"Yeryüzünde bir cennet; çok güzel bir ev, harika bir bahçe, seçkin bir topluluk, tapılası kadınlar; ve bir anda pencerelerimizin altına yerleştirilen idam sehpası; bahçemizin orta yeri kafası kesilenlerin mezarlığına döndü. Beş gün içinde, sevgili dostum, giyotinden geçmiş bin sekiz yüz kişi kaldırdık, üçte biri de bizim bedbaht evimizin sakinlerindendi.
...
Tüm bunların ortasında, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Devletin zindanlarındaki tutukluluğum, gözümün önündeki giyotin, hayal edilebilecek bütün Bastille'lerin bana hiçbir zaman veremeyeceği kadar acı verdi." (Sade, Picpus'taki tutukluluğu sırasında)
XVI. Louis |
18. yüzyılın son çeyreğinde, cezalandırmada
başvurulan bedensel yöntemler eleştirilmeye başlar. 1788'de, işkence
-"öncelikli sorun"- Fransa'da yürürlükten kaldırılır. Yaşamanın ve
ölümün krala bağlı olmasına karşı olan Beccaria, ölüm cezasının kaldırılması
gerektiğini savunur. Ne var ki sesini tüm Avrupa'ya duyurduğunu söylemek
oldukça güçtür. Felsefecilerin hepsi katılmaz onun görüşlerine. Bununla
birlikte, birçok bilgili despot bu yeni duyarlılığa uyum gösterir. II.
Gustaf'ın İsveç'inde, II. Yekatarina'nın Rusya'sında ve II. Friedrich'in
Prusya'sında ölüm cezası kalkar. "1782 tarihinde II. Joseph'in ilan ettiği
Avusturya Ceza Yasası'yla ölüm cezası yürürlükten kaldırılır"; kaldı ki,
İmparatorluk'ta 1796-1803 yılları arasında dönem dönem yeniden uygulamaya
konur.
İdamlara az rastlanılan başka
yerler de vardır, bu da cezalarda bir yumuşamaya işaret etmektedir.
İngiltere'de, 18. yüzyılın sonunda yılda 20 kişinin asıldığı görülür. Oysa bu
sayı Elizabeth'in saltanatının sonunda 140'tır. 1780'den sonra, Paris Yüksek
Mahkemesi'nde verilen ölüm cezalarına gitgide daha az rastlanır. Cenevre'de,
asılarak idam edilenlerin sayısı 1755'ten başlayarak azalır. "Kilisenin
ve adaletin seçkin tabakası" diye yazar Michel Porret, "ölüm cezasına
karşı gittikçe büyüyen bir düşmanlık sergiler."
Yeni duyarlılığı doğrulayan bu
verilere karşın, en büyük ceza "sanayi öncesi Avrupa'da ceza sisteminin
temel taşı" olmayı sürdürür. Dolayısıyla, idam edilen beden ve onun kızgın
demirle damgalanması "devletin tekeline aldığı ceza düzeninin
merkezinde" bulunmaktadır hâlâ. Fransa'da olduğu gibi İngiltere'de de
idam halkın önünde gerçekleşir. 1757'de, Damiens'in ölüm cezasına çarptırılması
suçun canavarca yapısının sergilendiği bu ayinin en dikkat çekici örneğidir.
Ceza tiyatrosu bir şekilde kıyımın suçlunun bedenine kazınmasını sağlar. Michel
Foucault'nun yazdığı gibi, zarara uğrayan hükümdarlığın yeniden toparlanmasını
sağlar. İktidarı belirleyen kuralların merkezini oluşturur. İdam hukukun
kutsallığını kanıtlar. Özellikle Fransa'da, bedenine suçun saldırdığı kralın
gücünü ve öfkeli üstünlüğünü simgeler.
Bütün bunlar tüyler ürpertici
sefaletiyle gösterilen ve incelenen bedenin oluşturduğu acı gösterisini,
"istemli görsel şok"u içerir. Elbette, idam bir dehşet eğitiminin
parçasıdır. 1814'te, Joseph de Maistre bunu şu sözlerle anlatır: "Cellat
[suçluyu] tutar, yatırır, yatay duran bir çarmıha bağlar, kolunu kaldırır:
İşte o anda korkutucu bir sessizlik olur, yalnızca sopanın altında ezilen
kemiklerin sesiyle kurbanın çığlıkları duyulur. Derken, onu çözer, bir çarkın
üstüne taşır: Kırık kollarla bacaklar çarkın parmaklarına dolanır; baş sarkar;
saçlar diken diken olur ve fırın kapısı gibi açık ağızdan sadece ölümü çağıran
birkaç iç parçalayıcı sözcük çıkar." Acının dolaysız olarak görülebilmesi
cezanın örnek oluşturması düşüncesini güçlendirir ve suçun önlenmesine katkıda
bulunur.
İdam sırasında, öldürme işleminin
süresi deneyime dayalı bir beceriye sahip cellat tarafından kısaltılır ya da
uzatılır. Michel Foucault bu farklı acı üretimlerinin ne kadar önemli olduğunun
altını çizmiştir. "İşkenceler" katilin önemine göre değişen ve bilgi
gerektiren "genel bedensel acı ilkeleri"ni yansıtır. Sözgelimi, kral
katilinin kollarıyla bacakları kopartılır, eşkıyalar çark işkencesine sokulur,
ana ya da baba katilinin elleri kesilir. Burnun ya da kulakların kesilmesi,
dilin kızgın demirle delinmesi de ölüm cezasına çarptırılan kişinin bedenini
yavaş yavaş insanlıktan uzak bir kalıntıya dönüştüren bu anatomik parçalama
işleminin bir parçasıdır. Kimi zaman en sonda, baş ya da bedenin başka bir
parçası sergilenir. 16. ve 17. yüzyıllarda, bu acı ilkeleri özellikle
İngiltere'de son derece gelişmiştir. Krallıkta, idam mahkumunun cesedi anatomi
odasına götürülür. 1832'ye dek, yargıçlar ölüm cezasına ek bir işlem olarak
bedenin açılması kararını verirler. Böylece kıyımın sonundaki, başka koşullar
altındaki bedenin aşağılanması yöntemi yasallaşır.
İsa'nın öldüğü akşam cennete
giden iyi hırsıza göndermeyle, idam suçluya kurtulma fırsatı sunar. Suçun halk
önünde itirafı, suçlu olunduğunun kabul edilip af dilenmesi ayini, eksiksiz
bir utanç ve aşağılama düzeni, pişmanlık duygusu yaratıp onu açığa vurdurur.
Cenevre'de, yalınayak biçimde, boynunda ip, elinde yanan bir meşaleyle, kent
kavşaklarında diz çöken mahkûm pişmanlığını ifade ederek kurtuluşu hak etmeden
önce hemcinslerinin saygısını kazanır. İdam, suçlunun şehide
dönüşümünü gösterme fırsatı yaratır. Hatta lütfün izlediği yolu bile gözler
önüne serebilir.
Cezai yara izi de ayrı utanç ve
olası tövbekârlık mantığına göre düzenlenmiştir. Derinin üstündeki damga
yarayı sapkın ruhun aynası haline getirmeyi amaçlar. İz, suçlunun simgesidir,
suçlu kimliğin silinmez işaretidir. Söz konusu olan asla silinemeyecek
kötülüklerin anısının bedene kazınmasıdır; ve bu utanç damgası tıpkı
kırbaçlama gibi halkın önünde, idam sahnesini akla getiren bir sahne düzeniyle
vurulur. Fransa'da, krallığın simgesi zambakla damgalananlar bir yana,
hırsızın derisine V harfi basılır, suçun bir kez daha işlenmesi durumunda bu
yinelenir (VV). G harfi kürek mahkûmlarına [Fr. galerien] vurulur; bu
mahkûmlar adli sicillerini bir şekilde bedenlerinde taşırlar.
İdamın az önce anımsattığım
şekilde yorumlanması zengin bir yazına konu olmuştur. Thomas Laqueur İngiltere
ve kısmen de İtalya konusunda bu yorumların yanlışlarla dolu olduğunu düşünür.
İngiltere'de ölüm cezasının her şeyden önce bir devlet tiyatrosu olarak düşünülebileceğinden
kuşkulanır. Başta Almanlar olmak üzere, yabancı konuklar burada söz konusu
olan idamların gösterişten yoksun olması karşısında şaşkına döner. Devlet buna
pek özen göstermiyor gibidir. İdam ayini sıkı sıkıya denetlenmez, mahkûmun
tutumu büyük ölçüde özerktir. İdamların yerelleştirilmesi iktidarı yüceltmeye,
hatta sergilemeye yönelik bir istenci kanıtlamaz. Taşrada, idam tiyatroları
yasanın ululuğundan ziyade kırsallığa bağlıdır.
Burada, başoyuncu ne devlet ne de
mahkûmdur: Karnavallardakini anımsatan kalabalıktır. İdam bu topluluğa bir
bayram havası yaşatır. Bu anlamda, kıyıma benzer özellikler kazanır. Yüz
karasının topluluktan dışlanması bir şölendir. Thomas Laqueur'ün anımsattığı
gibi, Nietzsche daha o zamandan bunun altını çizer: Her ceza haz yaratır;
kaldı ki, idam aracılığıyla, önemsiz kişi önemlinin küçültücü bir biçimde
ölümüne tanık olabilir.
İngiltere'de, idam gösterileri
gürültücü bir kalabalığın toplanmasına yol açar. Sarhoşluk ve cinsel arzu
karışır bu bayram havasına. Öte yandan, bazı hekimler cinsel yetersizliğe çare
olarak insanlara idam izlemelerini öğütler. Darağacına giden yol her yaştan ve
her cinsiyetten insanın katıldığı, sürekli hareket halindeki bir panayır
alanıdır. Çocuklar da köpekler eşliğinde katılırlar şölene. Gösteri görkemli
olmaktan ziyade gülünçtür. Suçlunun idamı komediye dönüşür. Karnavalda olduğu
gibi, rollerin değişmesine ve halkın gülünç toplumsal bedeninin sergilenmesine
izin verir. Kimi zaman kalabalık, gösterinin ilerleyişinden hoşnut olmadığında,
öfkeyle homurdanır. Şunu da belirtelim ki, İngiltere'de, idam ilanları 1868'de
yasaklanmıştır; Fransız Devrimi orası için Kıta Avrupası'nda olduğu gibi bu
alanda belirleyici bir kırılma noktası oluşturmamıştır.
25 Nisan 1792'de giyotin uygulamasına geçilir. Makine,
idamı ve bedene uygulanan cezai işlemleri kökünden değiştirir. Giyotin hekimi
idam edilen beden teknisyenine dönüştüren, ölüm cezasına da teşrihe giriş niteliği
kazandıran o çok eski geleneğin içinde yer alır. Seri halinde öldürebilmesiyle,
kıyımın önüne geçilmesini sağlar. Halkı "yamyam" olmaktan kurtarır.
Öte yandan, idamın gelişimiyle ona yönelen bakış arasında yeni bir ilişki
kurar. Bundan böyle, ölüm göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşir. Bu yüzden,
giyotin idam edilen kişinin rolünü ortadan kaldırır ve onu kişiliksizleştirir.
Mahkûm, can çekişmesi insanlar tarafından izlenen ve ölmekte olan kişi figürünü
yansıtmaz olur artık. Birdenbire cesede dönüşen bir canlıdan başka bir şey
değildir o. Giyotin yaşanılan âna değer kazandırır. İzleyicilerin son derece
dikkatli olmasını ister. Dolayısıyla, celladın becerisinin önemsizleşmesine
neden olur.
Doktorun makinesi sayesinde, acı
tiyatrosu ortadan kalkar. "Cezalandırılması gereken birey sarsıcı
bedensel utanç deneyiminden ayrılır, çünkü cezanın acısız olduğu
varsayılır" Aydınlanma Çağı'nın getirisi olan giyotin kendi tarzında
duyarlı ruhun isteklerine karşılık verir. Beden acılarının sıfır derecesine
işaret eder. İdamların görkemini sona erdirir. Daha önce görülmemiş bir teatrallik
ve kendine özgü bir tempo yaratıp ölüm cezasının uygulanmasına yeni bir anlam
kazandırır.
Makine aynı şekilde törenin
kutsallığını da giderir. Onun kurduğu tiyatroda utanca ve pişmanlığa yer
yoktur. Giyotin acıların kabullenilmesi ve hatadan kurtulunmasına izin vermez.
İsa'nın çilesi örneği ve iyi hırsız figürü yavaş yavaş silinip gider.
Giyotin başı uçurur. Dolayısıyla
tören, insanları Medusa gibi büyüleyen başa odaklanır. Bu anlamda, makine
cehennem işidir. Canavarlar üretip durur. Ayrıca özel bir deneysel durum
doğurur: Ruh ile bedenin bir anda birbirinden ayrılışını gösterir. İdam
sehpası gitgide daha yoğun biçimde ruhun yerinin sorgulanmasına neden olan bir
teşrih masasına dönüşür. Bu şekilde kesilen baş üstüne insanlar sonraki
yüzyılda da düşünmeyi sürdüreceklerdir. Bu konuya tekrar değineceğiz.
Başka bir perspektiften, yani
çağdaşlık perspektifinden bakıldığında, giyotin denilen kusursuz makine seri
halinde öldürmeye izin verir. İdam sahnesine niceliği, dolayısıyla sıradanlığı
katar. Bu açıdan, kullanıldığı dönemin en önemli özelliklerinden biri olan
benlik duygusunun yükselişine karşı durur. Terör'ün yoğunluğunu katmerler.
Giyotin elbette bir yandan da eşitlik arzusunu doyurur. Ulus topraklarının
bütününde ceza uygulamalarının aynı olmasını sağlar.
Onu ilk kullananların gözünde,
giyotinin dibinde bir araya gelmiş yeni bir halk figürü oluşabilir. Hem canavar
üreten hem de onları yok eden makine eğitsel bir mesaj verir; cellat da
toplumsal bedenin lekesini kanatarak çıkartan Jakoben yurttaşı simgeler.
Makinenin 19. yüzyıl imgelemine
ne denli güçlü biçimde kazındığı anlaşılıyor. Yeni bir felaketi simgeler
giyotin. Kralcıların gözünde, yüceliği akla getiren devrimci idam tiyatrosu
şehitler yaratmıştır. O halde, kefaret kaçınılmazdır.
Giyotin 19. yüzyılda da -1981
yılına dek- kullanılmaya devam eder, ama o dönemden sonra, yeni duyarlılıklara
ve artık kaldırılamayan şeylere uyum sağlayıp sağlayamadığı konusu sürekli
olarak sorgulanır. Sözcüklerdeki benzerliğe aldanmamak gerek. Ölüm cezası
betimlemeleri bütünüyle farklılaşmıştır. Artık amaçlanan şey cezanın
canlandırılması değil, ruhun ele geçirilmesidir. "İnsanları
toplumdışılaştıran eski adli utanç kültürüne bedensel, acıdan kopan bireysel
iyileşme kültürü karşılık gelir."
Kuşkusuz, yeni "karanlık
cezalar" bedene etki eder. Hapishaneyle ilgili olan ve özgürlükten yoksun
bırakmaya yönelik her şey bizim konumuza da girer. Jacques-Guy Petit 19.
yüzyıldaki hapishane işkencelerini uzun uzadıya çözümlemiştir: Cezaevlerindeki
soğuk, bireyleri intihara sürükleyen hücre hapsi ya da sessizce
gerçekleştirilmesi gereken ve mahkûmları başkaldırmaya kışkırtan işlerin
aşırılığı, saatlerin denetimi, girişimcilerin cimrice dağıttıkları kokuşmuş
besinler, dip dibe yaşamanın verdiği sıkıntılar ve dayanılmaz kokular,
zindanlar, aynı şekilde ağır disiplinin yarattığı ezinçler ve bir de
cezaevlerindeki yüksek ölüm oranı.
Ne olursa olsun, toplumun seçkin
tabakaları artık bedenlerin sergilenmesinden iğrenirler; kamuya açık idamlar
da ölümlerin soyutlanmasını hedefler. Eskiden gösterilmesinde sakınca olmayan
acı artık sadece özel bir deneyim olmalıdır. İdamı sahneye taşıyarak,
"mahkûmun ruhunun sapkın bedeni üstündeki zaferini göstermek"
amaçlanır. Bedensel acının göstergeleri artık tiksinti yaratır. Mahkûmun idama
doğru ilerlerken ürkmüş bakışlarla etrafına bakması, beti benzinin atması,
yüzünden kaygının okunması, kendisinin ruhun gücüyle bedenini soyutlayamadığını
kanıtlar.
Yeni duyarlılığı belirleyen
reformlar ülkelere göre değişir. İngiltere'de, kurumlar ve yöntemler, idamın
ilanlarla duyurulmasının 1868'de kaldırılmasına dek derin anlamda bir değişikliğe
uğramaz. Bununla birlikte 1832'de kararlaştırılan Anatomy Act'ının yürürlükten
kalktığını belirtelim. Artık bu yasanın insanlık onuruna ters düştüğü
düşünülmektedir.
Fransa'da 26 Ekim 1795'te
kaldırılan ölüm cezası 12 Şubat 1810'da yeniden yürürlüğe konur. Ceza Yasası o
yıl yeniden giyotin kullanımına ve halka açık örnek cezaya, yani yüz kızartıcı
cezaya geri döner. Zorunlu çalışma ya da ağır hapis cezası mahkûmlarının
boyunlarına halka vurulur. Paris'te saat on bir ila on iki arasında, bir yük arabasının
arkasında dörder dörder, Adalet Sarayı Meydanı'na kurulmuş darağaçlarına
-Fransızlar o zamanlar bunlara pilori deniyordu- getirilirler. 1832'ye dek,
boyunlarında bileklerini saran iki kelepçeli bir zincire tutturulmuş, demirden
bir halkayla bağlanırlar darağacına. Başlarının üstünde iri harflerle adları,
ev adresleri, meslekleri, hüküm giyme nedenleri ve mahkûm oldukları ceza yazar.
Böylece bir utanç tiyatrosu oluşturulur. Bu zavallılardan bazıları gözyaşlarına
boğulup pişman olduklarını gösterir; bazılarıysa otoriteyi küçümseyip
darağacına sahip çıkar. İzleyicilere gülümser, kalabalığa şaka yapar ve
"ceza değerleri"ne boyun eğmediklerini kanıtlarlar.
1810 tarihli Ceza Yasası'nın 20.
Maddesi boyna halka vurulmasından sonra, kurbanın sağ omzunu kızgın demirle
damgalama uygulamasını yeniden getirir. T harfi süreli zorunlu çalışma
(travaııx forces) mahkûmlarının derisine vurulur; TP harfleriyse ömür boyu mahkûmiyette
(perpetuite) geçerlidir. Suçlu dolandırıcı (.faussaire) olarak biliniyorsa F,
daha önceden sabıkalıysa (recidiviste) R harfi eklenir. 1820'ye dek,
mahkûmiyete karar veren mahkemenin numarası vurulur omuzlara. Ana ya da baba
katilleri idam yerine üstlerinde gömlekle, yalınayak, başları kara bir örtüyle
kapalı halde götürülürler. İdam sehpasının üstünde halka gösterilmelerinin
ardından, öldürülmeden önce sağ bilekleri kesilir (13. Madde). Doğrusunu
söylemek gerekirse, 1832'ye kadar, on üç tane ana ya da baba katili idam
edilmiştir; aralarından dördü de bileğin kesilmesi işleminden bağışlanmıştır.
Ayrıca, Sanson'un Meıtıoires'ına inanacak olursak, cellat işkence görecek
kişinin bileğine odaklanırken, duyarlılığı azaltmak için kan dolaşımına engel
olur; kan dolaşımı yeniden eski haline dönmeden de mahkûmun boynu vurulur.
1825'te, kutsallığa hakaret
yasası, içinde mayasız ekmek bulunan kutsal kaseleri çalan kişilerin ölüm
cezasına çarptırılmasını öngörür. Komünyon ayinine saygısızlık edilmesi
durumunda, zavallı suçlunun ayrıca eli de kesilir. Ne var ki, bu yasa aslında
bu şekilde asla uygulanmaz.
Temmuz monarşisi, başlarda,
uygulamalarda köklü reformlar gerçekleştirir ve idam geleneğinden uzaklaşır.
28 Nisan 1832 tarihli yasa özel olarak ana baba katillerine uygulanan cezayı
yürürlükten kaldırır. Yalnızca onlara giydirilen giysi korunur. Boyun
halkasının ve kızgın demirle damganın yerini mahkûmun halkın önünde teşhir
edilmesi alır. Söz konusu olan 18-70 yaş arası bireylere yönelik, yargıcın
karar vereceği bir cezadır. Bedenlere zarar vermez. Kırsal kesimde, pazarın
kurulduğu günlerde, mahkûmlar sorgun dalından bir kafeste teşhir edilir.
Paris'te, kolları deriden bir kayışla bağlı halde Saray Meydanı'nda teşhir
edilirler. Sonra da deri bir kayışla direğe bağlanırlar.
Giyotin, 1832'de, Grave
Meydanı'ndan Barriere Saint-Jacques'a taşınır. Bunun öncesinde, gün ortasında,
Hotel de Ville'in önünde işler. Bir araba, mahkûmları Conciergerie'den alıp
oraya getirir. Ama artık idamlar gündoğumunda gerçekleşir. Bir cezaevi arabası
Bicetre Hapishanesi'nin bahtsızlarını Barriere Saint-Jacques'a getirir.
Böylece bedenlerin görünürlüğü konusunda yeni bir düzen başlar. Cezaevi arabası
-yeni moda olan- fahişelerin ahlak polisi tarafından bakımevine götürülmesi
işi için de, giyotinde can verenlerin bedenlerinin taşınması için de
kullanılır. 1836'da, mahkûmların zincire vurulduğu Bicetre avlusundan Toulon,
Brest ve Rochefort zindanlarına dek uzanan zincir tiyatrosu sona erer. O
döneme dek, mahkûmların geçişi, üstlerindeki utanç göstergeleri, yaptıkları
şakalar ve savurdukları küfürler, kalabalıkla laf atışmaları artık iğrenç
olarak görülen gülünç bir gösteri oluşturmuştur.
Nisan 1848'de, insanlığa
yaraşmayan bir uygulama olarak değerlendirilen halk önünde teşhir de kalkar.
1851'den başlayarak, giyotin Bicetre'de kalanların geçirildiği hapishanenin
yakınında, Roquette Meydanı'nda çalışır. 25 Kasım 1870 kararnamesiyle idam
kürsüsü, yani idam sehpası yasaklanır. Doğrudan toprağın üstüne konan giyotin
görünürlüğünü yitirir. Mahkûm ölmeyi beklerken, hareket etmesine engel olan
deli gömleğini sürekli olarak giymek zorunda değildir artık. Paris'te, 1878'den
başlayarak, idamlar La Sante Hapishanesi'nin surları yakınında gerçekleşir;
bundan böyle kalabalık da törenden uzakta tutulacaktır.
Taşrada, hapishane kapılarının
önüne giyotin konulmaya başlanır. Bununla birlikte, yüzyıl boyunca, bütün
Fransa'da idamları izlemeye büyük bir kalabalık gelir. Maxime Du Camp
kendisinin katıldığı bir idamı ayrıntılarıyla anlatır. "Başkentte, idam
sabah erkenden kalkıp gelen insanlarla gecelerini bu şekilde tamamlayan gece
kuşlarının katıldığı bir gösteridir." Kasım 1871'de, Mans'daki
bir idama 2000 kişinin geldiği tahmin edilmektedir. Temmuz 1872'de,
Toulouse'da, giyotinin önünde 10.000 kişi toplanır.
Yeni idam düzeninin tek
göstergeleri verilen acının azalması ve ölüm cezasının birbirini izleyen
mekânları değildir. İdamdan önce mahkûmun bedeni de temizlenir. Bu işlem hem
yeni sağlıkbilgisi ölçütlerine uyulmasını, hem bahtsızın sahne almasının
engellenmesini hem de bedenin açığa vurabileceği kimliğin yadsınmasını sağlar.
Mahkûm idam edilmeden önce ayaklarından ve bileklerinden bağlanır. Kolları
sıkıca arkaya götürülür; bu da başını eğmek zorunda bırakır kendisini.
Ensesini koruyabilecek olan saçları kesilir. Yola çıkılacağı zaman, bağları
görünmesin diye, omuzlarına bir ceket atılır.
Son anlarda, izleyiciler dikkatle
mahkûmun bedenine bakarlar. İdam büyük bir sessizlik içinde gerçekleşir. Son
söz retoriği bitmiştir artık. İzleyiciler adımlardaki soğukkanlılığı
değerlendirir, titremeleri kollar, yüzün rengini gözlerler. Çünkü bedenin,
ahlaki pişmanlığın içyüzünü yansıtması gerektiğini düşünürler. 1836'da,
Lacenaire'in giyotin karşısındaki tutumu ateşli bir tartışmaya konu olmuştur.
Son anlarda, onun davası başlayalı beri insanları şaşkına çeviren çift yüzlü
canavarın gerçek doğasının ortaya çıkması beklenmiştir.
Giyotin hekimlere yepyeni bir
teşrih ve özel bir deney masası sağlar. Vincent Barras'nın da dediği gibi: "Gövdeden ansızın ve kesin olarak koparılan bir baş, ruhla beden
arasındaki ilişkinin deneysel olarak incelenmesi için, o dönemin sözcükleriyle
söylersek, kusursuz bir fırsattır; bir şekilde ruhla bedenin birkaç
saniyeliğine bile olsa ayrı tutulmasını sağlar." Giyotinde can veren kişi
üstünde doğrudan yapılan deneylerin uyandırdığı aşırı ilgi bir yandan da
kişinin genelde genç ve sağlıklı biri olmasından, Dujardin-Beaumetz'in
deyişiyle "capcanlıyken ölmüş", taptaze bir cesede dönüşmesinden
ileri gelir. "Ne yazık ki, baş sesten yoksun kaldığından sesle iletişim
kuramaz; yoksa konuşurdu" diye yazar buna inanan Samuel Thomas Soemmering
1795'te. Ayrıca, deneyci hekimler ellerini çabuk tutmalıdırlar, çünkü idam
edilen bireyden geri kalan şeyler -kovaya düşen baş ve idam sehpasından hızla
kaldırılan gövde- Paris'teki "tahtalıköye", morgdaki, hastanelerdeki
ve teşrih amfitiyatrolarındaki cesetlerin yanına gömülmek üzere dörtnala
götürülür.
Başlarda, bilginler ikiye
bölünür. Kimileri benliğin devamı'ndan yanadır, yani bilincin bir biçimde
sürdüğünü düşünürler. Onlara göre, baş "yaşamsal gücü"nü korur;
sözgelimi Charlotte Corday'nin başında gözlemlenen gözkapaklarının kırpılması,
"korkunç çırpınmalar", öfke belirtileri bunu göstermektedir. Bu
hekimler -Gelsner, Jean-Joseph Sue, Soemmering de onlardandır- ayrıca başın
korkunç bir acı, "olup olabilecek en şiddetli, en büyük acıyı, en çok
hissedilen" acıyı çektiği kanısındadırlar; bunun nedeni kemiklerin direnci
yüzünden giyotinin başı gerçek anlamda kesememesinden ileri gelir. Giyotin
boynu kırar, ezer. "Ölümünün algısına ve idamının düşüncesine sahip olmak
ne korkunç bir şey" diye yazar Jean-Joseph Sue -romancı Eugene Sue'nun
babası- (1797). Böylesi kanılar hesaba katılmazsa, Terör dönemi kurbanlarının
ailelerinin geçmişe yönelik korkuları doğru anlaşılamaz.
Öte yandan, anlık ölümden yana
olanlar da vardır, Cabanis ile Marc- Antoine Petit de onlardandır. O zamanın
tıbbının en seçkin kişileri olan bu hekimlere göre, beyinde meydana gelen
kanama öylesine şiddetlidir ki bilincin korunması olanaksızdır. Dirimselliğin
farklı biçimleri göz önüne alındığında, gözlemlenen tepkilerin "liflerin
esnekliği"nden kaynaklanan hayvansı hareketler ve uyarılma olayları olduğu
anlaşılmaktadır. Her şekilde, bireyin az önce öldüğünü düşünebilmesi hayal
edilebilecek bir şey bile değildir.
19. yüzyıla
girilirken, elektrikleme deneyleri verilerin yeni bir açıdan incelenmesini
sağlar. Luigi Galvani sinir uyarılarının elektrikli bir özellik taşıdığını
ileri sürer; ona göre, bir elektrik akımı beyinden iliğe, oradan da kas
demetlerine geçer. 1802'de, Aidini idam edilerek ölen iki kişinin başlarını boyun
kesitleri birbirine değecek şekilde bağlar. Ardından birinin sağ kulağının,
ötekinin de sol kulağının üstüne birer pil koyar. Korkutucu yüz hareketleri
elde eder. Bu tür deneylere yüzyıl boyunca girişilmiştir - Bichat'dan Virchow'a
kadar herkes bu işe kalkışır. Kimileri yaşama dönüş yanılsaması yaratan
şeylerden büyülenir. 1818'de, Glasgow'da katil Matthew Clydsdale üstünde
yapılan deneyler meraklıları kaçırır. Aralarından biri bayılır. Bunun nedeni
kurbandan farklı insan duygularını yansıtan tuhaf yüz hareketleri elde
edilmesidir: öfke, korku, sıkıntı, umutsuzluk, tüyler ürpertici gülümseme.
Mary Shelley'nin Frankenstein adlı romanı şiddetli bir elektrik akımı verilen
cesedin canlanması ya da dirilmesi konusundaki o büyüleyici inancı kurgu
alanına taşır. Canavarın bedeni, üstlerinde bu tür deneyler yapılan suçluların
özelliklerini almıştır.
Bu olası acılar içindeki
yaşayan-ölü figürüyle ilgili bilimsel kanı ve tartışmaların tarihi Anne Carol
tarafından açıkça ortaya konmuştur. 1800-1820 yılları arasında yapılan
deneylerin fazlalığına karşın, iyimserler, yani ölümün anlık ve tam olduğuna
inananlar rakiplerine üstün gelir. Julia de Fontenelle'in Tıp Akademisi önünde
yaptığı açıklamadan sonra (1833), kuşku ve endişe yeniden baş gösterir. Bu
altüst oluş ölümün klinik anlamda tanımına ilişkin bir belirsizlikten ileri
gelir. İşte o zaman da yaşamla hiçlik arasında bir ara zamana inanmaya başlar
insanlar.
1850-1900 yılları arasında,
fizyoloji özerkleşirken ve deneysel tıp ağır basmaya başlamışken, bu işe daha
önce olmadığı kadar merak salan bilginler daha çok girişimde bulunup en taze
cesetleri elde etmeye çalışırlar. "Nadiren idam sehpasının altında deney
yapılır" diye yazar Anne Carol, deneyler daha ziyade "dörtnala giden
arabalarda, mezarlıkların yakınlarına kurulan derme çatma laboratuvarlarda mum
ışığında" yapılır; yapılan işlemler arasında basit otopsi, galvanik pille
elektrik verme, uyarılabilirliğin ve kasılabilirliğin ne ölçüde sürdüğünün ya
da sindirimin gözlemlenmesi sayılabilir.
Deneylerin amacı ayrı parçaları
yeniden canlandırma girişimidir. 1851'de, Claude Bernard'ın öğrencisi
Brown-Sequard kendi kanından çeyrek litre alıp giyotinde ölen birinin koluna
şırınga eder. 1866'da, Alfred Vulpian aynı deneyi kesilen baş üstünde
uygulamayı önerir; Doktor Laborde 1880'de bunu gerçekleştirecektir. Bu hekim
yalnızca idamda ölen kişinin yüzünün yeniden renklenmesini sağlar. 1884'ten
sonra, aynı hekim ve öğrencileri, "diriltme" girişimlerini son hızla
sürdürürler. Paul Bert tıp ahlakı adına bu deneylere karşı çıkar. Buna
karşılık, Laborde araştırmalarının toplumsal açıdan yarar taşıdığını düşünür:
Başarılı olursa, kesilen başla konuşulup itiraflar elde edilemez mi? Hekimler
uzun zamandır giyotin kurbanıyla iletişim kurmayı düşlemektedirler. 25 Haziran
1864'te, Velpeau ile Couty de la Pommerais iki kişiyi öldürmekten ölüme mahkûm
edilen biriyle anlaşma yaparlar: Mahkûm bilinci hâlâ yerindeyse üç kez göz
kırpacaktır. Deneyden hiçbir sonuç elde edilemez.
Giyotinde başı vurulan kişinin o
anda mı, yoksa sonradan mı öldüğü sorusu yalnızca hekimleri uğraştırmaz, basına
da yansır: 17 Ocak 1870'te, Troppmann'ın o ses getiren idamından iki gün önce,
Le Gaıdois gazetesi okurlarına giyotinin bedensel olduğundan daha çok ahlaki
bir işkence aracı olup olmadığını sorar. O dönemde bu ölüm araçlarına büyük
bir ilginin olduğuna şüphe yoktur. Başların vurulmasını izlemeyi sürdüren
kalabalıklar idam sahneleriyle dünya üstünde kullanılan idam aletleri
sergisini görebilmek için Grevin Müzesi'ni doldururlar. Dahomey'de kurban
edilen insanların görüntüsü orada giyotinin, darağacının ve "boğma
iskemlesi"nin yanında sergilenir.
Bedenin Tarihi
XVI. Louis , Marie Antoinette ve
Charlotte Cordey'in İdamları
Bedenin Tarihi
XVI. Louis , Marie Antoinette ve
Charlotte Cordey'in İdamları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder