Stalker (1979, Andrey Tarkovsky)







- Beni dinleyin, Profesör. Edinilen ilhamdan bahsetmiştik ya. Farz edelim ki ben, o Oda'ya girdim... Ve Tanrı'nın terk ettiği kasabamıza gerçek bir dahi olarak döndüm. Bir adam ancak acı çektiği için,
şüpheleri olduğu için yazar. Sürekli olarak, kendine ve başkalarına, aslında bir değeri olduğunu kanıtlamak zorundadır. Peki ya bir dahi olduğumu kesin olarak biliyorsam? O zaman neden yazayım ki? Neyi kanıtlamak için? Şunu söyleyebilirim ki varoluş sebebimiz...


- Biraz daha kibar olup,
beni rahat bırakır mısın lütfen? Biraz gözlerimi kapamama izin ver. Bütün gece uyumadım. Komplekslerini de kendine sakla.


- Her neyse, sahip olduğunuz bütün bu teknoloji, hepsi bütün o maden ocakları, değirmenler...ve onlar, ve bunlar, ve şunlar sadece daha az çalışıp daha çok yemek için tasarlanmış. Protez kol ve bacaklar. Ve insanlık sanat eserleri üretmek için yaratılmıştır. Diğer insan davranışlarının aksine,
bunun içinde bencillik mevcut değildir. Muhteşem illüzyonlar! Mutlak gerçeğin görüntüleri! Beni dinliyor musunuz, Profesör?


- Nasıl bencillik yok diyebilirsin? İnsanlar hala açlıktan ölüyor. Sen aydan mı geldin? Ve onlar, bizim akıllı aristokrasimiz olarak adlandırılıyor. Soyutlama yaparak
düşünmeyi bile başaramıyorsun.


- Şimdi sen bana,
hayatın anlamını mı öğreteceksin? Ve nasıl düşünmem gerektiğini? İşe yaramaz. Profesör olabilirsin, ama cahilsin.






İbrahim ile İshak Arasında Tarkovski (Dokuz Paragraf) - Enis batur



I.

Sinema tarihinin en dramatik "sahne"lerinden birinde Tarkovski, Nostalghia'nın kahramanına, elinde yanan bir mum, havuzu katettirir. Mum söndükçe yeniden, gerekirse sonsuza dek tekrarlanacak bir özel törendeymişçesine başlayan bu yolculuk belki de Kurban'ın ta kendisidir.



Offret, 1986, Andrey Tarkovsky


II.

Kurban, bir vasiyet, Kafka'nın "Babaya Mektub"unun her anlamda tersine: "Oğula Mektup". Umutsuz, sinsi, kekre, inanış ile isyan arasında bölünmüş bir adamdan miras. Işık çoğaltınca köreltir çünkü.






III.

Demek ki velayet. Elveriş. Kime? Henüz kirlenmemiş insana. Postacıların Nietzsche okuduğu, piyaniste ateş edilen, şairin dilinin kesildiği bir çağda yeryüzünün tek temiz kalmış yanına. Şair mi? Tarkovski'nin babası - yıllar yılı susmuş, susturulmuş.





IV.

Nostalghia Üzerine - Enis Batur

Tarkovsky'nin filmini görmeye gittiğimde hiçbir hazırlığım yoktu açıkçası. Yönetmenin izleyeceğim ilk filmiydi bu, üstelik tek bir satır okumamıştım üzerine. Sonuç: Jenerikle içine gömüldüğüm gökkuşağından salonun ışıkları yandığında güçlükle çıkabildim. Nostalghia'nın bunca dağlayıcı olması kanımca onun yalnızca sinema sanatının ürünü olmayışından kaynaklanıyor. Tarkovski sinema, şiir ve resim sanatı üçgeni üzerine sıra dışı olgunlukta bir yapıt kurmuş. Birden fazla yönüyle Antonioni'nin ustalığını çağrıştıran Nostalghia, dramatik çatısının güçlüğü ve güçlülüğü, temalarının zorlayıcılığı, çizdiği ilişki üçgeninin tekinsiz yanıyla olduğu kadar, hatta ondan da çok, bu bütünlüğü kavrayan plastik yaklaşımın kusursuzluğu ile başyapıt niteliğini kazanıyordu. Filmin getirdiği bildirilerin deşilmesi bu izlenim yazısının sınırlarına sığmayacağı için ne yazık ki bunu başka bir yazıya ertelemek durumundayım. Şunu söylemek isterim gene de: Tarkovski'nin iletişim konusunda getirdiği yorum hayli düşündürücü. İlettiğini sanmaktan çok açık biçimde kaçınıyor yönetmen, buna karşın, genellikle kurulamayacağı düşünülen iletişim kanalları üzerinde korkusuzca geziniyor. Nostalghia'yı görenlerin neredeyse kesin biçimde iki karşıt kutba ayrılmış  olmaları, hemen hiç kimsenin filmden vasat bir tonda söz etmeyişi buna bağlanabilir belki de. Tarkovski'nin ifade sanatında yakaladığını düşündüğüm altın orana gelince: Bugüne dek, az sayıda filmin ışık ve karanlık, ses ve sessizlik, siyah ve beyaz, renk ve körleşme, anlık ve sonsuzluk arasında bu ölçüde saltığa yakın bir denge, büyülü denebilecek bir uyum yakaladığı kanısındayım.

Sinema Günleri 84
Birkaç film üzerine birkaç izlenim  

Nostalghia (1983, Andrey Tarkovsky)




İtalya ile Gorçakov, bireyin taleplerine asla cevap vermeyen hayatla (hayatın yüzeysel görünüşleri değil tabii ki) ve gerçeklikle trajik bir uyumsuzluk içine düştüğü sıralarda karşılaşır. Ve İtalya kendisini yoktan var eden heybetli harabeleriyle gösterir. Bütün insanlığa ait ama yabancı da olmayan bu uygarlığın yıkıntıları, insana özgü hırsların beyhudeliğinin anıtlarıdır aynı zamanda, insanlığın o tuttuğu uğursuz yola işaret eden mezar taşları: Gorçakov ölür, çünkü içine düştüğü manevi bunalımı aşacak, zaman akışında kendisinin de fark ettiği çürümeyi durduracak güçten yoksundur.

Gorçakov'un bu ruhsal durumuyla bağıntılı olarak, başlangıçta insana oldukça garip gelen Domenico tipi de son derece önemlidir. Toplum dışına atılmış bu şaşkın insan, içinde, insanları yok eden gerçeğe karşı koymasına yetecek kadar büyük bir güç ve akıl bulunduğunu keşfeder. Eski matematik öğretmeni, yeni serseri kendini aşar ve kamuoyuna dünyanın içinde bulunduğu felaketi anlatıp insanları direnişe çağırmaya karar verir. Sözümona normal insanların gözünde o bir delidir. Oysa acıyla yoğrulmuş aklı salt bireysel bir kurtuluş peşinde değildir; çağdaş uygarlığın çılgınlığı ve acımasızlığından insanlığı genel olarak kurtarmaktır hedefi.

(Yazı: Andrey Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman)








Mühürlenmiş Zaman (Andrey Tarkovsky)


Genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider. Hayat deneyimleri arayışında oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görünür bir şekilde uzatır da. Sinemanın esas gücü budur, yoksa Star’lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan eğlence değil.

Seyirci aldığı bir sinema biletiyle kendi deneyimindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda "yitirilmiş" bir zamanın peşini kovalar. Bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yarattığı o manevi boşluğu doldurmayı umar.


Yönetmen sinemasının özelliği nedir?

Bir anlamda bunu, zamanın şekillendirilmesi olarak tanımlamak mümkündür. Bir heykeltıraş nasıl içinde, ortaya çıkaracağı heykelin şeklini hissederek mermer parçasından bütün gereksiz parçaları yontup atıyorsa, sinema sanatçısı da dev boyutlu, ayrıntıları belirlenmemiş hayati olgular bütününden gereksiz bütün şeyleri ayıklayarak, geride sadece yapacağı filmin bir öğesi, sanatsal bütünün değiştirilemez bir anı olmasını istediği şeyleri bırakır.

Benim açımdan ideal film, bir film türü olarak değil, hayatın yeniden yaratılması olarak gördüğüm film kroniğidir.

Andrey Tarkovsky

Filmsel sanat yapıtlarının amacı, filmlerinde gerçekliğin yalnızca bir yanılsaması, bir görüntüsü ortaya çıksa da sanatçının bir deneyim bütününü yeniden düzenlemesini sağlamaktır.
Yönetmenin bireyselliği dünyayla olan ilişkisinin belli bir kalıbını ortaya döker; yani dünyayla olan ilişkisi içinde bu bireysellik başlı başına bir kısıtlamadır.

Sanatçının seçimi, algıladığı dünyanın öznelliğini derinleştirir.

Sinema "türünden" söz edildiğinde, genelde ticari yapımlar, durum komedileri, kovboy filmleri, psikolojik dramlar, polisiyeler, müzikaller, korku ve felaket filmleri, melodramlar vs. kastedilmektedir. Ama bütün bunların sanatla yakından uzaktan bir ilgisi var mıdır? Bunlar "kitlesel iletişim"dir, tüketim malları demek belki de daha doğrudur.

Ancak esas itibariyle sinema, düşünmenin ancak bir biçimini tanır: Birleştirilemezi ve çelişkiyi birleştiren, sinema sanatını yazarının düşünce ve duygularıyla özdeşleştiren şiirsel düşünce tarzını.

Gerçek bir film görüntüsü, türünün sınırlarının aşılması üzerine kuruludur. Ve bir sinema sanatçısı burada, açıkça tek bir türün boyutları içinde hapsedilemeyecek olan idealini ifade etmeye çalışır.

Zerkalo (1975, Andrey Tarkovsky)


Sovyet ordularının Sivaş Gölü'nden geçiş sahnesini bulana dek binlerce metre film seyretmem gerekti. Korkunç bir sahneydi, benzerine daha önce hiç rastlamamıştım. Genelde, cephe hayatından manzaralar olarak sunulan bu belgeseller nitelik olarak pek olağanüstü sayılmayacak sahnelemelerdi. Bunlar, gereğinden fazla planın, gereğinden az otantikliğin sezinlediği gösteri çekimleri olurlardı daha çok. Bütün bu kötü karışımdan bütünleşmiş bir zaman duygusu yaratma imkanını bir rürlü bulamıyordum. Ama birden olay, daha doğrusu bir epizod yakaladım; zaman, yer, mekan ve eylem birliği içinde olan (haber programlarında bir araya gelmesi mümkün olmayan şeyler) ve 1943 yılındaki ilerleyişin dramatik olaylarını gösteren bir epizod. Ne eşsiz bir malzeme! Uzunca bir gözlem için bu kadar çok film malzemesi feda edilsin! Birden önüme bu insanlar, güçlerini aşan insanlık dışı bir çalışmayla ölesiye tükenmiş, korkunç ve trajik bir kaderin bu kurbanları çıktığında, otantik lirik bir anı olarak başlayan filmimin merkezini, kanını ve canını bu epizodun oluşturacağını hemen anladım. 

Bir süre sonra, bu malzemeyi cephede filme çeken kameramanın, çevresindeki olayları şaşılacak bir duyarlıkla tespit ettiği o gün öldüğünü öğrendim...

Andrey Tarkovsky

 


Zerkalo (1975, Andrey Tarkovsky)


"Benimki hoş bir hikaye değil. Onda, tıpkı kendilerini kandırmayı bırakmış olan insanların hayatlarında olduğu gibi, yazılmış masallardaki ince uyum yok. O tamamıyla bir anlamsızlık, kaos, delilik ve rüyalar karışımı bir şey."

Herman Hesse'nin Demian adlı kitabının başına yazılmış bu sözler hiç tereddütsüz Ayna için de başyazı olabilir. (Bunları takip eden sözlerin de olabileceği gibi.)

Tek istediğim içimden gelen hayati şeyleri yaşama ve gerçekleştirme cüreti oldu. Bu neden bu kadar zordu? Bu tam tamına kekemenin olduğu sahnenin açıklaması ve temelde de filmin baş yazısı. 

Andrey tarkovsky






Dünyanın Komedyeni İnsan

Evrendeki biricikliğimiz! Ah, tamamen olasılık dışı bir şeydir bu! Bu arada gerçekten de dünyadan uzak bir ufka sahip olan astronomlar, dünyadaki yaşam damlasının muazzam oluş ve yokoluş okyanusunun genel karakteri açısından hiçbir önemi bulunmadığını; yaşamın üretilmesi açısından dünyadakiyle benzer koşullara sahip sayısız, yani çok sayıda yıldız bulunduğunu, - elbette bunların, canlılık itilimini asla almamış ya da bundan uzun süre önce iyileşmiş olanların yanında bir avuç kaldığını; bu yıldızlardan her birindeki yaşamın, onun varoluş süresine oranla, yalnızca bir an, bir titreşim olduğunu, ardından uzun, çok uzun zamanların geldiğini, -yani kesinlikle o yıldızın varoluşunun hedefi ve son ereği olmadığını ima ediyorlar. Belki karınca da ormanda, kendisinin ormanın hedefi ve ereği olduğunu kuruyordur; tıpkı bizim insanlığın sonunu hayal gücümüzde adeta istemdışı bir biçimde dünyanın sonuyla ilişkilendirişimiz gibi: yine de bu noktada durup da, her bir insanın cenazesinde genel bir dünyaların ve putların batışı töreni düzenlemediğimiz için mütevazi sayılırız. En önyargısız astronomun bile yaşamsız bir dünyayı duyumsayışı, bizim insanlığın ışıldayan ve uçuşan höyüklerin duyumsayışından farklı değildir.     


"Hiçliklerin Hiçi İnsandır."

Friedrich Nietzsche

Thıngs are Queer (Duane Mıchals)

1973










Zizek!

Evren karşısındaki, kendiliğinden tavrım ne olurdu? Herhalde çok karanlık bir tavır olurdu.
Birinci tez olarak tam bir boşunalığı ve yararsızlığı öne sürüyorum: Temelde “hiçbir şey” var.
Kelimeyi gerçek anlamında kullanıyorum. Sonuçta yitip giden nesnelerin kırıntıları gibi. Evrene bakın, büyük bir boşluk. Ama sonra şeyler nasıl ortaya çıkıyor? Burada kuvantum fiziğine kendiliğinden bir sempati duyuyorum. Evrenin pozitif yüklü bir boşluk olduğu fikri hakim. Ama sonra bazı şeyler ortaya çıkıyor ve boşluğun dengeleri bozuluyor. Bu fikir benim çok hoşuma gider.
Var olanın sadece ”hiçbir şey” olmadığı, orada bazı şeylerin olduğu gerçeği. Bu da bir şeylerin korkunç biçimde ters gittiği anlamına geliyor. Yaratılışın bir tür kozmik... dengesizlik, kozmik felaket olduğunu ve şeylerin bir hata sonucu var olduklarını söylüyoruz. Hatta ben daha da ileri giderek buna karşı koymanın tek yolunun hatayı üzerimize alıp sonuna kadar gitmekten geçtiğini öne... sürüyorum. Buna bir de isim bulmuşuz. “Sevgi” diyoruz. Sevgi tam da bu türden bir kozmik dengesizlik değil mi? “Dünyayı seviyorum” veya “Evrensel sevgi” gibisinden kavramlardan oldum olası iğrenmişimdir. Ben dünyayı sevmiyorum. Ben daha çok “Dünyadan nefret ediyorum” ile “Dünyayı takmıyorum” arasında bir yerlerdeyim. Ama gerçekliğin tamamı bundan ibaret. Çok aptalca. Bu var ve ben bunu umursamıyorum. Benim için sevgi aşırı derecede şiddet içeren bir eylem. Sevgi ”Hepinizi seviyorum” demek değil. Sevgi, bir şeyi seçiyorum anlamına geliyor ki burada yine o dengesizlik yapısı var. Bu şey küçük bir ayrıntıdan, kırılgan bir bireyden ibaret dahi olsa, diyorum ki “Seni her şeyden çok seviyorum”.





“Felsefe”.


Felsefe sorunları çözmez. Felsefenin görevi, sorunları çözmek değil sorunları yeniden
tanımlamaktır; sorun olarak deneyimlediğimiz şeyin nasıl sahte bir sorun olduğunu göstermektir.
Sorun olarak deneyimlediğimiz şey gerçek bir sorun olsaydı felsefeye ihtiyacımız olmazdı.
Diyelim ki uzaydan gelen ölümcül bir virüs var. İnsanlık tarihinin sebep olduğu bir şey olmasın.
Bu virüs, diyelim ki hepimizi tehdit ediyor. Burada bir çözüm bulmak ve virüsü durdurmak için felsefeye değil bilime ihtiyacımız olacaktır. Felsefeye ihtiyacımız yoktur çünkü tehdit gerçek ve doğrudandır. Felsefi numaralar çevirip “Hayır, gerçek olan bu değildir” diyemezsiniz. Hayatımız tehlikededir. Bunu bir bilimkurgu senaryosu gözüyle bakalım. Tıpkı... ”Armageddon” veya “Deep Impact” filmlerindeki gibi, büyük bir kuyrukluyıldız yeryüzüne çarpmak üzere diyelim. Burada felsefeye değil, onu patlatmak için, ne bileyim, belki güçlü atom bombalarına ihtiyacınız vardır. Ama demek istediğimi anladınız. Tehdidin varlığı ortadadır. Böyle bir durumda felsefeye ihtiyaç duymazsınız. Filozof dediğimiz kişinin bugüne dek bir cevap üretebildiğini sanmıyorum. Ama felsefenin harika tarafı da bu. Genel anlamda demiyorum. Filozoflar sadece soru sorarlar. Nedir felsefe? Bazılarının sandığı gibi mutlak doğruları bulmak üzere yapılan ve sonra da “bilimciler sayesinde gerçeklere dayanan, ölçülebilir ve çözülebilir sorunlarla uğraşıyoruz” denerek kuşkucu bir tavrın takınıldığı çılgınca bir zihin jimnastiği değildir. Filozoflar metafizikle ilgili aptalca sorular sorar; erişilmez olduklarını bildiğimiz mutlak doğrularla bir tür oyun oynarlar. Hayır, bence...
felsefe çok mütevazı bir disiplindir. Gerçek felsefe, farklı bir soru sorar. Filozof, özgürlük...
sorununa nasıl yaklaşır? “Özgür müyüz değil miyiz? Tanrı var mı, yok mu?” gibi sorularla değil. Onun yerine tefsir” diyeceğimiz basit bir soru yöneltir. Der ki “Özgür olmak ne anlama geliyor?”
Felsefe işte temelde bunu yapar. Belli bazı sanıları, bilgileri kullandığımızda anlayışın kati ufkunun...
nerede olduğunu bulmaya çalışır. “Doğru var mı?” diye aptalca bir soru sormaz. Onun yerine... ”Bu doğru dediğinde ne demek istiyorsun?” diye sorar. Gördüğünüz gibi, felsefe gerçekten mütevazı bir şeydir. Filozoflar ölümsüz gerçeği arayan çılgınlar değillerdir.

Slavoj Zizek

Huzursuzluk Kitabı (sf. 389)

En derin kaygımızı sadece evrenin değil, ruhumuzun düzeni içinde önemsiz bir olay olarak kabul ettiğimiz anda bilgeliğe adım atmışız demektir. Bunu kaygıyla iyice kuşatılmışken düşünebilen ise tam bir bilgedir. Acı çektiğimiz anlarda, insanoğlunun ıstırabı bize sonsuz gelir. Ama insanoğlunun acısı sonsuz değildir, çünkü insana ait olan hiçbir şey sonsuz değildir, geniş düşünüldüğünde bizim acımızın da, bizim olmak dışında herhangi bir değeri yoktur.

Deliliğe yakın duran bir sıkıntının ya da ondan bile engin bir kaygının yükü üzerimdeyken, kim bilir kaç kez, tam isyan edecekken durmuş, tam kendimi tanrılaştıracakken tereddüt etmişimdir. Dünyanın esrarını bilememenin acısı, sevilmemenin acısı, haksızlığa uğramanın acısı, hayatın bütün ağırlığıyla üzerimize abandığını, bizi boğduğunu, tutsak ettiğini hissetmenin acısı, diş ağrıları, ayakkabı vurmuş ayakların acısı - bizim için ya da tabi başkaları ya da genel olarak canlı varlıklar için en şiddetli acı bunlardan hangisidir, var mıdır bilen?
Benimle konuşmuş, sesimi duymuş olanlardan bazılarına göre, ben duyarsız bir insanmışım. Bana sorarsanız, çoğu insandan daha duyarlı olduğumu sanıyorum. Ben aslında kendini iyi tanıyan, bundan dolayı duyarlılığın ne olduğunu iyi bilen duyarlı bir varlığım.

Ah! Yo, hayatın acı olduğu ya da varoluşu düşünmenin acı verdiği doğru değil. Doğrusu şu ki,acımız, ancak büyük dedikçe büyür ve ciddileşir. Biz doğal davranırsak, geldiği gibi geçer, nasıl yeşerdiyse öyle solar. Her şey hiçtir, bu hiçliğin içinde acımız da hiçtir.

Bunları kabına sığmayan, belki de ruhuma sığamadığı için bir türlü rahat edemeyen bir sıkıntının; herkesin ve her şeyin boğazıma yumruk gibi oturan, delirtici baskısının altında; bedenimde hissettiğim, beni kaygılara boğan, ezen anlaşılmamış olmak duygusunun pençesinde yazıyorum. Sonra başımı kayıtsız mavi göğe kaldırıyorum, yüzümü rüzgara, esintinin bilinçsiz serinliğine bırakıyorum, gördükten sonra gözlerimi kapatıyorum, hissettikten sonra yüzümü unutuyorum. Böyle daha iyi olmasam da başkalaşıyorum. Kendimi görmekle kendimden kurtulmuş oluyorum. Hatta gülmek geliyor içimden: Şimdi kendimi daha iyi anlıyor değilim, ama artık farklı olduğumdan kendimi anlamaktan vazgeçmiş durumdayım. Göğün en yücelerinde, görünür hale gelmiş bir hiçliği andıran minicik bi bulut, bütün evreni kucaklayan bir unutuşa ak damgasını vuruyor.

5 Nisan 1933
Fernando Pessoa

Pina (2011, Wim Wenders)

"Şimdiye kadar hareket hiç böylesine dokunmamıştı bana. Onu her zaman verili kabul ettim. İnsan hareket eder. Her şey hareket eder. Ancak Pina'nın Tanztheater'ı sayesinde hareketlerin, jestlerin, tavırların, davranışların, beden dilinin kıymetini bilmeyi ve onun çalışmaları aracılığıyla onlara saygı duymayı öğrendim. (...) En basit ve bariz olanı: Bedenlerimize içkin olan hazineyi, kelimeler olmadan kendisini ifade edebilmesini ve bir tek bir cümle bile kurmadan ne kadar çok hikaye anlatılabileceğini. " 

 Wim Wenders
















Sarhoş Gemi


Sarhoş Gemi büyük bir iç yolculuk girişimidir. Henüz on yedi yaşında olmayan bu oğlanın başına gelen ne varsa o hepsini şiirin çılgın ve çok renkli mozayiğinin içine yedirmişti. O şiir Rimbaud'nun çocukluk saplantılarının ürünüdür ve yalnızca Charville'den değil, görünür dünyadan kaçması için ona eğretilemesel anlamda bir tekne armağan etmiştir. Hayat öyküsünden öğrendiğimize göre Rimbaud çocukken, yeşil renkli Muse ırmağında bir tekneyi bağlama zincirinin boyunun elverdiği kadar uzağa iter, evde, odasındaysa, bir branda bezinin üzerine uzanır, yelkenler, deniz yolları, tropik adalar, karayı geride bırakmanın getirdiği ruhsal özgürlüğü düşlerdi. İşte kahinliğin olanca rengini taşıyan bu şiirle Paris'te Parnas'cıların karşısına çıktığında elinde bu güven mektubu bulunacaktı. Üstelik ateşleyici dehasına bir giriş anlamında Verlaine'e gönderdiği şiir de buydu.

 Sarhoş Gemi'de Rimbaud bir dünya düşlemişti, o dünyaya kaçmak istiyordu. Denizin altındaki göklerin altında denizaltılarının eşliğinde  "milyonlarca altın kuş"a doğru, menekşe rengi bir sis içinde ilerlerken, yeşil geceler, sayıklama, elektrik gibi çarpan aylar, buzullar, boz girdaplarla karşılaşırken ve hep anlatılmaz olana ulaşmaya çalışırken özgürleşmişti. Bir evren yaratmıştı kendine: Sözcükler, kendine yarattığı bu evrenin içine doğru infilak ediyordu. Kendisi icat etmemiş olsa da "Sarhoş Gemi"deki hiçbir şey var olamazdı. On dokuzuncu yüzyılın bir noktasını ateş gibi yakarak yirminci, yirmi birinci yüzyıla geçit veren bir delik açmıştı. Ama kendisi hala Charville'deydi.


Jeremy Reed
Rimbaud - Sayıklamalar
kitabından











" C'est la fin, mon merveiileux ami " (Patti Smith'den Rimbaud)


Rimbaud'nun biyografi yazarı Enid Starkie'nin rehberliğinde Rue Racine'deki Hotel des Etrangers'e vardım. Enid'in yazdıklarına göre Arthur bu otelde, besteci Cabaner'in odasında uyumuştu. Ayrıca lobide uyurken de görülmüştü; üzerinde kocaman bir palto ve ezik fötr bir şapka ile, haşhaş kafasının son safhalarını üzerinden atmaya çalışırken...

Yağmurluğumu geçirip Charleville sokaklarına daldım. Şansıma Rimbaud Müzesi kapalıydı; sessiz bir atmosferin içinde, bilinmedik sokaklarda yürüyüp mezarlığa çıktım. Kocaman lahanalarla dolu bir bahçenin ardında Rimbaud'nun ebedi istirahatgahı duruyordu. Uzunca bir süre orada durup mezar taşına baktım; isminin üstüne Priez pour lui kelimeleri kazılıydı. "Onun için dua edin." Mezarı oldukça ihmal edilmişti; üzerine düşmüş yaprakları ve moloz parçalarını elimle temizledim. Harar'dan gelen cam boncukları mezar taşının önündeki taş vazoya gömerken küçük bir dua okudum. Madem Harar'a dönmeyi başaramadı, o zaman ben Harar'ı ona getirirdim, diye düşünmüştüm. Bir fotoğraf çekip veda ettim.


Müzeye geri dönüp basamaklara oturdum. Rimbaud burada durmuş ve gördüklerinden hoşlanmamıştı; taş değirmen, kireçtaşından bir köprünün altından akan nehir... Onun nefret ettiği manzaranın karşısında saygıyla eğiliyordum. Müze hala kapalıydı. Hüzün içindeydim ki, yaşlıca bir adam, belki de hademeydi, bana acıyıp o ağır kapının kilidini açtı. O işlerini hallederken, Rimbaud'nun mütevazi eşyalarıyla vakit geçirmeme izin verdi: coğrafya kitabı, valizi, teneke içecek kabı, kaşığı ve kilimi... Çizgili ipekten fularında tamir ettiği yerleri görebiliyordum. Küçük bir kağıt parçası vardı; üzerine, onu kayalıkları aşıp sahile, ölmekte olan bedenini Marsilya'ya götüren gemiye taşıdıkları sedyenin resmini çizmişti.

O gece yahni, şarap ve ekmekten oluşan basit bir akşam yemeği yedim. Odama geri döndüm ancak orada tek başıma kalmaya katlanamadım. Yıkanıp kıyafetimi değiştirdim, yağmurluğumu giydim ve Charleville gecesine adım attım. Oldukça karanlıktı; geniş ve bomboş Rimbaud rıhtımında yürüyordum. Biraz korkmuştum. Daha sonra ileride ufak bir neon tabela gördüm: Rimbaud Barı. Durdum ve bir nefes aldım; şansıma inanamıyordum. Ağır ağır bara doğru yürüdüm; çöldeki bir serap gibi ortadan kaybolmasından korkuyordum. Tek bir küçük penceresi olan, beyaz alçı sıvalı bir bardı. Etrafta kimse yoktu. Çekinerek içeri girdim. İçeride loş bir ışık vardı ve müşterileri, müzik kutusuna yaslanmış genç delikanlılar ve öfkeli suratlı adamlardı. Arthur'un birkaç soluk resmi duvarlara asılmıştı. Bir Pernod ve su sipariş ettim; absinte en yakın budur, diye düşündüm. Müzik kutusu Charles Aznavour, halk müziği ve Cat Stevens'tan oluşan çılgın bir mix çalıyordu.Bir süre sonra bardan ayrılıp otel odamın ve içindeki kır çiçeklerinin sıcaklığına geri döndüm. Duvarlara serpilmiş küçük çiçekler, tıpkı gökyüzüne serpilmiş tomurcuk yıldızlar gibi. Bu defterimdeki yegane girdiydi. Sinirleri bozacak, Rimbaud'yu onurlandıracak ve bana güvenen herkesi haklı çıkaracak bir şeyler yazmayı ummuştum, fakat öyle olmadı.

Ertesi sabah hesabı ödedim ve çantamı lobide bıraktım. Pazar sabahıydı; çanlar çalıyordu. Beyaz gömleğimi giyip siyah Baudelaire kurdelemi taktım. Gömleğim biraz buruşuktu ancak ben de öyleydim. Müzeye geri döndüm, neyse ki açıktı, ve biletimi satın aldım. Yere oturup küçük bir kara kalem çizim yaptım. St. Rimbaud, Charville, Octobre 1973.


'Yedi Yaşında Şairler' Arthur Rimbaud

Burada şimdi benim konum Rimbaud. Gezegenimiz var olmayı sürdürdüğü sürece son şair hep Rimbaud olacak. Bu hakkı da şiirden kaçmakla kazanmış oldu. Şiirde sanrılı sayıklamalarını fiziksel olarak gerçekleştirmeyi başaramamış olan, o burnu büyük yeniyetme Jean Nicholas Arthur Rimbaud, şiirinin geçtiği yol üzerinde büyük bir toz fırtınası kopardı. Eleştirmenler hala gözlerine kaçmış olan tozları çıkarmak için gözlerini oğuşturuyor, kendileriyle inceleme konuları arasındaki kırmızı bulanıklığın giderilebilecek bir yanılsama olduğunu düşünüyorlar. Şiirini bu kadar az umursayan biri olabilir mi? Alchimie verbe'in (Sözün Büyücülüğünün) müsveddesine Rimbaud şöyle yazmıştı: "Maitenant je pui dire que l!art est une sottise". 

"Sanatın bir aptallık olduğunu söyleyebilirim şimdi."



 Rimbaud'nun Les Poetes de sept ans (Yedi Yaşında Şairler) şiiri yelkenlere, bilinmeyen yerlere doğru yapılan yolculuklara duyulan özlemle çocuğun ev hayatının boğucu özelliklerinden tiksintisini güçlü bir biçimde yansıtır. Annenin egemenliği, kendi gölgesinin içinde oturan bir kurbağa gibi şiirin üzerine çöreklenmiştir. Bugün olsa Rimbaud sinirlerini yüksek sesli müzikle yatıştırır (daha önce benzeri görülmemiş diken diken saçlarıyla punkların ilk örneğidir), eline geçen uyuşturucuyu kullanır, şiirlerini aynı derecede yıkıcı binyılın özelliklerine uymaya razı ederdi. Deri ceket, doğranmış, yırtık kot giyerdi. Saldıracağı kendi zamanındaki kadar çok şey olurdu. Kısır yazınsal klikler, imgelemin elektrik akımıyla dağlandığı zaman sara nöbetleri geçiren bir kurulu düzen, damıtılan siyasal zehir, madde tapıncına ayak uyduran kitleler. Bir şair çağından ne isterse onu alır; gerisini denizlerimizi havasız bırakan mavi-yeşil yosunlar gibi ortaya dolanmaya bırakır.

Jeremy Reed



*



Ve gidiyordu Anne ders kitabını kapatıp
Hoşnut mu hoşnut, mağrur, ama nedense görmüyordu
Mavi gözlerinin içinde ve seçkin alnında,
tiksintilere teslim olmuş ruhunu çocuğun.