Kadın ve Doğa









Doğa, şeytanın kilisesidir.


-Kötülük insanoğlunun doğasında varsa 
dolayısıyla kadının doğasında da mı var?


- Dişinin doğası



- Kadın ırkının doğası... Kadınlar bedenlerini yönetemez. Doğa yönetir. Kitaplarımda da yazdım bunu.


- Araştırmalarında kullandığın kitaplar kadınlara yapılan kötü şeylerle ilgiliydi, ama sen bunların kadınların kötü olduklarına dair kanıt olarak mı anladın? Olayı eleştiren tarafta olmalıydın, tezinin konusu buydu. Benimseyen tarafta olmamalıydın, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?








...

- Ratisbonne'un rahibeleri dolu bile yağdırdı.





Antichrist, 2009, Lars Von Trier

*
Yazı: Camille Paglia

Kadının doğa ile özdeşleştirilmesi... Bunda hakikat payı var mıydı? Feminist okuyucuların çoğu buna katılmayacak ama ben bu özdeşliğin bir mit değil, gerçek olduğunu düşünüyorum. Felsefi gelenekler, bilim, sanat, atletizm ve politika erkeklerin eseridir. Fakat Prometheusçu çatışma ve zaptetme yasası gereğince kadın, istediğini alma ve erkeklerle erkeklerin kendi kurallarına göre rekabet etme hakkına sahiptir. Gene de, kendinde ve erkeklerin onunla olan ilişkilerinde değiştirebileceklerinin bir sınırı vardır. Her insan doğa ile mücadele etmek zorundadır. Fakat, doğanın yükü genellikle tek bir cinsin sırtına yüklenmiştir. Şansı varsa, bu kadının başarısını; kısaca erkeklerin yarattığı toplumsal mekândaki eylemlerini sınırlamayacaktır. Fakat erotizmi, yani toplumsal mekânla örtüşebilen, ama onunla özdeş olmayan cinsel mekândaki hayali hayatlarımızı sınırlamak zorundadır.

Doğanın döngüleri kadının döngüleridir. Biyolojik kadınlık, aynı noktada başlayıp biten bir dairesel dönüşler sıralanmasıdır. Kadının merkeziliği ona bir kimlik istikrarı atfeder. Olmak zorunda değildir, sadece var olması yeterlidir. Kadının merkezî konumu, kimlik arayışında yoluna çıktığı erkek için ciddi bir engeldir. Erkek, kendini bağımsız bir varlığa dönüştürmeli, kısaca kadından bağımsız olmalıdır. Şayet bağımsızlığı başaramazsa, kendisini yeniden kafesinde bulacaktır. Anne ile yeniden bir araya gelmek, imgelemimiz için tehlike çanlarının çalması anlamına gelir. Bir zamanların hiç bozulmayacakmış gibi görünen mutluluğu, şimdi yerini çekişmeye bırakmıştır. Doğumun travmatik ayrılığından önceki hayata dair soluk anılar, kayıp altın çağın Arkadyen fantezilerinin kaynağı olabilir. Batı düşüncesine göre tarihin geleceğin yolunu açan bir hareket, [İsa’nın yeniden doğumu,] İkinci Geliş eşliğinde en yüksek noktasına ulaşacak ilerlemeci ya da Tanrısal bir tasavvur olduğu görüşü eril bir tasarıdır. Bana kalırsa, böyle bir düşünceyi bir kadın ortaya koymuş olamaz, çünkü bu, erkeğin yakalanmaktan ölesiye korktuğu, kadının döngüsel doğasından kurtulma stratejisidir. Evrimsel ya da kıyametsel tarih, erkek iradesinin mutlu sonla, fallik dorukla sonuçlanan dilekler listesidir.

İster aşkın, ister tarihsel yoldan olsun, kadın, doğal döngüden kurtulmanın hayalini kurmaz; çünkü kadın döngünün kendisidir. Cinsel yetişkinliği ay ile evliliği anlamına gelir; ayın evreleri ile birlikte parıldar ya da sönükleşir. Ay (moori), ay (month), aybaşı (menses): Aynı sözcük, aynı dünya. Eski insanlar kadının doğanın takvimine iptal edemeyeceği bir randevuyla bağlı olduğunu biliyorlardı. Özgür iradeden aşırı gurura, oradan da trajediye ulaşan Yunan modeli bir eril dramadır, çünkü kadın (yakın zamana kadar) özgür iradeye inanmamıştır. Kendisi özgür olmadığından, bir özgür iradenin olmadığını bilir. Onun rıza göstermekten başka bir seçeneği yoktur. Anne olmayı istese de istemese de, doğa onu doğurganlık yasasının kaba, değiştirilemez ritminin boyunduruğu altına sokar. Menstrüal (âdet) döngüsü, doğa durmasını emredene dek işlemeye devam edecek bir çalar saattir.

Erkeğinkilere göre çok daha karmaşık olan kadının üreme organları hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır. Orada her şey ters gidebilir ya da düzgün gittiği takdirde bile gerilimlere yol açabilir. Batılı kadın kendi bedeniyle kavgalı bir ilişki içindedir: Kadın için, biyolojik normallik bir ıstırap, sağlık bir hastalıktır. Aybaşı ağrılarının bir uygarlık hastalığı olduğu iddia edilir: çünkü kabile kültürlerinde kadınlarda aybaşı şikâyetleri son derece seyrek görülür. Elbette kabile hayatında kadının kapsamlı ya da kolektif bir kimliği vardır; kabile dini, doğayı yüceltir ve kendini de doğaya göre düzenler. Doğayı geliştirmeye ya da alt etmeye çalışan ve kendini bireyselliği çerçevesinde gerçekleştirmeyi model alan Batılı toplumdur; dolayısıyla kadının içinde bulunduğu konumunun katı gerçeklerinin sancılı bir açıklıkla kendini gösterdiği toplum da, yine Batı toplumudur. Kadının doğayla, yani kendi bedeninin inatçı fiziksel yasalarıyla olan mücadelesinin şiddetini, imgeleminin gelişmesi ve bireysel bir kimlik ve özerklik amacı belirleyecektir. Ve nihayet doğa da kadını daha fazla cezalandırmaya başlar: Özgürleşmek için meydan okuma, çünkü bedenin senin değil!





Kadın bedeni, taşıdığı ruha aldırış bile etmeyen kitonyen bir makinedir. Organik olarak, ömür boyunca kaçınmaya çalıştığımız tek bir misyonu vardır; gebelik. Doğa sadece türleri dikkate alır, bireyleri asla: Kadınlar bu aşağılayıcı olguyu çok daha doğrudan bir şekilde yaşar, muhtemelen erkeklerden daha fazla gerçekçi ve bilgece davranmalarının nedeni de budur. Kadın bedeni tıpkı ayın döngüsel hareketlerine göre alçalıp yükselen denize benzer. Hareketsiz ve uyuşuk yağ dokuları suyla dolar, sonra da hormonal gelgit ile bir çırpıda temizlenir. Ödem, memelilerin bitkiye geri dönüşüdür. Gebelik, kadın cinselliğinin belirlenimci karakterini gözler önüne serer. Her gebe kadının bedeni ve benliği, denetimi dışındaki kitonyen bir güç tarafından zaptedilmiştir. İstenilen bir gebelikte, bu seve seve katlanılan bir fedakârlıktır. Ne var ki, tecavüz ya da kaza neticesinde oluşan gebelik bir dehşettir. Bu talihsiz kadınlar, dosdoğru doğanın karanlık yüreğiyle yüz yüze gelirler. Çünkü cenin, iyi huylu bir tümör, yaşamak için kan emen bir vampirdir. Bu sözde doğum mucizesi, doğanın kendi bildiğine göre davranmasıdır.

Kadın için her ay, iradenin yeni bir yenilgisidir. Bir zamanlar âdet görmeye “o lânet” deniyordu; aybaşı kanı, insanın Havva’nın günahının bedeli olarak Cennet Bahçesinden kovulurken kadınların doğum sancısı çekme cezasına çarptırılışının bir hatırlatmasıydı. Çoğu eski kültürde, âdet gören kadın ritüel tabularla kuşatılmıştı. Ortodoks Musevi kadınlar, bugün bile kendilerini bu aybaşı kirinden arındırmak için, her âdet sonrasında mikve denilen bir yıkanma ritüelinden geçmek zorundadır. Kadın insanoğlunun mükemmellikten uzaklığının, doğa ile ayrılamaz bağının sembolik yükünü her zaman taşımıştır. Aybaşı kanı, pisliktir, ilk günahın doğum lekesidir, aşkın dinin insanı arındırması gereken kirdir. Peki, bu özdeşleştirme sırf korkulardan ya da kadın düşmanlığından mı kaynaklanır? Yoksa, aybaşı kanında tabuya bağlanmasını haklı çıkaran gizemli bir şeyin bulunması mümkün müdür? imgelemi - bu kırmızı akıntının durdurulamazlığının edebileceği ölçüde rahatsız eden, kendi başına aybaşı kanından ziyade, kandaki albüminin, dölyatağındaki parçacıkların, kadınsı denizde bir denizanasını andıran plasentanın olduğu görüşünü savunacağım. Biz, işte bu kitonyen matristen doğduk. Biyolojik kökenlerimizin yerinden, yani evrimsel yapışkanlığa tiksintiyle yaklaşırız. Kadının kaderi, zamanın ve varlığın derinliğiyle, kadının kendisi olan bu derinlikle her ay yeniden yüz yüze gelmektir.

Mitoloji, kadını doğa ile özdeşleştirmekle doğru yapmıştır. Erkeğin üremeye katkısı anlık ve geçicidir. Gebe kalmak, zamanın keskin ucu, ardından erkeğin işe yaramaz bir halde geri çekildiği o fallik doruğuna ulaşan eylemlerimizden biridir. Gebe kadının daemonik ve şeytani bir bütünlüğü vardır. Kadın, ontolojik bir varlık olarak, hiçbir şeye ya da hiç kimseye ihtiyaç duymaz. Dokuz ay boyunca kendi yarattığına kuluçkaya yatan gebe kadının bütün tekbenciliğin kalıbı ve tarihsel olarak narsisizmin kadınlara atfedilmesinin de doğru efsanelerinden bir başkası olduğunu söylüyorum. Erkek sahipleniciliği ve ataerkillik; kadının gücü, nüfuz edilemezliği, kitonyen doğa ile arketipik ittifakı karşısında duyduğu dehşetle baş edebilmek için erkeğin başvurmak zorunda kaldığı çareler idi. Kadın bedeni, erkeğin içinde yolunu şaşırdığı bir labirenttir. O, doğanın, içinde daemonik büyülerle uğraştığı, yüksek duvarlarla çevrilmiş bir bahçe, ortaçağın cennet bahçesidir (hortus conclusus-kapalı bahçe). İlksel imalatçı, gerçek İlk Harekete geçirici, kadındır. Bir çöp ve süprüntü yığınını, her erkeğin kendisine bağlı olduğu hareketli göbek bağlarıyla birleşeni duyarlı varlıklardan oluşan bir ağa dönüştürür.

Kutsal Kitap, kadını erkeğin evrensel dramasının baş suçlusu ilan ettiği için sert eleştirilerle karşılaşmıştır. Öte taraftan, Yaradılış Kitabı, Tanrı’nın düşmanı olarak bir erkek işbirlikçiye, yani yılana da rol verip, mevcut hali kısmen dengeleyerek kadın düşmanlığını sonuna kadar taşımaz. Kitap, bir savunma refleksiyle Tanrı’nın gerçek düşmanı kitonyen doğaya sırtını döner. Yılan, Havva’nın dışında değil, içindedir. Havva, hem Bahçe hem yılandır. Anthony Storr cadılardan söz ederken, “Çok ilkel bir düzlemde, tüm anneler falliktir.” der. Şeytan, kadındır. Günümüzde kadınların toplumsal alanda gelişimini engelleyici kalıpsal yargıları terk eden özgürleşme hareketleri, üremenin daemonikliğini reddeder. Doğa, Wordsworth’ün bizlere güzel olduğunu öğrettiği, kokuşmuş organik hayatın ele verdiği dilsiz bir arayış, karmakarışık asma dallarının, sarmaşıklar ile sürüngenlerin yılanımsı yalağıdır. Biyologlar, insan beyninde sürüngenlikten kalan üst sinir sistemimizin en yaşlı kısmından, arkaik çağın sağ kalmasını bilen katili olarak söz ediyorlar. Kadınların aybaşı öncesi huysuzluklarını beyindeki o sürüngenlikten kalma sinyallerle ilişkilendiriyorum. Erkeğin gizli sapkınlığı kadında belirgindir. Modern hümanizmin reddettiği ve baskıladığı kitonyen doğanın cehennemi, bütün cehennem zincirlerini parçalar. Adetten önceki dönemde öfkesini kontrol etmeye çalışan her kadında gök tapıncı toprak tapıncına karşı savaştadır.



Feminizmin kadın arketiplerinin erkeklerce politik amaçlarla uydurulmuş yalanlar olduğuna ilişkin iddiası fazla basitleştiricidir. Kadınlara karşı tarihsel saldırganlığın rasyonel bir temeli vardır: İğrenme, yaratıcı doğanın hoyratlığına karşı aklın verdiği uygun bir tepkidir. Akıl ve mantık, gök tapmanın önde gelen tanrısı Apollon’un kaygıdan ilham alan hükümranlık alanıdır. Apollonca, insanüstü saflığıyla doğadan kopukluğuyla katı ve korkutucudur. Eğrisiyle doğrusuyla Batılı kişiliğin ve onun başarılarının büyük ölçüde Apollonca olduğunu söylüyorum. Apollon’un büyük rakibi Dionysos, yasası doğurgan kadınlık olan kitonyenin hâkimidir. İleride göreceğimiz gibi, Dionysosca olan akışkan doğadır, prototipi rahmin durgun göleti olan zehirli bir bataklıktır.

-

Doğa, yiyenlerle yenenlere dair Darwinci bir gösteridir. Üremenin her aşaması şehvet tarafından yönetilir: Öpüşmeden cinsel ilişki, öpüşmeden seksin kendisine kadar, güç bela denetim altına alınabilmiş zalimlik ve tüketme tutumlarından oluşur. Dişi insanın uzun gebeliği ve yedi yaşına hatta daha ötesine dek kendine bakmaktan aciz olan insan yavrusunun uzatılmış çocukluğu, erkeğe ömür boyu sürecek bir psikolojik bağımsızlık mücadelesini getirmiştir. Erkek, doğanın vekili olan kadın tarafından yenip yutulmaktan korkmakta haklıdır.

Bastırma, genişlemiş bilincimizin yükünün ağırlığı altında işlev göstermemize izin veren evrimsel bir uyarlanmadır. Çünkü bilincinde olduğumuz şey, bizi delirtebilir. Kaba [Anglo-Amerikan, -ç\n.] erkek argosunda kadının üreme organı “kesik” ya da “yara” olarak adlandırılır. Freud’a göre Medusa erkekleri taşa çevirir, çünkü erkek çocuk kadının üreme organını ilk görüşünde, onun erkek penisinin yarılıp çıkartılmasıyla oluşan bir yara olduğunu sanır. Kadın üreme organları, gerçekten de birer yaradır, ama oradan şiddet yoluyla kesilip alınmış olan şey, bebektir: Göbek bağı, toplumsal bir kurtarma eylemiyle kesilecek bir urgandır. Cinsel ihtiyaç, erkeği bu kanlı manzaraya tekrar götürür, ama erkek ona sadece korkulu ürpermelerle erişebilir. Bunları da aşk ve güzellik perdesinin arkasına saklar. Fakat, ne kadar terbiyesizse, yani, toplumsallığı ne kadar eksikse - cinsellikteki hayvani duyguları da o denli keskindir ve dili de o derece bozuktur. Küfürbaz külhanbeyini üreten toplumdaki cinsel ayrımcılık değil, toplumun eksikliğidir. Çünkü doğa hepimizden daha küfürbazdır.

Çağımızda kadınların toplum içindeki ilerlemesi, mitten gerçeğe doğru değil, mitten yeni bir mite doğru bir yolculuktur. Rasyonel, teknolojik kadının doğuşu, hoşa gitmeyen arkaik gerçekliklerin bastırılmasını gerektirebilir. Ferenczi “Kadın cinselliğinin periyodik nabzı (ergenlik, âdet, hamilelik ve doğum, menopoz) kadına erkekten daha çok baskı uygulanmasını gerektirir.” diyordu. Feminizm, erkek egemen toplumla tartışmasında, kadınların kitonyen dünyanın tahakkümünü içeren aylık kanıtını saklamak zorundadır. Aybaşı kanaması ve doğum, hem güzelliği hem de biçimi bozar. Estetik taraftan bakılınca olup bitenler korkutucu bir çirkinliğin tezahürleridir. Vadesiyle ölen birinin evden uzaklaştırılması bir zamanların bıktırıcı sorunuydu, modern hayat kendisini steril hale getiren hastaneleri ve kâğıt hijyen ürünleri bu ilkel gizemleri uzaklaştırmıştır. Çok önem¬li bir gerçek, halının altına süpürülmektedir: Bizim payımıza düşen kader, terör ve korku, hayranlık karışımı bir şeydir.

Kadın üreme organlarının açık yaraya benzer çiğliği, kitonyen doğanın denetim altına alınamazlığının bir simgesidir. Estetik taraftan bakınca, kadın üreme organlarının rengi itici, dış çizgileri şekilsiz, mimarisi tutarsızdır. Öte yandan, gerçi lastiksi kararsızlıklarıyla gülünç görünme riski taşısalar da (Sylvia Plath’ın kadın kahramanlarının birine “hindi boynu ve hindi taşlıklarını" hatırlatan) erkek üreme organlarının rasyonel bir matematiksel tasarımı, bir sintaksı vardır. Tabii, gerçekliği genellikle yanlış kavrayan erkeğin eğilimlerini teyit etmesi, mutlak bir üstünlüğün ifadesi değildir. Cinselliğin başladığı yerde, estetik durur. G. Wilson Knight “Her türden fiziksel aşk, fiziksel gizlilik ve tiksintiye karşı kazanılmış bir zaferdir.” der. Eylem olarak cinsellik gelişi güzel ve düzensizdir; Freud’un bebeğin çok kerteli sapkınlığı olarak tanımladığı, vücut sıvılarının içinde zevkli bir devinime geri dönüştür. St. Augustine, “Hepimiz idrarla dışkının arasından doğduk” der. Bebeğin günahın damgasıyla dünyaya gelişine dair bu kadın düşmanı yaklaşım, kitonyen dünyanın gerçekliğiyle paralellik gösterir. Ama doğanın, bir kereliğine de olsa, her iki cins üzerinde eşitçe uyguladığı dışkılama, Aristophanes, Rabelais, Pope ve Joyce’da komedi olarak korunur. Dışkılama, yüksek kültürde yerini bulmuştur. Aybaşı ve doğum ise komedinin kaldırabileceğinden fazla vahşet içerir. Onların çirkinliği, güzellikleri sonsuza dek tartışılmış ve değişime uğratılmış kadınların tarihsel konumlarının seks nesneleri olarak uğradığı muazzam yerinden edilmeye yol açmıştır. Kadının güzelliği, tehlikeli arketipik cazibesi ile bir uzlaşmadır ve göze, doğa karşısında entelektüel denetim yanılsamasını kazandırır.



Kadın peçenin ardına gizlenmiştir. Toplu tecavüzlerin, tecavüz cinayetlerinin, özellikle Karın deşen Jack usulü törensel beden parçalamalarının ardındaki dürtülerden biri bu peçeyi şiddet yoluyla yırtıp atma isteği olabilir. Karın deşenin kurbanının dölyatağını kamuya açık meydanlara çivilemesi Güney Afrikalı Buşimanların kabilevi ayinleriyle dolaysız bir paralellik taşır. Cinsel suçlar daima erkeklerin işidir, kesinlikle kadınların değil, çünkü böyle suçlar kadın ve doğanın erişilmez, kadir-i mutlak gücüne yapılan kavramsallaştırılmış saldırılardır. Her bir kadın bedeni, bütün bilmecelerin sona erdiği arkaik geceden bir parçayı da kapsar. Fahişelik gibi Hıristiyanlığın hiçbir zaman ezip, yok edemediği pagan kökenli kutsal bir dans olan striptizin ardındaki derin anlam da budur. Erkeklerin erotik dansıyla mukayese edilemez, çünkü çıplak bir kadın, nihai sırrı, içinden çıktığımız kitonyen karanlığı beraberinde sahneye taşır.

Kadının bedeni saklı ve kutsal bir mekândır. O, bir temenos [Eski Yunanda tanrılara adanmış kutsal alan -ç.n] ya da ayin yeridir, sanatı tartışmak için benimsediğim Yunanca bir kelime. Kadının sınırları işaretlenmiş bedeninin içinde, en karanlık ve mekanik işleyişiyle doğa iş başındadır. Her kadın daemonik gizemlerin temenos’unu koruyan bir rahibedir. Bakirecilik, her iki cinsiyet nezdinde kategorik olarak farklıdır. Erkek olmaya doğru büyüyen oğlan deneyim arayışı içindedir. Penis el ya da göz gibidir; benliğin dışarıya uzanan bir organı gibidir. Ama bir kız, içine zor yoluyla girilebilen mühürlü bir kapı gibidir. Kadın bedeni, mağara tapınaklarından kiliselere, tüm kutsal mekânların prototipidir. Dölyatağı girişi kapatılmış kutsal mekânların en kutsalıdır; aynı zamanda William Blake gibi cinsellikteki suçluluk duygusu ve gizliliği yok etmek isteyen düşünürler için de büyük bir sorunsaldır. Kadın bedeni üzerindeki tabu, büyüler dünyasının üzerinde asılı kalmış tabudur. Kadın, kelimenin gerçek anlamıyla esrarengiz, yani “gizli olandır”. Bu esrarengiz anlamlar değiştirilemezler; kültürel bilince yeniden dahil oluncaya kadar sadece bastırılırlar. Politik eşitlik sadece politik bakımdan kazanılabilir. Arketipin karşısında çaresizdir. Hayal gücünü öldürün, beyni kesip biçin, hadım edin ve ameliyat edin: Cinsiyetler o zaman aynı olacaktır. O zamana kadar, doğanın daemonik kargaşası içinde hayat bulmak ve düş görmek zorundayız.

Kutsal ve dokunulmaz olan her şey. kirletme ve ihlal etme arzusunu kışkırtır. İşlenebilen her suç işlenir. Irza tecavüz, doğal bir saldırganlık biçimidir ve sadece toplumsal kurallar aracılığıyla önlenebilir. Modem feminizmin en naif formülasyonu, tecavüzün cinsel bir suç değil, seks maskesi ardına gizlenmiş bir şiddet suçu olduğunu iddia etmektir. Fakat cinsellik iktidardır ve özünde de her türlü iktidar saldırgandır. Tecavüz de, kadının gücüyle savaşan erkeğin iktidarıdır. Cinayetten ya da diğer bir hak ihlalinden daha bağışlanabilir değildir. Toplum, kimi feministlerin iddia ettiği gibi tecavüzün nedeni değil, aksine tecavüze karşı kadının koruyucusudur. Tecavüz, doğanın içimize tohumlarını ektiği ve medeniyet içinde de büyümeye devam eden güç isteminin cinsel bir ifadesidir. Bu nedenle tecavüzcü fazla değil, tersine toplumsallaşması eksikli bireydir. Bütün dünyadan toplanan gayet güçlü kanıtların sergilediği gibi, toplumsal denetim mekanizmalarının zayıfladığı savaş ya da kargaşa benzeri dönemlerde, medeni insanlar bile gayri medeni bir biçimde davranmaya başlar; tecavüz de bu barbarca davranış biçimlerinden biridir.

Bedenin örtük metaforları, sadece yoğunluk derecesi yüksek olan ırza geçme gibi temel cinsel eylemlerin artarak süreceğinin garantisidir. Bir kızın bekâretini kaybetmesi, her zaman kutsallığın bir anlamda lekelenmesi olarak kabul görür, bu kızın kimlik ve bütünlüğünün istilaya uğramasıdır. Bekâretin kaybedilmesi bir yıkımdır. Fakat doğa, yıkım ve şiddet aracılığıyla yaratır. Dünyanın en normal kabul edilen şiddeti, bütün sancı ve kıvranmalarıyla doğum yapmaktır. Doğa erkeğe kadının felç edici gizemleri karşısında korunması için baskınlık içeren hormonlar bahşetmiştir. Doğum yapan kadının gücü zaten çok büyüktür. Şehvet ve saldırganlık erkek hormonlarında iç içedir. Bundan şüphe duyan birisi, muhtemelen atlar arasında fazla vakit geçirmemiş birisidir. Aygırlar o kadar tehlikelidirler ki, tecrit edilmiş bölmelerde tutulmaları gerekir; iğdiş edildiklerindeyse çocukların binek hayvanı olabilecek denli uysallaşırlar. İnsanlardaki hormonal eşitsizlik bu kadar kaba değilse de Rousseaucuların tasavvur ettiklerinden daha kabadır. Testosteron yükseldikçe, libido da aynı oranda yükselir. Erkek baskınlaştıkça, genetik havuza katkısı da artar. Mikroskobik bir seviyede bile, erkeğin verimliliği spermlerin sayısına değil, gücüne bağlı bir fonksiyondur, kısaca gebe kalma ihtimalini arttıran hareketliliklerine. Sperm minyatür bir saldırı timidir ve yumurta da fethedilmesi gereken bir düşman kalesidir. Zayıf ya da pasif spermler oldukları yerde ölü ördekler gibi öylece kalırlar. Doğa enerji ve saldırganlığı ödüllendirir.

Kirletmek ve ihlal, liberal iyilikçi teorilere kesinlikle uymayacak olan cinsellik sapkınlığın parçasıdır. Ahlaki ya da politik açıdan doğru kabul edilen her cinsel davranış modeli doğanın daemonik yasası tarafından altüst edilecektir. Her günün her saatinde bir yerlerde bir dehşet cereyan eder. Kendi halinde bir kadının bakış açısıyla tartışan feminizm, şiddet ve yok etmenin hazzı olan, tecavüzdeki kanın şehvetini tamamıyla gözden kaçırır. Sade, Baudelaire ve Huysmans’da, kirletmenin estetiği ve erotizmiyle - kötülük olsun diye kötülük, duyuların şiddet ve işkence ile bilenmesi - karşılaşılmaktadır. Kadınların bu türden fantezilere daha az eğilimli olmalarının nedeni, fiziksel olarak, cinsel şiddet araçlarından yoksun olmalarıdır. Bir başka bedenin dokunulmazlığını zorla istila etmenin ne derece ayartıcı olabileceğini bilmezler.

Bu fantezilere ilişkin bilgimiz pornografi aracılığıyla genişletilir; toplum içinde teşhiri anlaşılır nedenlerle kısıtlansa da, pornografinin reddini gerektiren neden tam da budur. Hayal gücü polise teslim edilemez ve edilmemelidir. Pornografi bize doğanın daemonik yüreğini, toplumsal kuralların ötesindeki ebedi güçleri işaret eder. Pornografi sanattan ayrılamaz; bu ikisi birbirine hümanist eleştirinin kabul ettiğinden çok daha fazla iç içe geçmiştir. Geoffrey Hartman şöyle der, “Üstün sanat eserleri her zaman karanlık kardeşleri olan küfür ve pornografi ile çevrelenmiştir.” Batının önde gelen eserlerinden Hamlet bile şehvetle doludur. Neron ve Caligula'dan Gilles de Rais ve Nazi komutanlarına kadar, tarih boyunca suçlular, dehşet verici yaratıcılıklarını harekete geçirmek için hiçbir zaman pornografiye ihtiyaç duymamışlardır. Bunun için şeytani insan aklı gayet yeterlidir.

...


(bkz: Melankoli)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder