https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/ La Coste |
Sade’ın yaşamı ve görüşleri on
dokuzuncu yüzyıl boyunca gizli tutuldu ve yirminci yüzyıl boyunca da bilinçli
olarak çarpıtıldı. Sade titiz, huysuz, soğuk ve kendini beğenmiş bir soylunun
hayatta kalan tek çocuğuydu. Ailesinin sahip olduğu mülklerin Sade üzerinde
hayal gücünü besleyici güçlü bir etkisi oldu. Ailenin şatosu La Coste,
güneyinde Luberon Dağları ile Provence’in kuzey sınırındaki Mont Ventous
arasında, güzel ve verimli bir ovadaydı. Donald Thomas’ın tarif ettiği gibi,
“Sade ailesinin La Coste ve Saumane’daki şatoları, Salvator Rosa’nın yazacağı
ya da gotik bir romanın giriş sayfalarında bulunacak türden dramatik bir
çalışmayı akla getiren, vadilerden akan nehirleri ve taraçalar halindeki bağları
yukarıdan gören bir konumdaydı”. Otranto Kalesi için Strawberry Hill'i kullanan
Horace Walpole ya da Vasık’ta kendi evinin özelliklerini kullanan William
Beckford gibi, Sade da Sodom’un 120 Günü’nde, Silling’deki korku salan kaleyi
hayal ederken kendi aile konutundan yola çıkmaktaydı:
Vaucluse Sıradağları’nın dik, ağaçlarla kaplı boğazları ve
çağlayarak akan nehirleri, heyecanla, zevk ve zorbalık vaadiyle, ve tüm bu
arzuları ancak uzaklardaki şatonun kötülüklerinin dindirebileceği denetlenemez
zevk düşkünlüğüyle yüklüydü. (...) Saumane Şatosu -yeraltı geçitleri, zarif
merdiveni, galerisi, odaları, vadinin üzerindeki alçak masif duvarlarda
görünen kanatlı pencereleriyle- Sade’nin romanında karakteristik nitelikler ve
dekorlardı.
Annesi, yetim Bourbon prensi de Conde’nin ailesindendi.
Sade, 1744’te henüz dört yaşındayken (kendisinden dört yaş büyük) prens de Conde’yi
dövünce, önce büyükannesinin Avignon’daki on beşinci yüzyıldan kalma gotik
konutuna, oradan da Saumone’daki aile şatosuna, son olarak da Ebreuil'deki eski
manastıra gönderildi. 1754’te, on dört yaşındayken, Yedi Yıl Savaşı’nın patlak
vermesi üzerine genç bir subay olarak Almanya’ya gönderildi ve burada bazı
katliam sahnelerine tanık oldu.
İlk kez 1763’te, Parisli bir
fahişeyi satanist ritüellerin eşlik ettiği kırbaçlamayla tehdit etmesi
sonucunda tutuklandı. Polisten cesaret alan bir çok Paris genelevi Sade’a
kapılarını kapadı. 1768 Paskalyasında, bir pasta aşçısının orta yaşlı dul eşini
kırbaçladı. Kadının şikayetleri öylesine büyük bir skandal yarattı ki, daha on
gün geçmeden Parisli Madame du Deffand olayın ayrıntılarını Londralı dostu
Horace Walpole’a yazıyordu. Sade’ın şiddet dolu, tek yönlü cinsel ritüelleri
tercih etmesi, onu yaygın bir nefretin kötü şöhrete sahip hedefi haline
getirdi; ancak rağbet gören şiddet zevki ve sansürsüz uygulanan halka açık
cezalandırmalar göz önünde bulundurulduğunda, verilen tepkilerin yoğunluğu Sade’a
ikiyüzlülük gibi geliyordu. 1768'deki suçlamanın ardından Sade birkaç ay
hapiste tutulduktan sonra, Paris’ten La Coste’a sürgüne gönderildi. 1772’de,
Marsilya’daki bir seks partisinin ardından, zehirleme (iki kadına öldürücü
olmayan dozlarda bir afrodizyak vermişti) ve uşağıyla cinsel ilişkiye girmekten
suçlu bulundu. Aix’de kafası kesilerek öldürülmeye mahkum edildiyse de, cellat
bir kuklanın boynunu vurdu ve Sade Sardinya Krallığı'na kapağı attı.
Mülküne el konuldu ve çocuklarının velayeti karısına bırakıldı. Sade’ın, kızını
terk etmesini asla affetmeyen zengin, acımasız ve becerikli bir kaynanası
vardı; kadın onun medeni hukuka göre cezalandırılmasını sağladı. 1777’de Sade,
kaynanasının kışkırtmasıyla, Bourbon Fransa’sının lettres de cachet adıyla
bilinen adaletsiz yasal düzenlemesi gereği, hiç yargılanmadan Vincennes
Hapishanesine atıldı.
Vincennes, rutubetli, dar,
havasız ve çok az ışık alan hücreleri olan, kasvetli ve kuleli bir kaleydi.
Sade orada tam bir tecrit hayatı yaşadı; adı gizlendi (hücre numarasından ötürü
‘Monsieur le 6’ olarak, biliniyordu); ve sanki vahşi, kafese kapatılmış bir
hayvanmış gibi yiyeceği kapıdaki bir delikten veriliyordu. Müdür hapishanede
kalanların kesin bir sessizlik içinde durmaları için Önlemler alıyor ve sert,
kurallı bir şiddet politikası uyguluyordu. Hapse atılması Sade’ı öfkelendirip
dehşete düştüyse de akıl sağlığını yitirmedi. Saplantıları hapishanenin
yalıtılmış ortamında iyice büyüdü; burada, genellikle felsefi etiğe hitap eden,
büyük bir heves, tutku ve mantıkla yüklü mektuplar yazmaya başladı. Ancak,
yayımlanacak eserler yazmaya 1784’te Bastille’e gönderilmesinin ardından
başladı. Bastille’in baskına uğrayışından birkaç gün önce, kalenin kulelerinden
kendisini ve diğer mahkûmları katlediliyorlar diye aşağıdan geçenlere bağırdığı
için buradan alındı ve Charenton akıl hastanesinde silahla korunan bölüme
gönderildi. İlk eseri olan Sodom’un 120 Günü’nün el yazısı nüshalarının yok
olduğunu zannediyordu ve eserin sonuçta ele geçmesinden hiç haberi olmadı.
1790’da, Sade gibi lettres de cachet'den ötürü mahkum edilenlere genel af ilan
edilince yeniden özgürlüğünü kazandı.
Demokratik bir coşkunluk ânında
idam edilebileceğini anlayınca, yeni rejim için yavan denecek düzeyde
propaganda yaparak tam bir broşür tasarımcısı olarak çalıştı. Bir süre,
Paris’in kendi sorumluluğu altındaki bölgesinde sulh yargıcı olarak görev
yaptıysa da, yumuşaklığı yüzünden devrimcilerin tepkisini topladı: İdam
cezasına her zaman karşıydı - tek etik cezanın sanığın ıslah edilmesi
olasılığını içeren ceza olduğunu savunuyordu; inancına göre bir kişi zevkleri
uğruna ceza işleyebilirdi ama adalet adına cinayet işlemek yanlıştı. Radikal
görüşlerinde samimiydi. Ancien regime ona düşmanmış gibi davranmıştı ve
Jakobenciliğin dehşeti belirginleştikten sonra bile, “başkentlerinde tapınma
amacıyla durmaları amaçlanan kralların, kendilerini isteyen kalabalıktan
kaçtıkları, ihtiras, tutku, intikam ve gururun her gün can sıkıntısının
kanatlarında uçarak çıkagelen günün tapınacak kişisine kurbanlar sunduğu, kendi
mülklerinde sorumluluk sahibi liderler olmaları gereken Fransız asillerin
ziyafet salonlarında utanca kapıldıkları Versailles denen o çirkin, iğrenç
köy”ü nefretle anmayı sürdürdü.
La Coste Sade's Castle |
Sade’ın siyasal reform umutları
Eylül 1792’de yok oldu. O ay, Sade’ın La Coste’daki davet odaları bir güruh
tarafından gerçekleştirilen yağma esnasında hiçbir neden yokken tahrip edildi.
La Coste’u talan etmelerinin ardından, hırsızlar Sade’ın erotik fresklerine ve
cinsel ilişkiyi kolaylaştırmak için anüse sıvı enjekte edilmesini betimleyen
bir duvar süsüne yönelik dehşet verici abartılar yaymaya başladılar. Eğer Halk
Güvenliği Komitesi bu abartılı haberleri duymuş ya da bunlara inanma yolunu
seçmiş olsaydı, Sade giyotini boylayabilirdi. Ancak, kendi mülküne ve
güvenliğine yönelik saldırılardan çok, onu rejimden soğutan Eylül Katliamlarıydı.
Bir keresinde, Kraliçe Marie Antoinette’in lezbiyen zevklerine ortak olduğu
düşünülen Princesse de Lambelle, bir güruh tarafından linç edildi. Tek bir
pala darbesiyle bedeninden ayrılan kafası bir sopaya geçirildi ve kraliçenin
pencerelerinin önünde törenle gezdirildi; kalbi çıkarılırken cesedin geri
kalanına tecavüz edildi. Göğüslerini kestikten sonra, celladı bıçağıyla
kadının cinsel organını kesti ve güruhun kahkahaları arasında bıyık gibi taktı.
Kendi ününe karşın Sade asla böyle dehşet anlarına katılmayı arzulamadı ve
güruhun iktidar hırsı taşıyan ikiyüzlüler tarafından yönlendirildiğini anladı.
Adı bir yanlışlık sonucu siyasal komplo hazırlığındaki bir grup adamın isim
listesinde yer aldığı için 1793’te yeniden tutuklanan Sade, bir başka
bürokratik hatadan ötürü giyotinden kurtuldu. Ilımlı tavrı -özellikle de
idamlar konusundaki ılımlı görüşleri- nedeniyle egemen güçler açısından
kuşkulu bir kişi haline gelen Sade, devrimin dört ayrı hapishanesinde on ay
geçirdi. En son kaldığı hapishanede, penceresinin dışındaki güzel bahçede tek
bir ay içinde 1800’den fazla insan giyotinle idam edildi; büyük olasılıkla,
Sade toplu gömme çalışmasına yardımcı oldu.
Bu tür deneyimler, Goya’nın Yarımada
Savaşı sırasında parçalanmış ve artık hiçbir kudreti kalmayan ceset
yığınlarıyla dolu savaş meydanında dolaşırken edindiği deneyimler gibi, kahrediciydi. Devrimin başarısızlığının sinyallerini veren kitle halindeki
kana susamışlık, Sade’ın mevcut eserini gözden geçirip görüşlerini
ilerletmesine, ikiyüzlülük ve iktidar hırsının insanlığın en kötü duyguları
olmadığını sergilemesine neden oldu: Kana susamışlık ve zulüm vahşi hayvanlardakilerden bile beterdi. 1801’de Napoleon ile İmparatoriçe Josephine’i
alaya alan siyasal bir broşür kendisine atfedilince Sade bir kez daha hiç
yargılanmadan Charenton akıl hastanesini boyladı ve 1814’teki ölümüne kadar da
orada kaldı. Son otuz iki yılının on yıl dışında tamamını özgürlükten yoksun
geçirdi. Püritenlerin dar kafalılığı asla azalmadı: 1805’te polis şefi Sade’ın
kilisede rahipten görüş almasına karşı çıktı. Bu son yıllarda Sade
Charenton’daki akıl hastaları için bir tiyatro oluşturarak kafasını dağıtıyordu.
Bazen dışarıdan erkek ve bayan oyuncular temin etse de, çoğu durumda uysal akıl
hastalarını oyunculuk için eğitti, onlar için oyunlar yazdı ya da diğer
repertuar çalışmalarında yönetmenlik yaptı. Bu durum, Auden’ın, insanoğlunun
yeni bir kimliğe ya da kişisel kazanıma sadece miş gibi davranarak ya da bu
kimliği kazanımı taklit ederek ulaşabilen oyuncular olduklarını ve tek farkın
da aklı başında olanların rol yaptıklarını bilmeleri, delilerinse bilmemeleri
olduğunu söyleyen prensibin enfes bir şekilde tersyüz edilmiş haliydi. Sade
kendisini hem rol yaptıklarının hem de deliliklerinin bilincinde olan
oyuncuları yönetir konumda buldu.
Hapis yaşamı Sade’a
mesleğini kazandırdı: yıkılmış bir adam olmayı. Onun zaferi bu yıkıntıyı,
yirminci yüzyıl açısından, Goya’daki kadar etkileyici bir insanlık durumuna
yönelik ifadelere dönüştürmekti. Gençliğinde ancien regime’in siyasal
denetimini pekiştiren korkuları sergilemişti; daha ileri yaşlardaki
davranışları, bir kahramanın Strindberg ya da O’Casey’de eksik olan yazgısallığına
sahip olsa da, Sade, halkın hükümranlığa eşlik eden zulümleri daha da dehşetli
gerçekleştirme arzusuna asla ihanet etmedi. Edmund Burke’ün muhteşem olanı
tanımlayışından ve Horace Walpole’un en berbat taklitçilerinden beri, korku ve
zulüm gotiğin merkezinde olmuştu: Sade’ın kurgulanmış cinsel zulümleri, Fransız
iktidar sisteminin metaforu olması amaçlanan İngiliz gotik duyarlılığının yeni
bir unsuruydu. Bu zulümler, aynı zamanda, çağdaş gerçekliğin öfkeli, bilerek
çarpıtılmış bir imajıydı.-Biyografi yazarı Donald Thomas’ın da gösterdiği gibi,
on sekizinci yüzyıl Avrupa toplumları güruhlar için görsel gösteriler biçiminde
sahnelenen yasal zulüm eylemleri gerçekleştirdiler. Yüzyılın başında Ned Ward,
Londra’nın Bridewell Hapishanesindeki genç fahişelerin ziyaretçilerin önünde
kırbaçlanmasının, “kötüleri ya da davranışları düzeltmekten ziyade
seyircilerin gözlerine ziyafet çektirmek ya da şehvet düşkünü kişilerin
ağızlarını sulandırmak için tasarlanmış” olduğunu fark etmekteydi. İskoçya’da
1746’daki Jakobusçu isyanında verilen ölüm cezasına göre mahkûmlar asılıyordu,
“ama ölene kadar değil, çünkü diri diri kesileceksin, bağırsakların çıkarılacak
ve kendi gözlerinin önünde yakılacak”.
Ölüm görsel bir şölendi ve devlet
tarafından öldürülenlerin cesetleri de ölüm sonrasında ürün haline
getiriliyordu. Örneğin, 1801’de Kraliyet Akademisi, cesedi anatomiciler
tarafından parçalarına ayrılıp sonra yeniden bir araya getirilen bir katil
olan James Legge’in kalıntılarını satın aldı. Akademide bu ceset tahta bir haç
üstüne çivilendi, üstüne alçı döküldü ve çarmıha gerilme sahnesini çalışan
sanat öğrencileri için model haline getirildi. Coventry Patmore’un ‘A London
Fete’ (Bir Londra Şenliği)
adlı şiiri bu türden gösterileri anlatıyordu:
adlı şiiri bu türden gösterileri anlatıyordu:
Ayaktakımının dudakları artık lanetler yağdıramadan
Berbat bir susuzlukla aralık kaldı;
Binlerce yürek o dehşetli umutla çarptı;
Binlerce göz, cehennem ateşiyle aydınlanan,
Yandaki darağacı ilmeğine baktı
Platform açılınca
gerginleşiveren
Nefret dolu seslerin tangırtısı ve o çınlama
Havayı boğuk ve bayıcı yaptı, ta ki
Sallanan ceset dümdüz ve hareketsiz kalana.
Gösteri bitip eğlence sona erince,
Yoğun kalabalık hemen gevşedi önce;
Bir hırsız ihtiyatla ilerledi, çalıntıyla dolu cepleri tıka
basa,
Başka yerlerde günlük rızkını aramaya.
Bir bebek oyuncak bebeğini sopaya geçirdi,
Bir anne bu güzel fikri öve öve bitiremedi;
İki çocuk bir kedi yakalayıp astı;
İki dost yürürken ateşli bir konuşmaya daldı;
Ve iki tanesi de, yer için tartışmış olanlar,
Kavga için öne çıktı, katillere özgü suratlar.
Bu türden görüntüler yirminci yüzyılda da olasılık dışı
değildi: 1990’larda Texas’ta üniversite öğrencileri idamların olduğu günün
gecesinde eyalet hapishanesinin dışında! kutlama partileri düzenliyordu.
Sade’ın 'gençliğinin Fransa’sında, 1757’de, dindar ve tuhaf bir kişi olan
Robert Damiens XV. Louis’i bıçağıyla hafifçe yaralayınca, Paris’te halkın gözleri
önünde Öylesine şeytani bir zulümle idam edildi ki (işkenceye ateş, sülfür,
sıcak kıskaç, eritilmiş kurşun ve kızgın yağ dahildi) parçalarına ayrılan
bedeni (atlar tarafından yavaş yavaş çekilerek parçalanmıştı) cansız hale
gelmeden önce saçları dimdik olmuş ve beyazlaşmıştı. Bu türden gerçekliklerle
Sade’ın yazdıkları arasındaki temel fark, Sade'ın karabasan benzeri
zulümlerinin adeta fantastik görünecek bir tarzda birbiri üstüne çabucak
yığılmasıdır; onların zenginliği hızla insanın içini bayıltır. Gerçek yaşamın
zulümleri, onları işleyenlerin günlük yaşamlarının monoton ritmi tarafından
bozulur: Damiens’ın idamını izleyenler ya bir şeyler yemek için çekip gittiler
ya da aylak aylak uzaklaştılar. Sade, kurumsallaşmış zulümleri uygulayan ya da
seyreden insanların banal salaklığı karşısında hiddetliydi.
“Her ülke ve her hükümetteki katiller, hapishane
görevlileri, aptallar; ne zaman insanı tanıma sanatını onu hapsetme ya da
öldürme sanatına tercih edeceksiniz?”
Kendi döneminin diğer eğitimli
Fransızları gibi Sade da bol bol felsefe okumuştu. Coşkuyla hayranlık
beslediği ve kuramlarını romanlarında ele aldığı Machiavelli gibi Sade da
acımasız bir mantığı ateşli duygularla birleştirdi. Doğanın Salvator Rosa’nın
betimlemelerinde olduğundan çok daha uğursuz, daima zalimce, öldürücü ve kötü
olduğunda ısrar ederek Rousseau ile diğer Aydınlanma çağı kuramcılarına karşı
çıktı. Sade’ın Juliette’ adlı eserinde Fransa’nın en kudretli insanı olan Saint
Fond, “Doğanın gerçek yasaları suç ve Ölüm" demektedir. Saint Fond’un
asistanı Noirceuil, “Kişisel çıkarlar doğanın en kutsal yasalarıdır,” der.
Sade, organize dinlerin kurum ve öğretilerini şiddetle eleştirir -“sürekli
yobazlık, anlamsız törenler ya da beyhudelikler; ve sağlam bir ahlaksal söylem
hiç yok,” diye şikayet etmekteydi gotik öyküsü The Self-Made Cuckold’da- ama
belki de Tanrıyı seksi düşündüğünden daha fazla' düşünüyordu. Tutkulu bir
idealist olarak, Tanrı’yı yaradılışın kötülük ve sefaletinden ötürü asla
affetmedi. Saint Fond, “Gözlerimi kaldırıp evrene bakıyorum: Her yerde despotça
hüküm süren kötülük, düzensizlik, suç görüyorum” der. “Kötülük, bu acıklı
dünyanın berbat düzeninde kaçınılmaz bir şey. Bunu yapılandıran Tanrı da çok
kinci bir varlık - çok barbar, çok kötü niyetli, çok taraflı, çok zalim.” Sade,
evren insanın standartlarına göre çok büyük bir yer olduğu için onun hayrete
düşüren kudretinin kutsal bir şey olduğu ve tapılması gerektiği şeklindeki
Hıristiyan görüşü kabul etmiyordu. Ayrıca, dindar insanları kaderlerine boyun
eğmelerinden ötürü affedemiyordu. “Dindarlar hiç olmadıkları kadar
zayıflar, özellikle de onlara oğlanlar sunduğunuzda. Yeterince dile
getirilmemiş olsa da, hatta çoğu zaman farkına varılmasa da, Tanrı’ya
inananlarla oğlancılar arasında güçlü bir benzerlik vardır.” Goya’nın, batıl
inancın siyasal erki engelleyen bir unsur olduğu şeklindeki görüşünü paylaşıyor
ve roman kahramanı Juliette’in ağzından Napoli kralı Ferdinand’a söylenen
sözlerle, ünlü bir komünist söylemi çok önceleri şekillendiriyordu:
“Siz insanları cehalete ve batıl inanca teslim
ediyorsunuz çünkü ya aydınlanırlarsa diye korkuyorsunuz; onları haşhaşla
uyuşturuyorsunuz, böylece sizin yaptığınız baskıyı anlayamıyorlar.”
*Juliette Birinci Kitap
Erdemsizliğe Övgü (2003),
Juliette İkinci Kitap Suç Kardeşliği (2004),
Juliette
Üçüncü Kitap ihtirasın Nirvanası (2004),
Çiviyazıtları Yayınevi, İstanbul,
çev.: Münire Yılmaer.
*
Gotik
Richard Davenport
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder