I am Still Learning |
1789'da, idealleştirmeye dönük soyutlamaya şiddetle karşı çıkan tek ressam, renge ve gölgeye tutkuyla bağlı kalır; bu nedenle de yeni-klasiklerin düşledikleri her şeyin mutlak antitezi gibi görünür: Goya. Antiğe sapılmasına karşı çıkarak, maddenin (şeylerin maddesi, resmin maddesi) esrarı üzerine derin düşüncelere dalarak, rokokoyu modern resimden ayıran bütün mesafeyi olağanüstü kariyerinde bir çırpıda kateder. Başlarda Giaquinto'dan, Luca Giordano’dan, Giambattista Tiepolo'dan etkilenen Goya, Mengs'in ve kayınbiraderi Francisco Bayeu'nün vesayetini reddeder (uzun zaman buna razıymış gibi davransa da); kırkını geçtikten sonra ürettiği temel eserleriyle, Manet'yi, izlenimciliği, yüzyılımızdaki cüretkârlıkları, dahiyane bir biçimde ve tek başına önceler. David, Canova ve Füssli, daha 1789'da, oldukları ve kariyerlerinin sonuna kadar kalacakları durumda iken, Goya'nın yazgısında, onu başlangıçtaki üslubundan uzaklaştıracak bir evrim vardır. Goya'yı Beethoven'a yaklaştıran, 1793'teki hastalığından sonra ortaya çıkan sağırlığı değildir yalnızca; otuz-kırk yılda olgunlaşan üslubundaki olağanüstü dönüşümdür. Yalnızlığa kapanmış bu iki sanatçı, ürettikleri eserlerde, muhayyilenin, iradenin ve yaratıcı bir hiddetin, var olan bütün lisanların ötesinde durmadan zenginleştirdiği ve değişikliğe uğrattığı yöntemlerle özerk bir dünya geliştirir. Goya'nın modernliği, onu meçhul bir âleme götüren, mümkünle imkânsız arasındaki dehşetli çarpışmaya sokan o maceralı yenilenmede yatar; tarihsel ânın acısı karşısına kendine özgü hassasiyetinin ve sanatının tüm kaynaklarıyla çıkma kararında yatar. Kendine sürekli ilerlemeyi, sınırları kaygı içinde aşmayı buyurduğunu gördüğümüz ilk sanatçılardan biridir. Devrinin "zevk"inden, kendinden önceki ressamların hepsinden fazla uzaklaşacaktır; ilk tarzından vazgeçerek, tam bir ifade özgürlüğü içinde ve katı tanıklığın yalnızlığı içinde, artık sadece kendi -Goya- olacaktır. Gerçekten de alınyazısında hem ayrılık hem kavga; hem resim dilinde derin bir özgünlük, hem de ülkesinin ve döneminin sıkıntısını görmezden gelmeme kaygısı olacaktır. Eserinde bunaltacak kadar iç içe geçmiş bir halde, siyasi özgürlük kaygısı, temalarla ilgili hayal gücünün şiddetli özgürlüğü ve tam da fırça, kurşunkalem ya da tüyün hareketiyle kendini gösteren o "dokunuş" özgürlüğünü buluruz. Anlatımdaki aşırı bağımsızlık, en büyük bağımlılığı yaşamış olan bir insanın marifetidir burada. 1789 yılı, Goya için, geç de olsa resmi kariyerinde benimsenme yılıdır. Tahta geçen IV. Carlos'un saray ressamlığına atanır: Kralla kraliçenin şatafatlı portrelerini yapacaktır . Başarı kazanır. Başkası olsa mahvolurdu. Fakat Goya'da, sipariş eserlerde bile kendini belli edebilen bir enerji fazlası, aşırı bir endişe vardı.
1787'de San
Francisco de Borgia ve Ölüm Döşeğindeki Adam tablosu vesilesiyle, ölmek
üzere olan adamın etrafında diş gıcırdatan bir yığın iblisi göstermiştir: Goya'
nın eserlerinde ucubeler ve halüsinasyon ürünü kişiler ilk bu resimde ortaya
çıkar.
Çözmeyi bilenler için, Kraliyet
Halı Fabrikası için yaptığı desenler (1776’da başlamış ve 1792'ye kadar meşgul
etmiştir) aslında kapriçyolardır. Hükümdarın ve fabrika müdürlerinin arzusuna
uygun olan günlük yaşam sahneleri ve İspanyol halk yaşantısından sahnelerdir
bunlar. Goya'nın yaptığı altmış civarında mukavva desen ve bunların hazırlık
eskizleri, kuşkusuz, teknikte ve genel tonda bir evrim, güçlenen bir aydınlık,
kendine güveni daima artan bir rahatlık ve kompozisyon bilgisi
sergileyecektir. Ama biz değişmeyenlere bakalım. Başından beri Goya,
melankoliyle kararmış varlıkları, şiddet gösterilerini, kazaları, suikastleri
sahneye taşır. Kuşkusuz, İspanyol verismo'sunu biraz çabuk bir albeniyle
uzlaştıran çok sayıda sahne ise (Bağbozumu,
Çiçekçiler, Çocuk Oyunları), önce bizi zarif ve neredeyse
karşılıksız hafiflikleriyle sarsacaktır. Bu sahne, tıpkı Fragonard misali (Goya
da onun gibi salıncaklar resmeder), yaşamın haz doluluğuna erdiği, elden hemen
kaçıveren bir ânı sabitler adeta - Goya'nın farkı, onda daha az aceleci, daha
az telaşlı bir şey olmasıdır. Ama Fragonard karşısında olduğu gibi bu tablolar
karşısında da "duyumsanabilir yaşamın ışıltı bolluğu içinde kendini sunan
şeyin karanlıkta kalan yüzü" fikri musallat olur bazen bize. San Isidoro Mesiresi'nde (1787) Goya,
bir yandan Goya kalırken, bir yandan da Fragonard, Hubert Robert ve Guardi'ye
katılır: Sakinliği halkın çalkantısıyla kontrast teşkil eden geniş bir
manzaraya yer vererek, toplanmış bir kalabalığın mekândaki dağılımını ve
rengârenk uğultusunu resmeder. Irmağın tatlı balkıması ile şemsiye ve giysilerin
ipeksi aksinin birbirine cevap verdiğini görerek büyüleniriz. Fakat bu insan
yığınında hüküm süren, ne sevinç ne de birliktelik coşkusudur; erkeklerle
kadınlar tesadüfi buluşmalar arar; burada olumlu veçhesini gördüğümüz
tesadüfün, aynı zamanda bir karanlık yüzü olduğunu da sezdirir her şey bize.
Karşıtlamalı bir şekilde Gençleri ve Yaşlı Kadınlar'ı (Lille Müzesi) resmedecek
olan sanatçı, nesne ve varlıkların aşınmasını daha o zamandan, derinlemesine
sezmiştir. Buradaki temel bir kararsızlık, bir kargaşa potansiyeli, Goya
tarafından betimlenmiş ve her biri Kaosa dönüş olacak başka şenlikleri haber
verir... Goya, Mesire'de eksiksiz bir evren yaşatır ve eksiksiz bir evrende
kötülüğün ve ızdırabın da yeri olması gerektiğini biliriz. Halı desenlerinin
mukavvaları fazla hissettirmeden haber verir bunu. Son derece güzel bir ritim verilmiş
Körebe Oyununda karşımıza çıkan aslında, oyuna vurulmuş bir azaptır;
ebelenmemek için arkaya doğru eğilen kadın adeta kendi kimliğinden kaçmaktadır. Bir diğer azap simülasyonu
da Kukla'nın maruz kaldığıdır: Güleç genç kızlar-bu körpe cadılar-kollarıyla
harikulade bir kordon oluştururken, yukarı zıplatılan yan yatmış kukla
umutsuzluk hissi verir.
Yapma kahramanın çarpıklığı, çolpalığı, acı yüklü ölgünlüğü, maddenin tuhaf
yaşamını -komikliğini ve korkutma gücünü- ifşa eder bize. Bu uçarı sahne,
nesnenin yazgısına teslim olan yaratığın kapıldığı canlanma dolayısıyla, gizli
bir dehşet de içerir. Burada, yeni-klasik sanatın zapt etmeye ya da ortadan
kaldırmaya çalıştığı gölge, üstelik en derin anlamıyla çıkar karşımıza (yeni-klasik
sanatın değişmez tutkusu, biçimin saflığı marifetiyle maddenin karanlık
yazgısından kaçmaktır). Gerçekte, belki Goya da maddi karanlıklardan az
bunalmamaktadır, fakat bu karanlıkların karşısına çıkmayı seçer, onları
bastırmayı değil. Tabii ki 1789'da, bu yüzleşmedeki yoğunluğun belirtisi
olacak hiçbir şey yoktur: Goya, ilk heveslerini David gibi disiplin altına
almayı bilmiş, renk düşkünü bir ressamdır henüz. O zamana kadar eserlerinin
gizli halesinde saklanan tedirginlik verici bir unsurun tablolarında ve
gravürlerinde açıkça yüzeye çıkmasına Goya'nın ses çıkarmaması için, hem
1792-93' teki (onu sağır bırakacak olan) hastalığının, hem de o dönemdeki büyük
tarihi sarsıntının birleşik etkisini beklemek gerekecektir. Halı
mukavvalarında ele gelmeyen bir atmosferden ibaret olan şey. karanlık ilkenin
aynı anda hem yoğunlaşması hem de canlanmasıyla, bir ucubeler halkına dönüşür.
Bilinçdışı üstünlüğü ele geçirmiş
gibidir. İzleyici, ilk bakışta, buruk ve acayip bir düşün derin bir karmaşa
sayesinde ressamın ruhunu ele geçirdiğini zannedebilir. Halbuki romantik
gelenekten ve onun gerçeküstücü muadilinden miras alınmış bir yorumu Goya'ya
uygulamak, anakronizm olur. Goya'nın en tuhaf eserleri bir tek düşün
buyruklarına itaat etmez. "Aydınlanma" ruhundan doğmuş ikili bir
postüladan yola çıkarak anlamak gerekir onları: Karanlıklarla, yani batıl
inançlarla, zorbalıkla, sahtekârlıkla savaş ve kökene dönüş. Bu iki postüla,
göreceğimiz gibi, melez bir şey yaratır sonunda.
“Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır, (1797 – 98)” |
Goya, neredeyse tüm çağdaşları
tarafından güzel peşinde koşmanın ön şartı haline getirilen "antikçağa
sapma yoluna karşı çıkar, diyorduk. Onda da köken nostaljisi bulunmamasından
değildir ama bu: Kökenle kurduğu bağı, -kültürlü bir hafızada ayrıcalıklı bir
zamansal mekânın (Arkadia) ya da ilelebet değişmez bir biçimin peşine düşme
gibi değil de- kendiliğinden bir güce müracaat gibi yaşayan tek kişidir
neredeyse. Goya için köken (tıpkı Diderot ve kısa süre sonra romantikler için
olduğu gibi), ideal bir ilke değil, yaşamsal bir enerjidir. Bu enerjiyi
boğaların gözlerinden, Majas'ın
saçlarından, halkın uğultusundan, dünyanın renklerinden ister. Simgesel bir
görüntüyle ifade etmem gerekirse, hayvana dönüştürülmüş Yunan tanrısını,
Europa’yı kaçıran mitolojik beyaz boğayı başkalarına (Roma'daki
"antikacılara") bırakır; köy meydanlarında öldürülen kapkara hayvanı
resmeder o. Görüldüğü gibi, ölümcül bir tehlikenin pusuda beklediği karanlık
bir köken söz konusudur. Yaşam ölümle yan yanadır. Bu yüzden Goya'nın natürmortları nabzın ortadan
kaldırılmasıyla, bütün "hayati sıvı"nın çekilmesiyle fena halde ölü
olacaktır.
Karanlıkların kınanması bir
hayvani yaratık bolluğuna yol açar. Kökene dönüş yaşamın derin kaynaklarına
yönelir. Goya'da yaşamın renklerinin kötülük gölgelerine karışıverdiği ilginç
kavşak, melezleşme noktası burasıdır. Aklın mahkûm ettiği figürlerin hayat dolu
bir taşkınlıkla canlanmasına artık nasıl şaşırırız? Ve de köken imgelerine
gülünç dehşetin sirayet etmiş olmasına? Çocuklarını yiyen bir köken -Satürn- imgesi, bu dehşet verici ve
grotesk imge işte bu şekilde çıkacaktır ortaya. Köken ve karanlık adeta büyük
bir batma hareketi içinde iç içe geçerek birbirine karışır. Fakat bu konuda Goya,
"Aydınlanma" serüveninin sadık tanığı olarak kalmaktadır hâlâ: 1808
İspanyası'nın yaşamış olduğu sapmayı tasvir eder. İlkelerin ışığının yayıldığı,
Goya'nın da barışçıl şekilde genişlemesini umduğu Devrim Fransası, acımasız
bir ordu çehresine bürünüp baskın yapar, geçtiği yerlerde cinayetler ve
tecavüzler olur. Uğursuz bir altüst oluş sonucunda karanlıklar ışığın yerini
almıştır. Umut ihanete uğramıştır; özgürlük yönünde ilerliyor görünen tarih,
olumlu eksenini yitirir ve anlam verilemeyen bir sahne haline gelir. Görüldüğü
gibi sadece, yeni-klasik sanat bahsinde gölgenin dönüşü diye adlandırdığımızla
karşı karşıya değilizdir artık: İlk başta ışık kaynağı gibi görünmüş olanın
yerine bir karanlık kaynağını geçiren hakiki bir yer değiştirmenin
gerçekleştiğini görürüz. Gerard de Nerval'in Aurelia'sının dokunaklı bir
ânında: "Evren kapkaranlık!"
diye yankılanacak olan o haykırışı Goya'da şimdiden duyar gibiyizdir.
Burada Goya'nın son dönem eserlerini sorgulamaya devam edeceğim, çünkü 1789'da söz konusu olmuş uzak yazgıyı bize ayan beyan gösterir bu eserler. Şu hem tüylerimizi ürperten hem de bizi hayran bırakan 3 Mayısta Kurşuna Dizilenler'de infaz müfrezesindeki askerlerin oluşturduğu uyumlu ve disiplinli grup, cinnet geçiren bir ulusu resmeder; normalde ilkelerin zaferinin belirtisi olması gereken kurala uygunluk ve düzen, şiddetin icrasından başka bir şeye hizmet etmez. Sahneye verdiği açıyla Goya, Fransız süvari erlerinin suratlarını gizler: Sadece ayakları dibine konmuş iç karartıcı fenerin ışığını arkalarına alarak, profilden görünür bu askerler: Bir tek teçhizatlarını ayırt ederiz: tüfekler, şapkalar, kayış takımı, kaputlar, kılıçlar. Ön planda dururlar, ama onlardaki her şey, sahnenin dibine hâkim olan gece göğüyle ilişki ve uyum içindedir. Buna karşılık ışık, hiç dağılmadan kurbanların, özellikle de elikulağında salvonun devireceği halk adamının üzerine düşer: Goya, bu adamın güzel olmayan yüzüne, cesaretin de dehşetin de ötesine geçen yalın bir ifade vermeyi başarmıştır; çarmıha gerilir gibi kollarını kaldırıp ellerini açmış bu kaba saba isyancı, insan tarafından hakir görülen ve aşağılanan İnsan’ın arketipimsi boyutu halini alır birden. Her ne kadar mantıksal olarak fenerden gelmesi gerekse de, seyircinin gözünde ışık, azap çektirilen adamın beyaz gömleğinden yayılıyor gibidir. İnfaz müfrezesinin mekanik iradesi karşısında, ölümü yolundan döndüremeyecek olan beyhude jestlerin, mutlak aczin trajedisine tanık oluruz. Fakat ölümü yolundan döndüremeyen o beyhude iradenin ölümle isabet almayacağını ya da yok olmayacağını da sezdirmektedir bize Goya. Ebedileştirir onu. Ama David'in Marat'yı -Devrim'in büyük adamını- görkemli bir ithafla ebedileştirdiği gibi de değil. Burada, ismi ve kimliği bize aktarılmayan meçhul bir adam söz konusudur. Böylece en temel değere, en sıradan yaşamdan bile ayrılmaz olan özgürlüğe dikkat kesiliriz. Nitekim, Kant'ın 1790'da Yargı Yetisinin Eleştirisinde tanımladığı yüceliğin bu veçhesi, hiçbir yerde bu kadar açık biçimde görünmez: İnsan, kendinde keşfettiği manevi bir boyutla, kozmik kuvvetleri ya da ağırlığı altında ezildiği tarihsel şiddetleri aşar. Kasırga ve fırtına, tıpkı mermi ve giyotin bıçağı gibi, duyumsanabilir varoluşumuzun ortadan kalktığını ilan eder; fakat bu varoluşun hissemize düşen sınırlarından kesin kurtulabileceğimiz duygusunu uyandırır içimizde. 18. yüzyıldaki manzara ressamlarının bazıları bize bu yüceliği hissettirmeye çalışmışlardı; ama, çoğu "kahramanlık manzarası" ve atölyede kompozisyon teamüllerinin tutsağı olduğundan, ürpertisini hissettirmeyi istedikleri kasırgalarla fırtınaları adeta asilleştirmiş ve gayri-maddileştirmişlerdi. Ancak maddi dünyaya tüm vahşiliğini, karışmış renklerin, ışıkların ve karanlıkların bütün o içinden çıkılmaz zenginliğini verebilen ressamlar (bir Goya, bir de daha sonra Gericault) "manevi özgürlüğün" mevcudiyetini gösterebilmişlerdir. Zira hem biçimlerin icadında hem de içsel duyguda en büyük özgürlük ancak maddenin ve olayın kaçınılmazlığını kabullenmiş ve onların meydan okumasına dürüstçe cevap vermiş sanatçılara bahşedilmiştir.
*
Özgürlüğün İcadı
Jean Starobinski
Burada Goya'nın son dönem eserlerini sorgulamaya devam edeceğim, çünkü 1789'da söz konusu olmuş uzak yazgıyı bize ayan beyan gösterir bu eserler. Şu hem tüylerimizi ürperten hem de bizi hayran bırakan 3 Mayısta Kurşuna Dizilenler'de infaz müfrezesindeki askerlerin oluşturduğu uyumlu ve disiplinli grup, cinnet geçiren bir ulusu resmeder; normalde ilkelerin zaferinin belirtisi olması gereken kurala uygunluk ve düzen, şiddetin icrasından başka bir şeye hizmet etmez. Sahneye verdiği açıyla Goya, Fransız süvari erlerinin suratlarını gizler: Sadece ayakları dibine konmuş iç karartıcı fenerin ışığını arkalarına alarak, profilden görünür bu askerler: Bir tek teçhizatlarını ayırt ederiz: tüfekler, şapkalar, kayış takımı, kaputlar, kılıçlar. Ön planda dururlar, ama onlardaki her şey, sahnenin dibine hâkim olan gece göğüyle ilişki ve uyum içindedir. Buna karşılık ışık, hiç dağılmadan kurbanların, özellikle de elikulağında salvonun devireceği halk adamının üzerine düşer: Goya, bu adamın güzel olmayan yüzüne, cesaretin de dehşetin de ötesine geçen yalın bir ifade vermeyi başarmıştır; çarmıha gerilir gibi kollarını kaldırıp ellerini açmış bu kaba saba isyancı, insan tarafından hakir görülen ve aşağılanan İnsan’ın arketipimsi boyutu halini alır birden. Her ne kadar mantıksal olarak fenerden gelmesi gerekse de, seyircinin gözünde ışık, azap çektirilen adamın beyaz gömleğinden yayılıyor gibidir. İnfaz müfrezesinin mekanik iradesi karşısında, ölümü yolundan döndüremeyecek olan beyhude jestlerin, mutlak aczin trajedisine tanık oluruz. Fakat ölümü yolundan döndüremeyen o beyhude iradenin ölümle isabet almayacağını ya da yok olmayacağını da sezdirmektedir bize Goya. Ebedileştirir onu. Ama David'in Marat'yı -Devrim'in büyük adamını- görkemli bir ithafla ebedileştirdiği gibi de değil. Burada, ismi ve kimliği bize aktarılmayan meçhul bir adam söz konusudur. Böylece en temel değere, en sıradan yaşamdan bile ayrılmaz olan özgürlüğe dikkat kesiliriz. Nitekim, Kant'ın 1790'da Yargı Yetisinin Eleştirisinde tanımladığı yüceliğin bu veçhesi, hiçbir yerde bu kadar açık biçimde görünmez: İnsan, kendinde keşfettiği manevi bir boyutla, kozmik kuvvetleri ya da ağırlığı altında ezildiği tarihsel şiddetleri aşar. Kasırga ve fırtına, tıpkı mermi ve giyotin bıçağı gibi, duyumsanabilir varoluşumuzun ortadan kalktığını ilan eder; fakat bu varoluşun hissemize düşen sınırlarından kesin kurtulabileceğimiz duygusunu uyandırır içimizde. 18. yüzyıldaki manzara ressamlarının bazıları bize bu yüceliği hissettirmeye çalışmışlardı; ama, çoğu "kahramanlık manzarası" ve atölyede kompozisyon teamüllerinin tutsağı olduğundan, ürpertisini hissettirmeyi istedikleri kasırgalarla fırtınaları adeta asilleştirmiş ve gayri-maddileştirmişlerdi. Ancak maddi dünyaya tüm vahşiliğini, karışmış renklerin, ışıkların ve karanlıkların bütün o içinden çıkılmaz zenginliğini verebilen ressamlar (bir Goya, bir de daha sonra Gericault) "manevi özgürlüğün" mevcudiyetini gösterebilmişlerdir. Zira hem biçimlerin icadında hem de içsel duyguda en büyük özgürlük ancak maddenin ve olayın kaçınılmazlığını kabullenmiş ve onların meydan okumasına dürüstçe cevap vermiş sanatçılara bahşedilmiştir.
*
Özgürlüğün İcadı
Jean Starobinski
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder