Sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BULANTI

Bulantı, Sartre’ın ilk romanıydı ve siyasal düşünceleri bir yana, yazarın bütün düşünce ve
yönelişlerini içinde taşıyordu. Sartre’ın bu romanda, özgürlük ve kötü-niyet (bilmezlenme) : burjuvazinin karakteri; algının fenomenolojisi; düşüncenin, hatırlamanın ve sanatın yapısı konularında düşündüklerini açıkladığını görüyoruz. Bütün bu konular, romanın kahramanı Antoine Roquentin’in metafizik önem taşıyan bir buluşunun sonucu olarak söz konusu edilmiştir. Bu buluş, felsefe diliyle söylenecek olursa, dünyanın olumsal (contingent) olduğu ve dünyaya duyum ve algı yoluyla değil de, düşünce ve mantık yoluyla bağlı bulunduğumuz şeklinde dile getirilebilir.

Roquentin deniz kıyısındadır. Eline bir çakıl taşı almış ve denize atmağa hazırlanmıştır. Çakıl taşına bakar ve korkunç bir ürküntüye kapılır. Taşı bırakıp, oradan uzaklaşır. Bu olaydan sonra, buna benzer olaylar yaşar. Bir nesne-korkusu yerleşir yüreğine. Ama değişenin kendisi mi, yoksa nesneler mi olduğuna karar veremez. Bir bira dublesine ya da kahve sahibinin askılarına baktığında «bayıltıcı bir tiksinti» kaplar içini. Aynanın karşısına geçer; yüzünü, insandışı ya da balıksı bir şey gibi görür ansızın Sonra şu sonuca varır: Serüven diye bir şey yoktur. Serüvenler birer hikâyedir ve insan bir hikâyeyi yaşayamaz. İnsan bir hikâyeyi ancak dıştan görebilir; ancak daha sonra anlatabilir.

Bir serüvenin anlamı, bu serüvenin sonucundan gelir ancak; olaylara ancak daha sonraki tutkular
renk verir. Oysa, herhangi bir olayı yaşayan, yani onun içinde olan kimse, bu olayı düşünemez. İnsan bir şeyi ya yaşar, ya da anlatır; bunların her ikisini birden yapamaz. İnsan yaşadıkça, başından herhangi bir şey geçmez. Gerçek başlangıç diye bir şey yoktur. Çünkü gelecek orada değildir henüz. İnsanın başından birtakım şeyler geçer, ama bunlar Antoine Roquentin’in serüvenlere inandığı zaman geçmelerini istediği biçimde ortaya çıkmazlar. Roquentin’in istemiş olduğu şey, aslında olanaksız bir şeydir. Yani Roquentin’in, yaşadığı bütün anların, hatırlanan bir hayatın anları gibi art arda gelmesini istemesi, ya da sevilen bir şarkının notaları gibi art arda akmasını özlemesi, olacak iş değildir.

Yazdığı yapıtı da düşünür Roquentin. Marquis de Rollebon’un hayatı ile ilgilidir bu yapıt. Ne var ki, Roquentin’in, belgelerden ve mektuplardan çıkarmağa çalıştığı bu hayat, Rollebon’un yaşadığı gerçek hayat değildir. Roquentin, kendi geçmişini bile elinde tutamazken, bir başkasının geçmişini nasıl olup da ortaya koyacağını düşünür. Gerçeği ansızın kavrar: geçmiş diye bir şey yoktur aslında. İzler ve dışgörünüşler vardır yalnız. Bunların arkasında başka bir şey aramağa kalkışmak boştur. Daha doğrusu, var olan biricik şeyin şimdi olduğunu, yani kendi şimdi’si olduğunu anlar. Peki, bu şimdi nedir? Şimdi’nin taşıyıcısı olan ve varoluşup giden «ben», belli-belirsiz bölük-pörçük düşüncelerin ve yapışkan duyumların uzayıp duran maddesi’dir.

Roquentin müzeye gider ve burjuvaların «berduş» suratlarına bakar. Bu burjuvalar, varlıklarının aşağılık ve haklı-çıkarılmaz bir şey olduğunu akıllarının köşesinden bile geçirmemişlerdir. Devlet ve aile kurumlarının içinde yaşamışlar ve yeryüzüne gelirken kendi öz haklarını vb erdemlerini de birlikte getirmişlerdir. Yüzleri hakla parlar. Onların hayatlarının sağlanmış (verilmiş) bir anlamı vardır. Ya da böyle bir anlamın verilmiş olduğunu düşünmüşlerdir. Müzedeki tablolardan açıkça anlaşılır bu. Roquentin’in başından geçen son deneyler, varoluşun çıplaklığını anlamla örtmek isteyenlerin dalaverelerindeki kötü-niyeti sezinlemesini sağlamıştır. Bulantısına yeniden kapılırken onları anarak Kodoşlar! diye düşünür Roquentin.

Bu tedirginlik, zamanla en yüksek noktasına ulaşır. Metafizik bir özellik taşıdığı ortaya çıkar. Roquentin, tramvay’ın koltuklarından birine bakmaktadır.

 «Büyülü bir söz söyler gibi mırıldanıyorum: bu bir koltuktur. Ama kelime dudaklarımda kalıyor, gidip nesneye yapışmıyor... » «Nesneler adlarından boşandılar. Dikkafalı, koskoca, kaba görünüşleriyle şuradalar-, onlara koltuk adını vermek ya da onlar hakkında,
herhangi bir şey söylemek, bir budalalık sanki. »

Roquentin, parkta da aynı düşüncelere dalar. Çoğu kere «martı» dediği halde martı diye adlandırdığı bu şeyin, varolan bir şey olduğunu hiçbir zaman düşünmediğini farkeder. Daha önce, sınıflara ve çeşitlere dayanarak düşünmüştür, oysa bu gördüğü martı tikel bir varlıktır.

«Varoluş, zararsız bir soyut kategori havasını kaybetmişti, nesnelerin hamuruydu o.» Bir kestane ağacının köküne bakar. Her şeyi anlamıştır artık: «Varoluşmayış ile şu baygın bolluk arasında bir orta yerin bulunmadığını anlamıştım. Varolunuyorsa, buraya kadar varolmak; şişkinliğe, müstehcenliğe kadar varolmak gerekiyordu. Bir başka dünyada, daireler, melodiler, eğilip bükülmez katkısız çizgilerini sürdürüp duruyorlar. Oysa varoluş böyle değildir. Varoluş bir bükülmedir.»

Rollebon üzerine kitap yazmaktan vazgeçen Roquentin, bulunduğu şehirden ayrılmağa karar verir. Kahvede oturur ve en sevdiği plâğı son defa dinler. Bu, bir zenci şarkıcı kadının söylediği Some of These Days adlı parçadır. Bu şarkıyı daha önceleri dinlediğinde, melodinin katkısız, el değmemiş, şaşmaz zorunluğu sık sık dikkatini çekmiştir. Notalar, bir başka dünyadaymışlar gibi, birbirlerinin ardından kaçınılmaz biçimde gelmektedirler. Daire gibi, notalar da varoluşu olan şeyler değillerdir. Onlar sadece varolan şeylerdir. Melodi, «Sen de benim gibi olmalısın,» der, «ritm içinde acı çekmelisin.» Roquentin, «Ben de böyle varolmak istemiştim,» diye düşünür. Bu şarkıyı yazan Museviyi ve söyleyen zenci kadını düşünür. Sonra ansızın bir gerçeği kavrar-. Şarkıyı yazan da, söyleyen de kurtulmuştur. Her ikisi de varoluşmak günahından sıyrılmıştır. Roquentin, niçin kurtulmasın? Herhangi bir kitap, sözgelimi bir roman yazamaz mı? Güzel ve çelik gibi sert bir roman yazıp, insanlara gereksizliklerini duyuramaz mı; onları utandıramaz mı? Böyle bir roman, yine de günlük ve tatsız bir iş olacaktı. Ama roman sona erip ortaya çıktığı zaman, başka insanlar, Roquentin’i, tıpkı kendisinin bugün zenci şarkıcıyı ve Museviyi düşündüğü gibi düşüneceklerdi. Ortaya koyduğu eserden yayılacak aydınlık, geçmişinin üzerine düşecek ve o zaman Roquentin, bu geçmişe tiksinti duymadan bakabilecek ve onu benimseyebilecekti. 
Bulantı, Roquentin’in bu kararıyla sona erer.


Bu roman, çeşitli yanları içinde taşıyan bir yapıttır. Metafizik bir konuyu kısaca açıklayan bir yazıdır. Metafizik bir şüpheyi dile getirmekte ve bu şüpheyi çağdaş kavramlar aracılığı ile çözümlemektedir. Bu roman, aynı zamanda, düşüncenin fenomenolojisi üzerine yazılmış ve bilgi problemini konu edinmiş bir denemedir. Ayrıca, «kötü-niyet» in özünü inceleyen bir deneme olduğu da söylenebilir. Vardığı sonuçlar, estetik ve politika ile ilintilidir. Ama Bulantı’nın en güçlü yanı, bir felsefî mit olmasında aranmalıdır. Bu yan, Sartre’ın düşüncesinin eksiksiz bir imgesini vermektedir bize. Şimdi bu yanlarını, birer birer inceleyelim-.

Tuhaf Sartre'ın Güncesi

res: Michael Hayek

Guille bana bir çeşit sevecenlik gösterdiğinde -her zaman patırtısız ve terbiyeli bir sevecenlikti- sanki homoseksüel birinden aşk ilanı almış kadar sıkılırdım. Bir erkekle ilişkiler yüzeysellikten çıkıp yürek düzeyine indi mi, huzursuzluk duyarım.

Bir erkeğin somut ya da soyut çıplaklığı beni son derecede rahatsız eder. Guille benim önümde
soyunmakta sakınca görmezdi ama ben çok rahatsız olur, gözlerimi nereye kaçıracağımı bilemezdim. Daha önce bunun belki baskı altına alınmış bir eşcinsellik olabileceğini güncemde yazmıştım da, okuduğunda Castor kahkahalarla gülmüştü. Gerçekten de, sanırım o değil .. Peki! nedir öyleyse?
Bilmiyorum. Belki erkek vücudundaki bir sertlik, kabalık beni de sert ve kaba olmaya itiyor, sonra benim içimde baştan başa sert ve kaba olan bir bölüm vardır ki, belki bu durumlarda o ortaya çıkıyor. Ya da sevecenlik bende, tıpkı yakın dostluk gibi, öylesine cinsel ki, bir erkeğe sevecen davranıp
da kısa bir cinsel atılım duymama durumunu düşünemiyorum; ne var ki o cinsel atılım kendine bir yol bulamayınca hemen bana ters gelmeye, beni rahatsız etmeye başlıyor.

BULANTI & BİR ŞEFİN ÇOCUKLUĞU

JEAN-PAUL SARTRE, KRİPTOMETAFİZİKÇİ ROMANCI

 Michel TOURNIER



Yirmi yaşlarındaydık ve kafalarımız fokur fokur kaynıyordu. Her gün, ateşli bir istekten kaynaklanan ve bu nedenle de bağışlanabilecek bir yetkiyle dünyayı yeniden kuruyorduk. Çünkü yetki, ancak sakin ve donuk olduğu zaman gerçekten nefret edilesi bir şey olur. Ya üstün yetenekli olmalıydık ya da yok olmalıydık. Tam da o sıralarda kendimizi ifade etme fırsatı verilmiş bize. Son günlerini yaşamakta olan aylık bir dergi son sayısında bize yer vermişti. Bu onun son ve en güzel yapıtı olacaktı. Hemen işe koyuldum ve bu çok özel sayının ayakta kalan parçasını oluşturacak upuzun bir makale yazdım. Bir makale? Aslında varlıkbilimi, bilgibilimi ve bilgi kuramı, ahlâk, mantık ve estetiğiyle neredeyse eksiksiz bir dünya dizgesiydi bu. Tabii ki belirti sınırları aşamayacağımızdan, tüm bu bilgiler kısaltılıp özetlenerek verilmişti. Bugün bu yazıya bir sistem, yoğun bir sistem maketi denilebilir.

Otuz yıl sonra hiç de küçümsemiyorum bu yayını. Daha sonra yeniden düşüncelerimi açıklamak için bir yirmi yıl beklemiş olmam (1965’de başladığım Cuma ya da Pasifik Arafı ancak 1965'de yayımlanmıştı) birkaç sayfada her şeyi birden söylemiş olmamdan değil midir? Benim bu yoğun sistemim (yayımlanmış metnini de, ilk nüshasını da tamamen gözden ırak tuttuğumu sandığım) belki de bugün hâlâ küçük öykülerime gizli bir kaynak oluşturuyor.

Ama, biz şimdi uzak özgürlük dönemine dönelim yeniden. Adımın ve düşüncelerimin yayımladığını görmemin sarhoşluğu, Gazette des Lettres'in bir makalesinde “sistemimin” özeti, yorumu ve değerlendirilmesinin çıkmasıyla daha da artmıştı. Bu eleştiriye imza atan kişinin (hem minnet duygusundan, hem de isminin gizli kalmasını istediğimden, ona Socrate diyeceğim) bir uzman felsefe öğretmeni ve Sorbonne'daki uzman öğretmenlik sözlü giriş sınavlarında görevli jüri üyelerinden biri olduğunu öğrendim.

Uçuyordum sanki. Victor Cousin sokağında, oturumun tamamlandığı Rene Descartes salonuna giderken durup dururken gülüyordum. Gösterişli masanın arkasında uyuklayan saygın beylerin arasından Socrat’ı gösterdiler bana. Yetkisiz, küçük memurların arasında parıldayan bir melek gibi göründü gözüme. Bu adam benim yayınlarımı okumuş, düşüncelerimi, kim olduğumu bilen biriydi. Bir an önce ona koşabilmek için çıkışta sabırsızlıkla bekledim onu: “Michel Tournier benim!'. Pek etkilenmemişti sanki.

-Hadi gidip bir şeyler içelim dedi.
            - Bana, benden, kendinden ve başkalarından etti.  

-Tabii ki siz Sartre’dan etkilenmişsiniz, dedi ardından.

- Tabii ki.

              - Kafanız onunla dolu.

              - Öyle mi düşünüyorsunuz?

   -  Hem de fazlasıyla. Ve de ondan kolay kolay kurtulacak gibi de görünmüyorsunuz. Yirmi yaşlarında esin kaynağınız olan yazarların etkisi ömür boyu sürer. Tıpkı kadınlar gibi. Eğer bir kadına çok genç yaşta alışmışsanız, çoğu zaman ondan kolay kolay kurtulamazsınız. Hatta bu kadın eskiden bir hayat kadını olmuş olsa bile. Sonunda evlenirsiniz onunla. Ne dediğimi iyi biliyorum çünkü bu benim başıma geldi!

Böylece Socrate’ın eşinin bir zamanlar “o kadınlardan" olduğunu öğrendim. Sartre'a gelince, o benim için yeryüzünün en önemli insanı olarak kalmıştır hep. Onunla hiç konuşmadım. Onu bir kez bir konferansında gördüm. Bazen sağlığının iyi olmadığı söylentileri kulağıma çalınıyor. O zaman, onun ölümcül olduğunu düşünüyorum. Ve de o öldüğü zaman benden de bir şeyler gömeceklerini.

Bu nedenledir ki, benden onun hakkında birkaç satırlık bir yazı istenmesi aslında oldukça sinsi bir tuzak sayılır benim için. Çünkü bir kere, hiçbir yazar bana onun kadar yakın, onun kadar tanıdık gelmemiştir. Savaştan sonraki basımlarının hiç kapağını bile açmadığım (ilk basımı 1939'da yapılan) Duvar'ı bugün yeniden okudum. Her satırını tanıdım. Ama, gene aynı nedenden ötürü, bu denli açık ve bu denli genişçe ifade edilmiş bir düşünceye küçücük bir yorum ekleme gereğini bile duymuyorum ve durum böyle olunca da yeni bir yazarı keşfetmenin şaşkınlığından doğan şokun ve bunun eleştiriye sağlayacağı katkıların bile hiçbir önemi kalmıyor.

Bununla birlikte, bu yeniden okuma sırasında, otuz yıl önce göremediğim ya da önemini bilemediğim bazı ayrıntılar çıktı karşıma.

Örneğin, Bulantı'nın  başında yer alan, L.R. Celine’den alıntı tanımlık: Toplumsal hiçbir değeri olmayan bir kimse bu, sadece bir birey. Bir çeyrek yüzyıl sonra yayımlanacak olan Sözcüklerin (les Mots) son satırlarının, şaşırtıcı bir biçimde, haberciliğini yapmaktadır:

“Kendi, öz seçimim beni hiç kimseden daha üstün konuma getirmiyordu: donanımsız, malzemesiz, benliğini bütünüyle koruyabilmek için kendimi büsbütün yapıtıma vermiştim. Eğer olanaksız kurtuluşu tavan arasına kaldıracak olursam, geriye ne kalır? Başlı başına bir insan, tüm diğer insanlardan oluşmuş ve tek başına değeri hepsinin değerine eşit, ve de herhangi bir insan değerinde”.

Sartre ile Celine'in yakınlığı su götürmez bir gerçek ve Bulantı'nın (1938) doğrudan Gecenin Sonuna Yolculuk (1932) ve Taksitle Ölürm'den (Mort â Credit, 1936) esinlendiği belli. Aynı hırçınlık, her tarafta çirkinlik, aptallık, aşağılıktan başka bir şey görememe de aynı yanlı tutum. Birbirlerinden olabildiğince uzak, XX. yüzyılın en büyük iki Fransız roman yazarı -Marcel Proust ve Louis Ferdinand Celine- yaşama duydukları tiksinti, varoluşa duydukları nefrete gelince aynı noktada buluşuyorlar. Bu anlamda Proust’un astımı -genelleşen bir alerji- ve Celine'in Yahudisevmezliği iki ayrı görünüm altında bir evrensel reddedişi somutlaştırmaktan başka bir şey değildi. İşte bu noktada, şüphesiz, yazarın kendi kişiliğinin devreye girip girmemesi sorunu söz konusu olabilir. “Madame Bovary, benim". Gustavo Flaubert'in bunu doğrulayan ünlü sözü romanın tüm estetiğini özetliyor. Her yazar özünü, kendi özel yaşamından alır, bunu okuyucusuna ya, neredeyse, ham haliyle (Montaigne, Rousseau, Gide) ya da tanınmaz hale getirecek bir arıtma işleminden geçirdikten sonra verir (Tıpkı Flaubert’de olduğu gibi, ancak Ermiş Antonius ve Şeytan (Tentatıon), Salambo, Madama Bovary ve Duygusal Eğitim (Education Sentimentale'de bunun derecesi farklıdır), Şunu da belirtmek gerekir ki belli dozda mutsuzluk, uyumsuzluk, marjinallik, hatta gizil suçluluk böyle durumlarda neredeyse zorunlu bir koz oluyor. Proust, hasta, Yahudi ve eşcinsel biri olarak kargaşadan nasibini almıştı. Oysa ki, Celine’in davranışında bir çeşit düzmecilikten söz edilebilir. 1914 savaşı kahramanı, tıp doktoru, daha ilk kitabıyla telif haklarına boğulmuş, Danimarka’da bir bankada altın kasası bulunan biri olarak, sefilleri, aç susuzları oynaması dürüstlükten ödün vermeden olamazdı.

 Ancak, o yüzde yüz bir edebiyatçı ve roman yazarıydı. Bir fizikçi, bir tarihçi, hatta bir ressam yapıtlarıyla yaşamı arasına su sızdırmaz bir set çekebilir. Ama bir şair, bir romancı yapamaz bunu. Bu kişiler paralanırlar, yüzlerini, aşklarını, vergi belgelerini ortaya dökerler. Bu nedenle de bazı sapmalar, bazı gülünçlükler kaçınılmaz olur. Sartre'da kendi kişiliğini devreye sokma sorunu oldukça farklı boyutlarda kendini gösterir. Onun tüm öğretmen, filozof yanı bu yazınsal gülünçlüklere düşmez ve Sartre'ın da düşmesini engeller. Çünkü yazar Sartre, romancı Sartre, tiyatro yazan Sartre'ın hep bir ayağı üniversitede, salt filozofların yanında olmuştur. Bu onu hem yüceltir hem de küçültür, onu kimi güçlüklerden kurtardığı gibi, başına yenilerini de açar. Çünkü Sartre’ın, örneğin Celine'den daha küçük bir yazar olduğu gün gibi ortadadır. Celine'in Fransızca'nın sözdizimini yıkıp-yeniden kurmasıyla at başı beraber giden kara lirizmi, yazın alanında, tıpkı Mallarme'nin paha biçilmez soneleri ve Proust'un dolambaçlı ve büyüleyici cümleleri gibi, çarpıcı bir yaratı oluşturur. Buna benzer hiçbir şey yoktur Sartre'da. O, kitaplardan kendisine ulaştığı şekliyle Stendhal, de Balzac, de Maupassant'ın dilini, olduğu gibi almış ve ondan kendisine hiç sorun yaratmayan, kullanımı kolay ve ulaşmak istediği amaca göre uyarlanmış bir araç gibi yararlanmıştır. Bu anlamda, yazının bir tek etkililik kuralına boyun eğmesi gerektiğini düşünen Zola'ya yakındır.

Oysa, eğer romancı Sartre'da, Celine'in sahip olduğu yaratıcı güç yoksa, bu onun başka ellerden gelmesinden kaynaklanır, bir yazın göçmenidir o. Sarayda doğmamıştır, yazın ülkesine metafizik bölgelerden gelmiş ve kaçak yolla da olsa çıkınında, yazınsal yapıtlarına katmayı düşündüğü, Aristote, Spinoza ve Hegel'i de getirmiştir. Bu, onun özünden bir şeyler götürüyor ama, özgünlüğüne yeni bir boyut da kazandırıyor. Felsefî birikimini yazınsal ereklerin emrine sunmak gibi zor bir bahse girmiştir o, ancak Voltaire usulü felsefi masallar değil de, Zola'nınkiler gibi insancıl ve toplumsal romanlar, Brecht gibi siyasal ve tarihsel tiyatro yapıtları yazmak için. Onunki yerine getirilmeyecek bir iddia idi, ama zaten, her yaratılan şey daha girmeden kaybedilen bir bahistir, çünkü, ancak gerçekliğini ortaya koyduktan sonra olabilirliğini yaratabilir.

Proust ya da Celine’den daha küçük bir yazar olduğu gibi, yapıtlarıyla da onlar kadar derin bir uzlaşma içinde değildir. Sartre’da oldukça dokunaklı bir marjinal olma özlemi (siyasal yeğlemelerine dek) vardır. Ama yasal bir evlilikten doğmuş, Ari ırkından, bir Fransız, heteroseksüel, uzmanlık sınavını kazanarak Devlet memuru olmuş, solcu olunması gereken bir dönemde solcu, parlak bir ünle dokunulmazlığa ulaşmış (de Gaulle onun hakkında şunları söylemiştir: Voltaıre durdurulamaz.) ve dahası Stokholm Kraliyet Akademi-sinin seçimini kabul etmeyip Nobel ödülünü geri çevirerek ününe ün katmış bir insan, başka nasıl olabilir ki?

SARTRE / BAĞLANMA VE ÇELİŞKİ

BAĞLANMA VE ÇELİŞKİ
VİNCENT von WROBLEVSKY


"Sartre'ın kişiliğinde ön sıradan bir felsefi roman yazarıyla karşılaştığımız kuşku götürmez. Voltaire'den beri felsefi romanın masala yakın hafif bir yazı türü olduğu, Fransa'da bilinen bir şeydir. Sartre'ın edebiyatının bu türle ilgisi yoktur; tersine, bir varoluş felsefesine bağlı edebiyatın ne olabileceğine ilişkin işlenmiş bir kavram verir bize."



Paul Nizan, Sartre'ın Bulantı adlı romanının yayımlanmasından sonra, 15 Mayıs 1938'de, sol eğilimli akşam gazetesi Ce Soir'da böyle yazıyordu. Gelecekte Sartre'ın hayatında ve eserinde biçimlenecek üretken çelişkilerin birkaçını da, karşıt kavram çiftleri olarak adlandırıyordu: edebiyat ve felsefe, aydınlanma geleneği ve modernlik, toplum eleştirisi ve ahlak.

Daha çocukken büyük yazar diye tanınma nevrozuna tutulan Sartre —otobiyografisi Sözcükler, çocukluğunu pek etkileyici bir biçimde anlatır— 1915'de, on bir yaşındayken kompozisyon ödevinde, sınıfında en kötü notu aldı. Öğretmeni verdiği notu yazılı bir yargıyla da açıklıyordu: «Çok düşüncesiz bir öğrenci; bir soruya verdiği ilk cevap hemen hemen hiçbir zaman doğru olmuyor... Düşünmeye iyice alışmalı!» Bu pedagojik öğüt Sartre'ın yüreğine oturmuş olmalı; yoksa Simone de Beauvoir, Sartre'ı tanıdığı 1929 yılını anımsarken, durup dinlenmeden düşünen bir insan olarak anlatmazdı onu. Yazarın çocukluk arkadaşı olan Nizan, Bulantı'yı tanıtırken, yalnız temel çelişkilerden değil, Sartre'ı Özgürlük Yolları'na yönlendirecek adımlardan da söz eder:
«Jean- Paul Sartre, kendisini büyük suçlamalar karşısında bırakmamak, gerçekliğe bütünüyle açılmamak için romancıda olması gereken kesin çizgili ve acımasız yetenekleri taşıyor.»
Gerçi Bulantı yazı yazma, kendini anlama, bu işleri bilen tanışlara işmar edercesine göz kırpışlarla dolu bir kitaptır, ama bütün bunlara rağmen Nizan, öngörülerinde haksız değildir. Bulantı'nın son sayfalarında, romanın kahramanı Antoine Roquentin, sanat eserinde, «varoluşun alternatifini bulur (burada, varoluş, geçici, rastlantılı, hiçbir şeyle haklı çıkarılamayan, sıvılaşan, yapışkan, sümüklü, kaygan, tiksinti veren olarak anlatılır). Bir Yahudinin bestelediği, bir zencinin söylediği Blues'da. pırlanta sertliği, kesinliği, seçikliği vardır; burada zorunluluk, güzellik, süreklilik, ölümsüzlük, özgürlük söz konusudur. Özgürlük sanat eserinde nesneleşir; eser, baskı altında tutulan sanatçı azınlıkların, hiç de rastlantısal olmayan yaratıcılıklarının baskıdan kurtuluşunu ilan eder.

Bulantı'da, edebiyat açısından biçimlenen rastlantı-özgürlük karşıtlığı, Sartre'ın 1943'de yayımlanan ilk büyük felsefe çalışmasında (L'Etre et le Neant —Varlık ve Hiçlik—) kavramsal açıdan ele alınır. Kendisi-için olan özgürlük, bilinç; kendi başına olanı, varlığı, nesneleri parçalamalıdır. Husserl'in Fenomenolojisi ve Heidegger'in varlıkbilimiyle (ontolojisiyle) hem beraber hem de onlara karşı bir tutum benimseyen Sartre, «Özgürlük Felsefesi» nde tanrıtanımaz varoluşçuğu geliştirir. Savaş sonrası yıllarda moda felsefe haline gelen bu akım, Marksizmin yanı sıra ve ona karşı, genç aydın kuşak üzerinde en güçlü etkiydi. Öylesine moda oldu ki artık varoluşçu giyiniliyor, dans ediliyor, saçlar uzatılıyordu. İşleri başından aşkın yurttaşlar ise, varoluşçuluğu, gençliğin ahlakını bozan kahvehane felsefesi diye kötülüyorlardı.

Ama kültürünü, kültür hayatına ilişkin bilgilerini, bulvar gazetelerinden almakla yetinmeyen kimse Sartre'ın adını başka bağlamlarda anıyordu; öne çıkan kavram «bağlanmalı edebiyat» tı. («litterature engagee»). Ciddi okuyucu, Sartre'ın yazardan, yazdıklarının siyasal ve toplumsal sonuçlarını düşünmesini istediğini anlıyordu. İletişimi vurgulamasıyla, alıcılık üzerindeki ısrarıyla, «okuyucunun özgürlüğüne işaret göndermekle» Sartre, yazarlar arasında verimli bir tartışmayı başlatmakla kalmadı, edebiyat bilimini de verimli kıldı; çünkü Edebiyat Nedir? (1948) adlı kitabı, bütün sınırları aşarak bugüne dek uyarıcılığını sürdürmüştür.

BULANTI

«BULANTI»NIN MİRASÇILARI BİZLERİZ

ALAIN ROBBE GRILLET

Çeviren: Nilüfer Kuyaş

Bulantı'yı ilk çıktığında okumadım (oysa, yaşım on altıydı, okuyabilirdim); birkaç yıl sonra, savaşın hemen ertesinde okudum. Olasıdır ki, beni de bir roman yazma girişimine iten o sinsi dürtünün kaynağında bu kitap vardı; belki iki ya da üç başka kitapla birlikte, Dava gibi, Nadja gibi.

 Annem ve babam «sağdan»dı, yani düzen ve denge rejimlerinin, geleneksel değerlerin tarafındaydılar. Bu aydın aile için savaşın sonu, büyük yıkımların, kanlı taşkınlığın, güven verici bir dış-yüzün ardında gizlenebilen (belki her her zaman gizlenen) adlandırılmayacak korkunçlukların keşfedilmesi demekti. Bulantı, açılmış olan bu çöküntüyü daha da genişletti. Nerede olursak olalım, usçuluğun ve rahat gerçeklerin (bizi aynı zamanda hem koruyan hem de tutsak eden dünya düzeninin) cilasını biraz kazımamız yeterlidir: anlamların ve yasaların güzel yapısı ansızın bir gösteriş olduğunu ele verir; korkunun üzerine, endişenin üzerine, umutsuzluğun, çılgınlığın üzerine göz boyamak için resimlenmiş sofuca bir yalandır bu.

Heidegger'de olduğu gibi Freud'da da birbirinin karşıtı olan iki kelimeyi (garip ve alışılmış) burada yeniden ele alırsak, giderek iki tür roman bulunduğunu kavrarız: bir yanda dünyanın alışılmışlığını yeniden kurmakla yetinen romanlar, ki bunun en iyi örneği, kuşkusuz Balzac'tır. Bu romanlar yerleşik düzenden, hümanist bilinçten, sınanmış gerçekten, sağduyudan yanadırlar. Öte yanda ise, dünyanın garipliğiyle, yabansılığıyla ilgilenen romanlar; yıkımlara, hayaletlere, saptırılmış anlamlara, bilinçdışına, özgürlüğe yönelenler; yani o zamanki görüşümle, Lewis Carroll ya da Raymond Roussel.

Bulantı, yerine başkasının geçemeyeceği bir anı canlandırır: içimizden birisi (Antoine Roquentin) yukarıda tanımlanan ilk evrenden ikincisine doğru kaymaktadır. Günlük yaşantısının alışılmış çevresine iyice kök salmış olduğuna inanan Roquentin, varlığının belirleyici bir iki günü içinde başka bir gerçekliğin bilincine varır. O zamana kadar, alışkanlıkların ve buyrukların dokusu ardında gizlenmiş olan bir gerçekliktir bu. Dünyadaki sürekliliğin hemen her yerinde gedikler ve çatlaklar görülmeye başlar ve daha görüldükleri anda karşı konulmaz bir uzanım kazanıp, giderek nesnelerin, tavırların ve sözlerin bütün varoluş nedenlerini yıkarlar.

Küçük taşra kentinin parçalanmış yol taşları arasından az sonra iğrenç yaratıklar belirir, tıpkı kabuslardaki gibi. Kendisi de tam aklını yitirmek üzereyken sağlam bir yere tutunmaya çabalar. Roquentin. Ve seçtiği çare, Eugenie Grandet'yi baştan okumaktır. Çünkü bilindiği gibi, gerçekçi türün özellikle betonlaşmış bir örneğidir bu roman.

Ama Balzac'ın kapağı kapanır kapanmaz bulantı onu yeniden yakalar. Beyninde yerleşmiş olan bütün eski gerçek anlayışları, aslında yok olmuşlardır: özgür bir bilinç haline gelmek üzeredir. Varoluşsal özgürlüğe varabilmek için ödenecek bedel, dünyanın bütünüyle yabancı olduğunu yürek korkudan daralıncaya kadar duymaktır, der Heidegger.

SARTRE


Sartre, yâni külyutmazlığın güzelliği. Bulantı'da kırk yılı aşkın bir süre sonra «Bibliotheque de la Pleiade» yayınlarından Jean-Paul Sartre'ın Oeuvres Romanesques'inin (Romanesk Yapıtlar) çıkmasıyla, Sartre'ın bıraktığı eserin gücünü, önemini bir kez daha anlıyoruz. Duvar (Le Mur) kitabında toplanan kısa öyküler gibi, Özgürlüğün Yolları'nın son cildi olan ve önce Temps Modernes dergisinde 1949'da basıldıktan sonra, burada ilk kez kitap olarak yayımlanan Dröle d'Amitte (Bir Tuhaf Arkadaşlık) gibi farklı metinlerin bir araya, daha doğrusu karşı karşıya getirilmeleriyle Sartre'ın eserine bütün gücünü kazandıran şeyi içimizde duyuyoruz: düşüncesini canlandıran, yaratısına dirim veren, o karşı konulmaz gençliğini...

Arzu ile gerçeğin, bireyin iştahları, mutluluğa özenişi ile doğruluğun (hakikatin) ve toplumun gerekleri arasındaki çelişkidir bu. Sartre'ın tutkusu doğruluktur, doğru olandır, hiçbir şeyin durduramadığı, hiçbir şeyin şaşırtamadığı bir gençliğin gönül atılımıdır. Hepsinden öte, zaman bozamaz bu araştırmayı.

Sartre'daki tutarlılığı da unutmamak gerekir, ve bu çağdaş yazında belki de tek örnektir. Romancı, tiyatrocu ve felsefeci arasında bir «süreklilik bileşimi»ne gerek yoktur. Eser tümüyle uyuşma halindedir; öyle istenmiş, öyle düşünülmüştür, bir rastlantının sonucu değil, bir yaşamın anlatımıdır. Kuşkusuz, Sartre'a daha ilk andan itibaren bu kadar sadık yandaş ve bu kadar düşman kazandıran da bu tutarlılıktır.


Mathieu gibi, Brunet gibi ve tabii Roquentin gibi Sartre da yaşamındaki olayların arasından kendini tanımaya, kendini en doğru, en kesin biçimde algılamaya çalışıyordu. Bunun için de, yazından iyi bir araç olamaz, çünkü roman gerçek varoluşu meydana çıkarmak için görüntüyü eleyen bir bakış'tır. Roquentin günlüğünü yazar; Lucien'in çocukluğu, Lulu'nün evliliği, Mathieu'nün salt yaşamı, hepsi birer iç monolog olarak yaşanırlar. Olayların trajik anlamlarının içine işlediğimiz anlarda zaman durur. Örneğin demir yolu vagonuna kapatılan adamlar bilinmeyen bir kadere doğru yol alırlarken, tarih de donuklaşır ve onları ölümün damgasıyla damgalar: «Bir yazgıları vardı, krallar gibi, ölüler gibi.»

Bir Tanıklık / Demir Özlü


Kendisinden bir süre uzak kalınmayınca, tarih içindeki kültürel perspektifleri çok açık seçik görülüp anlaşılmayan; insanı alıp oradan oraya sürükleyen, yetenekli kişiyi sonunda görmüş geçirmiş mutlu bir derviş haline getiren İstanbul kentindeki yaşamı içerisinde, bizim kuşak J.-P. Sartre'ın adıyla, sanırım ilk olarak Sait Faik'in Beyoğlu üzerinde yazdığı bir röportajda karşılaştı. Sait Faik o yazısında, o zaman İstiklâl Caddesi üzerinde bulunan Saray Kitabevi'nden söz ederken, J.-P. Sartre'ın «bu yaman adamın» kitaplarından da söz ediyor; parası yetişip de alıp okuyamadığından yakınıyordu.

J.-P. Sartre'ın bizim kuşağın düşünceleri üzerinde, kurduğu yazın anlayışı üzerinde, belirli —sırasıyla önemli— ölçülerde etkisi olmuştur. Özellikle Bunalım Edebiyatı adı verilip, çokça eleştirilen yazın akımı üzerinde. Gelenekçilerle yeniliğe karşı olanlar, edebiyattan sadece toplumbilimsel olguların doğrulanmasını bekleyenler (yazarın amatör bir toplumbilimci olmasını isteyenler), 19. yüzyıl diyalektik maddeci düşüncesini oluşumu içinde değerlendirmeyip, en kolay şemalara indirgemek isteyenler, nihayet dünya kültürleri arasındaki evrensel alışverişi (bütün insan tarihi boyunca sürmüş olan bu alışverişi) «taklitçilik» olarak gören dar görüşlüler ya da kültür bağnazlarınca... uzun yıllar eleştirilip durmuştur bu akım. Öyle ki, bugün de, yaşadığımız kültürel çalkantılar içerisinde, 1950 ile 1960 yılları arasında oluşan, sonra da şu ya da bu eğilimlerle süren bu yazınsal anlayışın dil değerleri üzerinde, dışlaştırdığı iğretilemelerin ya da imgelerle imlerin insansal anlamı üzerinde —çağıyla bağlantısı üzerinde— sonuçta da gelenekten bu yazına kendiliğinden gelip yerleşen öğeler üzerinde gene de pek durulacağını sanmam. Benim o dönemde kullandığım terminolojiyle Bunaltı Edebiyatı, ama daha çok yaygınlık kazanmış bir deyişle Bunalım Edebiyatı adı verilen bir eğilimin, hemen hemen aynı dönemlerde birçok dünya yazınında birden başlamış olduğunu o dönemde bilmiyorduk doğrusu. Şimdi, dünyanın çeşitli yazmlarıyla ilgilendikçe görüyorum bunu. Biraz önce ya da sonra başlamış olan evrensel eğilimi. Ben ilk hikâye kitabımın adını Bunaltı koymuşsam (1958); bunaltı sözcüğü daha sonra Fransız dilindeki «angoisse» sözcüğünü karşılamak için kullanılmışsa (ki ben ilk yapıtımın, adının Fransız diline tam «angoisse » olarak çevrilmesinden yana değilim); «bunaltı», Sartre felsefesinin bir kavramıysa, «saçma» ve «bunaltı» Sartre felsefesine göre «dünyada olmak» (etre dans le monde) düşüncesinden geliyorsa; Sartre düşüncesinde bunun aşılması gerektiğinden de söz ediyorsa; bir açıdan bir eylem felsefesi olan düşüncesini bu düşüncelerden başlayarak türetiyorsa ya da İsveçli önemli şair Per Lagerkvist'in eski bir şiir kitabının adı Bunaltı (Angt) ise... büsbütün de bilerek seçtiğimiz söylenemez bu temalarla bu terminolojiyi.

Her zaman yaratış sürecinde olduğu gibi yarı bilinçli, yarı da bilinçsizdi bu seçiş, ama mutlaka çağdan ve o çağ içinde, yaşadığımız toplumun aldığı maddesel ve ruhsal biçimlerden geliyordu. Fakat böyle bir yazıda kendimden söz etmek istemem —biraz ettimse de konuyu ortaya çıkarmak için ettim—; Sartre'dan, bir de kendi kuşağımın belli bir düşünce dünyası çevresindeki ilişkilerinden söz etmek isterim. Ama kendi kuşağımın yazar arkadaşlarına belli bir saygı ve uzaklıkla yaklaşarak; kendi düşüncelerini, kendi düşünsel ilişkilerini anlatmayı daha çok kendilerine bırakarak. 

Hiçbir düşünce, belli bir gereksinim olmadan yaygınlaşamaz, gelip de başkalarını etkileyemez. J.-P. Sartre'ın, öteki varoluşçuların çok uzağında olan düşüncesi de. Öteki varoluşçuların çok uzağında diyorum: örneğin çağdaşı Gabriel Marcel, Cezayir'in bağımsızlığı söz konusu olduğunda ulusal bir Cezayir'den (Fransız bir Cezayir'den) yana imzasını koymuştu; oysa Sartre, Cezayir'in bağımsızlığı için savaştı. Dinci varoluşçu Kierkegaard'la, kökleri ta eski Yunan felsefesine kadar uzanan bir düşünce geleneğinin bazı ortak terimlerini kullanmaktan başka ne yakınlığı var Sartre'ın?

1950 Kuşağı adı verilen yazar kuşağının, Türk yazınında yeni bir değişim yaratan genç üyeleri o dönemde, belirli açılardan— J.-P. Sartre'ın düşüncesiyle ve yazın anlayışıyla ilgileniyorlardı. Özellikle o dönemin genç yazın dergisi a dergisi çevresinde toplananlar. İlginin o kadarla kalmadığını, öteki varoluşçu düşünürlere de sıçradığını belirtmeliyim. Somut yazın dergisinde yayımladığım bir not'ta, ilgilenilen yapıtların ve düşünürlerin aklıma gelenlerini sıralamıştım. 1958'de, doğrudan doğruya felsefeci olan Selâhattin Hilâv'ın da yurda dönüşü, o genç yazarlar çevresi için yeni bir kan dolaşımı yaratmıştı. Fatih'te, bizim evin, bana verilmiş küçücük odasında; Selâhattin Hilâv'ın Çarşamba'da, babadan kalma evinde; Onay Sözer'in, Çarşıkapı'daki odasında; Asım Bezirci'nin Yavuz Selim'deki küçük evindeki toplantıları, konuşmaları bir gün yazabilirsem mutlu olacağım.

1950'lerin ilk yıllarında Sartre'ın bizi ilgilendiren düşüncelerinin, düşünürün 'ilk dönem düşünceleri' olduğunu belirtmeliyim. Sartre, o dönemde ilk önemli yapıtlarını yayımlamıştı henüz: Imagineire (Imgelemsel, 1940), l'Etre et le Neant (Varlık ve Hiçlik, 1943)... Bunlara birkaç ünlenmiş tiyatro oyununu, Bulantı romanını, Duvar adlı yapıttaki hikâyeleri de katmalıyım. (Sonradan Roland Barthes'ın 'yazışın sıfırına derecesi' diye adlandırdığı, Sartre'ın özensiz görünen, —benzetmesiz, iğretilemesiz— ama geçirgen üslubunun beni ayrıca ilgilendirdiğini belirteceğim). Bu ilk düşünce yapıtlarında, Sartre'ın felsefesi bir bilinç felsefesi olarak görünür. Sartre felsefesinin «insanı» («je» ya da «ben», «Ego»), başlangıçta bilinçlilik içinde değildir, dışındadır onun, dünyadadır; orada, dışarıda varoluş, yerini bulur. «Ben» orada özne-nesne ikiliğini aşmak zorundadır (Dünya ve Ben ikiliği); «dünya» ve «ben» mutlak bilinç için nesneler olarak kalırlar.

Bilinçse hiçlikle karşılaşmayla başlar. «Bir varlıktır bilinç, varlığının hiçliğinin bilincinde olan bir varlık» (l'Etre et le Neant, II. bölüm, 1). Varoluş özden önce gelir, her insan eylemi insanlığa bir düşünce katar. Bilinç, düşüncenin özel bir biçimi olarak belirlemez kendini, varolanın bir dünyaya doğru patlaması olarak belirir. Burada Husserl felsefesi egemendir artık: kendini indirgemiş insan, maddeye doğru yönelme l'intentionalite husserlienne). Bilinç, kendini dışlaştırma eylemidir. Bilinci ayakta tutan, aydınlatan cogito'nun düşüncel sağlamlığıdır, ama olgusallık içinde kendini duyan bir bilinçtir bu: Oradayım ve şimdi oradayım.

Bunaltı, l'Etre et le Neant'da, saçmalık, varoluşun betimlenmesi Varlığın sorunları olurlar. Dünyada varolmanın bilinci, hiçliğin dünyaya doğru bu patlaması bu kitabın sorunsalını oluşturur. Varolan (insan) özgürlüğünün bilincini kazanır. Özgürlük, çevremde bir eylem alanı olarak belirir. Varolmak, varoluşu, olanaksız öze doğru aşmaktır, bir aşkınlıktır bu hareket. Özgürlük, kendimi, dünyada seçmektir, gene aynı eylemdir bana dünyayı bulgulatan. Başlangıçtaki özsüz varoluş, özgürlüğe yargılı insan... ancak seçme ve bağıtlanmayla varedebilir kendini.

İlk yapıtlarında Sartre, ilgilendiği, ortaya koyduğu bilinç kuramlarıyla, Bergsoncu geleneksel ruhbilimin «iç yaşam» anlayışına ve Freudçu psikanalize karşı çıkıyordu. Onların yerine fenomenolojik anlayışlar, fenomenolojik doğrular getiriyordu. Bütün bu çaba, onun çalışmalarının 1960'lara kadar olan bölümünü doldurmuştu.

1960 Devrimi'nden sonra, ben de Paris'e gittim; kuşağımın bazı yazarları da zaten oradaydılar: Güner Sümer, Onat Kutlar, Ferit Edgü... Cezayir Savaşı dönemiydi, kentin çeşitli yerlerinde plastik bombalar patlıyordu. J.-P. Sartre, bu sömürge savaşına karşı direndiği için, Saint-Germain des Pres'deki evine plastik bomba atılmıştı. Bu yüzden Rue Delambre'da (Montparnasse) kimsenin pek bilmediği —belki Duvar'daki hikâyelerde söz konusu edilen— bir evde kalıyordu. Geceleri Montparnasse Sckağı'ndaki Falstaff adlı lokale, ya da başka lokallere çıkıyordu. Sık sık görüyordum bu büyük düşünürü oralarda. Biz, Sartre'ın yapıtlarından yeni bir yazın anlayışının ürünleri olarak yararlanmış, o gençlik yıllarında etkisini duymuş ve Sartre'ın düşüncelerinden yararlanarak, Demokrat Parti kapalı döneminde, aydınlara seslenen özgürlükçü muhalefeti ayakta tutmaya çalışmıştık. Şimdi 1960 Devrimi olmuştu, ondan yararlanarak düş ülkesi Paris'e gelmiştim.

Biliyordum, Türk toplumunda geç kalmış bir şeyler vardı. Nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum: bir kültür bırakılmış, başka bir kültüre yönelinmişti, ama bütünüyle öğrenilmemişti o yeni
kültür de (bütünüyle öğrenilmesi elde miydi?); sonra geniş kitlelere, halka yayılmış bir şeyler, bir düşünce yoktu henüz. Ama genç insanlar, genç yazarlar olarak umutluyduk sanırım. Toplumun altında yatan geri yapılar ya da emperyalist ülkelerin harekete getirmesiyle yiten ve yeri doldurulamayan kültür sorunu —bugünkü gibi— ortaya çıkmamıştı daha.

Paris'te kaldığım yıl içinde Sartre'la konuşma olanağı aramadım. Bazen Falstaff lokalinde, sabaha yakın saatlere kadar, birbirine yakın masalarda oturduğumuz halde. Sartre, düşüncelerini kitaplarda, gazetelerde yazıyor, özgürlükçü eylemlerini yapıyordu. Ayrıca düşünürle konuşmaya çalışmak, zoraki bir istek olacaktı. Onların —hatta François Mauriac'ın, Arthur Adamov da dahil 121'ler bildirisini imzalayanların, kısa bir süre ülkelerinden kaçmak zorunda kalanların— Cezayir Savaşı ve insan özgürlüğü konusunda —birçok şeyi tehlikeye atmak pahasına— nasıl savaştıklarına tanık oldum. Kendilerinden öğrenilecek —yaşamak için öğrenilecek— çok şey vardı. 1960 öncesinde, bazı yazarların deyimiyle, bu Varlık ve Hiçlik dönemindeki politik konumlarını, daha sonra Simone de Beauvoir şöyle anlatır: «Kapitalizme karşıydık, ama Marksçı değildik; iktidarları salt bilince ve özgürlüğe yöneltmek istiyorduk ve aynı zamanda ruhculuğa da karşıydık».

Paris'teki günlerde, kışın, karın yağdığı tek 1962 yılı sabaha karşısı, çok erken saatlerde, Montparnasse'da, Delambre Sokağı ile Boulevard Raspail'ın birleştiği köşede, Sartre'la burun buruna geldiğimizi ansıyorum. Geceleyin beni de uyku tutmamıştı. Dupleix metro istasyonuna yakın otelimden çıkmış, günün daha ağarmadığı saatlerde, ağır işçilerin kalvados ya da beyaz şaraplarını yudumlayıp çalışmaya koştukları kahvelerden birine uğramış, ardından da büsbütün uyanık —uykusuz bir geceden sonra— Montparnasse'a gelmiştim. Kar, ilk ve son yağan kar, sinirleri mi germişti? M. Sartre da dolaşıyordu işte yarı karanlık sokaklarda, «Hey, M. Sartre!» diye seslenebilirdim kendisine. Yapamadım. O dönemlerde, geniş gövdesiyle Sartre bana oldukça genç görünüyordu. Şimdi, şu son yıllarda öleceğini ve dünyamızda artık görülmiyeceğini bilseydim, seslenirdim mutlaka.


1960 yılında J.-P. Sartre, yayımladığı Critique de la Raison Dialectique ile hem Marskçı düşünceye yaklaşır, hem de bu düşünceyle bir tartışmaya girer. Sartre'ın öne sürdüğü, tarihte, «öznesiz » sınıfsal hareketlerin diyalektiği, değildir. Hatta bu düşünceyi kuşkuyla ele alır. O, bu büyük yapıtında, her şeyden önce diyalektiği, tekil eylemlerin bütünleşmesi  olarak tanımlar. Bireylerin tarihle ilişkileridir onu ilgilendiren. Fakat öte yandan, bu yapıtta öne sürülen düşünceler Engels'in şu düşüncesini doğrular gibidir: «İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendilerini belirleyen belli bir ortam içinde». Sartre, bu yapıtta salt felsefesel bir çabaya girişir: Marksçılığı «bilmeye» bağlayan ve onunla bütünleştiren somut bir antropoloji kurmak. Varoluşçuluğu, Marksçılıkla birleştirmek, bütünleştirmek istemektedir. Marksçılık ya da Markscı araştırma insancıl bir boyut kazanacaktır (özne de yerleşecektir bu araştırma içine), yani varoluşsal tasarı girecektir onun içine, antropolojik bilginin temeli olarak. O zaman varoluşçuluğun varlık nedeni kalmayacaktır: özümsenmiş, aşılmış, felsefenin bütünleşen hareketi tarafından içine alınmış olacaktır.

Sartre, Sözcükler (Les Mots) adlı yapıtıyla kendi yaşamıyla ve sürüklediği nevrozla ilgili bir şeyler açıklamıştı. Ama onun düşüncesinin geliştirdiği temaların, daha çok —benim henüz okumadığım— Flaubert adlı üç ciltlik büyük incelemesinde bulunduğu söylenir.

GAUGUİN (Akıl Çağı - Sartre)


"Bu Gauguin," dedi..
Üzerinde “Otoportre” yazılı bir etiket bulunan dört köşe bir tabloydu. Gauguin solgun ve dağınık görünüyordu, iri çenesiyle yüzünde rahat bir zekâ ve biraz çocuksu, kederli bir kendini beğenmişlik vardı. Ivich yanıt vermedi, Mathieu yan gözle ona baktı: Ancak ışığın yanıltıcı parlaklığıyla yaldızlarını kaybetmiş saçını görebildi. Geçen hafta, bu tabloyu ilk gördüğü zaman Mathieu çok güzel bulmuştu. Şimdi tablonun karşısında duygusuzdu. Zaten tabloyu görmüyordu: Mathieu gerçekle ağzına dek doluydu. Üçüncü Cumhuriyet ruhuyla sarmaş dolaştı; gerçek olan ne varsa hepsini görüyordu; hepsini, bu klasik ışığın aydınlattığı her şeyi, duvarları, duvarlardaki tabloları, tablolardaki kabuklaşmış renkleri. Yalnızca resimleri görmüyordu; resimler sönmüş, kapanmıştı ve bu aklı başında dünyada, çizecek ve boyayacak, tuvallerin üzerinde var olmayan şeyleri canlandıracak insanların yaşadığını düşünmek, korkunç bir şeydi.

Bir erkekle bir kadın salona girdi. Erkek potin düğmelerine benzer gözleri, yumuşak, beyaz saçları olan bembeyaz, iriyarı bir adamdı; kadın, daha çok bir ceylana benziyor, kırk yaşlarında görünüyordu. Girer girmez, evlerindeymiş gibi rahatlamışlardı: Böyle yerlere alışık olmalıydılar, onlardaki gençlik iddiasıyla bu seçilmiş ışık arasında inkâr edilmez bir yakınlık vardı: Bu çeşit gençlik, en kolay, bu sergilerin aydınlığında korunabiliyordu. Mathieu karşı duvarın ortasındaki büyük, küflü lekeyi gösterdi:

“Bu da Gauguin.”

Gauguin, fırtınalı bir göğün altında, beline kadar çıplak, delilerin sert ve aldatıcı gözleriyle, dimdik, bakıyordu. Yalnızlık ve gurur yüzünü kemirmişti, bedeni, içi su dolu, yumuşak ve etli bir tropik meyvesi olmuştu. Kendine saygısını ve onurunu yitirmişti. O insanoğluna özgü onur ki, Mathieu, ne işe yarayacağını pek de bilmeden korumuştu hep ve gururunu yitirmemişti. Gauguin'in arkasında karanlık birtakım varlıklar, simsiyah şekillerden bir karmaşa vardı. Bu çılgın ve korkunç bedeni ilk gördüğü gün Mathieu heyecanlanmıştı, ama o gün yalnızdı. Bugün yanında kin dolu bir küçücük insan vardı ve Mathieu kendinden utanıyordu. Utançtan da öte: Duvar dibinde bir kocaman çamur yığını.

Adamla kadın yaklaşmışlar, tablonun önünde iddialı bir dikkatle duruyorlardı. Ivich bir adım çekilmek zorunda kaldı, çünkü önünü kapamışlardı. Erkek biraz arkaya eğilerek tabloya hoşnutsuz bir ciddiyetle baktı. Buna yetkiliydi, rozeti vardı.

Başını sallayıp dilini hoşnutsuzluğunu belirtmek için damağında şaklatarak, “Bundan hiç hoşlanmadım,” dedi. “Kendini Hazreti İsa zannediyormuş galiba. Hele şu siyah meleğe bak, arkada, arkasında, yakışıksız, laubali...”

Kadın gülmeye başlamıştı; kuş cıvıltısı gibi bir sesle, “Tanrım,” dedi. “Gerçekten, o melek pek uyduruk bir şey!”

Adam ciddi bir tavırla, “Düşündüğü zaman Gauguin'i sevmiyorum,” dedi. “Gerçek Gauguin süsleyen Gauguin'dir.”

Gri flanelden iyi dikilmiş giysisi içinde dik ve kuru, o çıplak bedenin karşısında durmuş, Gauguin’e bebek gözleriyle bakıyordu. Mathieu tuhaf bir fıkırdama duyarak döndü: Ivich gülmekten katılmak üzereydi, dudaklarını ısırarak umutsuz gözlerle ona bakıyordu. Mathieu, bir sevinç fırtınası içinde, “Bana küsmemiş,” diye düşündü. Kolundan tutarak onu, iki büklüm, salonun ortasındaki deri koltuğa sürükledi. Ivich gülerek kendini koltuğa bıraktı: Saçları karmakarışık yüzündeydi. 
Yüksek sesle, “Müthiş, harika,” dedi. Ne diyordu; Gauguin'i düşündüğü zaman sevmiyorum” mu diyordu? Ya kadın! Aman Tanrım! O kadın o adama ne kadar yakışıyor ama...

Adamla kadın, tereddütle bakınarak duruyorlardı: Gözleriyle, hangi tarafa gideceklerini birbirlerine sorar gibiydiler.

Mathieu, usulca, ‘Yandaki salonda başka tablolar var,” dedi. Ivich gülmekten vazgeçmişti, keyifsiz bir sesle, “Yok,” dedi. “Kalabalık oldu şimdi...”
“Çıkalım isterseniz.”

“Evet, çıksak fena olmaz, bu tablolar başımı ağrıttı. Biraz dolaşıp hava almak istiyorum.”

Kalktı. Mathieu, sol duvardaki büyük tabloya üzgün gözlerle baktıktan sonra arkası sıra yürüdü, o tabloyu Ivich’e göstermek isterdi. İki kadın çıplak ayaklarıyla, yerde, pembe otlara basıyorlardı. Birinin başında bir kukuleta vardı, o büyücüydü. Öbürü kolunu peygamberlere özgü bir rahatlıkla, ileri uzatmıştı. İkisinde de cansızmışlar gibi bir görünüş vardı. Sanki tam maddeye geçiştikleri, canlıdan eşyaya doğru değiştikleri anda yakalanmışlardı.

...

Ivich, “Deli miydi acaba?” diye sordu.

"Gauguin mi? Sanmam. O tablo için mi soruyorsunuz bunu?” “Gözleri için. Sonra, o arkasındaki siyah şekiller vardı, kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı sanki.”

Sesinde gizli bir özleyişle:

“Güzel adammış,” diye ekledi.

Mathieu, şaşırmıştı.

dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün

Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.

Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:

Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.

Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.

...

Ben Philippe Gresigne'im, 
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi, 
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.

... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim! 
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu, 

Maldoror'un geceleri gibi,

 Rimbaud'nun geceleri gibi. 

Benim gecem.



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE

Bulantı

Sartre'ın Bulantı'sı, tam da 2. Dünya Savaşı öncesinde geçer. Bulantı çok önemli bir yapıttır. Her şey boğucudur. Engellenmiş bir durumu betimler. Sanki tarih hiç ilerlemiyormuş gibi. Herkes aynı şeyleri yineleyip durmaktadır. Sartre, konuşmaların nasıl gülünç bir tekrarla sonuçlandığını göstermek için Balzac'ın Eugenie Grandet’sinden bile yararlanır. Ve o meşhur park sahnesinde, bir ağacın kökünün birdenbire hiçliğin ortaya çıkışını harekete geçirivermesi… Sartre, sonrasında bu kökten şaşkınlıktan mahrum kaldı. Adeta ondan korktu. Bağlanmayı tercih etti, bu şaşkınlık duygusunun ortaya çıkışına güvenmiyordu. Bu, taşıması hiç de kolay olmayan bir şey. Eğer her gün yoğunluğu ya da bu kökten şaşkınlığını taşıyabiliyorsan, bu iyi bir şey. Ama insan uykuya dalabilir ve şöyle diyebilir: Kökten şaşkınlığımı başka bir zaman anımsayacağım..

Philippe Sollers

Philippe



…çocuk sarışın, kıvırcık saçları, yuvarlak omuzlarıyla incecik, uzun ve çok gençti, hemen de bir gencecik kadın gibi; kalçaları dar ve yuvarlak, sırtı dik ve güçlü; küçücük nefis kulakları vardı. On dokuz yirmi yaşlarında olmalıydı. Daniel bu küçük kulaklara bakıyor, “Mutlu, öldüresiye mutlu bir rastlaşma bu!” diye düşünüyor ve korkuyordu. Bütün bedeni, yakın tehlike hissetmiş bir böcek gibi taş kesilmişti, taş kesilmiş, görünüşüyle ölmüştü; benim için en korkunç tehlike güzelliktir. Elleri, gitgide soğuyor, demirden parmaklar boğazının çevresindeki halkayı her saniye biraz daha sıkıştırıyordu. Güzellik, tuzakların en sinsisi ve en sokulganı, uslu ve emre hazır bir gülümsemeyle kendini sunuyor, sesleniyordu ona, her haliyle onu bekler görünüyordu. Ne korkunç yalan. Bu ona sunulmuş sıcak, tatlı ense aslında hiçbir şeyi ve hiç kimseyi beklemiyordu. O bir ceketin yakasıyla kendi kendini okşuyor, kendi kendinden zevk alıyordu. Gri kumaşın altında canlılığını hissettiği genç, biçimli, sıcak ve sarışın tüylü bacaklar, kendi etinden ve kendi sıcağından haz duyuyordu yalnızca. Bu genç beden bir hurma ağacı gibi yapayalnız ve sır doluydu, yaşıyor, nehre bakıyor ve bilinmedik şeyler düşünüyordu…”

Yıkılış sf. 171 -172
Sartre

Daniel & Philippe

Solferino Köprüsü'ne sapıyordu ki, birden yüreği deli deli atarak durdu: ödül! Kutsal ödül! Baldırlarından ensesine kadar yakıcı bir ürperti bütün bedenini dolaştı, elleri ayakları buz kesmişti, kımıldamadan durdu, nefes alamıyordu, bütün canlılığı, yaşama gücü yalnızca gözlerinde toplanmıştı şimdi. Suçsuz bir iç rahatlığı ile ona sırtını dönerek suya eğilen genç erkeğin ince, taze bedenini gözleriyle yiyordu. "Mutlu, öldüresiye mutlu bir rastlaşma!" Daniel heyecanlıydı. Bu çocuğun oraya yalnızca onun için getirilip bırakılmış olduğu, beyaz, ipek gömleğinin manşetlerinden görünen ince, uzun, güçlü ellerinin, kendi gizli ve kutsal diliyle ona, "O bana verildi, benimdir o," diyen sırlı sözcükler olduğu öylesine açık, öylesine belliydi, öylesine gerçekti ki, gecenin rüzgarı bir anda tüm ses kesilerek adını çağırsa da bulutlar eflatun gökte beyaz kümeleriyle onun adını yazsalar Daniel bunun kadar büyülenemez, bundan çok deliye dönemezdi. Çocuk sarışın, kıvırcık saçları, yuvarlak omuzlarıyla incecik, uzun ve çok gençti, hemen de bir gencecik kadın gibi; kalçaları dar ve yuvarlak, sırtı dik ve güçlü; küçücük nefis kulakları vardı. On dokuz yirmi yaşlarında olmalıydı. Daniel bu küçük kulaklara bakıyor, "Mutlu, öldüresiye mutlu bir rastlaşma bu!" diye düşünüyor ve korkuyordu. Bütün bedeni, yakın tehlike hissetmiş bir böcek gibi taş kesilmişti, taş kesilmiş, görünüşüyle ölmüştü; benim için en korkunç tehlike güzelliktir. Elleri, gitgide soğuyor, demirden parmaklar boğazının çevresindeki halkayı her saniye biraz daha sıkıştırıyordu. Güzellik, tuzakların en sinsisi ve en sokulganı, uslu ve emre hazır bir gülümsemeyle kendini sunuyor, sesleniyordu ona, her haliyle onu bekler görünüyordu. Ne korkunç yalan. Bu ona sunulmuş sıcak, tatlı ense aslında hiçbir şeyi ve hiç kimseyi beklemiyordu. O bir ceketin yakasıyla kendi kendini okşuyor, kendi kendinden zevk alıyordu. Gri kumaşın altında canlılığını hissettiği genç, biçimli, sıcak ve sarışın tüylü bacaklar, kendi etinden ve kendi sıcağından haz duyuyordu yalnızca. Bu genç beden bir hurma ağacı gibi yapayalnız ve sır doluydu, yaşıyor, nehre bakıyor ve bilinmedik şeyler düşünüyordu...

Yıkılış
sf. 171 -172
SARTRE

Gelecek

Mathieu, "Bir yaşam gelecekle yoğrulmuştur," diye düşündü, tıpkı insanların boşlukla yoğrulmuş oldukları gibi. Başını öne eğdi, kendi yaşamını düşündü. Gelecek ta içine kadar işlemişti, orada her şey bir bekleyiş, inatçı bir bekleyiş ve bir sonu belirsiz süre, bir vade değil miydi? Çocukluğunun en uzak günleri, "Özgür olacağım" dediği gün,  "Büyüyeceğim, erkek olacağım," dediği gün, hepsi, bugün bile ona ancak bir gelecekle var olmuş gibi görünüyordu; sanki her gününün üzerinde küçücük, yuvarlak ve kendine özgü bir gök vardı ve o "gelecek" kendisiydi, şimdiki Mathieu yorulmuş, ama hala olgunlaşmakta olan bir adam. O günlerin kendi üzerinde hakları vardı, aradan geçen bunca zamana karşın onlar isteklerinden vazgeçmemişlerdi, huysuz, titizdiler ve Mathieu çoğu zaman acı bir pişmanlık duyuyordu, çünkü bıkkın ve kararsız "bugün", o geçmiş günlerin artık eskimiş geleceğinden başka bir şey değildi. O günlerin küçük hırçın çocuğu, çocuk hayallerinin gerçekleştirilmesini ondan, bu yorgun adamdan beklemişti. O günlerde verilmiş sözlerin,  çocukça hayaller olarak kalması ya da bir alınyazısının müjdecileri olarak yaşamakta devam etmesi ona bağlıydı. Geçmiş, bugünün eliyle düzeltilmeye, yontulmaya devam ediyordu; her geçen gün büyüklük rüyalarını biraz daha yıkıyordu ve her günün yeni bir geleceği vardı; bekleyişten bekleyişe, gelecekten geleceğe, Mathieu'nun yaşamı ağır ağır akıyordu. Neye doğru?

Hiçe doğru.

Mathieu birden, "Şu anda ölsem," diye düşündü, "hiç kimse gerçekten mahvolmuş bir adam mıydım, yoksa kurtulabilmem için henüz umut var mıydı, bilemez."


*
Akıl Çağı
sf. 220 -221
SARTRE

İnsanlık


"Boşuna kafa patlatıyorsun," dedi Mathieu. "Barış, savaş hepsi bir aslında."

Jacques şaşmıştı.

"İkisi de bir mi? Bunu git de o ölüme hazırlanan milyonlarca insana söyle bakalım."

Mathieu bön bir gülümsemeyle, "Ne var?" dedi. "Hepsi ölümü doğdukları günden beri beraberlerinde taşımıyorlar mı zaten? Onları sonuna kadar öldürüp yok etseler bile insanlık en az eskisi kadar tıka basa dolu olacaktır; tek boşluk, tek eksik bırakmadan."

"En azından bir on iki, on beş milyon eksiğine!"

"Sorun rakam değil," dedi Mathieu. "İnsanlık, yalnızca kendisiyle dopdoludur, kimsenin yokluğunu duymaz, kimseyi beklemiyor. O hiçbir yere gitmemekte, hiçbir hedefe varmamakta devam edecektir gene, aynı insanlar aynı sorularla kafa patlatmakta ve aynı hayatları hiçbir hedefe götürmeden yitirmekte devam edeceklerdir."

Jacques bu lafları yutmadığını belli etmek istercesine güldü, "Yani sen sözü nereye getirmek istiyorsun?" dedi.

"Hiç," dedi Mathieu. "Hiçbir yere getirmek istemiyorum tabii."



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 253
SARTRE

Maldoror'un Geceleri / Rimbaud'nun Geceleri

Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.

Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:

Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.

Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.

...

Ben Philippe Gresigne'im, 
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi, 
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.

... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim! 
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu, 

Maldoror'un geceleri gibi,

 Rimbaud'nun geceleri gibi. 

Benim gecem.



*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE

vesaire



Sartre'ın ne zamandır ertelediğim Özgürlük Yolları üçlemesini okuyorum.
Yolda, bir dua kitabını okur gibi: Dünya Nimetleri


Sartre'dan Genet


İşte kara mizah antolojisine uygun bir hikaye:

Photo: Polis


Terk edilmiş bir çocuktu; kötü huyları, daha çok genç yaşlardayken ortaya çıkmaya başladı: Kendisini evlat edinen yoksul köylüleri soydu. Azarlandığı halde hırsızlığa devam etti; kapatıldığı ıslah evinden kaçtı, hırsızlık ve soygun yapmaya, bu da yetmiyormuş gibi kendini satmaya başladı. Hayatı sefalet, dilencilik ve yankesicilikle geçiyordu; herkesle yatıyor, herkese ihanet ediyor ve hiçbir güç azimini yenemiyordu: Hayatını bilinçli olarak kötülüğe adadığı bir dönemdi; her koşulda, mümkün olan ve en kötü şekilde davranmaya karar verdi ve en büyük alçaklığın kötü şeyler yaparak değil kötülüğü ortaya koymak olduğunu düşündüğü için hapishanede kötülüğü öven kitaplar yazdı ve yasaların pençesine düştü. Aynı nedenle alçaklıktan, sefaletten ve hapishaneden kurtuldu.* Kitapları birer birer basılmaya ve okunmaya başlandı; Legion d'honneur nişanı sahibi bir tiyatro yönetmeni, cinayete teşvik eden bir oyununu kendi tiyatrosunda sahneye koydu. Cumhurbaşkanı cezasını erteledi; bu cezayı, kitaplarında övünerek anlattığı son suçlarından ötürü almıştı; kendisine takdim edilen son kurbanlarından biri ona şunları söyledi: 
'Sizinle tanışmaktan onur duydum, Bayım. Lütfen devam ediniz.'

Bu hikayeye inanmayacağınızı biliyorum: ama Genet'nin gerçekleri bunlar.

Sartre

*Genet'nin hapishanede yazmış olduğu ilk romanı Çiçeklerin Meryem Anası Andre Gide, Jean Cocteau ve Sartre gibi  yazarların dikkatini çeker ve bu yazarların cumhurbaşkanına yazdıkları bir dilekçe üzerine Genet hapishaneden çıkar. 



Blogda Genet:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/saint-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/portrait-of-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/09/golge-ve-isk.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/un-chant-damour-1950-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/jean-genetnin-eserlerinde-penis-ve-anus.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/05/giacomettis-dog.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/giacomettinin-atolyesi-jean-genet.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/sex-parts-andy-warhol.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/12/querelle.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/12/querelle-andy-warhol-polaroid-and.html

Nietzsche'ci bir kitap: BULANTI


Toplumsal önemi olmayan bir kimse bu, bir birey ancak. 
(Celine)

Gerçek şu ki Bulantı Nietzscheciliğin içine işlediği bir metindir;  hatta Bulantı'nın ötesinde, Sartre'ın ilk dönem metinlerinde, ama bazen çok daha sonraki metinlerde, gizliden gizliye de olsa, açık açık olmasa da gençlikte Nietzsche'ci olmasının izleri vardır.

Örnek mi? Roquentin'in siyasal ateizmi. Toplumdan ve bütün topluluklardan nefreti. Tepesine tünemiş, pazar kalabalıklarından, onların müstehcen üremelerinden uzak, tek başına bir insan görüşü. Kalabalık saplantısı ve ondan iğrenmesi. Tek adamın değil ama büyük kalabalığın lehine yapılacak bir eleme fikri. Hukuken insanlar özgür ve ayrı doğarlar. Dünyaya yalnız gelirler, sürü halinde yaşarlar. Kısaca ateizm. Sartre'ın yaşamının büyük maceralarından biri olan ve Gide'ı onu 'sonuna kadar yaşamakla övdüğü' ateizmin o büyük macerası. Aynı metinde, bunu yaparken Gide'in Nietzcschecilikten ders aldığını eklemiyor muydu? Bulantı'dan beş yıl sonra, Bataille'ın L'experience İnterieur'ünün eleştirisinde yaptığı yorumlardan birinde, Nietzsche'ye büyük ilgisini yinelemez mi? - "O da ateizmin bütün sonuçlarına katı ve mantıklı bir biçimde katlanmış bir atedir" demez mi? Evrensellikçiliğin reddi. Döllemeden nefret. Baudelaire'e kadar ama Baraiona ve Yollar'dan geçerek kısırlığa övgü Swift, Sade, Schopenhauer gibi- işittiklerimiz Nietzsche'nin sözleri- iğrenç tür yasasını durduracak kişi olma istenci. Suç gibi masumiyet. Aklın hastalığı gibi acıma. Gelecekteki Sartre'ı, büyük Sartre'ı olgunluk döneminin Sartre'ını düşününce, kelimenin tam anlamıyla birbirine katlanamayan üzgün insanlar topluluğu görüşü çok tuhaf -ve böyle çok iyi!
Kişi olmak, diyordu Duns Scott, yalnızlık neymiş bilmek" değil midir?

Alaylının yıvışık hümanizması ve rahip psikolojisi. Roquentin'in, daha sonra Mathieu'nun, kendi itirafına göre, Nizan dönemi Sartre'ının aristokrat kibri. Onların ahlakı ve benim ahlakım. Benim özgürlüğüm, onların sürülüğü. Uzaklaşma ve kaçma zevki. Vatanlardan, değerlerden, dinlerden tiksinme. Meydan okuma. Alay. Sosyal radikal inançsızlık. İlke düzeyine çıkarılmış sorumsuzluk. Beğenilmeme sanatı. Üstinsan. Söz yerini buldu. Sadece düşünce değil, söz de. Sartre, büyük Sartre geleceğin Marksisti ve komunistlerin yoldaşı, kendini tümüyle işçi sınıfının hizmetine verecek olan adam, gençliğinde pekala "üstinsandan" söz eder. Ve bunu Nizan konusunda yapar: " Görüyorum ki bizi buralara getiren üstinsanın kuluçka dönemiydi; insanları küçük görmemizin bizi onların saflarından ayırdığını, böylelikle insanları tümden yitirdiğimizi de görüyorum." Bunu yine Nizan'la ilgili olarak 'on altı yaşında' arkadaşının ona 'üstinsan olmayı önerdiği' ve 'büyük bir memnuniyetle kabul ettiği' günü yad ettiği Aden Arabie'ye önsözde yapar. Halihazırda üstinsanları Sacre Coeur tepesine tırmanıp, kafalarınca çılgınca özlemlerini, aynı zamanda edebiyat bilgilerini gösteren "Hey! Hey! Rastignac!" diye Paris'e seslendikleri günü anarken de. Kahramanı Paul Hilbert'in kendisi karanlık yaşamının sonun da, günün birinde, bir magnezyum parlaması gibi dünyayı güçlü ve kısa alevlerle aydınlatacak  üstinsan olarak gördüğü gençlik metni Erostrate'de geçer sözcük.

Üstinsan ya da değil, iyi yan ya da kötü yan, hiç önemli değil: Bouville 'burjuvaları' betimlemesinde, 'eşek çeneleri', şişik ve peltemsi etleri, berbat kokan zavallı nefesleri ile Roquentin'in midesini bulandıran pis heriflerle dolu, çamur ve öküzler kentinin güldüren ve korkunç tablosunda, aşıklarını ve sıcaklıklarını söylemek isteyen ama bunların sadece pisliklerini ifade edebilen o yaşayan ölülerin vahşi portresinde, 'Nietzsche insanlarının sonuncusunu, en iğrencini, öç isteminin ve hınçın canlandırdığı kişiyi tanımamak zordur. Ve tersine, bizzat kendini kendine model yapan ve "Ben başka bir türdenim." (Konuşan hep Roquentin) ya da " o rahat, koca suratlarını göreceğim düşüncesi beni tiksindiriyor" ya da "İnsanlara aşık bir ruhun uç verdiği o iyi ve boş göze bıçağımı saplamayı hayal ediyorum" deme cesaretini gösteren büyük 'ahlaksız' görüntüsünde (La Volonte de puissance'ın bir bölümünde 'taş gibi sağlıklı olmanın saklanacak bir yanı olmadığını söylediği) soyluyu ya da özü sözü bir ruhların temsilcisini tanımak zor değil. Yine sürekli kendini yaratma düşü. Ben'i yontma, onu her an yeniden yaratma, hazırlopu, maskeleri, komedileri aşma tasarısı. Gide mi? Bergson mu? Elbette. Ama Nietzsche de. İlkin Nietzsche. Nasıl öznelliği kendini üretme, eksintisiz fışkırma olarak tanımladığı zaman düşündüğü ve düşünülen hep Nietzsche'yse, aynı şekilde, Akıl Çağı'nda, ne İspanya için, ne Marcelle için, ne de Komünist Parti için sorumluluk yüklenen ve kendini hiç gelmeyecek bir dava için  yedeğe alan, sonsuza dek askıda beleş bir özgürlük ile nesnel bir özgürlük, bu 'için' Komünist Parti için olsa da (Brunet'ye göre özgürlük), arasındaki bütün tartışma, Zarathoustra'da deve, aslan ve çocuk eğretilemesinin kaçınılmaz yansımasıdır. Hiç vazgeçmediği ve Sözcükler'de ve L'idot de la Famille'de yanında olduğunu belirteceği ünlü bizzat kendine karşı düşünme paralosuna varıncaya kadar, birbirine karışmış Görüşler ve Hikmetler'in Nietzsche'sini işitmemek olası mı? " Kendine karşı tavır almaktan söz eden yandaşlarımız, kendi karşımızda yer almamızı asla bağışlamazlar'diyen Nietzsche'nin sesini. Bulantı'nın uzağındayız. Genç Sartre'ın da. Ama bu ilk etki öylesine güçlü ki, bu Nietzsche'ye yönelim öylesine direşkendir ki Communits et la paix ile başlayıp Mao dönemine uzayan en katı ve en dogmatik dönemin ta ortalarına kadar bundan bir şeyler kalır.

Bernard Henry Levy          

Camus X Sartre

Sartre'çı hayır, Camus'cu evet duygusu; birinin doğaya hayırı, ötekinin toprağa eveti; birinin kara ilhamları, ötekinin kozmik büyülenmeleri; bir yanda hiç bağdaşmayacağımızı hissettiğimiz bir dünyanın ürkütücü betimlemeleri, nesneler fobisi, her şeyi illa ve sürekli çıkarma, dünyaya ve hayasız çoğalmalarına allerji- öte yanda, neredeyse mistik esrimeler, Cezayir manzaralarının tarifsiz güzelliği, güneş ve mevsimler izin verdiği sürece, taşın ve tenin diyaloğu, ballı meyveler, toprak ve bereketi, sonsuzluk ve kozmosun güzelliği, kestane ağaçlarının yerine selviler, alametler ve yıldızlarla dolu gece, Roquentince bulantıya karşı greko-Cezayir atlet, güreşen sarhoş bedenler, tenin kutsal gizemi, kokuları, renkleri, ruhla duvağı, yapış yapışa karşı kuru, fazlası olan bir vücuda ve karşı koyulmaz çirkinliğine karşı doygun ten, Sartreçı politikacı Gide'e karşı Epikurosçu Gide, "Yarılmış etinden bal sızan altın sarısı iri Trabzon hurmaları."

Bir anlamda, sanat ve yaşama sevinci düzeni, elbette ve her zaman Albert Camus haklı bulunacaktır: Mutluluk, haz, şeylerle dostluk, uyum, kösnüllük, dünya ile barışıklık,  şimdiye bakma, an ahlakı -ve buna karşılık, Sartre'da, ara ve acı bir şekil, Augustin'ci 'acı gönül kırıklıkları', insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkmaya hazır kin ve kancıklıktan kopmayan bakış.

Ama bir başka anlamda, tepkilerden sonra, kavramlar olan ilkeler, ahlakın ve ayrıca politikanın başka temelleri anlamında, nasıl olur da sözü Sartre'a bırakmayız, eski dostunun tarafını bırakıp onun tarafını tutmayız: Gerçekten de insanın doğaya boyun eğmesini savunan bir etik nasıl bir etiktir? Ne zamandan beri, değerler arzulara ve arzular dünyanın düzenine yerleşmiştir? Adaletten daha çok mutluluktan söz eden bir ahlak ahlak mıdır? Dünyaya bayılmakla, ona rıza göstermekle, onu kutsamakla yetinen bir siyaset siyaset midir?



...  sf 376, 377   Sartre Yüzyılı


Nietzsche'ler


Canetti, tüm çağdaş felsefe tarihi tek şu ölçüte göre yeni baştan yazılabilirdi, der. Kim Nietzsche'yi okudu? Kim okumadı? Netzsche kimi düşündürüyor? Kim Nietzsche'den yardım almadan düşünüyor? Birinciler, Nietzsche düşüncesinin parıltısına karşı koyamayanlar, karşı koymak istemeyenler arasında da bir başka ayrım çizgisi: Bir yanda 'Zarathoustra'nın maymunları', öte yanda, Nietzsche'nin gerçekten zenginleştirdikleri, verimlileştirdikleri, kabından taşırdıkları...


Nietzsche'ci bir Sartre

Sartre'ın, genç Sartre'ın durumu oldukça açıktır. Nietzsche'den hemen hiç alıntı yapmaz, doğrudur. Ondan, Husserl'den, Heidegger'den ve hatta Kierkergaard'dan çok daha az alıntı yapar. Ama bu neyi kanıtlar? Lacan, Nietzsche'den alıntı yapar mı? Bataille'dan alıntı yapar mı? Bataille ve Nietzsche'nin Lacan metinlerinde alıntılanmamış olmaları onların ruh olarak olduğu kadar söz olarak da bu metinlerde bulunmasını engeller mi? Dolayısıyla, ilk Sartre olgusu; Nietzsche, Cosima ve Richard Wagner aşk üçgeninden esinlenen, ilk roman, Une Defaite olgusu vardır. Yazar, görünür bir biçimde kendisini Nietzsche ile özdeşleştirir. Aron'un çifte tanıklığı vardır. Birinde, Leon Brunschvicg'in bir seminerinde yaptığı açımlamasında, 'küçük dostunun' Heidegger'i keşfetmeden çok önce, rastlantısallık üzerine düşüncelerini ilk kez nasıl ifade ettiğini anlatır -bir diğerinde, sık sık yaptığı gibi, Nietzsche'den yola çıkarak bir akşam yeni kavramlarını onun üstünde 'denediğini', 'kendi için' ve 'şeylerin saçma devinimsizliği' arasındaki karşıtlığı nasıl geliştirdiğini anlatır. En geç dönemlerinceye varıncaya kadar ve dahil olmak üzere, dağınık göndermeler, anıştırmalar vardır. Örneğin kendi ahlaki yalnızlığını, kendi, edebi başarısızlığını, doğduğunu hissettiği deliliği, neredeyse körlüğünü ve acıları içinde, -evreni istemek istemiş- bir Nietzsche'yi anımsatır - Ayrıca, 1966'da bir Durumlar Tiyatrosu'nda Nietzscheci varsa, 'Apolloncu ve Diyonisosçu' farktan söz eder. Tersine, aniden mesafe koymaya yönelikmiş gibi gelen baştan savma, hatta hafif yargılar vardır. Örneğin Brice Parain'in kitabını eleştirirken şöyle yazar: "Parain, İktidar İstenci'nde bulduğu berbat bir düşünceyi  üretmekten çekinmemiş; biliyoruz ki Nietzsche filozof değildi, profesyonel felsefeci Parain neden bu zırvaları tutar ki?" Ama özellikle de bizzat metinler var; 1938'de yayımlanmış olan ve zaten Varlık ve Hiçlik ya da Özgürlük Yolları gibi, Zarathoustra'nın yazarından alınmış şifreli, itiraf edilmeyen alıntılarla dolu olduğu izlenimi edinilen Bulantı başta olmak üzere büyük metinler vardı.


1938'de Nietzsche'ci olmanın birçok tarzı vardır.

Gide'in Nietzche'si var - Nimetler'in, arkasından Yeni Nimetler'in örtük ve Angel'e Mektuplar'ın ya da Dostoyevski'nin açık Nietzsche'si: Acımasız ve asi, kabul edilmiş tüm putları ve değerleri yıkan bir Nietzsche; rahatlıktan, konfordan, yaşamı daraltan, uyuşuklaştıran, uyutan her şeye direnen bir Nietzsche; her şeyi yıkan yerle bir eden bir Nietzsche - "Ama bunu korkusundan değil, acımasızlığından yapar; eskimiş şeyleri kaldırıp atan yeni bir fatih gibi soylu, utkulu ve insanüstü..."


Bergson tarzı bir Nietzsche var -ama dikkat, daha özgür, daha saldırgan ve daha cin; kabaca gerçeğin bütün üstünlüklerini kendinde toplayan (perspektivizm, soyut anlağı yadsıma, açık Kant karşıtlığı, iktidar istenci olarak kutsanmış dirimsel atılım, dönemin serbest fikirlerinin başlıca düşmanı, örneğin Durkheinimizme karşı mücadele) ama sakıncalarını taşımayan ( kurumsal yanı, bekçi köpekçiliği; Collage France'da hocalık, çalım, kurum, pek ince bilgiler, salonların gülü). Yaşam öyküsünü yazan Charles Andler onu  peşini bırakmayan ve onu aşan bir felsefenin, Matiere et Memorie ve L'evolution creatrice'in yazarının -tabii ya!- felsefesinin öncüsü olarak sunmaz mı?

Alman düşüncesinde kökleşmiş ve La Genelogie de la Morale'da trajik ve antifaşist büyük bir politikanın ana çizgilerini gören Karl Jasper gibi başka Almanların yorumladığı bir Alman Nietzsche vardır.

Henri Lefebvre'nin (1939), kuşkusuz savaş öncesinde, heba olmuş ünlü Cenevre Konferansı'nın Jaures'inin de olan sosyalist Nietzsche vardır.

Dönemin Bakunin'le, özellikle de Max Stirner'le benzerlik kurmaktan çekinmediği, siyasal anarşizm kuramcısı, salt erkinlik yanlısı bir Nietzsche vardır.

Züppelerin Nietzsche'si var. Jules de Gaultier'nin Nietzsche'si var. Gerçekte okunmayan ama özellikle gençler arasında pek moda olan ahlaksız ve rezil bir Nietzsche var.

Tabii faşistlerin Nietzsche'si var. Kız kardeşi Elisabeth'in Nietzsche'si, var. Bizzat kendi, Ezeli Dönüş kuramına karşı tek ciddi kanıt der. Maurrasçılık içinde Maurras'ya karşı mesafeli durmak için Nietzsche'yi kullanan Fransızların Nietzsche'si var - ve bu Thierry Maulnier'nin 1933'te, Rieder'de çıkan denemesinde konu olur; Georges Valois'nın L'homme qui vient'i ya da Action Française'in kurucusunun karşısına Nietzsche'den sonra ve Nietzsche'ye göre kötülük ile yaşam arasında ayırdığı, esrarlı bağı çıkaran Drieu. Bir de daha karmaşık, 'Proudhon Kulübü'nün kurucusu, Bergson'un öğrencisi - daha önce gördük- Sorelci ve sol Maurrasçı Edouart Bert'in Nietzsche'si var.

Ama karşı kampta radikal antifaşistlerin kampında, parolası Nazilere zırnık bırakmamak, özellikle de Nietzsche'yi onlara kaptırmamak olan otuzlu yılların ilericilerinin bir saldırısı var. Bu da Caillois'tır. Bataille'dır.


B.H. Levy