CAN SIKINTISI

Melankoli ve can sıkıntısı, Giacomo Leopardi tarafından dâhiyane bir şekilde, sadece duygulanımsal değil, bilişsel kategoriler olarak da yorumlanmıştır.

“Örneğin melankoli şeyleri ve (sözgelimi) hakikatleri, bize sevincin gösterdiklerinden çok farklı ve çok karşıt yönlerden gösterir. Şeyleri ve hakikatleri kendine göre gösteren bir orta hal de vardır, o da can sıkıntısıdır”

 ve gene şöyle demektedir: 

“Soyut bir şekilde konuşacak olursak, hakikatin arkadaşının, hakikati ortaya çıkaracak
ışığın, hata yapmaya en az açık olan şeyin melankoli ve özellikle de can sıkıntısı olduğu gerçektir; ve sevinç halindeki bir filozof, hakikatin iyi ve güzel olduğu konusunda değil de, kötünün, bir diğer deyişle hakikatin unutulması, insanın da kendini teselli etmesi gerektiği ya da şeylere, aslen sahip olmadıkları bir şeyler yüklemenin faydalı olacağı konusunda kendisini kandırmaktan başka bir şey yapamaz.”


Öyle hisler, öyle ruh halleri vardır ki, bizleri varoluşun nihai temelleriyle yüzleştirir: Bu, elbette ki, Heidegger’in düşüncesinin köklü savlarından biridir; ama bu söylemde can alıcı bir önemi olan kaygı bir yana, Heidegger can sıkıntısını da varoluşun anlamını açımlayan asli bir deneyim olarak görmüştür.

“Şeylerle ve kendimizle pek de meşgul olmadığımızda da, hatta tam o sırada, örneğin gerçek can sıkıntısında, ‘her şey’ üstümüze üstümüze gelir. Bizi sıkan şey, henüz bu kitap ya da şu gösteri, bu meşgale ya da şu tembellik ise henüz söz ettiğimiz durumdan uzağızdır demektir, dediğimiz hal ‘insanın canı sıkıldığında’ ortaya çıkar. Sessiz bir sis misali varoluşun derinliklerine gidip gelen derin can sıkıntısı, her şeyi, tüm insanları ve tüm insanlarla beraber, insanın kendisini de tuhaf bir kayıtsızlık halinde birleştirir. Bu can sıkıntısı, varlığı bütünlüğüyle ifşa eder.”

Can sıkıntısına ilişkin olarak Leopardi’nin yaptığı tanımla Heidegger’in tanımı arasında bir nevi benzerlik bulunmaktadır; ama elbette ki, Leopardi’de can sıkıntısı hiçliği doğurur (Kendisinin dediği üzere: Can sıkıntısı, “hiçliğin annesidir”); oysa Heidegger’de hiçliği ifşa eden şey kaygıdır. 



Boşluk olarak: boş zaman olarak can sıkıntısı deneyimi... işte bu noktada, psiko(pato)lojik söylem, bize, bir kez daha, Giacomo Leopardi’nin eşsiz bir derinlikle yaşadığı ve betimlediği can sıkıntısının içeriğine işaret etmektedir.

“Can sıkıntısı, daima ve derhal, keyfin ve üzüntünün canlıların yaşamında bıraktığı tüm boşlukları doldurmaya koşar; boşluk, yani kayıtsızlık ve tutkusuzluk hali, tıpkı Antikçağlıların doğada boşluğun yer almadığına inandıkları gibi, can sıkıntısında da yer almaz. Can sıkıntısı hava gibidir, diğer nesnelerin bıraktığı tüm boşlukları doldurur ve nesneler gider de başka nesneler yerlerini doldurmazsa, can sıkıntısı oraya koşar ve boşluğu doldurur. İnsan ruhunun boşluğu, kayıtsızlık ve tutku yoksunluğu can sıkıntısıdır ve can sıkıntısı da bir tutkudur.”


“Aynı zaman diliminin aynı kişiye de, başkalarına da daha uzun ya da daha kısa gelebileceğini söylemekle doğru bir şey söylemiş oluruz. Kaldı ki boş zaman, insanın canının sıkıldığı, tedirgin, acılı vb halde olduğu zaman, insana gerçekte geçen zamandan ve dolu dolu, eğlenceli, kendini kaptırdığı vb zamandan daha uzun gelecektir; bu, hem aynı kişi ve hem de ayrı ayrı kişiler için aynı zamanda ya da ayrı ayrı zamanlarda böyle olacaktır.”

 Geçmiş deneyimlerin ve onların uzun süreli mi, kısa süreli mi olduklarının hatırlanmasında, onların hangi Stimmungla yaşandıkları net bir rol oynamaktadır. Şöyle ki, (yaşandıkları sırada bitmek bilmez olan) can sıkıntısı deneyimleri, hafızada kısa ve belli belirsiz hale gelirler. Leopardi durumu bu şekilde açıklamaktadır:

“Hatırlarken ise çoğu zaman bunun tersi olur, boş ve tekdüze geçen zaman daha kısa gelir çünkü bellekte bu saatler de, bu günler de birbirine karışır, üst üste biner, öyle ki arada hiçbir fark olmadığından, sayılabilecek çok eylem ya da tutku olmadığından hepsi bir sayılır; zira çokluk düşüncesi, zamanın uzunluğu düşüncesinden, geçmişin temel noktalarından üretilir.”

Eugenio Borgna

Kont Carlo Pepoli'ye Mektup / Leopardi



Adını yaşam koyduğumuz
bu ıstıraplı ve sıkıntılı uykuya
nasıl dayanıyorsun sen, sevgili Pepoli?
Hangi umutla besliyorsun yüreğini?
Hangi düşünce, hangi işlerle,
neşeli ya da sıkıntılı, öldürürsün

MUTLULUK

Giacomo Leopardi'nin Zibaldone'de umuda ilişkin yaptığı muhteşem değerlendirmelere
atıfta bulunmadan edemem.


"Düşünce ve öz sevgisinin, kendi iyiliğini isteme gibi, umudun da hayat duygusuna, bir diğer deyişle hayata öylesine içkin bulunan ve hayattan öylesine koparılamaz bir tutku, bir varoluş biçimi olduğu belki az, belki hiç, belki de yetersiz derecede fark edilen bir şeydir. Uyku hali vs gibi hayatın hissedilmediği durumlar haricinde, "Yaşıyorum, öyleyse umut ediyorum" çıkarımı çok doğrudur... (...) Öz sevgisi olmayan insan gibi, umudu olmayan insan da kesinlikle yaşayamaz.”

Giacomo Leopardi, fikrinin gölgeli ışıklarında, mutsuzluğun herkes için kaçınılmaz bir kader olduğunu söylemiştir. Onun sözleri, Nietzsche'nin ateşli ve kökten kararlılığıyla olmasa da, mutluluğa ihtimal tanımamaya sevk eder; bu görüşün belirtildiği Zibaldone'den şu kısmı alıntılamak isterim:

"Yaşamı her halükârda ve tüm uzantısıyla arzulamak, özetle, mutsuzluğu arzulamaktan başka bir şey değildir; yaşamayı arzulamak, mutsuz olmayı arzulamak demektir."

Çarpıcı bir kısalıkta, keskin bıçak gibi bu değerlendirme, hayatta mutluluğa ulaşmaya dair her olası yanılsamayı kesivermektedir. Mutluluk, ancak, kendi küllerinden asla doğmayan bir Anka kuşu ya da gerçekle hiçbir ilintisi olmayan hayalperest bir deneyimdir. Bu değerlendirmenin yakıcı yoğunluğunda, yaşama arzusu ve mutsuz olma arzusu arasındaki yıpratıcı denkliğe yeniden rastlarız.

Mutluluğu arzulamaya ve ona ulaşmanın imkânsızlığına dair leitmotiv; anlamları hiç tükenmeyecek olan Zibaldone eserinin daha başka simgesel kesitlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Canlı, mutluluğu asla elde edemez çünkü başka yerde de izah edildiği üzere, mutluluğun sonsuz olmasını ister, bunu diler; bu da, fiilen gerçekleşemeyecektir. Dolayısıyla canlı, arzu nesnesine hiçbir zaman sahip olmaz ve olamaz. Arzuladığı sürece de mecburen hep mutsuz olur; onu mutsuz eden, başka her nevi
mutsuzluğu bir yana bırakalım, bu boş arzunun kendisidir de; çünkü gerçekleşmemiş bir arzu, acı veren bir şeydir, dolayısıyla mutsuzluk haline sebebiyet verir. Ve ne kadar tutkuyla istenirse, o kadar mutsuz olunur.

Mutluluk sonsuzdur ve onu arzulamak insanı mutsuz eder; o halde, acıya neden olan bu kısırdöngünün kırılması için ne yapılabilir, neyin hayali kurulabilir? Ancak içimizdeki mutluluk arzusu kurursa, biraz daha az mutsuz bir hayata sahip olmamız mümkün olacaktır; bununla ilgili olarak Leopardi bir kez daha şunları söylemektedir.

"İnsan mutluluğu arzularsa, mutlu olamaz: Mutluluğu ne kadar az arzularsa, o kadar az mutsuz olacaktır; hiçbir şey arzulamazsa, mutsuz değil demektir. Dolayısıyla insan ve canlı, mutluluk düşüncesine odaklanmadığı, başka yerde söylemiş olduğum üzere eyleme ve iç ve dış meşgalelere kapıldığı ölçüde daha az mutsuz olacaktır."

Ancak her nevi mutluluk arzusundan vazgeçerek, mutsuz olmamamız mümkün olacaktır. Peki, gerçekten de böyleyse hayatı buna karşın yaşanır kılan nedir? İnsan, hangi umudu kalbinde canlı tutabilecektir? Bunlar Leopardi'nin görmezden gelmediği sorulardır elbet ve Zibaldone'nin daha başka yerlerinde keskin bir keder renginde yeniden ortaya çıkarlar.

"Mutlu olma ümidini yitirmiş olan kişi, başkalarının mutluluğunu düşünemez çünkü insan bunu, ancak kendi mutluluğunun nazarında arayabilir. Dolayısıyla başkasının mutsuzluğuyla da ilgilenemez."

O halde, kayıp umut ve mutluluklara yaklaşmayı, onlara yeniden sahip olmayı hayal etmek de mi mümkün değildir? Her ikisinden de daimi olarak vazgeçmekten başka yapacak bir şey
yok mudur? Peki, hayata geçici ve cılız da olsa ne gibi bir anlam verilebilecektir? Sadece umut, sahip olduğu gizin izinde yeniden doğarsa, daimi olarak yitirilmemiş bir mutluluğun eşiğini görür gibi olabiliriz; Leopardi'nin, umutsuzluğa kapılmamamıza yardımcı olan esrarlı ve muhteşem daha başka sözleri yok mudur? Umudu tutku olarak tanımlayan sözleri ve de bu sözleri vardır:

Umut, daha doğrusu bir umut kıvılcımı, bir umut damlası insanı terk etmez; insanın başından bu umuda en karşıt, en keskin felaket bile geçmiş olsa gene terk etmez.

Umudun gizli ve gizemli gücü, onu bir tutkuya dönüştüren bu baş döndürücü sözlerden daha iyi nasıl tanımlanabilir ki?


Eugenio Borgna

Asyalı Gezgin Bir Çobanın Gece Türküsü / Leopardi



Ne işin var? Söyle ne arıyorsun 
göklerde, suskun ay?
Doğarsın akşamları; giderek 
yükselirsin gökyüzünde, 
gözlersin çölleri, dinlenirsin. 
Usanmadın mı daha, yoksa 
gidip gelmekten uçsuz bucaksız 
bu yollardan? Sıkılmıyor musun, 
daha da mı izlemek istiyorsun 
bu vadileri? Senin yaşamına benzer 
yaşamı, günün ilk ışıklarıyla kendini 
ayakta bulan çobanın. Güder sürüyü 
tarlalar boyu; sürüler görür, pınarlar ve 
otlaklar; dinlenir akşamları, yorgundur; 
yoktur başka beklentisi yaşamdan. 
Söyle bana sevgili ay: Yarar var mı 
çobana yaşamından; sizlere 
yaşamınızdan? Söyle nolur nereye 
varacak benim bu kısa başıboş turum; 
senin ölümsüzlük yolun?

Ak saçlı bir ihtiyar gibi hasta, 
ayakları çıplak, yarı giyinik, 
ağır bir yük taşıyor 
sırtında; dağ, taş, dere, tepe, 
bayır orman, deniz koşarak;
rüzgârda, fırtınada, kavurucu 
sıcakta soluk soluğa dondurucu 
ayazda; düşe kalka bataklıklardan 
sellerden; daha, daha da hızlı 
durup dinlenmeden; 
kan revan içinde, kılık perişan; 
sonunda varacağı yere kadar 
tuttuğu yolun; o denli üzüntü 
ve yorgunluğun; yuvarlanır 
dipsiz ve korkunç kuyuya 
unutup gider her şeyi orada.
Ey eldeğmemiş ay, işte 
böyledir yaşamları ölümlülerin.

Üzüntüdür doğumu insanın, 
ölüm tehlikesi başucunda.
Istırap ve acıdır duyduğu ilk şey. 
Doğar doğmaz anası ve babası 
avutur onu doğmasından ötürü. 
Her aşamasında 
yaşamın omuz verir biri ona ve 
diğeri, tavır ve sözleriyle sürekli 
yollar arar yüreklendirerek, 
avutma insanidir.
Niçin gün ışığına koymalı 
sonradan avuntuya gereksinim 
duyacak olanı?
Yaşam ıstırapsa
niçin katlanıyoruz ona? 
Ey dünyadan habersiz ay, 
işte böyledir 
dünyası ölümlülerin.
Ne ki, sen ölümlü değilsin, 
umurunda mı sanki 
tüm bu söylediklerim.

Silvia (Leopardi'nin Penceresinden)



Bırakıp kimi zaman bir yana 
zevk aldığım çalışmaları ve terimle 
ıslattığım kâğıtlarımı; tükettim üzerinde
ilk gençliğimin ve özümün en 
güzel yıllarını; kulak verirdim 
babaevinin balkonundan 
ezgilerine ve emek isteyen işin için 
tezgâhın üstünde hızla gidip gelen 
ellerinin sesine.

Silvia'ya / Leopardi


Silvia anımsıyor musun
ölümlü yaşamında o yılları,
ışıldarken güzellik
kaçamak ve gülen bakışlarında; 
aşmaya yanaşıyordun sen 
gençlik eşiğini, neşeli ve hüzünlü?
Çınlıyordu sessiz odalar, 
civar yollar senin bitip 
tükenmeyen şarkılarınla; 
kafandaki o belli belirsiz 
gelecekten yeterince mutlu,
oturduğunda kadınlara özgü işinin 
başına. Mayıstı, çiçek kokulu ve sen 
hep böyle geçirirdin günlerini.
Bırakıp kimi zaman bir yana 
zevk aldığım çalışmaları ve terimle 
ıslattığım kâğıtlarımı; tükettim üzerinde
ilk gençliğimin ve özümün en 
güzel yıllarını; kulak verirdim 
babaevinin balkonundan 
ezgilerine ve emek isteyen işin için 
tezgâhın üstünde hızla gidip gelen 
ellerinin sesine. İzlerdim duru dingin 
gökyüzünü, altına bulanan yollar ve
bostanları; bir yandan deniz
ve bir yandan dağlar; ölümlü dil
söyleyemez içimde duyduklarımı.

Leopardi Kitaplığı


Leopardi yaşamını "baba ocağı"nda, babası Monaldo'nun miras bıraktığı olağanüstü kitaplıkla, Eski Yunan ve Latin klasiklerini okuyarak sürdürüyordu. Babasının kitaplığına bütün İtalyan edebiyatı ve Fransız edebiyatı eklenmiş, ama romanlar ve genel olarak yeni yayınlar bütünüyle bir kenara, kız kardeşi Paolina'nın ilgisine terk edilmişti ("şu senin Stendhal'in" diye yazıyordu kız kardeşine).



Leopardi, bilim ve tarihe yönelik son derece canlı ilgileri için de, hiçbir biçimde güncel olmayan metinlere başvuruyor; kuşların özelliklerini Buffon'dan, Frederick Ruysch'un mumyalarını Fontenelle'den, Kolomb'un yolculuğunu Robertson'dan okuyordu.


*
Calvino
Klasikleri Niçin Okumalıyız?


*Bu arada Stendhal ve Leopardi 1832'de Floransa'da karşılaşırlar.


Anılar / Leopardi


Büyükayı’nın sevimli yıldızları, 
bir daha döneceğimi sanmıyordum, günlük 
yaşamın uğraşı içinde, babaevinin bahçesine; 
izlemek için uzaktan ışıl ışıl yanan sizleri 
ve konuşmak için sîzlerle çocukluk yıllarımı 
geçirdiğim, coşkularımın son bulduğu bu evin 
penceresinden. Ne çok imge, ne kadar çok 
masal uydurdum kafamdan, baktıkça yüzünüze 
ve etrafınızda yanan kor ateşe! Oturmuş  
bahçedeki çimlerin üzerine, suskun, 
geçiriyordum akşamlarımın büyük bölümünü, 
bakarak gökkubbeye, dinliyordum uzaktan 
gelen kurbağa seslerini. Ateşböceği
dolaşıyordu tarhların üzerinde, çitlerde; 
hışırdıyordu rüzgârda yol boyu kokulu ağaçlar 
ve ormandaki selviler. Sesler yankılanıyordu, 
geliyordu kulağıma babaevinin çatısı 
altından; hizmetçilerin her zamanki gürültüsü 
mutfaktan: Ne sınırsız düşünceler, 
ne tatlı düşler çağrıştırıyordu uzak 
deniz ve gök mavisi dağlar buradan 
bakıp ayrımına vardığım; bir gün aşmayı 
düşündüğüm; görkemli dünyalar, sonsuz 
mutluluklar tasarlayarak kafamda yaşamla
ilgili! Habersiz kara talihimden ve kim bilir
kaç kez istedim, seve seve dönüştürmeyi 
ölüme bu bomboş, ıstıraplı günlerimi.


Demiyordu yüreğim geçirmeye mahkûm 
olacağımı bir gün, doğduğum bu köylük yerde, 
gençlik yıllarımı; duymadıkları isimleri, bilim 
ve öğretileri eğlence konusu eden kaba ve yabanıl insanlar 
arasında. Kaçıyordu bu insanlar, 
nefret ediyordu benden; beni kıskandıkları için değil, 
çünkü görmüyorlardı daha yüksek beni 
kendilerinden, ama düşünürlerdi 
benim kendimi böyle sandığımı, belli etmediğimi 
dışarıdan. Böyle geçiyor yıllarım:
Terk edilmiş, tanınmaz biri olarak, sevgiden yoksun, 
kupkuru bir yaşam içinde; kötülüğümü isteyen 
insanlar arasında duyumsayarak kendimi; 
istemeye istemeye uzlaşılamaz biri oluyorum 
giderek ve yitiriyorum anlayış, acıma duygumu, 
insanlar arasında olması gereken ve bakarak 
çevremdekilere, küçümsüyorum tüm insanları.
İşte böylesi bir ortamda kaçırıyorum gençliğimi 
ellerimden. Daha değerlisin sen ünden, şöhretten 
ve parlak gün ışığından, soluduğumuz havadan: 
Seni kaybediyorum boşu boşuna, tadına varmadan 
bu insanlık dışı ortamda acılar arasında.
Ey bu kupkuru yaşamda açan tek çiçek!

Yalnız Serçe / Leopardi

Recanati'deki Yalnız Serçe Kulesi 
ismini Leopardi'nin şiirinden almış:



Yalnız serçe kalkarsın eski kulenin

tepesinden; yol alırsın. Gün batıncaya kadar,

uçsuz bucaksız kırlarda şarkılarınla;

yankılanır sesin vadide. Işıldar her yerde

ilkbahar, coşku içindedir kırlarda;

duygulanır insanın yüreği derinden bakınca.

duyarsın sürüleri melerken, sığırlar böğürürken;

kuşların cıvıltısını yarış içinde; sayamazsın

attıkları turları sınırsız göklerde,

kutlarken neşe içinde sürekli en güzel

yıllarını. Sen oysa bir kenarda

düşünceli, izlersin olup biteni; yoldaşın

yok; uçmaya gönül hiç yok; umurunda

değil eğlence, aldırmıyorsun oyuna; şarkı

söylüyor ve geçiriyorsun bu şekilde

en güzel günlerini yılın ve ömrünün



Ah! Ne kadar çok benziyor

yaşam tarzın yaşam tarzıma! Zevk

Andre Gide / Leopardi



 Çalışma odasında sanat eseri bulunmayacak ya da çok az ve çok ciddi şeyler olacak
(Boticelli olmaz) Masaccio, Michelangelo, Raphaelo’nun Atina okulu; ama daha iyisi
birkaç portre veya birkaç maske: Dante’nin, Pascal’in veya Leopardi'ninki; Balzac'ın fotoğrafı...


*
Yazı: 
Gide / Günlük
Fotoğraf: 
Gisele Freund / Gide, Leopardi'nin Ölüm Maskı altında






Parçalar / Leopardi

Ne mutlu sana, gözyaşların yaşamının
kaynağı. Sarıp sarmaladı bizi
kanatlarıyla bezginlik; beşikten mezara
başımızın ucundan ayrılmadı hiçlik...





Nedir ki yaşamı ölümlülerin, bir
oyundan başka... yoksa gerçek daha mı az
aldatıcıdır sence yalandan?





Belki de acı, ıstırap ve
mutsuzluğumuz tanrılar için
boş zamanlarında iyi bir eğlence.





Kanat çırpsın etrafımda açgözlü kara akbaba;
yem olsun adsız cesedim vahşi hayvanlara; dövsün
bulutlar, dağılsın parçaları sağa sola yağmurda,
silinsim adım, sanım yeryüzünden rüzgarla.




...giz dolu her şey; ıstırabımızın
dışında. Ağlamak için doğduk,
bir üvey evlat gibi; nedeni tanrıların
aklında gizli. Ey arzuları, umutları
ilk gençlik yılarının!



Ne ki, dış görünüşe, güzellere, sonsuz
bir iktidar verdi Babamız, insanlar arasında;
ister yiğit olsun, ister usta, liriyle, türküsüyle;
parıldamıyor erdem çirkin bedende.


Ölüler Korosu / Leopardi


Ey tek ebedi olan dünyada 
her canlı varlığın yöneldiği ölüm, 
sende dinlenir bizim 
ruhtan yoksun varlığımız, 
hoşnut değil, ama kurtulmuş 
eski acıdan. Götürüyor 
bilinmeze bu ağır düşünce bizi 
karmakarışık akıldaki koyu bir gece gibi: 
tükendiğini hissediyor çorak ruh 
umutlanma, arzulama gücünün: 
kurtuluyor böylece acıdan, korkudan 
ve eriyor boş, ağır 
ve sıkıntısız zaman.
Yaşadık: bir süt çocuğunun ruhunda 
korkunç bir larvadan 
ya da korkulu bir rüyadan
nasıl karanlık bir anı kalırsa; 
öyle kalıyor bizde bu anısı da 
hayatımızın. Ama anı uzaktır
korkudan. Ne olduk?
Ne oldu yaşam adını alan 
o acı zaman parçası?


Bizim düşüncemize göre, bugün, 
yaşam gizemli, hayranlık verici, 
ve görünmektedir bilinmeyen ölüm 
canlıların onu düşündüğü gibi.
Nasıl kaçıyorsa ölümden yaşarken 
öyle kaçıyor şimdi de yaşam ateşinden 
bizim bilinmeyen varlığımız, 
hoşnut değil, ama emin 
yazgının engellediğinden 
mutlu olmasını ölümlülerin ve ölülerin.

Leopardi & Ranieri



Leopardi on his deathbed, 1837.


"Neydi zaman içinde kaybolan 
Adına hayât denen o acı an?"

Leopardi 14 Haziran 1837'de Napoli'de yakın dostu Ranieri'nin evinde ölür.  Ranieri ile 1830'da başlayan, 1833'te birlikte Napoli'de aynı evde yaşamaya başlamaları ile perçinlenen dostlukları Leopardi'nin ölümüne dek sürer: 

“Artık oldukça yorgun ve tükenmiş kesik kesik bir sesle doktoruyla sinirlerinin bozuk olduğunu; bunu diyet ve hava değişimiyle bir ölçüde giderebileceğini tartışıyordu. Doktor beni bir tarafa çekerek hemen bir rahip bulmamı tembih edince ben de yakındaki Agostino Scalzi Manastırı’na peş peşe adamlar yolladım. Bu arada bizimkiler etrafına toplanmıştı. Paolina, o geniş alnından aşağıya inen terleri siliyordu. Gözlerini gereğinden fazla açarak bana: -Seni göremiyorum dedi. Ve son nefesini verdi. Nabzı atmıyordu artık. O anda Peder Felice girdi. Bense yüksek sesle ‘Dostum, kardeşim, babam!’ diye» bağırıyordum.”

KİMSE



Yazar maskesiyle ilerler. Maskenin arkasındaki adam kendini göstermekten kaçınarak saklanır. Kim olduğunu bilmeyiz. Çoğu zaman maskesi kapkara bir kağıttır ve kendi elyazısıyla kaplıdır; bu onun görünmezlik kaskıdır. Buna rağmen kimi zaman ödünç bir isme, yazarın kimliğine dair gizemi daha da derinleştirecek bir mahlasa ihtiyaç duyulur. Peki yazılı maskeyi kaplayan uydurulmuş bir isim değil de baş döndürücü bir isimler dizisi, gerçeğin izini kaybettiren bir harelenme olduğunda ne demeli? O zaman bakış açısı değişir: Yazılanın kaynağı bir yazarda veya bir adamda aranmayacak, yazılanın dışında var olmayanın sureti için de yazı kurcalanmayacaktır; adeta isimler yazıyı tek başlarına üretmiş, onu yazacak hiç kimse olmamış gibi yazarın isminde, yazarın ve eserin gerçek kökenine bakılacaktır. Çözmek için ne kadar çok kelime kullanırsam kullanayım, sırrın korunacağını bilerek Portekizli şair Fernando Pessoa'nın bu tuhaf kaderine, edebiyatın en büyük gizemlerinden biri olan bu çok isimli yazını ele almaya çalışacağım.

En belirsiz ama belki de en doğru olanla başlayalım: Benim bakışımla Pessoa. Onu üzgün suratlı, tereddütlü, yolunu kaybetmiş biri olarak görüyorum (bende şairin fotoğrafı yok, yalnızca kelimeleri var). Aynı anda hem toy hem çoktan yaşlanmış, gözlerinde büyük bir acıya sahip biri. Şaraptan bakışları buğulanıp uzun süredir acı çeken kelimelerinin akışını hızlandırdığı zamanlar haricinde az konuştuğunu hayal ediyorum. Fakat o zaman bile sözlerinin, asla söylenmeyecek olanın pişmanlığında süzülen bir kasvetle örtüldüğünü hissediyorum. Dilinde çok fazla ölüm var. 

Bakışlarına sıkıntıyı, talihsizliğin takındığı edebi zar zor saklayan bir mahcubiyet hakim. İçki şişesini taşıdığı, örnek bir çalışanın elinde göreceğiniz evrak çantasını yanından hiç ayırmıyor. Fiziksel yapısına kadar her şeyiyle dünyaya ait olmayan bir adam görüntüsü veriyor. Son zamanlarında onu Lizbon'da gören genç Fransız, Pierre Hourcade şu izlenimleri edinmiş: " Onun yanından ayrıldıktan sonra bir daha arkama bakmadım; onun rengini yitirdiğini, yarı saydam hale geldiğini, akşam esintisiyle dağıldığını görmekten korkuyordum." Pessoa'nın gizli temennisi daha iyi ifade edilemezdi: Gözlerinizin önünden geçip giderken hemen dağılan bir yansımadan ibaret olmak; yalnızca ona bahşettiğiniz metinde var olmak.

Onu 8 Mart 1914 akşamında, yüksek bir komodinin önünde, ayakta, çeşitli imzalara sahip kırk kadar şiiri kesintisiz ve karalamasız kağıda dökerken hayal edelim. Yaranın iki ucunu, yani olmakla var olmayı bir araya getirmemekte direten, benliğinin kaybını açıkta bırakmakta azimli bu şaire bir bakalım.

Onun çok büyük olmasa da narin, bir parça kırılmış olduğunu görüyorum; hiçbir yere ait olmayan bir yüzü var ve kağıt yığınına kilitlenmiş bakışları, gerçeklikle teması bilerek kesmek, tecrite kaçmak için tuhaf bir girişim içinde. Olanın yerine koyulmuş kelimeler ... Derken o çöküş; somut olan her şeyden, dokunulan, parçalanan, acıtan, düşen şeylerden daha somut hale gelen kelimeler. Kim bilir ne zamandır orada. Gecenin solduğunu, gündüzün geri geldiğini görmemiş. Dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme beliriyor; bunun bir hor görme mi, arzu eksikliği mi, yoksa bıkkınlık mı olduğu anlaşılmıyor. Masayı terk ettiğinde tek bir şiir veya eser değil, üç tane yazdığı ve yaradılışın ta kendisini bir muamma olarak bıraktığı görülüyor.

Ricardo Reis'e, Alberto Caiero'ya ve Alvaro de Campos'a atfedilen eserlerin yazarı kim?
1915 'te Lizbon'da yayımlanan Orpheu isimli edebiyat dergisi yalnızca iki sayı yayımlanabilmiş olsa da dergi sonraki kuşaklar için önemli birkaç yazarı öne çıkarmıştır: Mario de Sa Carneiro, Jose de Almada Negreiros, Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve Fernando Pessoa. Son dört ismin aynı bedende yaşadığı ve hem eserler hem isimler olarak bizzat Pessoa'nın türevleri olduğu doğrudur. Bizzat diyerek çok ileri gitmiş olabiliriz, zira o kimdir? İşte büyük soru: Siz kimsiniz? Bir değeri olan ve hiçbir zaman yanıtlanamayacak tek soru. Dilediğiniz kadar özellik sayın: Muhasebeci, kötü bir annenin oğlu, şair, dost, Anica Teyze'nin yeğeni, astrolog, utangaç eşcinsel, farmason ... Yine de bulamazsınız. Pessoa 'nın adının ve yüzünün altında birçok dünya ve güç bela bir ben vardır. Hepsi oradadır ama o, ya o?

Hikayenin biçimi o kadar etkilidir ki, Pessoa'ya sahip olmadığı şeyi verme eğilimindedir: Tarihleri ve olaylarıyla bir hikaye, az çok doğrusal bir akış ve her şey (hakikat, gerçeklik ve kurgu) kutsal üçlemenin bile (yazar, yazarın hayatı ve eseri) bulunamayacağı kadar karmaşık olsa da, bir anlatının konusunun takibi. Pessoa'nın anlatılabilecek bir öyküsü olmamıştır. Bunun tek sebebi farklı isimlerle kaleme aldığı çok sayıda hikaye olması değildir. Belki de yalnızca şiirin bir diğer adı olabilecek, bir çeşit kendinde yokluk söz konusudur. Bu noktada, istisnayı ve trajik olanı belirtmek için kaderden söz edilir; nehir yatağında bir taşın veya Lizbon'da bir barın karanlıklarından kopup gelen son ayyaşın, sert bir ışık huzmesinde bir an için ayağa kaldırdığı toz zerrelerinin bir kaderi olduğu düşünülmediği sürece, kalan her şey gibi bu da varsayımdır.

En iyisi Pessoa'nın hikayesini anlatmamak ve nüfus kayıtları veya kimlik kartları gibi, art arda sıralandıklarında bir hayat (ya da bir ölüm) oluşturmadıklarını bile bile birkaç özelliğin hesabını tutmaktır. Daha ziyade şiirlere bakılmalıdır; gerçek kimlik belgeleri buralardadır. 


Soyadı: Pessoa.

Babanın soyadı: Pessoa.

Annenin soyadı: Pinheiro Noguera.

Adı: Fernando Antonio.

Doğum: 13 Haziran 1888, Largo de Sao Carlos 4, Lizbon.

Meslek: Bir kelimede dile getirebilecek bir mesleği yok. Çeşitli
şirketlerin talebi üzerine İngilizce ve Fransızca tanıtım metinleri
yazar. Çeviriler yapar. Şiirler kaleme alır.

Eserleri: Portekizce yayımlanmış tek şiir koleksiyonu Mensagem
(1934) dışında, iki de İngilizce şiir derlemesi vardır. Öldüğünde
arkasında bir sandık dolusu elyazması bırakacaktır.
Henüz tamamı yayımlanmamıştır.

Belirgin özelikleri: Eserlerinin büyük kısmını, heteronim adını verdiği farklı isimlerle kaleme almıştır. Bu isimlerden on beşi sayılabilmiştir ve aralarından başlıca üçü şöyledir: Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Alberto Caeiro. Üç kişilikli bir şair veya dört ... Zira Pessoa eserlerinin bir kısmını, özellikle de ezoterik şiirlerini bu isimlerle imzalamıştır. Parçalara ayrılmış, parçalarından başka hiçbir meskeni olmayan bir şair: "Vatanım, Portekiz dilidir."

* Mahlastan farklı olarak heteronim, bir yazarın yalnızca farklı isimler altında değil aynı zamanda
 farklı kişiliklere bürünerek yazmasıdır. Pessoa kullandığı her isimde bir başkası olarak yazmaktadır. 

Pek bir şey ifade etmeyen bu özelliklerin ötesinde anekdotlar, yargılar, yorumlar ve kimliklerin kavranamazlığı karşısında duyduğumuz korkunun maskeleri vardır. Babası gündüz idarede çalışır, akşamlarıysa çoğu zaman caddenin karşısındaki San Carlos Operası için müzik eleştirmenliği yapar. Bunun yanında veremlidir. Günleri sayılıdır. Öldüğünde çocuk beş yaşındadır; okumuş müzisyen annesi ve kimi zaman bir yerlere kapatılması gereken Dionisia isimli deli büyükannesiyle kalmıştır. Pessoa okumayı ve yazmayı beş yaşında çoktan öğrenmiştir ve yedi yaşında kaleme aldığı ilk şiirini annesine ithaf eder. Yavaş yavaş sıkıntılar başlar. Mobilyalar bir bir satılır, ardından fakir bir mahalleye taşınırlar. Anne, Kasım 1895'te daha önce hiç görmediği, Joao Miguel Rosa adında bir adamla evlenmeye karar verir. Ocak 1896'da Güney Afrika'ya, belki de bencil güdülerle evlendiği ve yine genç yaşta ölecek bu adamın yanına gitmek için Lizbon'u terk eder. Herkesin kendi nefretini adlandırmak için kullanabileceği bir Komutan Aupick'i yoktur.

Başarılı bir öğrenci olan Pessoa, on yedi yaşındayken bir daha hiç ayrılmayacağı Lizbon'a döner; "burada da her yerde olduğu gibi bir yabancıdır." Artık kalıcı olan delilikle, teyzeleriyle yaşarken her türlü çalışmayı ve faaliyeti bırakır. On dokuz yaşındayken depresyon mu, yoksa benlik yitimi mi olduğu bilinmeyen derin bir kimlik krizine girer: 

"Kimi zaman tüm anlayışı kaybetmişim ve uçuruma benzeyen bir zihinsel boşluğa düşüyormuşum gibime geliyordu. Bundan anneme söz edebilir miydim? Yanımda olmasını nasıl da isterdim ... İçimi ona dökemezdim ama varlığı acımı büyük ölçüde dindirirdi. Denizdeki bir gemi enkazı kadar yalnızım."

Geriye kalanlarla, yani mesleği ve alışkanlıklarıyla ilgili ne demeli? Mesleğini tanımlarken hayatının son döneminde Pessoa bile biraz zorlanmıştır: " En uygun isim 'çevirmen' olur, en doğrusuysa 'ticarethanelerde yabancı muhabir.' Şair ve yazar olmak bir meslek değil, bir çağrıdır." Sonrasında Pessoa için mobilyalı oteller, serserilikler, her hafta değişen adresler, yan odadan gelen aşk seslerini daktilo takırtısıyla bastırmak için  yazılan mısralar, pis kafeler, zaman gibi, saudade gibi bitmek bilmeyen hiçlik vardır. 1935'te biri ölür. Söylenene göre bu karaciğerdir. O zaman Pessoa, nihayet bir daha hiç bulamamacasına kendini kaybedebileceği son adı alır: Pessoa.

Yargı ve yorumlar bir eseri kavramak için ne kadar uygunsuzsa, biyografi de onu aydınlatmak için o kadar faydasızdır. " Portekizli en büyük çağdaş şair", "yüzyılın en büyük şairlerinden", "Fernando Pessao büyük dünya sanatçıları listesine dahil edilmeli'', "edebiyat tarihinin en büyük hilebazı" ... Tüm bu özellikler, büyük ya da değil, bir şair olduğunu bile söyleyemediğimiz, (özne, yüklem sıralamasından kaçınarak) Alberto Caeiro'nun ağzından dillendirdiği gibi, "Şiirleri yaşama dair sahip olduğu her şeydi. Ayrıca gerçekleşen hiçbir olay veya hikayede yoktu," diyebileceğimiz Pessoa'ya yakışmıyor.

• • •


Heteronimiler


"Hetero-nim" ya da Pessoa'ya ait bir sözcük olan "heteronimi Yunanca kökenli hetero- öneki almıştır ve farklı, değişik anlamı taşır. Hetero- öneki, benzer, aynı (krş. "heterojen" ile "homojen") anlamını taşıyan Homo- önekinin zıt anlamlısı olarak kullanılabilir. Bununla birlikte Pessoa, imla tartışmalarının yaşandığı dönemlerde iyelik kavramım ifade eden ve haklı, doğru, gerçek olarak tercüme edilebilecek orto- önekine karşı çıkmıştır (krş. "hetero-doksluk" ve "Ortodoksluk"). Bir "heteronimin" farklı bir ad olması gerekir çünkü onyma Yunancada ad anlamına gelir; bir "ortonim" ise aslına uygun ya da gerçek bir ad anlamına gelir. Öyle görünüyor ki Pessoa, alo- (diğer) ile auto- (kendi) ya da heretero- (başkası) ile auto- (kendi) ön eklerini birbiriyle zıt anlamlı olarak kullanmak gibi diğer seçenekleri değerlendirdi ve eledi; bu son seçeneği tercih ederek ortografik belgeler (yazarın yazdığı yazılar) ile heterografik belgelere (başkaları tarafından yazılan ancak düşünsel açıdan yazar ile aynı doğrultudaki yazılar) hukuki bir ayrım ile yaklaştı. Her hâlükârda Pessoa'nın kavramlaştırmak istediği şey şuydu: Bir taraftan kendi  şahsının yazdığı, kendine ait olan eserler ortonim olarak  sınıflandırılabilirdi; ve diğer yandan kendisinden farklı biriymiş gibi yazdığı ve başkasına aitmiş gibi görünen eserler heteronim olarak sınıflandırabilirdi. Bu anlamda heteronimizm, kendi kendinden sıyrılmanın, "başka birinde kaybolmanın" dramatik biçimi, kendi benliğini
(Pessoa, Gaspar Simöes'e "Başkasında kaybolmak - hepsi bu" demiştir.) başka kişilere dönüştürme olarak adlandırılabilir. Bununla birlikte -heteronime göre daha az tanınan bir terim olan- heteronimizm öteki yazar kimliklerin kurgulanması anlamına gelip, bu anlamda deliliğe yakın bir olgu olmaktan çok, farklı yazarların oluşturulmasında kullanılan bir yöntem, bir teknik olarak adlandırılabilir. Ya da başka deyişle, ego tarafından (asıl yazarın egosu) alter egoların baş döndürücü şekilde yaratımı ve çoğulluğunu inkâr etmek yerine onunla birlikte yaşamaya çalışan ve onunla en iyisini yapmayı amaçlayan bir olgu. Konuya devam etmeden önce -ortonim olarak yani kendi adıyla yazan- Pessoa'nın bizzat yapmış olduğu bir ayrımı belirtmekte fayda var: Heteronim takma ad değildir. Bu konuyu açıklığa kavuşturmakta fayda var. Alter ego dedim ancak heteronim yalnızca farklı mizaçtaki kişilik değildir. Heteronim, aslında bir kimlikten daha fazlasıdır -konuya her zaman psikolojik açıdan yaklaşmak mümkündür ve Pessoa bir "ruhsal arkadaşından" söz ederken bunu yapar- bir maskedir ve maske kelimesi yoğun anlam içerir. Pessoa kelimesinin etimolojik kökeninin maske olduğunu hatırlayalım. Eğer bir kişinin kaderinin gizemli bir şekilde kendi soyadında -bilhassa heteronimlerini yarattıktan (1914) ve soyadındaki inceltme işaretini kaldırdıktan sonra (1916)- saklı olması mümkünse bu kişi Pessoa'nın ta kendisiydi, kendisini sayısız Pessoalarda, şair suretlerinde çoğaltmış ve yalnızca kimliklerle sınırlı kalmamıştır.

Bu şair suretlerinin -Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Âlvaro de Campos ve diğerleri- kendine özgü kişilikler "sergiledikleri" bir gerçektir ancak bizim için önemli olan örneğin Caeiro'nun içedönük bir kişilik olup Campos'un dışadönük bir kişilik olduğunu tartışmak değildir, bilakis birinin pastoral şiirde, diğerinin ise modem şiirde çığır açtıklarını doğrulamaktır.

O halde şimdi ortonim ve heteronim eserler arasındaki ayrımın şeceresini yeniden çıkaralım. Bu, tamamı Pessoa tarafından kullanılan heteronim, takma ad, yan heteronim, heteronimizm gibi tabirleri daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

İlk başlarda, yaklaşık olarak 1906 ile 1916 yılları arasında Pessoa takma ad kavramını düzenli olarak kullanmıştı. Bu kavram, William Shakespeare'in eserlerinin gerçek yazarının kim olduğuna dair yaptığı okumalardan etkilenen Pessoa'nın, Shakespeare'in aslında başka bir yazarın takma adı olduğu tezini savunmasıyla yüksek bir edebi değere ulaştı.


The Many Faces of Fernando Pessoa / Aldous Eveleigh


Bacon / John Berger

Figüratif bir ressam olan Bacon, Fragonard'ın şeytanca becerisine sahipti. (Bu benzetmeden hoşlanırdı sanırım; her ikisi de fiziksel duyarlığı resmetmekte yetkin ustalardı - biri hazzı, öteki ıstırabı.) Bacon’ın şeytanlığı anlaşılabileceği gibi en az iki kuşak ressamın merakını çekti, ateşli tartışmalara yol açtı. Elli yıl boyunca Bacon'ın işlerini eleştirmemin nedeni onun hem kendisini, hem de başkalarını sarsmak ve şaşırtmak için resim yaptığına kani olmamdı. Bu türden bir güdünün zamana yenik düşeceğine inanıyordum. Geçen hafta Rue de Grenelle'de bir ileri bir geri yürüye yürüye resimlere bakarken daha önce kavrayamamış olduğum bir şeyi fark ettim ve çok uzun bir zamandan beri işlerini sorguladığım bir sanatçıya karşı aniden minnettarlık duydum.

Bacon'm 1930'ların sonundan 1992'deki ölümüne değin algıladığı acımasız bir dünya idi. Defalarca huzursuz, yokluk içinde olan ya da can çekişen insan bedenlerini ya da beden parçalarını resmetti. Bu resimler kimi zaman ıstırabın dış nedenlerden kaynaklandığı hissini uyandırsa da, daha çok içerden, iç organlardan dünyevi olma talihsizliğinden doğduğu izlenimi verir. Bacon etrafında gizemli bir atmosfer yaratmak için bilerek kendi adıyla da oynadı ve bunda başarılı oldu. Adaşı, on altıncı yüzyıl deneyci İngiliz filozofun soyundan geldiğini iddia etti ve insan etini jambon (bacon) dilimlerini andırır şekilde resmetti.

Lâkin onun dünyasını bugüne kadar resmedilenlerden daha acımasız kılan sadece bunlar değil. Avrupa sanatı suikastler, idamlar ve bir amaç uğruna canını esirgemeyen kahramanlarla dolu. Yirminci yüzyılın (evet, yirminci) ilk sanatçısı Goya'nın eserlerinde ressamın kişisel öfkesini hissederiz. Bacon'ı farklı kılan, imgeleminde tanıkların da, kederin de yer almayışıdır. Resmini yaptığı hiç kimse, gene onun fırçasından çıkmış başka birinin başına gelenleri umursamaz. Böylesine ayan beyan bir aldırmazlık, sakatlamanın her türünden daha zalimcedir.

Buna figürlerini yerleştirdiği mekânın donukluğunu da eklemek gerekir. Bu donukluk, içine ne konursa konsun soğukluğunu muhafaza eden bir derin dondurucu gibidir. Bacon'ın sahnesinde, Artaud'dan farklı olarak ritüele pek yer yoktur, zira figürlerinin çevresinde onların hareketlerine uygun bir ortam bulunmaz. Meydana gelen her felaket pek de önemi olmayan bir kaza gibi sunulur.

Bacon hayattayken, bu türden bir tasavvur başka yerlerde olan bitenin asla umursanmadığı, aşırı dar kafalı bohem bir çevrenin dayattığı melodramlardan besleniyordu. Buna rağmen... buna rağmen, Bacon'ın canlandırdığı ve defetmeye çalıştığı merhametsiz dünya, geleceğin habercisi oldu. Öyle ki, bir sanatçının kişisel dramı, bütün bir uygarlığın yarım yüzyıl içinde yaşadığı bunalımı yansıtmakta. Ama nasıl? Esrarengiz bir şekilde.

Dünya zaten ezelden beri merhametsiz değil miydi? Günümüzün merhametsizliği belki de daha müzmin, kapsayıcı ve sürekli. Ne gezegenin kendisini, ne de üzerinde yaşayan herhangi bir canlıyı esirgiyor. Soyut, zira yegâne mantığı (derin dondurucu kadar soğuk) kâr peşinde koşmaya dayanıyor; aynı zamanda tüm öteki inanç türlerini modası geçmiş telakki ediyor, hayatın acımasızlığına karşı geliştirilmiş onurlu ve kimi zaman ümit ışıltısı gösteren direniş geleneklerini tehdit ediyor.


Ungatz



Gerçek bir nesnedir. Kim olduğumuz ve ne yaptığımız gerçeğidir. Ve bununla yüzleşip kabul etmelisin. Çünkü evrenin gerçeği hala bekliyor. Yani... Hepsi kaybolup gidecek. Sen, sen, sen, sen, ben, bu sigara, her şey... karanlıkta kaybolacak, geçersiz olacak. Ve kimse sorumlu değil.
Sadece başbaşa kalacağınız bir... ungatz. (Hiçlik)... Ungatz.(Hiçlik)...

Hiçlik. Hiçlik. Bu...hepsi bundan ibaret. Peki biz bununla ne yapacağız?

Gülümseyeceksiniz.

Harry Dean Stanton (Lucky)

Lucky



MAYIS

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/05/ Çalıkuşu Sokak

Merhaba!


Blog'da bu ay Resim'e, özellikle Francis Bacon'a geniş bir başlık açtım: böylelikle Bacon'ın resmi aracılığıyla Darwin'e, Freud'a, Nietzsche, Bataille ve Sade'a doğrudan bir bakış atıyoruz:

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/ Francis Bacon (+21)



Bacon'ın resminin fotoğrafla ilişkisi üzerine (stüdyosunda 1500'ün üzerinde fotoğraf bulunmuş) Deleuze'ın bir yazısı ve kendi söyledikleri yer alıyor; Muybridge'ın insan hareketini tanımlayan fotoğrafları Bacon resminin en önemli ilham kaynağı:


Portre resimlerindeyse Bacon bir modelle çalışıyor, aynaya ya da fotoğraflara bakıyor: 


 Bacon gibi başka pek çok ressam da fotoğrafı model olarak kullanıyor: 




Francis Giacobetti, Bacon'la son söyleşileri gerçekleştiren ve fotoğraflarını çeken kişilerden biri: bu söyleşinin ve fotoğraf çalışmasının ingilizcesini daha önce paylaşmıştım: 


Söyleşi İzlekler dergisinin bir sayısında Türkçe'ye çevrilmiş:


Susan Sontag'ın Bacon üzerine kısaltılmış bir yazısı Adam Sanat'ın sayfaları arasındaydı:

 (sayı 131 / 1996)


Bacon'ın kişisel kitaplığında yer alan yedi yüz küsür kitabın dökümünde birkaç yazar hemen gözüme çarpıyor: Bataille, Baudelaire, Barthes, Berger, Conrad, Lorca, Nietzsche..  




İlk kez gördüğüm erken tarihli bir resmi, Figure in the Sea (1957), Bacon'a esin kaynağı olması düşük bir ihtimal olsa da görür görmez aklıma Blanchot'nun Karanlık Thomas kitabının ilk sayfalarını getirdi.  Daha önce Karanlık Thomas'nın bu ilk sayfalarını filmsel bir dile nasıl dökebilirim diye kafa yormuştum:


Picasso, Bacon'ı en çok etkileyen ve resme başlama nedeni olarak gördüğü ressam. Crufixion serilerinin ilham kaynağı, 1929'da bir sergide görüp etkilendiği birkaç Picasso resmi, ona ilk çığlıkları attırıyor. Picasso'nun bu resimlerine ve desen çalışmalarına Bacon'un Crufixion'ları aracılığıyla bakmak benim için de şaşırtıcı oldu: 




Bacon ve Giacometti, yaşama ve sanata bakışları, stüdyosu ve çalışma biçimleri, ün ve başarıya olan ilgisizlikleri ile birbirlerine çok benzeyen iki isim. İlk kez 1960'ların başında Paris'te karşılaşırlar: 


Giacometti, bu ay yeniden üzerine eğildiğim bir başka isim. Bağlantılarda John Berger, Genet ve James Lord'un yazılarıyla atölyesinde çalışırken çekilmiş birkaç videosu yer alıyor. Genet'nin deyimiyle Giacometti, ya da körlere çalışan heykeltraş:




Giacometti, bir sanat kitabının üstüne, Van Gogh'un bir otoportresinin yer aldığı sayfanın tam karşısına bir kopyasını çizmiş: 



 Yaşamının son günlerinde çalışma bütün büyük sanatçılar gibi Van Gogh için de bir tür tapınmaya dönüşmüş, ondan kalan 840 tablonun yarısına yakınını yaşamının son iki yılında yapıyor. Kargalar çığlık çığlığa:



İnsanın kendi kitapları, İnsanın kendi manzaraları, diyordu Nietzsche: 

manzaraya karşı Walt Whitman'ın romanı Jack Engle'ı okuyorum, seninle ilgili neler geçiyor aklımdan Walt Whitman,


şiirlerini kırlarda çırılçıplak dolaşarak ve bağıra bağıra söylemek istiyorum:

geçmek (ah yaşamak, hep yaşamak!)
 geride bırakmak cesetleri...



Ağır ağır yürüyor, rüzgarın, denizin ve kuşların sesine kulak veriyorum:


 Doğa iyi geliyor, deniz hemen yamacımda. Midilli adasına bakan ıssız bir kıyıya ulaşıyor, Son Mülteci'ye rastlıyorum: 





Whitman'a ait olduğu düşünülen 36 saniyelik bir ses kaydında Whitman America şiirini okuyor, Octavio Paz'ın Whitman yazısı ve Whitman'ın yitik Amerika düşü:



 Sen aradığım erkeksin diyor Whitman, ya da aradığım kadın (sanki bir düş görüyorum): Billy Duckett, Whitman'ın bir oğlanı: Ressam ve fotoğrafçı Thomas Eakins onu model olarak kullanıyor ve çıplak fotoğraflarını çekiyor:


 ya bu çıplak Eakins serisindeki yaşlı adam? o da Whitman: