kağıt, kalem ...

...kırtasiye dükkânında camlı tezgâh ve ardındaki raflara bakıyorum; dizi dizi kalem ve kâğıt. Kanserli hücrenin terkibin­den (kâğıt üzerinde formüle edilemeyen bilimsel buluş geçer­sizdir) uzay mekiğinin rotasına kadar nice şeyin ilk tanığı bun­lar — tıpkı Stefan Zweig’ın deyişiyle, “yıldızların parladığı saatler”de insanoğlunun tinsel ufkunu açan ne var ne yok her şeyin olduğu gibi. Önce kâğıt üzerinde aya gidemeyen kişi, yeryüzünde kalmaya mahkûmdur; gemi, suda değil, kâğıtta yü­zer ilkin.

Raflara baktıkça dalmaya başlayıp, birden ecza deposun­da buluyorum kendimi; rengârenk kutularda sinir hapları. Boş dosya kâğıtları, farmakolojinin desteğini usulca ikiye bölüyor; bir yanda formüllerin kaydedildiği yer, öbür tarafta el değmemiş boşluğun taedium witae*yaşama karşı marazi isteksizlik’yi alt etmek üzere sunduğu seçenek — yazıya geçen “söyle kurtul” ilkesi, çoğu defa en etkin sinir haplarına bile galebe çalar. Her günce, az ya da çok, intiharın eşiğindeki biçare için gizli garanti supabıdır; boş kâğıt, “kendi beni”yle fütursuzca diyaloga girmeye azmeden kişi için hayata açılan köprü ise, kalem de parmağa geçirilmiş can simididir.

Kırtasiye malzemesiyle intihar, son nefesin ağır çekimini anımsatır; her gün biraz daha ve parça parça ölen, bıraktığı iz­le sessiz sedasız geleceğe kement atar; günce, öznel şimdi'yi yaydığı ölçüde sahicidir çünkü. Kâğıt, varoluşuna katlanmak üzere kaleme sarılan kişi için, tenin (beden) metaforudur; kâğıt üzerinde kalan, keskiden farksız kalemle bedene kazınmış­tır aslında — belki de bu yüzden, her gerçek yazar (has sanat­çı), kâğıt bulamamaktan ötürü değil, kâğıdında yer kalmadı­ğı için ölür; zira varoluşun yol açtığı acıya katlanmakta sen­deleyip, bunu doğurgan yaratıcılığa çevirmekte acze düştüğü noktada, iflas eden hep bedendir.

Pavese, günlüğünde sık sık intihar ettiği için, her şeye rağ­men özgür iradesiyle ölünceye dek hayatta kalmayı başarabil­miştir— Tıpkı Max Raphael gibi. Belli aralarla intihar olgu­sunu irdeleyen Raphael, 1932 yılında yazdığı metinde, Platon’dan Kant’a kadar çeşitli filozoflardan hareketle, bu konu­daki düşüncelerini adamakıllı derleyip toparlamaya çalışır; 1 Şubat 1916 tarihinde günlüğüne düştüğü notta ise er ya da geç intihar edeceği alenen ortaya çıkmıştır artık:

 “Şayet ölü­mün, organik olarak, kendi bedenimizde boy attığı eksiksiz gösterilebilirse, o zaman intihar da mükemmelen aklanabi­lir.”


...

Mehmet Ergüven'in 
bir yazısından

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder