DOĞA

Başlangıçta doğa vardı. Tanrı hakkındaki fikirlerimizin kendisinden çıka­rak ve kendisine karşı biçimlendiği arka plan olan doğa, en yüce ahlaki sorun olarak kalır. Doğaya karşı tutumumuzu açıklığa kavuşturmadıkça, cinsellik ve cinsiyeti anlamayı umamayız. Cinsellik doğanın bir alt küme­sidir. Cinsellik insanda doğal olanın ta kendisidir.

Yapay bir inşa olan toplum, doğanın gücü karşısındaki bir korunaktır. Toplum olmasaydı, doğa denen barbar denizin kasırgalarında perişan olur­duk. Toplum, doğa karşısındaki o aşağılayıcı edilginliğimizi azaltan, mi­ras alınmış bir biçimler sistemidir. Bu biçimleri tedricen ya da hızlıca de­ğiştirebiliriz, ama toplumdaki hiçbir değişiklik doğayı değiştiremeyecek­tir. İnsanlar, doğanın özel kayırmasına mazhar değildir. Biz insanlar, do­ğanın üstlerinde herhangi bir ayrım gözetmeden kudretini sergilediği çok sayıdaki türden biriyiz sadece. Doğanın bizim ancak birazcık farkında ola­bileceğimiz bir temel işleyişi vardır.

İnsani hayat, korku ve kaçışla başladı. Din, yatıştırma törenlerinden, azap verici unsurları teskin etmeye yönelik efsunlardan doğmuştur. Bugü­ne değin sıcaktan kavrulan ya da soğuktan donan bölgelere pek az toplu­luk yerleşmiştir. Uygar insan, doğaya ne kadar boyun eğmiş durumda ol­duğunu kendinden gizler. Kültürün görkemi, dinin yatıştırıcılığı dikkatini çeker, inancını kazanır. Ama doğanın herhangi bir kımıldanışı her şeyi tuz­la buz etmeye yeter. Yangınlar, seller, yıldırımlar, fırtınalar, kasırgalar, ya­nardağlar, depremler - her zaman her yerde hazır ve nazırdır. Felaketler iyiyi kötüden ayırmadan vurur. Uygarlaşmış hayatın bir yanılsama haline ihtiyacı vardır. İnsanın hayatta kalma mekanizmaları arasında en kuvvetli olanı, doğanın ve Tanrının nihai iyilikseverliği fikridir. Mevcut kültür, bu fikir olmadan korku ve umutsuzluğa geri dönerdi.

Cinsellik ve erotizm doğayla kültürün iç içe geçtiği buluşma noktası­dır. Cinsellik sorunu, feministlerin bir toplumsal uzlaşma nesnesine indir­gemesi nedeniyle, kabaca aşırı basitleştirilmiş oluyor: Toplumu yeniden düzenleyin, cinsel eşitsizliği ortadan kaldırın, cinsel rolleri arıtın, böylece her yerde mutluluk ve uyum hâkim oluverecektir. Bu noktada feminizm, son iki yüzyılın tüm liberal hareketleri gibi, Rousseau’nun mirasçısıdır.

Toplum Sözleşmesi (1762) şu sözlerle başlar: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur.” İyi huylu Romantik doğayı yozlaşmış top­lumun karşısına çıkartan Rousseau, toplumsal reformlar yoluyla dünyada cennetin yaratılabileceğini sanan on dokuzuncu yüzyıl ilerlemeci akımını üretmişti. Bu içi boş umutlar, iki dünya savaşının felaketleriyle yerle bir edildi. Fakat Rousseauculuk, çağdaş feminizmin kendisinden kaynakla­narak geliştiği 1960’ların savaş sonrası kuşağında, yeniden doğdu.

Rousseau, ilk günahı, Hristiyanlığın insanın kötülüğe teşne biçimde kirli ve suçlu doğduğu itikatından kaynaklanan kötümser anlayışını redde­der. Rousseau’nun insanın doğuştan iyiliğine dair Locke’tan kaynaklanan kendi düşüncesi, bugün ABD'de toplumsal hizmetlerde, ceza hukuku mevzuatında ve davranışçı terapi uygulamalarında hâkim etik durumdaki toplumsal çevreciliğin yolunu açtı. Bu anlayış, saldırganlığın, şiddetin ve suçun toplumsal yoksunluktan - yoksul bir mahallede kötü bir evde ya­şamaktan - kaynaklandığını varsayar. Dolayısıyla da, feminizm, ırza teca­vüzün suçunu pornografiden bilir ve kendi kendini doğrulayan döngüsel bir akıl yürütmeyle sadizm tezahürlerini kendisine karşı bir tepki olarak yorumlar. Ne var ki ırza geçme ve sadizm tarih boyunca bütün kültürler­de rastlanan vakalardır.

730 sf. 
Bu kitap, Batı edebiyatının önemli yazarlarından en az okunmuşu olan Sade’ın bakış açısını benimsiyor. Sade’ın, ilk büyük Rousseaucu deney olan ve politik cennetle değil, Terör Dönemi’nin cehenneminde sonuçla­nan Fransız Devrimi’nden on yıl sonra kaleme aldığı eserleri, hiciv tarzın­da yazılmış geniş kapsamlı Rousseau eleştirileridir. Sade, Locke’dan zi­yade Hobbes’un yolunu izlemiştir. Saldırganlık doğadan gelir; Nietzsche’nin güç istemi olarak adlandıracağı şeydir. Sade'e göre, doğaya dön­mek (cinsel danışma merkezlerinden lifli yiyecek reklamlarına, hâlâ kül­türümüze işlemeye devam eden Romantik zorunluluk) dizginleri şiddet ve şehvete bırakmak demektir. Bu görüşe katılıyorum. Toplum suçlu de­ğildir, ama suçu denetim altında tutan güçtür. Toplumsal denetim zayıfla­dığında, insan doğasında varolan bütün acımasızlık açığa çıkar. Tecavüzcü­yü yaratan toplumsal koşulların kötülüğü değil, esasen toplumsal koşul­lanmanın iflasıdır. İktidar ilişkilerini cinsellikten kapı dışarı etmeye çalı­şan Feministler, kendilerini doğaya karşı konumlandırmıştır. Cinsellik güçtür. Kimlik, güçtür. Batı kültüründe, sömürücü olmayan tek bir ilişki biçimi yoktur. Herkes hayatta kalmak için öldürmüştür. Doğanın evrensel kanunu olan yok ederek yaratmak, maddede olduğu gibi düşüncede de iş­ler. Kimlik, Nietzsche’nin vârisi Freud’un ileri sürdüğü gibi, kimlik, ça­tışmadır. Her kuşak sabanını ölülerin kemikleri üzerinde sürer.



Modern liberalizm, çözüme kavuşmamış çelişkilerden mustariptir. Bireyselliği ve özgürlüğü yüceltir, radikal kanadı toplumsal düzenleri baskıcı olmakla suçlar. Fakat öte taraftan da yönetimin herkese eşit im­kânlar sağlamasını bekler; yani ancak otoritenin daha da genişlemesi ve bürokrasinin güçlendirilmesiyle mümkün olabilecek bir beceri talep eder. Başka bir ifadeyle liberalizm, yönetimi zorba bir baba olarak tanımlar, an­cak ondan esirgeyici bir ana gibi davranmasını da talep eder. Feminizm bu çelişkileri miras almıştır. Her türden hiyerarşiyi baskıcı ve toplumsal bir uydurma olarak; kadın konusundaki her bir olumsuzluğu da bizzat kadını mevcut konumunda tutmak amacıyla tasarlanmış bir erkek yalanı olarak görür. Feminizm, kadınların politik eşitliğine uygun olan misyonun öte ta­rafına geçip, olumsallığın, yani doğa ya da kaderle belirlenen İnsani sınır­ların inkârı noktasına varmıştır.

Cinsel özgürlük, cinsel kurtuluş. Modern bir yanılsama. Bizler hiye­rarşik hayvanlarız. Bir hiyerarşiyi süpürüp atın, yerini muhtemelen önce­kinden daha zor katlanılır bir başkası alacaktır. Doğada hiyerarşiler vardır ve toplumda da birbirlerinin yerine geçebilen hiyerarşiler bulunur. Doğa­da, kaba kuvvet, en uygunun hayatta kalması yasadır. Toplumda, zayıflar için korunmalar vardır. Toplum, doğala karşı kırılgan barikatımızdır. Dev­letin ve dinin itibarı azaldığında, insanlar özgürdür, ne var ki bu özgürlü­ğü katlanılmaz bulur, uyuşturucular ya da depresyonla kendilerini köle­leştirmenin yeni yollarını arar. Benim teorim, cinsel özgürlük arayışı ya da kazanımını, sado-mazoşizmin de takip edeceğidir. Romantizm her koşul­da çöküşle sonuçlanır. Doğa katı bir angaryacıdır. Bireyselliği ezen çekiç ve örstür. Mutlak özgürlük, toprak, hava, su ve ateş tarafından yok edilir­di.

Cinsellik, feminizmin kabul ettiğinden daha karanlık bir güçtür. Cin­sellik konusunda çalışan davranışçı terapistler, suçluluktan arınmış, hatasız bir cinselliğin mümkün olduğuna inanır. Ne var ki, cinsellik bütün kül­türlerde tabularla kuşatılmıştır. Cinsellik, ahlakın ve iyi niyetin ilkel dür­tülere yenik düştüğü, insan ile doğa arasındaki temas noktasıdır. Ben bu­nu kesişme olarak adlandırıyorum. Bu kesişme, her şeyin geceleyin geri geldiği Hekate’nin tekinsiz kavşağıdır. Erotizm, hayaletlerin kol gezdiği bir alemdir. Soluk yüzlerin ötesindeki, hem lanetli hem tılsımlı bir yerdir.

Bu kitap, kültürün en iyi dileklerimize aykırı olan ne kadar çok şey içerdiğini gösterir. İnsan bedeninin zihniyle bütünleşmesi, cinselliği bir haz eylemi kılmak ya da kadınların yurttaşlık haklarını genişletmek gibi yollarla çözümlenemeyecek kadar derin bir meseledir. Vücut bulma, zih­nin maddeyle sınırlanması, imgeleme yapılmış bir hakarettir. Aynı ölçüde tahkir edici bir başka şey de bizim tercihimiz olmayan fakat doğanın bi­ze zorla kabul ettirdiği cinsiyettir. Fizikselliğimiz bir işkencedir; bedeni­miz ise Blake’in üzerinde çarmıha gerilmiş bulunduğumuzu tahayyül et­tiği doğanın ağacı.

Cinsellik daemoniktir. Romantizm üzerine incelemelerde son yirmi beş yıldır kullanımda olan bu terim, Yunancada Olympos tanrılarından da­ha az tanrısallık atfedilmiş ruhsal varlıklar için kullanılan daimon kelime­sinden türetilmiştir (bu nedenle ben, kelimeyi “daemonik” şeklinde telâf­fuz ediyorum). Yerinden yurdundan kovulan Oedipus, Kolonus’ta bir daemona dönüşür. Bu kelime kişinin koruyucu gölgesi anlamına gelir. Hı­ristiyanlık, daemonik kelimesini demonik, yani “şeytanî” kelimesine çe­virmiştir. Büyük daemonlar kötü değildi - daha doğrusu, içinde yaşadık­ları doğanın kendisi gibi, hem iyi hem de kötüydü. Freud'un bilinçdışı, da­emonik bir ülkedir. Gündüzleri toplumsal varlıklarız, geceleri doğanın hü­küm sürdüğü, cinsellik, zalimlik ve biçim değiştirmelerden başka yasanın bulunmadığı düşler âlemine göçeriz. Gündüzün tâ kendisi de daemonik gecenin istilasına uğrar. Erdeme ve düzene yönelik çabalarımızı yolundan saptırıp nesneleri ve kişileri tekinsiz bir avraya bürüyerek hayal gücünde, erotizmde ân be ân yanıp sönen gece, sanatçının gözlerinden önümüze se­rilir.

Cinselliğin hayaletsi karakteri, Freud’un parlak “aile romansı” teorisi­ne içkindir. Her birimizin beşikten mezara kadar taşıdığımız ve kimi nasıl sevdiğimizi ya da kimden nasıl nefret ettiğimizi belirleyen bir özellik ola­rak, cinsel personaların oluşturduğu ensest ilişkiler grubunun bir parçasıyızdır. Dostlarla ve düşmanlarla gerçekleşen her temas, otoriteye karşı vu­ku bulan her çatışma ya da teslimiyet, aile romansının çarpıtılmış izlerini taşır. Aşk, kalabalık bir temsildir; çünkü Harold Bloom’un da söylemiş olduğu gibi, “Hiçbir zaman tek bir insanı kucaklayamayız (ister cinsel is­ter başka bir şekilde); onun aile romansının bütününü kucaklayabiliriz an­cak.” Cathcxis’in yani libidonal enerjinin belirli kişi ya da nesnelere yö­nelmesinin esrarı hakkında bildiklerimiz hâlâ neredeyse hiç mesabesinde­dir. Cinsellik ve duygusallıkta özgür iradenin rolü önemsiz denecek kadar azdır. Şairlerin de bildiği gibi, âşık olmak akıldışıdır.

Cinsellik de, sanat gibi simgelerle yüklüdür. Aile romansı, yetişkin cinselliğinin daima bir temsil, yitip gitmiş gerçekliklerden kalkarak yapı­lan ayinsel rol kesmeler olduğu anlamına gelir. Tümüyle İnsani bir ero­tizm belki de imkansızdır. Her aile romansının bir yerlerinde düşmanlık ve saldırganlık, bilinçdışı bir cinayet arzusu yatar. Çocuklar sahip oldukları kontrolsüz egoizm ve istemle birer canavardırlar, çünkü onlar doğadan gelen ahlaksızlığın düşmanca imalarıdır. Bizler bu daemonik iradeyi ebe­diyen içimizde taşırız. Pek çok insan edinilmiş ahlaki ilkelerle onun üze­rini örter ve onunla sadece uyanır uyanmaz aceleyle unuttukları düşlerin­de karşılaşırlar. Güç istemi doğuştandır, ama aile romansının cinsel kural­ları öğrenilir. İnsan, bilincin hayvani güdülerle bu kadar iç içe bulunduğu tek canlıdır. Batı kültüründe, salt fiziksel ya da kaygılardan azade bir cin­sel ilişkiye katiyen rastlanmaz. Her etkilenme, her temas kalıbı, her or­gazm psişik gölgelerle şekillenir.

Cinsellik yoluyla özgürlük arayışı yenilgiye mahkûmdur. Cinselliğe, mecburiyet ve kadim Zaruret hükmeder. Aile romansının cinsel personaları, Ferenczi’nin okyanusla özdeşleştirdiği vurup çekilen bir tufan dalga­sıyla, ilksel çözülmeye doğru bir gerileme hareketiyle silinir gider. Or­gazm bir tahakküm, bir teslimiyet ya da bir çıkıştır. İnsan kimliği, insafsız doğa nezdinde özel bir saygıya mazhar değildir. Çoğu erkeğin seksin ar­dından sırtını dönmesinin ya da kaçmasının nedeni de budur; çünkü erkek­ler daemonik olanın tahrip edici gücünü sezinler. Batılı aşk, kozmik ger­çeklerin yer değiştirmesidir. Hükmedilemeyen ya da hükmedilemez güç­leri rasyonelleştiren bir savunma mekanizmasıdır. İlk zamanların dini gi­bi, ilksel korkumuzu denetim altına almamıza imkân veren bir aygıttır.

Doğa anlaşılamadığı içindir ki cinsellik de anlaşılamaz. Bilim, doğa­nın işleyişine ilişkin bir mantıki çözümleme yöntemidir. Doğanın güçleri­nin maddiliğini ve çoğu kez kestirilebilir olduğunu göstererek, insanın ev­ren hakkındaki kaygılarını hafifletmiştir. Fakat bilim, daima doğanın geri­sinde kalır. Doğa ne vakit isterse kendi yasalarını ihlal eder. Bilim ise tek bir yıldırımı bile yolundan çeviremez. Batı bilimi Apollonca düşüncenin bir ürünüdür: Tanımlama ve sınıflandırma yoluyla, aklın soğuk ışığı aracı­lığıyla, arkaik gecenin yenilgiye uğratılıp kovulabileceği umududur.

Ad ve kişi, Batının biçim arayışının bir parçasıdır. Batı, nesnelerin fark­lı kimlikleri olduğunda ısrarlıdır. Tanımlamak bilmek; bilmek denetlemek­tir. Ben, Batının büyüklüğünün bu yanılsamalı kesinlikten kaynaklandığı­nı gözler önüne sereceğim. Uzak Doğu kültürü doğayla hiçbir zaman böy­le bir çatışma içine girmemiştir. Uzak Doğunun kuralı, karşı koyma değil itaat etmedir. Budist meditasyon, gerçeğin bütünlüğünün ve uyumunun arayışı içindedir. Tam bir çember çizerek Herakleitos’a geri dönen yir­minci yüzyıl fiziği, tüm maddelerin hareket halinde olduğunu kanıtlar. Bir başka deyişle, yalnızca enerjiden başka şey yoktur. Gel gelelim, Batı’nın entelektüel ve ahlaki varsayımlarını geçersiz kıldığından, bu kavrayış, ya­ratıcı anlamda özümsenememiştir.

Batılı görerek bilir. Kültürümüzün merkezinde algıya dayalı ilişkiler bulunur, sanata yaptığımız muazzam katkıları da onlara borçluyuz. Doğa­da yürüyerek görür, özdeşleştirir, adlandırır ve tanırız. Bu tanıma bizim kazadan beladan koruyucu muskamızdır, korkuyu kovma yolumuzdur. Tanıma, ritüel biliştir, bir tekrarlama-zorlamadır. Doğa güzeldir deriz. Ama bütün insanların paylaşmadığı bu estetik yargı, ne yazık ki doğanın bütünlüğünün kavranması için yetersiz kalan bir başka savunma biçimi­dir. Doğada güzel olan şey, bizi kuşatan dünyanın ince kabuğu ile sınır­lanmıştır. Bu kabuğu kazıyın, altından doğanın daemonik çirkinliği fışkıra­caktır.

Güzel olana odaklanışımız Apollonca bir stratejidir. Yapraklar ve çi­çekler, kuşlar, tepeler insanın bilinenin haritasını çıkartmak için kullandı­ğı yamalı desenlerdir. Batının doğaya bakışında bastırdığı şey, yani “top­raktan" - ama toprağın yüzeyi değil, derinliklerinden - anlamındaki kitonyen olandır. Jane Harrison bu terimi Olympos öncesi Yunan dinî için kullanır; ben de kaba şakalarla kirletilmiş olan Dionysosca terimi yerine kullanıyorum. Dionysosca, bir kır eğlencesi değildir. O, Apollon’un kaçın­dığı kitonyen gerçekliklerdir, yeraltındaki gücün kör öğütüşü, uzun ve ya­vaş bir emiş, kör karanlık ve sızıntıdır. O, biyoloji ve jeolojinin insanlık dı­şı vahşeti, Darvinci boşa harcama ve kıyımdır; bireyler olarak Apollonca bütünlüğümüzü korumak için bilincimizden sürmemiz gereken sefalet ve çürümedir. Batının bilimi ve estetiği, bu korkuyu hayali olarak daha kat­lanılabilir bir biçime dönüştürme yolundaki girişimlerdir.

Kitonyen doğanın daemonikliği, Batının kirli sırrıdır. Modern hüma­nistler, “hayatın trajik duyusunu” yetişkin kavrayışın mihenk taşı haline getirdi. İnsanın fâniliğini ve zamanın geçiciliğini edebiyatın temel temala­rı olarak tanımladılar. Bunda bir kez daha kaçışı ve hatta duygusallığı gö­rüyorum. Hayatın trajik duyusu deneyime verilen kısmi bir cevaptır. Batı­nın doğaya direnişi ve doğayı yanlış anlayışı. Romantik doğa felsefesinde daemonik Coleridge'den ziyade Rousseacu Wordsworth’ü takip eden Li­beralizmin hatalarıyla birleşen bir reflekstir.

Trajedi edebî türlerin en Batılısıdır. Bu tür 19. yüzyıl sonuna kadar Ja­ponya'da görünmüyordu. Batılı irade, kendini doğaya karşı konumlandı­rarak, kendi kaçınılmaz çöküşünü, gerçekte öyle olmadığı halde evrensel insan şeklinde dramatize etmiştir. Trajedinin Dionysos tapınmasından do­ğuşu, edebiyat tarihinin bir ironisidir. Kahramanın yıkımı, hayvanların katledilişini, hatta daha öncelerinin arkaik ritüellerinin gerçek insan kur­banlarını hatırlatır. Bildiğimiz haliyle trajedi tarihinin, başlıca eseri kiton­yen kudretin yenilgisini kutlayan Aeskhilos’un Oresleiası olan Atina’nın azametinin yaşandığı Apollonca 5. yüzyıla dayanması tesadüf değildir. Dionysoscu bir tarz olan drama, ritüelden mimesise, yani eylemden temsiliyete geçerek Dionysos’un aleyhine dönmüştür. Aristoteles’in “merhamet ve korku"su yerine getirilmemiş bir vaat, dehşet içermeyen bir tasavvur yakarışıdır.

Haklarındaki hümanist yoruma Yunan trajedilerinden çok azı tam ola­rak uyar. Barbarca kalıntılarından ayrılamayacaklardır. Göreceğimiz gibi daha 5. yüzyılda bile, Apollonculaştırılmış tiyatroya Euripides’in dekadan oyunlarında hicivsel bir karşılık verilmiştir. Yunan trajedisinin doğru bir şekilde değerlendirilmesindeki sorun, sadece özgün çalışmaların dörtte üçünün kaybolmuş olması değil, aynı zamanda hiciv oyunlarından hiçbi­rinin tam metninin günümüze ulaşmamış olmasıdır. Bu müstehcen nükte­li hiciv, klasik üçlemenin finaliydi. Yunan trajedisinde, son söz her zaman komedinin olmuştur. Modem eleştiri, pagan kültürün üzerine beşerî bilim öğretilerinin üstünü örtmeyi sürdüren Viktoryen ve Protestan bir aşın cid­diyet yüklemiştir. Paradoksal olarak vahşi kitonyen gerçekliklere rıza göstermek, paradoksal bir biçimde, hüzünden çok mizahın yolunu açar. Dolayısıyla, Sade’ın en fantastik acımasızlığının ortasında bile onun tuhaf kahkahasını, nüktedanlığını bulabilirsiniz. Çünkü hayat bir trajedi değil, bir komedidir. Komedi, Apollon ile Dionysos arasındaki çatışmadan doğ­muştur. Doğa, kendini beğenmişlikten türeyeni ideallerimizi daima boşa çıkarır.

...

Giriş yazısı olan Cinsellik ve Şiddet
 ya da Doğa ve Sanat'tan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder