Heat - (Hırsız Polis Melankolisi)

 " Michael Mann'in Heat'i, sadece bir hırsız polis filmi değil, hırsız ile polisin filmi. Kimin niye hırsız kimin niye polis diye sorgulanmadığı, herkesin mukadderat sonucu bulunduğu uzmanlık alanına çakıldığı, hırsızın hırsız, polisin polis olduğu ve bunun sonuçlarına katlanması gerektiği, varoluşçu bir suç filmi dünyası filmi. Senarist yönetmen Mann, karekterlerini sadece işlerinin süreci ve sonuçlarıyla ele alıyor ve adeta bütün bir  polisiye janrını harmanlayıp, ortaya mitik bir hırsız ve polis tipi çıkarıyor. Sonra da ikisini karşı karşıya oturtup, karşılaştırıyor. Filminin epik dokusunun merkezine de, çeşitli tiplemelerle bu janra imzasını atmış iki "baba"yı Al Pacino ile Robert De Niro'yu yerleştiriyor. Duruma polisiye sinema penceresinden bakarak profesyonellik ve modern yalnızlık üzerine bir tablo çiziyor.

 Mann'in hırsız polis oyunu her parçasıyla bir klasik gibi inşa edilmiş bir film. "


(Sinema dergisinin eski sayılarından birinde
filmle ilgili geniş bir dosya hazırlanmış)  





Esenlik - Erich Fromm

“Eğer ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu ya da daha doğrusu bu sorun olmazdı çünkü bu dünyanın bir parçası olurdum. Şimdi bütün bilincim ve bütün tanıdıklık istemimle karşılaştığım bu dünya olurdum. Öylesine gülünç olan şu bilinç beni tüm yaratıma karşıt kılmaktadır. (…) Bu çatışmanın, dünya ile zihnim arasındaki bu yarılmanın temeli onun bilincine varmış olmam değilse nedir?”

(Sisifos Söyleni'nden)


İlk yaklaşımda “esenlik” doğal yaratılışla, doğal yapıyla uyum içinde olmak diye tanımlanabilir.

Doğal yaratılışla, doğal yapıyla uyumlu koşullar içinde olması gerekli insan varlığı nasıl bir varlıktır? Bu koşullar hangi koşullardır? İnsan varlığının ortaya koyduğu bir sorun var. İnsan bu dünyaya bu konudaki istemi sorulmadan geliyor, gene giderken de istemine bakılmıyor. Hayvanlarda içgüdüsel olarak doğayla bütünlük içinde yaşamasını sağlayan bir çevreye uyum mekanizması olmasına karşın insan bu içgüdüsel mekanizmadan yoksun. Yaşam onu yaşatacağına o yaşamı yaşamak zorunluluğunda. İnsan doğanın içinde ama doğadan kopmuş, kendi kendinin ayrı bir varlık olarak ayırdında olması, kendini dayanılmaz derecede yalnız, güçsüz ve kaybolmuş hissetmesine neden oluyor. Bu dünyaya gelmiş olmak durumu, bir sorun yaratıyor. İnsan doğduğu anda yaşam insana bir soru sormuş oluyor? İnsan bu soruyu her an yanıtlamak zorundadır. Yalnız zihniyle, yalnız gövdesiyle değil ama o düşünen düş gören, uyuyan, karnını doyuran ağlayan ve gülen adam –bir bütün olarak insan- bu soruya yanıt bulmalıdır. Yaşamın ortaya koyduğu bu soru nedir? Soru şudur:

 Bu ayrıklık, bölünmüşlükten gelen yalnızlık yaşantısının acısından, mahpusluğundan, utancından kendimizi nasıl kurtarabileceğimiz, kendi kendimizle çevremizdeki insanlarla ve doğayla nasıl birlik kurup bütünleşebileceğimiz?   Şu yolda ya da  bu yolda insan bu sorulara bir yanıt bulmak zorundadır; hatta deliler bile benliklerinin kabuğuna çekilerek böylece ayrıklığın, bölünmüşlüğün korkusunu yenmeye çalışarak, kendilerinin dışındaki gerçeği silip yok ederek, bu soruya bir yanıt bulmuş oluyorlar.

Soru her zaman aynıdır. Gerçi birçok yanıt vardır ama yanıtlar temelde ikiye indirgenebilir. Birincisi bu ayrıklıktan bölüklükten kurtulmak, bütünleşmeyi sağlamak için ayrıklığın, bölüklüğün ayırdında olmadığımız döneme, yani doğum öncesine kadar gerilemektir. İkinci yanıt, tam anlamıyla doğmaktır. İnsanın bilmek, fark etmek yeteneğini, aklını, sevme gücünü, kendi bencilliğinin dar çemberini aşana kadar, kendisiyle ve dünyayla yeni bir uyuma, bir bütünleşmeye ulaşana kadar geliştirmektir.


“Esenlik” aklın tam gelişmişlik durumuna ermiş olmasıdır: Akıl deyince anlatmak istediğimiz şey yalnızca akla vurup, anlamak, yargıya varmak anlamında akla dayalı yargı değil ama Heidegger’in deyimini kullanırsak gerçeği  “olduğu durumuyla” kavrayıp anlamaktır. Esenlik bir kimsenin narsisizmini yendiği oranda olabilir; …İnsanın insana ve doğaya duyguyla bağlı olması demektir, ayrıklıktan, bölüklükten, kopukluktan, yabancılaşmadan kendini kurtarıp var olan her şeyle bir olduğunu bir yaşantı durumuna getirmek demektir. Ama bir yandan da benlik yaşantısını da aynı zamanda sürdürmek demektir. Esenlik tam olarak doğmak, olanaklarını tam olarak geliştirmek demektir; son dereceye kadar sevinç ve keder duyabilecek gücü olmak demektir. Başka deyişle orta yetenekteki insanların sürekli olarak içinde bulundukları ayakta uyuklama durumundan kendini kurtarıp tam olarak uyanmaktır. Aynı zamanda yaratıcı olmaktır; yani kendine, başkalarına ve var olan her şeye bir yanıt vermek, bir karşılık vermektir, gerçek bir insan olarak, varlığının bütünlüğüyle, herkese ve her şeye o kimseyi ya da o şeyi olduğu gibi kabul ederek bir yanıt, bir karşılık vermektir. Böyle içten gelen bir yanıt, içten gelen bir karşılıkta yaratıcılık yatar. Dünyayı olduğu gibi görmeli ve benim dünyam olarak yaşamalı, dünyayı yaratıcı anlayışımla biçimlendirip kavramalıyım ki böylece o dünya benim dünyam olarak yaşamalı ve şu yalan dünya olmaktan çıksın, benim dünyam olabilsin. Sonuç olarak esenlik, Ego’yu (benlik) bir yana atmak, Ego’yu büyütmek ya da korumak peşinde koşmaktan vazgeçip benliğini varoluşun işlevi içinde yaşantıya dönüştürmektir.     

Self-Portrait (Bruegel)

The Painter and The Buyer 1565
"Sanatın ve sanatçının saygınlığı Egel için de önemliydi; bu düşünceyle yaptığı bir çiziminde, işine saygı duyan bir ressam ile sanatçının omuzları üstünden, yaptığı resme bakarken beceriksizce kendi para çantasını karıştıran aptal görünümlü gözlüklü adam arasındaki farkı gösterir."


Edebiyat Özgürlüktür - Susan Sontag

Edebiyata (Dünya edebiyatına) ulaşmak,  ulusal kibrin, dar görüşlülüğün, zoraki taşralılığın, anlamsız müfredat eğitiminin, tamamlanmayan kaderlerin ve kötü şansın meydana getirdiği hapishaneden kaçmaktı. Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportuydu.

Edebiyat özgürlüktür. Özellikle de birer değer olarak okumanın ve içedönüklüğün ayaklar altına alındığı bir çağda edebiyat, özgürlüğün ta kendisidir!

The Triumph of Death (1562, Bruegel)




 "Çürüyen cesetler, ölüm arabası, cehennemi simgeleyen yanan kule, idam, işkence, garip makinalar, Sağ yanda yemek yiyenler, böylece ölüme karşı kendini koruyanlar.

Dünyanın sonu, topraktan fışkıran iskeletler ordusuyla temsil edilmiş. İskeletler hem çok sayıda hem askeri bir düzen içinde. Kalkanlar (ya da tabuttan kalkanlar) belirli bir çizgi üstünde, ölüleri dirilerden ayırıyor. Hırsların ve yaşamın tüm zevkerinin üstünde gezen ölüm, herkese boyun eğdirir. Herkesi tabutların yanında, ayakta bekler. Bir kayık ölenleri alıp götürecektir." 



 Details


Yazmak - Julıo Cortazar

Sarı bir çiçek adlı öykümün bana çıkageldiği sabahı anımsıyorum: ellerimde yoğuracağım biçimi belirlenmemiş kütle, kendisine benzeyen bir gence rastlayan ve insanların ölümsüz olduğu kanısına kapılan bir adam düşüncesiydi. Açılış sahnelerini bir an olsun duraksamadan yazdım, ama işin nereye varacağını kestiremiyordum, öykünün çözümünü aklımın ucundan bile geçirmiyordum daha. Eğer biri beni durdurup da “Sonunda başkişi Luc’u zehirleyecek", deseydi afallayıp kalakalırdım. Öykünün sonunda gerçekten de başkişi Luc’u zehirler, ama öyküyü yazarken bu da daha önce olanlar gibi gelişmişti, biz bir ucundan çektikçe çözülen bir ip yumağı gibi. İşin doğrusu, öykülerimde en ufak bir yazınsal değer, en küçük çaba yok. Bazıları geleceğe kalır, ilerde de okunursa, ruhumun derinliklerinde saklı kalan şeyleri çok yitime uğramadan alımlayıp aktarabilme yeteneğimdendir bu. Bu yetiyi gizemli olanı yadsımayan, kaynağa elden geldiğince bağlı kalan, özgün titreşimi, temeldeki ilk örnek duraksamaları, teklemeleri kaçırmayan belli bir deneyime,  birikimime borçluyum.



Yazar yarattıklarından hayrete düşer, okur da yazarınkilerden .


Son Raunt
sf. 54



 **


Öykülerimden çoğunu işte böyle yazdım: koca bir gün boyu yakamı bırakmayan bir kaygıyla, öykü bitene değin soluk bile almadan, bitince de bir kez bile okumaya kalmadan kendimi sokağa atıp bir başıma, artık ne Pierre, ne Michele, yalnızca kendim olarak yürüyüşe çıkarak...

Children's Games (1560, Bruegel)




 Details





Yazarın Görevi - Julio Cortazar

Dün Le Monde gazetesinde, UPI’den gelen bir haberde Robert Mcnamara’nın bir basın bildirisi veriliyordu. Metne bakılırsa, ABD Savunma Bakanı (neyin savunmasıysa?) şöyle diyordu, Öngörülerimize göre, Çin’in elli kent merkezinde birkaç küçük nükleer başlıklı füzenin patlatılması kentsel nüfuzun yarısını (beş yüz milyon kişiden fazla) ve sanayi nüfusunun yarıdan çoğunu yok edecektir. Bunun yanı sıra, bu tür bir saldırı, büyük oranda nitelikli işçinin yanı sıra, ülke yönetiminde, teknik alanda, fabrika yönetimlerindeki kilit noktalardaki çok sayıda insanı da öldürecektir.” Bu paragrafa gönderme yapma nedenim, bu haberi okuduktan sonra kendisine yazarlık sanını hak gören bir yazarın hiçbir şey olmamış gibi kitaplarına dönemeyeceğini, görevinin bir romancı, ozan ya da tiyatro yazarına düşenleri yapmakla yerine getirildiği gibi bir duyguya kapılarak rahatlayıp yazılarını sürdüremeyeceğini düşünmemdir. Bu ya da benzeri bir yazı okuduğumda, doğamda çekişen iki öğeden hangisinin kavgayı kazanacağını biliyorum. Siyasal bir eyleme geçemediğimden, yalnız başıma sürdürdüğüm kültür işimi yadsımıyorum, inatla sürdürdüğüm varlıkbilimsel arayışıma ara vermiyorum, en baş döndürücü düzlemlere tırmanan düş oyunlarımdan vazgeçmiyorum; ama bütün bunlar artık kendi içinde ya da yalnızca kendisi için yuvarlanıp gitmiyor,  artık bunların batılı mandarinlerin işine geldiği biçimiyle insanlık anlayışıyla bir ilgisi yok. Benim yazabileceğim en dayanaksız şeyde bile, insanın içinde bulunduğu tarihsel sürem ile bir bağ kurma isteği her zaman göze çarpacaktır, insanın kendinden daha iyi bir şeye doğru, ortaklaşmaca ve insanlık gibi olgulara doğru uzun yürüyüşüne bir katılım çabası görülecektir. Yalnızca bu nabız atmasına, bu başkaldırıya yanıt veren aydınların yapıtlarının halkların bilincinde yeniden doğacağına ve şimdi ve gelecekteki eylemleriyle dünyaya gelme amacımız olan bu yazma işini haklı çıkartacaklarına, ona gerçek anlamını bağışlayacaklarına kesinkes inanıyorum.

BRUEGEL



  The Peasant Wedding Banquet 1567



 Details








 Sanatçı resimlerinde ne çıplağa, ki dönemin eğilimiydi- yer veriyor, ne kilise'ye. Şeytan kadar azizler de ondan uzakta. Kardinaller, prensler, saray kadınları ya da meleklerle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Öncülü Bosch'tan ayrıldığı noktalardan biri, başlıcası bu. Öte yandan, tarihsel öykü ya da resimlere de hiç rastlanmıyor resimlerinde. Bu bakımdan, Delacroix, Bruegel'in karşıtı denebilir. O maddi dünyanın, küçük insanların, yalın/somut çıplak günlük yaşamın, gündelik zorlukların, bir ölçüde birey devlet ilişkilerinin ressamı oldu. Alt insanlardır onun evreni. Belki bunun için Baudelaire ona hayrandı. Paçavracıların Şarabı isimli, Paris isyancılarına adanmış şiirin sahibi Baudelaire!

 Dilencileri, körleri, sakatları, aptal görünümlü köylüleri, sızıp kalmış sarhoşları, orakla buğday biçenleri, halka baskı yapan askerleri, sürüyü güden çobanları, karda yürüyen avcıları, dans eden ve öpüşen düğün halkını, tarlada ekin kaldıran kadınları, tüm bu resim kişileriyle Bruegel'in yaşamda yeri olmayan hiçbir soyut konu, etkinlik, merkez, resmine girmiyor.

Uğur Kökden


Kanarya Cinayeti Vakası II - Julio Cortazar

Korkunç bir şey, teyzem beni yaş gününe çağırıyor, ben de ona armağan olarak bir kanarya alıyorum, gittiğimde evde kimse yok, ajandama yanlış yazmışım, dönüşte kanarya tramvayda deli gibi ötüyor, yolcular çılgına dönüyor, kuşa saygı göstersinler diye ona da bilet alıyorum, tramvaydan inerken kafesi bir kadının kafasına çarpıyorum, kadın bana diş bileyerek hırlıyor, eve vardığımda bakıyorum üstüm başım kuş yemi içinde kalmış, karım katiple kaçmış, apartmanın girişinde taş kesiliyorum, kayıp düşerken kafesi eziyorum, komşular bir ambulans çağırıp onu bir sedyeye koyup götürüyorlar,  ben geceyi apartmanın girişine serilmiş, kuş yemi yiyerek geçiriyor, kulağımda salondaki telefonun sesiyle sabahı buluyorum, telefon eden teyzem olmalı diyorum, yaş gününü unutmayayım diye arayıp duruyor, dört gözle armağanını bekler hep, zavallı teyzem.


The Canary Murder Case II

Victor Hugo'dan Bir Şiir (Hafızadan Alıntı)

Victor Hugo on Deathbed by Felix Nadar


Ya ben, her gün başımı daha da bir eğerek
Tatlı ışıkları altında güneşin, titrek
Şamatanın ortasında çekip gideceğim
Sonsuz yeryüzünden
Hiçbir şey eksilmeyecek.


istenç ve tasarım olarak dünya - Schopenhauer

Özne: Varım, benden başka şey yok. Çünkü dünya benim tasarımım.

Özdek: Ne çılgınca bir varsayım! Ben varım, benden başka bir şey yok. Çünkü dünya benim gelip geçici biçimimdir. Sen de olsa olsa bu biçimin bir parçasısın, toplamısın, bütün bütün ilinekselsin.

Özne: Ne alıkça bir küstahlık! Ben olmasam ne sen ne de senin biçimin olurdu. Benim olmadığımı düşünen biri, bu durumda senin yine de olduğunu düşünebileceğine inanan biri büyük bir yanılsamanın pençesine düşmüştür. Çünkü senin, benim tasarımım dışında var olman doğrudan bir çelişkidir, anlamsızdır. Senin var olman, olsa olsa, benim tarafımdan algılanmış olman demektir. Senin var olduğun yer benim tasarımımdır. Dolayısıyla, ben senin varlığının ilk koşuluyum.

Özdek
: İyi ki bu yüzsüz savın birazdan sözcüklerle değil gerçekten de çürütülecek. Az sonra gerçekten var olmayacaksın. Bütün böbürlenmelerinle birlikte boşluğa düşmüş olacaksın. Bir hayalet gibi geçmişe sürükleneceksin. Benim bütün geçici biçimlerimin başına gelen senin başına gelecek. Oysa ben binlerce yıl, yaralanmadan, küçülmeden, sonsuz zaman boyu kalacağım. Değişen biçimlerin oyununu gönül rahatlığıyla seyredip duracağım.

Özne: İçinde yaşayacağını gururla öne sürdüğün bu sonsuz zaman, kapladığın sonsuz uzam gibi ancak benim tasarımımda var. Gerçekten de zaman, benim tasarımımın bir kalıbı. Ben bu kalıbı hazır yapılmış olarak içimde taşırım. Sen kendini içine alan bu biçimde gösterirsin. İlkin onun aracılığı ile varsın sen. Gel gör ki, benim gözümü korkuttuğun yok oluş beni etkilemez. Çünkü bu olsaydı, sen de benimle birlikte yok olurdun. Tersine yokluk ancak beni geçici olarak taşıyan bireyi etkiler, başka her şey gibi o da benim tasarımımdır.

Özdek: Buna inansam (en başta iyisiyle kötüsüyle şu gelip geçici bireylerinkine ayrılmaz biçimde bağlı olan) varoluşa, bağımsız yaşamı olan bir şey diye bakacak ölçüde ileri gitsem bile, o yine de bana bağlı kalırdı. Çünkü, sen bir nesnen olduğu sürece öznesin. Bu nesne de benim. Onun çekirdeği, içeriği, kalıcı bölümü benim. Onu biraraya bağlayan benim. Ben olmasam varoluş senin bireylerinin düşleri, düşlemleri ölçüsünde tutarsız, seyrek, tözsüz olurdu. Düşler, görünüşteki içeriklerini bile son çözümlemede benden ödünç almışlardır

Özne: Benim varoluşumu, onun bireylere bağlı olduğunu kabul ederek tartışmana hiç izin yok. Çünkü benim bireylere bağlı olduğum gibi sen de bacına, biçime bağlısın. Şu ana dek onsuz görülmüş değilsin. Şimdiye dek seni ya da beni, çıplak, yalıtılmış gören göz yok. Çünkü biz içimizde salt soyutlamayız. Temelde kendini algılayan, bizim tarafımızdan algılanan bir varlık var. Gel gör ki onun kendinde varlığı ne algılamada ne de algılanmaktadır; çünkü bu işlevler ikimizin arasında ayrı ayrı bölüştürülmüştür.

İKİSİ: Öyleyse bu durumda ikimizi de kapsayan, bizimle var olan bir bütünün parçaları olarak biz, birbirimize ayrılmaz biçimde bağlanmışız. Ancak yanlış anlama bizi birbirimizin karşısına koyabilir; yanlışlıkla ötekinin varlığına karşı çıkılmasına yol açabilir. Kişinin kendi var oluşunun durumu da tümüyle buna bağlıdır.


 İkisini de kuşatan bu bütünlük, tasarım olarak dünya ya da görüngüdür. Bu ortadan kaldırıldığında, geriye saf, metafizik kendinde şey kalır. 


Walter Sobchak (Big Lebowski, 1998)


01:10:39,226 --> 01:10:41,812

Is this your homework, Larry?







Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar - Schopenhauer

Gençliğin başlıca eğitim konularından birisi Yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalıdır.

Kendi kendine yetmek, kendi kendisi için her şey olmak ve tüm varlığımı kendimde taşıyorum diyebilmek, elbette mutluluğumuz için en yararlı özelliktir.


İnsanoğlunun sürü hayvanı doğası. Her bir insana katlanılmaz gelen şey, kendi özünün monotonluğudur: Her aptallık, kendi sıkıntısından mustariptir.




Zorlama, her toplumun ayrılmaz arkadaşıdır ve her toplum, insanın kendi bireyselliği ne denli önemliyse o denli ağır gelen fedakarlıklar ister. Buna göre, herkes kendi benliğinin değeriyle orantılı olarak yalnızlığa lanet edecek, ona katlanacak ya da onu sevecektir. Çünkü yalnızlık içinde zavallı kişi tüm zavallılığını, büyük zihin tüm büyüklüğünü duyumsar. Ayrıca, bir kimse doğanın sıralamasında ne denli yukarda yer alıyorsa, esas olarak ve kaçınılmaz bir biçimde o denli daha yalnız kalır.

Arkadaş canlılığı bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli hatta yıkıcı eğilimlerden biridir. Arkadaş canlısı olmayan biri, böyle varlıklara gereksinmeyen biridir. Kendi başına, topluma gereksinmeyecek denli çok şeye sahip olmak bile yeterince büyük bir mutluluktur, çünkü hemen hemen tüm acılarımız toplumdan kaynaklanırlar, ve mutluluğumuzun sağlıktan sonraki en önemli unsurunu oluşturan zihinsel huzur her toplum tarafından tehlikeye sokulur ve bu yüzden önemli ölçüde bir yalnızlık olmadan var olamaz.

...

İnsanların çoğunun düpedüz düşük zekalı ve düşük yetenekli, yani kesinlikle seviyesiz olduğunu düşündüğünde; insan, zaman içinde kendisi de (elektriğin dağıtımına benzer bir biçimde) seviyeyi düşürmeden onlarla konuşmasının olanaksız olacağını görecektir ve o zaman "seviyesini düşürmek" deyiminin asıl anlamı ve isabetliliği iyice anlaşılacak, ama yine de, doğasının en düşük bölümüyle iletişim kurabildiği her topluluktan kaçınacaktır. Salaklara ve delilere karşı, aklını kullanmaktan başka yolun olmadığı, bunun da onlarla konuşmamak olduğu görülecektir. İşte o zaman, kimi insanlar toplum içinde, bir baloya gelip de sırf kötürümlerle karşılaşan dansçının durumuna düşeceklerdir?

Kiminle dans edebilir ki?    

Akılı ve zekayı belli etmek, tüm ötekileri yeteneksizlikle ve budalalıkla suçlamanın yalnızca dolaylı bir yoludur. Üstelik, sıradan bir doğa kendi karşıtını gördüğünde isyan eder ve bu isyanın gizli kışkırtıcısı kıskançlıktır. Çünkü her gün görülebileceği gibi, insanlar kibirlerini doyurmayı her şeyin önüne koyarlar, bu da ancak kendi benliklerinin başkalarınınkiyle karşılaştırılmasıyla olanaklıdır.

Sadi, Gülistan'da şöyle der:

"Akılsız bir kişi, akıllı bir kişiye karşı, akıllının akılsıza duyduğu soğukluğun yüz katı daha fazla bir nefret duyar."  

New York - Bernard Buffet



Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar - Schopenhauer

Tüm zamanların bilgeleri hep aynı şeyi söylemişlerdir ve tüm zamanların budalaları, yani ezici çoğunluğu da hep aynı şeyi yapmışlardır: Ve bu durum bundan sonra da sürecektir.

Bu yüzden Voltaire diyor ki:

Bu dünyayı, tıpkı dünyaya geldiğimizde onu bulduğumuz gibi, aptal ve kötü bir biçimde terk edeceğiz.



Dünyanın hiçbir yerinde alınacak çok şey yoktur: Acı ve yoksunluk dünyayı doldururlar ve onlar geçip gittiğinde de dört bir yanda can sıkıntısı beklemektedir. Üstelik esas olarak, kötülüktür dünyada egemen olan ve budalalık da büyük söz sahibidir. Yazgı acımasızdır ve insanlar zavallıdır. Bu yapıdaki bir dünyada, kendinde çok şeye sahip olan birisi, aralık ayının karlı buzlu bir gecesindeki aydınlık, sıcak, neşeli bir Noel sofrasına benzer. Buna göre, seçkin, zengin, bir bireyselliğe sahip olmak ve özellikle zihinselliği yüksek olmak, hiç kuşkusuz ki dünyada ki en büyük yazgıdır; bu yazgı dünyadaki en parlak yazgılardan çok değişik olsa bile, durum aynıdır. Bu yüzden İsveç'in henüz on dokuz yaşındaki kraliçesi Christine'in, hakkında sadece bir makale ve sözlü anlatımlar aracılığıyla bilgi sahibi olduğu, o sıralar, yirmi yıldan beri büyük bir yalnızlık içinde Hollanda'da yaşayan Descartes hakkında söylediği söz çok bilgeceydi: "Bay Descartes, tüm insanların içinde en mutlusu, ve içinde bulunduğu durum bence kıskanmaya değer görünüyor."


Seçkin ve soylu insanlar, yazgının dersini hemen kavrarlar ve bu derse, onu almaya açık bir biçimde ve şükranla boyun eğerler: Dünyada çok ders bulunduğunu ama mutluluğun olmadığını görürler; bundan sonra, umutların yerine kavrayışlarını koymaya alışırlar ve bundan hoşnut olurlar ve sonunda Petrarca gibi konuşurlar:

"Öğrenmekten başka bir mutluluk duyumsamıyorum."

Walter Sobchak (Big Lebowski, 1998)

00:53:49,008 --> 00:53:52,219

Enjoying my coffee






Romanın Yazım Süreci üzerine - Roland Barthes

Bir parçacık yazı insanı dünyadan ayırır, yazı çok olursa insanı dünyaya döndürür.

Yazmak gizlice gerçekleşir, gizlilik ister.
-Sisler içinde bellek, her türlü çağrışımdan ve coşkudan yoksun, yoğunluğu az

Şimdiki zaman !
Yazma arzusuyla iç içe ve yoğun, akışkan olan



Şimdi ve not etme


-nottan romana, kesintili olandan akışa nasıl geçilebilir?
parçalar halinde roman, parça roman tasarlamak

Haiku ! (şimdiyi not etmenin örnek biçimi)

haikunun kendi içindeki somutluğu ve kendi yarattığı arzu
bireyleşme, olumsallık ve duygulanım
-haikunun öykülenmesi,
öyküleme


***


Yazmayı istemek'ten Yazabilmek'e, Yazma arzusu'ndan Yazma olgusu'na...

Arzu demiştik, yazmanın kökenidir.
Yazmak bir umut olarak, umudun rengi olarak ortaya çıkar.

Öykünme... Okuma eyleminden yazma eylemine geçmek kuşkusuz bir öykünme(taklit) pratiğinin aracılığıyla gerçekleştirilebilir ancak.

hayır, okumadan yapıtı üretecek yazıya -diyalektik geçişe başka bir ad vermeli: Esinlenme



#Yazar (sevdiğim yazar), yazmak isteyen benim gibi için, kendi kendimin bir göstergesi olarak karşımda durmaktadır(...) Edebiyat, doğrudan bir öykünmeden değil de dünyanın çoğalmasından, dile getirilmesinden doğar.

Güzel bulduğun bir tümceyi not etme, yazma arzusundaki tuhaf alışkanlık
Yazar, arzusu kendini sıkıştıran kişidir.

*Rimbaud ! yazma eyleminden
kesin,tam kopuş



***