Doğaya karşı tutumumuzu açıklığa kavuşturmadıkça, cinsellik ve cinsiyeti anlamayı umamayız. Cinsellik doğanın bir alt küme­sidir. Cinsellik insanda doğal olanın ta kendisidir.

Yapay bir inşa olan toplum, doğanın gücü karşısındaki bir korunaktır. Toplum olmasaydı, doğa denen barbar denizin kasırgalarında perişan olur­duk. Toplum, doğa karşısındaki o aşağılayıcı edilginliğimizi azaltan, mi­ras alınmış bir biçimler sistemidir. Bu biçimleri tedricen ya da hızlıca de­ğiştirebiliriz, ama toplumdaki hiçbir değişiklik doğayı değiştiremeyecek­tir. İnsanlar, doğanın özel kayırmasına mazhar değildir. Biz insanlar, do­ğanın üstlerinde herhangi bir ayrım gözetmeden kudretini sergilediği çok sayıdaki türden biriyiz sadece. Doğanın bizim ancak birazcık farkında ola­bileceğimiz bir temel işleyişi vardır.

İnsani hayat, korku ve kaçışla başladı. Din, yatıştırma törenlerinden, azap verici unsurları teskin etmeye yönelik efsunlardan doğmuştur. Bugü­ne değin sıcaktan kavrulan ya da soğuktan donan bölgelere pek az toplu­luk yerleşmiştir. Uygar insan, doğaya ne kadar boyun eğmiş durumda ol­duğunu kendinden gizler. Kültürün görkemi, dinin yatıştırıcılığı dikkatini çeker, inancını kazanır. Ama doğanın herhangi bir kımıldanışı her şeyi tuz­la buz etmeye yeter. Yangınlar, seller, yıldırımlar, fırtınalar, kasırgalar, ya­nardağlar, depremler - her zaman her yerde hazır ve nazırdır. Felaketler iyiyi kötüden ayırmadan vurur. Uygarlaşmış hayatın bir yanılsama haline ihtiyacı vardır. İnsanın hayatta kalma mekanizmaları arasında en kuvvetli olanı, doğanın ve Tanrının nihai iyilikseverliği fikridir. Mevcut kültür, bu fikir olmadan korku ve umutsuzluğa geri dönerdi.

Cinsellik ve erotizm doğayla kültürün iç içe geçtiği buluşma noktası­dır. Cinsellik sorunu, feministlerin bir toplumsal uzlaşma nesnesine indir­gemesi nedeniyle, kabaca aşırı basitleştirilmiş oluyor: Toplumu yeniden düzenleyin, cinsel eşitsizliği ortadan kaldırın, cinsel rolleri arıtın, böylece her yerde mutluluk ve uyum hâkim oluverecektir. Bu noktada feminizm, son iki yüzyılın tüm liberal hareketleri gibi, Rousseau’nun mirasçısıdır.

Toplum Sözleşmesi (1762) şu sözlerle başlar: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur.” İyi huylu Romantik doğayı yozlaşmış top­lumun karşısına çıkartan Rousseau, toplumsal reformlar yoluyla dünyada cennetin yaratılabileceğini sanan on dokuzuncu yüzyıl ilerlemeci akımını üretmişti. Bu içi boş umutlar, iki dünya savaşının felaketleriyle yerle bir edildi. Fakat Rousseauculuk, çağdaş feminizmin kendisinden kaynakla­narak geliştiği 1960’ların savaş sonrası kuşağında, yeniden doğdu.

Rousseau, ilk günahı, Hristiyanlığın insanın kötülüğe teşne biçimde kirli ve suçlu doğduğu itikatından kaynaklanan kötümser anlayışını redde­der. Rousseau’nun insanın doğuştan iyiliğine dair Locke’tan kaynaklanan kendi düşüncesi, bugün ABD'de toplumsal hizmetlerde, ceza hukuku mevzuatında ve davranışçı terapi uygulamalarında hâkim etik durumdaki toplumsal çevreciliğin yolunu açtı. Bu anlayış, saldırganlığın, şiddetin ve suçun toplumsal yoksunluktan - yoksul bir mahallede kötü bir evde ya­şamaktan - kaynaklandığını varsayar. Dolayısıyla da, feminizm, ırza teca­vüzün suçunu pornografiden bilir ve kendi kendini doğrulayan döngüsel bir akıl yürütmeyle sadizm tezahürlerini kendisine karşı bir tepki olarak yorumlar. Ne var ki ırza geçme ve sadizm tarih boyunca bütün kültürler­de rastlanan vakalardır.

730 sf. 
Bu kitap, Batı edebiyatının önemli yazarlarından en az okunmuşu olan Sade’ın bakış açısını benimsiyor. Sade’ın, ilk büyük Rousseaucu deney olan ve politik cennetle değil, Terör Dönemi’nin cehenneminde sonuçla­nan Fransız Devrimi’nden on yıl sonra kaleme aldığı eserleri, hiciv tarzın­da yazılmış geniş kapsamlı Rousseau eleştirileridir. Sade, Locke’dan zi­yade Hobbes’un yolunu izlemiştir. Saldırganlık doğadan gelir; Nietzsche’nin güç istemi olarak adlandıracağı şeydir. Sade'e göre, doğaya dön­mek (cinsel danışma merkezlerinden lifli yiyecek reklamlarına, hâlâ kül­türümüze işlemeye devam eden Romantik zorunluluk) dizginleri şiddet ve şehvete bırakmak demektir. Bu görüşe katılıyorum. Toplum suçlu de­ğildir, ama suçu denetim altında tutan güçtür. Toplumsal denetim zayıfla­dığında, insan doğasında varolan bütün acımasızlık açığa çıkar. Tecavüzcü­yü yaratan toplumsal koşulların kötülüğü değil, esasen toplumsal koşul­lanmanın iflasıdır. İktidar ilişkilerini cinsellikten kapı dışarı etmeye çalı­şan Feministler, kendilerini doğaya karşı konumlandırmıştır. Cinsellik güçtür. Kimlik, güçtür. Batı kültüründe, sömürücü olmayan tek bir ilişki biçimi yoktur. Herkes hayatta kalmak için öldürmüştür. Doğanın evrensel kanunu olan yok ederek yaratmak, maddede olduğu gibi düşüncede de iş­ler. Kimlik, Nietzsche’nin vârisi Freud’un ileri sürdüğü gibi, kimlik, ça­tışmadır. Her kuşak sabanını ölülerin kemikleri üzerinde sürer.

Arture 277 " SADE HALÂ KURBAN ! "

Etkiler, 1982, 

"Sade is still the victim!"

  Yüksel Arslan

→ SADE

Doğa

Cinsellik nesnesi, sanat eseri, kişilik: Batı deneyimi hücresel ve bölücüdür. Doğanın sürekliliği ve akışı üzerinde belirlenmiş bölgelerin haritasını bize dayatır. Bizler doğaya karşı birer ritüel kalkan işlevi gören Apollonik sınırlar çizdik; karmaşık kriminal kodlarımız ve ihlâlin incelikli erotizmi gibi. Cinselliğe ve topluma dair radikal eleştirilerin zayıf noktası, daemonik doğasına hükmedebilmek için cinselliğin ritüel bağlara ihtiyacı olduğunu ve toplumun baskısının cinsel hazzı artırdığını fark edememiş olmaktır. Çıplak yaşayan bir koloniden daha az erotik bir şey yoktur. Arzu, ritüel kısıtlarla yoğunlaşır. Sado-mazoşizmin maskeleri, koşumları ve zincirleri bunun içindir. (Camille Paglia)

S/A/D/E


Rousseau’nun yalın doğa teorisinin bir nedeni, Fransız yazınında doğanın tehlikelerine işaret edecek bir Faerie Queene'in yokluğudur. Bunun so­nucunda, Rousseau'nun iyimser umutlarını sınamak üzere bütün dehşetle­riyle Sade görünür. Spenser'in bütünselliğine, ancak Rousseau ve Sade birliği denk gelir. Spenser ve Sade daemonizmi cinsellikte ve doğada bu­lur. Marki de Sade (1740-1814), üniversite müfredatlarındaki yokluğuy­la, liberal insan bilimlerinin yüreksizliğini ve riyakarlığını açığa vuran, büyük bir düşünür ve yazardır. Batılı geleneğin eğitimi Sade olmadan ek­sik kalmaya mahkumdur. Sade, tüm sevimsizliğiyle birlikte yüzleşilmesi gereken bir yazardır. Gerektiği gibi okunduğunda komik bile bulabilece­ğimiz bir yazar. Satır satır Rousseau’yu hicveden Sade, Darwin, Nietzsche ve Freud'un saldırgan teorilerini önceden haber verir. Muhafazakar ve liberal hükümetler tarafından mahkum edilen Sade, yirmi yedi yılını hapishanede geçirmiştir. Kitapları yasaklanmış, ancak on dokuzuncu yüzyıl­da sınırlı özel baskılarla avant-garde Fransız ve İngiliz yazarlara ulaşabilmiştir. Sade'ın toplu eserlerinin güvenilir, eksiksiz baskıları için II. Dün­ya Savaşı sonrasını beklemek gerekmiştir. Fransız entelektüelleri onu Jean Genet üslubunda, eşcinsel bir hırsız ve hapishane kuşu azılı bir şair ola­rak bağrına bastı. Yine de Sade, Amerikalı akademisyenlerin bilincinde Çok az gedik açabildi. Liberal nezdinde onda kabul edilmesi daha zor olan cinsellik değil, şiddettir. Sade için cinsellik şiddettir. Şiddet, doğa ananın otantik ruhudur.

Sade bir geçiş dönemi figürüdür. Onun aristokrat sefihleri Laclos'nun Tehlikeli İlişkileri (1782) gibi on sekizinci yüzyılın dünyevi roma­nına aittir. Fakat Sade'ın enerji, içgüdü ve imgeleme atfettiği değer, onu doğrudan Romantisizmle ilişkilendirir. Blake, Wordsworth ve Coleridge ile aynı yıllarda yazan Sade, Rousseau'daki cinsel kimliğin alanını geniş­letirken, bir yandan da cinselliği pagan eylemin bir tiyatrosuna dönüştü­rür. Evrenin yasası ya da en değerli pagan hakikat, aşk değil kaba kuvvet­tir. Sade'ın daemonik doğa anası Asyalı Kibele'den bu yana gelmiş geçmiş en kanlı tanrıçadır. Rousseau Ulu Anaya yeniden hayat verirken, Sade onun gerçek yüzü olan zalimliği yeniden canlandırır. O, Darwin’in diş­lerinden ve pençelerinden kan damlayan doğasıdır. Rousseau'nun düstu­ru, en yalın haliyle doğayı takip etmektir. Sade, Yatak Odasında Felse­fe'de (1795) acımasızca sırıtarak, “Zalimlik doğal olandır." tespitini yapar. Justine'de (1791) doğayı bizim “ortak anamız” olarak adlandırır. Bu ka­dın, Sade’ın dünyasını yöneten bir zorbadır: “Hayır, Tanrı yoktur. Doğa kendine yeterdir; kesinlikle bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur.” Sade’ın üstün kadın karakteri olan Ulu Ana, her şeyin başlangıcı ve sonudur.

Sade'ın kutsal ayinlerinde, kural ve sınır tanımaz haz düşkünleri kam­çılayıp, ırzına geçip, iğdiş ettikleri kurbanlarının etlerini çiğ çiğ yiyip kan­larını içerler. Aztek rahipleri gibi insanları canlı canlı kesip, hala atmakta olan kalplerini çıkarırlar. Kibar Fransız aristokrasisinin bir ürünü olan Sa­de, kendi kültürünü ilkelleştirir ve dekadanlaştırır. Cinsel eylemler, cin­selliğin gizlediği vahşiliği teşhir etmek adına saldırı ve sakatlamalarla bir­likte gerçekleşir. Freud’da olduğu gibi cinsellik güdüsü ahlaki karmaşa ve tekbencilik anlamına gelir. Rousseau'nun Julie'sini, Juliette (1797) ile cevaplayan Sade, şehvetten, “O, talep eder, yıldırır, ezer.” diye söz eder. Cinsellik iktidar demektir. Cinsellik ve şiddet öylesine iç içe geçmiştir ki, cinsellik cinayet, cinayet de cinsellik demektir. Bir kadın şöyle seslenir: “Cinayet bir çeşit erotik bir etkinlik, onun aşırılıklarından sadece birisidir. İnsan zevkin doruğuna sadece şiddetle erişir". Orgazm bir şiddet patla­ması, “birleşme esnasındaki davranışların, öfkeye kapıldığımızda sergile­diğimiz davranışlarla benzerlik göstermesinde olduğu gibi” doğanın amacını işaret eden “bir tür öfke halidir". Freud, bir bebeğin anne ve babası­nın cinsel birleşmesine ilk kez tanık olduğunda, erkeğin kadına zarar ver­diğini düşündüğünden söz eder. Sade, Rousseau’nun geçmişe dair yol ha­ritasını yeniden çizer: Rousseau’daki erotizmi şekillendiren Rousseaucu bir şefkat değil, Sadecı boyun eğmedir. Kırbaçlanan sekiz yaşındaki ço­cuk, Sade tapıncının bir çömezidir.

Sade, Rousseau ile hesaplaşmasını Hıristiyanlık ile hesaplaşmasıyla birleştirir. Açık biçimde etkilemiş olduğu Nietzsche gibi o da, Hıristiyan­lığın zayıf ve dışlanmışlara olan eğilimine saldırır. Düşmüşleri korumayı sürdüren Hıristiyan merhameti "doğal düzeni bozar ve doğal yasayı ken­di amaçları için kötüye kullanır”. Üstünlüğü hak eden güçlü olandır. Sade, İsa ve Rousseau’nun tersine, yardımseverliğin ve "ahmakların insaniyet diye tarif ettiği şeyin Doğa ile bir ilgisi olmadığını”, aksine “bunların uy­garlığın ve korkuların meyveleri" olduğunu söyler. Hıristiyanlığın kurucu­su olan şahsiyet “zayıf bir kişi”, "zavallı bir tıfıldır". Sade, Hıristiyan cö­mertliğine ve Rousseau’nun eşitlik ve kardeşlik anlayışına duygusal ku­runtular oldukları gerekçesiyle yüz çevirir. Bir filozof toplumsal ve ahla­ki yükümlülüklerle ilgilenmez: "O evrende bir başınadır." Romantik bir şekilde benliğe yoğunlaştığından, Sade’in sefihleri aşkın ya da dostluğun yaşamasına asla izin vermezler. Sadakat, suç ortakları arasındaki geçici bir anlaşmadır.

İnsanlığın evrende özel bir statüsü yoktur. Sade sorar: “İnsan kimdir? Onunla dünyanın öbür bitkileri arasında, öbür hayvanları arasında ne fark vardır? Açık ki. hiç.” Bu görüş insanı organik doğa ile hemhal eden kla­sik Dionysoscu görüştür. Musevi-Hıristiyanlık insanı doğanın üstüne yer­leştirirken, Darwin gibi Sade da onu doğanın tahakkümüne boyun eğen hayvanlar alemine geri gönderir. Bitkiler alemine de: İnsanın ruhsuzdur, “mutlak anlamda maddesel bir bitkidir.” Ve mineraldir: Juliette'e göre; “İnsan Doğa’nın kölesinden başka bir şey değildir; Doğa’nın çocuğu bile değildir; onun köpüğü, ondan arta kalan bir tortudur sadece". Rousseau’nun doğa anası, oğlunu kucağında sevgiyle pışpışlayan Hıristiyan Madonna’dır. Sade'ın doğa anası ise çenelerinden sperm ve salya akan bir ca­navar, pagan bir yamyamdır.

Sade'ın evreninde insanın hiçbir üstünlüğü olmadığı için insan eylemi de “özünde ne iyi ne de kötüdür”. Doğanın bakış açısından evlilikteki cin­selliğin tecavüzden farkı yoktur. Sade insanın cömertliğinin gerçeklikle çelişen bir ütopyayı içerdiğini kanıtlamak adına tarihteki bütün kültürle­rin, hatta dinlerin gerçekleştirdiği zulümlerin bir dökümünü yapar. Frazer'ı önceleyen antropolojik eşzamanlılığı, cinsel ve kriminal kodların gö­receliliğini gözler önüne serer. Şaşırtıcı ama, Sade'ın sivil ve tanrısal yasaları reddetmesi kaosla sonuçlanmaz. Ahlaksızlar, güçlü ile zayıf, efendi ile köle ayrımı üzerine şekillenen katı ve doğal bir hiyerarşik yapı inşa ederler. Juliette'in Suç Ortaklığı ya da Sodom'un 120 Günü/'ndeki Sefih­ler Okulu'nda olduğu gibi, Sade’ın sefihleri özerk toplumsal birimlerde örgütlenirler. Bildiriler ve yönetmelikler yayımlar, resmi yerleşim alanları oluşturur ve kurbanlarını erotik gruplara ve alt gruplara ayırırlar. Karın­calar kolonisine benzer şekilde gizli sistemler inşa ederler. Sade'taki bu temalar Apollonik Aydınlanmanın ürünleridir. Dionysoscu bir seks düşkü­nü olan Sade, insanı doğanın sürekliliğinden alıkoyarken yüce varlık zin­cirini ortadan kaldırır. Buna rağmen yaşadığı dönemin düşünsel hegemonyasını sarsmayı başaramamıştır. Ahlaksızların sahip olduğu kimlik, onların sefahat için oluşturduğu cemaatten daha önemlidir. Sade’da kişilik katı ve geçirimsiz, yani Apolloncadır. Her türlü gizem ya da müphemlik ortadan kalkmış, en sapkın fanteziler bilincin soğuk ışığına döküldüğünden bilin­çaltı bomboş kalmıştır. Sade’da Apollonca kişilik Dionysoscu bir lağıma dalar ama kirlenmemiş ve bozulmamış olarak oradan çıkar.

Can çekişen ateist ile Papaz

Akıl, dostum, evet, akıl kendi başına etrafımızdakilere zarar vermememiz için bizi uyarır, bizi hiçbir zaman mutlu etmez ve kalbimiz, onların mutluluğuna çalışması, doğa tarafından yeryüzünde bize verilen en büyük şeydir; tüm insani ahlak şu söze sığar: Başkalarını kendin için arzu ettiğin oranda mutlu et ve görmek istemediğin kötülüğü ötekine yapma. İşte dostum, izlememiz gereken ilkeler bunlardır sadece ve bunları tatmak ve kabul etmek için ne dine ne de tanrıya ihtiyacımız vardı, sadece iyi bir kalp yeterlidir.  Ey vaiz, önyargılardan uzak dur, insan ol, insani ol, endişesiz ve umutsuz; dinlerini de tanrılarını da bırak gitsin; tüm bunlar insanların ellerine kılıç vermekten daha iyi değildir ve tüm bu korkuların adı bile dünyada diğer savaş ve felaketlerden daha fazla kan dökülmesine sebep oldu. Öteki dünya fikrinden vazgeç, yok öyle bir dünya, ama mutlu olma zevkinden, bu dünyada bu zevki tatmaktan vazgeçme. İşte doğanın senin varlığını pekiştirmek ya da onu söndürmek için bulduğu tek yol bu. Dostum, cinsel zevk benim en pahalı servetim oldu her zaman, ömrüm boyunca bu değeri yükselttim ve onun kollarında bitirmek istiyorum; sonum yaklaşıyor, günışığından da sevimli altı kadın yan odada bekliyor, onları bu an için sakladım, sen de bu ana katıl, onların göğüslerinde, beni örnek alarak, tüm batıl inançları, boş safsataları ve tüm aptal ikiyüzlü yanlışları unut.

Can Çekişen Ateist ile
 Papazın Konuşması'ndan

Marat / Sade

Yaşamla ölüm üzerine sohbet.



- Kitaplarında okuduğuma göre, de Sade, senin ölümsüz eserlerinin birinde tabiatın canlandırıcı gücü yıkımmış, yaşamı tartmaya yarayacak tek aracımız da ölüm.

- Doğru, Marat. Ama insanlar ölüme sahte bir önem yüklüyor. Ölen her hayvan, bitki ya da insan Tabiat'ın gübre yığınına katılır... hiçbir şeyin onsuz büyüyemeyeceği, onsuz yaratılamayacağı gübreye dönüşür. Ölüm, sürecin bir parçası sadece. Her ölüm, hatta en korkunç ölüm bile Tabiat'ın mutlak kayıtsızlığında boğulur. Tabiat izler istifini bozmadan tüm insan ırkını yok etsek bile. Tabiat'tan nefret ediyorum ben, o her şeye dayanabilen ruhsuz seyirciden, o asla dağılmayan buzdağı suratlıdan.. bu bizi gittikçe büyüyen eylemlere teşvik ediyor. Ama her ne kadar bu tanrıçadan nefret etsem de... tarihteki en büyük eylemlerin onun yasalarına uyduğunun farkındayım. Tabiat, insana kendi mutluluğu için savaşmasını öğretir. Ve elde etmek için öldürmesi gerekirse o zaman cinayet doğal bir şey olur.



Kendimizden güçsüz olanları hep ezmedik mi biz? Bitmek bilmez bir alçaklık ve şehvetle gırtlaklarına çökmedik mi? Nihai çözümü uygulamadan önce laboratuvarlarımızda deneyler yapmadık mı? İnsan bir yok edicidir. Ama öldürüp de, bundan hiç zevk almazsa, makinadan farkı kalmaz. Tutkuyla yok etmeli, insan gibi. Damiens'ın idamını hatırlatayım size... On Beşinci Louis'ye düzenlediği başarısız suikast girişiminin ardından gerçekleştirilen. Damiens'ın nasıl öldüğünü hatırlıyor musunuz? Izdırabının yanında giyotinin ne kadar yumuşak kaldığını? Kalabalığın gözleri önünde dört saat sürdü... hatta Casanova da o sırada üst pencerelerden izleyen hanımların eteklerinin altında kendinden geçiyordu. Göğsünde, kollarında, kalçalarında ve baldırlarında derin yarıklar açıldı. Her yarığa erimiş kurşun döküldü, kızgın yağ döküldü üstüne, kızgın balmumu, kükürt. Ellerini yakıp kül ettiler, ipler bağladılar kollarına ve bacaklarına ve onu dört ata koşup, atları dehlediler. Bir saat boyunca çekelediler onu... sanki her seferi ilk kezmiş gibi, ama  yine de parçalanmadı... omuzlarından ve kalçalarından testereyle kestikleri ana kadar. Önce ilk kolunu kaybetti, sonra da ikinci kolunu... ve kendine yapılanlara şöyle bir bakıp bize döndü ve herkesin anlayabileceği kadar yüksek bir sesle bağırdı. Ve ilk bacağını, ardından da ikinci bacağını kaybettiğinde hâlâ yaşıyordu. Ve sonunda, orada sallanıyordu,  sallanan başıyla kanlı bir gövde... sadece inleyen ve günah çıkaran papazın kendisine kaldırdığı krüsifiye dik dik bakan.

Bu bir festivaldi, bugünün festivallerinin yarışamayacağı bir festival. Şu aralar bizim engizisyonun
bile bir anlamı kalmadı. Artık hepsi resmi. Duygusuzca idama mahkum ediyoruz, seçilecek benzersiz, özel bir ölüm şekli de yok... bütün milletlere azar azar dağıtabileceğimiz isimsiz, ucuz bir ölüm var sadece... matematiksel bir esasa dayalı...hayatın topyekûn söneceği zaman gelene dek.