Dekalog (1989, Krzysztof Kieslowski)




Dekalog (2)




*
Dekalog (1)

Pessoa'nın Evreninden Parçalar


İşte oturmuş masamda yazıyorum, kalem elimde, vb. ve aniden evrenin gizemi paldır küldür üzerime çullanıyor, duruyorum, ürperiyorum, korkuyorum. O an artık hissetmemek istiyorum, kendimi öldürmek, başımı duvarlara vurmak istiyorum.

Derin düşünebilen insanlara ne mutlu! Ama bu derinlikte düşünmek bir lanettir. Bunu nasıl tarif etmeli? Dehşet üzerine dehşet.

Müzikte bir parça vardır bundan; müzikte bu olumlu bir şey olur, onun dişi parçasıdır.




*


Asla bulunamayacak olsa da, hakikate erişmek için en ateşli mücadelenin yürütülmesi benim felsefi arzumdu. Ben bir kuşkucuydum. Hiç materyalist olmadım, çünkü materyalizm kuşkuyu inkar eder.

Esrara, gerçekdışına, düşe olan ateşli sevgim, hakikat sevgimle birleşerek, bu dünyanın bütünüyle dışında olan bir şeyi, tamamen öz olan, öz ile öz niteliğin [...] olduğu şeyi hakikat ve öz olarak tahayyül etmemi sağlamıştı. Ama hakikatın bir yerlerde, hatta burada bulunabilir olması bana mümkün geldiğinde, bu hakikat ne kadar uzak olsa da, korktum ve  [...]




*
     

Ben Heraklitos'u şefkatle sevmedim mi? Şeylerin var olmadıklarını ama ezelden beri oluştuklarını ilk kez okuduğumda büyük bir sevince kapılmadım mı? Evet! Ama ben Platon'un Theatetus'ta bu fikri çürütüşüne de aynı derinlikte ve aynı samimiyetle değer verdim. Hakikat karşısında insan aklının zaaf ve güçsüzlüğünü kanıtlayarak insan aklına karşı ileri sürülen kanıt ve argümanlara hayranlık besledim, onların tadını çıkardım. Bunları neden bu kadar güçlü bir şekilde arzuladım? Herhangi bir Tanrı'yı yüceltmek için mi? İnsana kendi haysiyetsizliğini hissettirmek için mi? Onun başka bir yaşamı, daha iyi bir yaşamı arzulamasını sağlamak için mi? Hayır, hiçbiri değil. Neden o halde? Geç dönem sofistleri arasında yaşamıyordum ve bende Protagoras'ın zekası yoktu.

Dünya benim için neydi? Hiç, sıfır. Ama yine de esrar dolu bir sıfır. Bir hiçlik, ama adsız bir hiçlik. Dünya bana böyle belirdiğinden, onu belirsiz, bilimi ise imkansız bir şey gibi göstermeyi her şeyden çok arzuluyordum.

Esrar, kimsenin yaşamına benimki kadar derinden, hatta deyim yerindeyse, bu kadar teklifsizce nüfuz etmemiştir. Dünyanın gizemi yalnızca düşüncemi değil, bütün duyarlılığımı da işgal ediyor.


Kieslowski ya da Maddeci Teoloji (Slavoj Zizek)

I'm So So Belgeselinden, 1998.


Kieslowski, Red’i tamamladıktan sonra günlerini balık tutup okuyarak geçirmek üzere kıra çekildi –kısacası sakin bir emeklilik yaşamı fantezisini gerçekleştirmek, mesleğin yükünden kurtulmak istiyordu. Fakat, trajik bir şekilde, iki açıdan da kaybetti: “meslek ya da sakin yaşam” boş çıktı, kısa süre sonra artık çok geçti, huzur ve emekliliği seçtikten sonra öldü – ya da ani ölümü sakin kır yaşamındaki emekliliğin sahte bir konu olduğunu, aslında ölümün metaforu işlevini gören bir fantezi ekranı olduğunu mu işaret eder; yani Kieslowski için hayatta kalmanın tek yolu film çekmeye devam etmek, hatta bu sürekli ölümle kurlaşmak anlamına gelse bile çekmek miydi? Kieslowski, en azından bizim geriye dönük bakışımızla, tam bir momentte ölmedi mi: erken bile olsa, ölümü – Büyük İskender ya da Mozart gibi – tam da yapıtı tamamlanmış gibi göründüğü zaman olmadı mı? Bu da filmlerinin hep konu ettiği o mucizevi rastlantıların başlıca örneklerinden biri değil mi? Sanki öldürücü kalp krizi serbest bir rol, tam vaktinde gelen, bir daha film çekmeyeceğini ilan ettikten sonra gelen sahnelenmiş bir ölümdü.



Kieslowski Sineması

Söyleşilerde çoklukla hangi yönetmenlerin beni etkilediği sorulur. Ben bunun cevabını bilmiyorum. Belli bir mantığı yok ama birçok farklı sebepten dolayı, galiba etkilendiğim bir sürü yönetmen var. Gazeteler bu soruyu sorduklarında, ben her zaman Shakespeare, Dostoyevski, Kafka diye cevaplıyorum. Şaşırıyorlar ve bu saydıklarımın yönetmen olup olmadığını soruyorlar. "Hayır," diyorum. "Bunlar yazar." Ve bu da benim için bir filmden çok daha önemli.   



Amator, 1979


 Benim ilk filmimden son filmlerime kadar hepsi, pusulalarını şaşırmış, nasıl yaşamaları gerektiğini bilemeyen, doğru ve yanlışı ayırt edemeyen ve umutsuzca bir arayış içinde olan insanlar hakkındadır. Bütün bunlar neden? Neden sabah kalkıyoruz? Neden akşamları yatıyoruz? Sonra yine neden kalkıyoruz? Bir uyanışla diğeri arasındaki vakti nasıl geçirmeli? Sabahları huzur içinde tıraş olmak ya da hazırlanmak için zamanımızı nasıl değerlendirmeliyiz gibi çok temel sorulara cevap arayan insanların öyküsü.



No End, 1986


Amaç içimizde yatanı yakalamak, ama bunun filmini çekmenin imkanı yok. Buna sadece yaklaşabiliriz. Edebiyat için bu çok uygun bir konu. Belki de, dünyadaki tek konu. Büyük edebiyat eserleri ona yaklaşmakla kalmayıp onu tanımlamaya da çalışıyor. İçimizdekini tanımlamayı başarmış bir kaç yüz kitap vardır. Camus böyle kitaplar yazmıştı. Dostoyevsky de. Shakespeare bu konuda oyunlar yazmıştı. Yunanlı tiyatro yazarları, Faulkner, Kafka, çok sevdiğim Vargas Llosa da böyle kitaplar yazdılar. Vargas Llosa'nın yazdığı Katedralde Konuşma bunu başarabilmiş kitaplardan.

İÇ DENEY(İM)


Yaşam ölümün, ırmaklar denizin ve bilinen bilinmezin içinde kaybolacaktır. Bilgi bilinmezin girişidir. Anlamsızlık, olabilir her anlamın sonucudur.

Ariane'ın ipinin koptuğu saatler vardır: sadece güçsüz ve boşun, artık ne olduğumu bilmiyorum, açım, üşüyorum, susuyorum. Böyle anlarda istence başvurmanın anlamı olmayacaktır. Geçerli olan yaşayabilir davranışa olan tiksintidir, söyleyebildiğim, yazabildiğim şeye, beni bağlayan şeye olan tiksintidir: Bağlılığımı yavanlık olarak hissediyorum. Beni harekete geçiren çelişkili kararsızlıklarda çıkış yok ve işte bu nedenden beni tatmin ediyorlar. Kuşkulanıyorum: İçimde sadece çatlakları, güçsüzlüğü, faydasız çalkantıyı görüyorum. Kendimi çürümüş hissediyorum, dokunduğum her şey çürümüş. Depresyona yenilmemek ve devam etmek için -ne adına?- özel bir cesaret gerekiyor. Bununla birlikte karanlığımın içinde sürdürüyorum: İnsan içimde sürüyor ve içimden geçiyor. İçimde bağıra bağıra BU NEDİR dediğim zaman, buna uygun yanıt alamadığım zaman, nihayet içimdeki bu insanın beni öldüreceğini ve bu noktada kendisi olup aptallığımın beni gülünç duruma düşürmekten vazgeçmesini sağlayacağını zannediyorum. (Az bulunan gizli tanıklar belki sezmişlerdir), onlardan tereddüt etmelerini istiyorum: Çünkü insan haline gelmeye mahkum olmuş ben (veya daha fazlası) şimdi ölmem (kendi kendime) ve kendimi doğurtmam gerekiyor. Olaylar uzun süre eski durumlarında kalamazlar, insanın olabiliri, kendinden değişmez bir tiksintiyle, ölmekte olanın yinelenen yadsınmasıyla kendini sınırlayamaz. Amaçsız olarak şimdi olduğumuz gibi olamayız: Birbirini yok eden sözcükler, aynı zamanda kendimizi dünyanın dayanağı zannederken yerinden oynatılamayan küçük kirişler. Uyandım mı? Kuşkuluyum ve ağlayabilirdim. İnsan güçsüzlüğünün beni delirttiğini hisseden ilk insan ben mi olacağım?



Her şeyin unutuluşu. Varoluşun gecesine derin iniş. Bilgisizliğin sonsuz yakarışı, korkudan boğulmak. Uçurumun üstünde kaymak ve tamamlanmış karanlıkta onun dehşetini hissetmek. Yalnızlığın soğuğunda, insanın sürekli sessizliğinde titremek, umutsuzlanmak (her tümcenin aptallığı, tümcelerin aldatıcı yanıtları, sadece gecenin duyarsız sessizliği yanıtlar). Tanrı sözcüğünden yalnızlığın özüne ulaşmak için yararlanmak, ama artık bilmemek, sesini duymak. Onu bilmemek. Tanrı, her sözcüğün biraz ileride yok olacağını söylemek isteyen en son sözcüktür: Kendi inandırıcılığını görmek (kaçınılmaz) ve buna bilgisiz sersemliğe kadar gülmek (gülüşün artık gülmeye gereksinimi yoktur, hıçkırığın hıçkırmaya). Daha ileride kafa patlar: İnsan temaşa değildir, (sadece kaçarken huzuru vardır) yakarıştır, savaştır, korkudur, deliliktir.

İyi havarilerin sesi: Her şeye yanıtları var, sınırları, cenaze töreninde olduğu gibi kibarca izlenecek yolu, seremonilerin yöneticisini belirlerler.

Umutsuzlukta, delilikte, aşkta, yakarışta, suç ortaklığı duygusu. İletişimin dağılmış, insanlıkdışı sevinci çünkü umutsuzluk, delilik, aşk, boş mekanın hiçbir noktası yoktur ki umutsuzluk, delilik, aşk olmasın ve üstelik: Gülüş, baş dönmesi, bulantı, ölüme kadar kendini kaybediş. 


Gülünç! bana ister panteist, ister tanrıtanımaz, ister tanrıcı deyin!.. Ama göğe doğru haykırıyorum: "Hiçbir şey bilmiyorum" Ve komik bir sesle yineliyorum: (bazen göğe bu şekilde haykırıyorum) "hiçbir şey, mutlak olarak hiçbir şey"




*
 
Georges Bataille

'Bu kitap bir umutsuzluğun öyküsüdür. Bu dünya insana çözülecek bir bilmece
gibi verilmiştir. Tüm yaşamım -derin düşüncelere dalışlarım kadar kuraldışı tuhaf zamanlarım- bilmeceyi çözmekle geçmiştir.'

Yabana Doğru (Jon Krakauer'in Kitabı'ndan)

İKİ YILDIR DÜNYAYI DOLAŞIYOR. TELEFON YOK, HAVUZ YOK, EVCİL HAYVAN YOK, SİGARA YOK. EN ÜST DÜZEYDE ÖZGÜRLÜK. AŞIRI UÇLARDA BİRİSİ. EVİ YOLLAR OLAN GÜZELLİK DÜŞKÜNÜ BİR GEZGİN. BİR DAHA DÖNMEMEK ÜZERE ATLANTA'DAN KAÇTI, ÇÜNKÜ "BATI EN İYİSİ". VE ŞİMDİ, İKİ BAŞIBOŞ YILIN ARDINDAN, SON VE EN BÜYÜK MACERA GELDİ ÇATTI. İÇİNDEKİ SAHTE BENLİĞİ ÖLDÜRMEK VE RUHSAL DEVRİMİNİ ZAFERLE SONUÇLANDIRMAK İÇİN SON ÇARPIŞMASI. YÜK TRENLERİNDE VE OTOSTOPLA ON GÜN ON GECE SÜREN YOLCULUĞU ONU KUZEYİN GÖRKEMLİ BEYAZLIĞINA GETİRDİ. YAKASINI KURTARDIĞI MEDENİYET ONU DAHA FAZLA ZEHİRLEYEMEYECEK. ARTIK YABANDA YİTMEK İÇİN YÜRÜYOR.

ALEXANDER SUPERTRAMP

MAYIS 1992

İnto the Wild, 2007, Sean Penn


Nisan 1992'de Amerika'nın Doğu Kıyısı'nda varlıklı bir aileden gelen genç bir adam, otostopla Alaska'ya gidip tek başına McKinley Dağı'nın kuzeyindeki yaban doğanın içine karıştı. Dört ay sonra çürümüş cesedi geyik avcıları tarafından bulundu.

Cesedin bulunmasından kısa bir süre sonra, Outside dergisinin editörü, çocuğun ölümü üzerindeki sis perdesini aralayacak bir yazı yazmamı istedi. Adı Christopher Johnson McCandless'dı. Washington D.C.'nin zengin bir banliyösünde büyüdüğünü, okuldaki üstün başarılarının yanı sıra çevresi tarafından seçkin bir atlet olarak tanındığını öğrendim.

1990 yazında Emory Üniversitesi'nden dereceyle mezun olmasının hemen ardından, McCandless ortalıktan kayboldu. Adını değiştirdi, banka hesabındaki yirmi dört bin doların tamamını bir hayır kurumuna bağışladı, arabasıyla birlikte sahip olduğu eşyaların neredeyse tümünden kurtuldu, cüzdanında kalan son banknotları yaktı ve ham, sıradışı deneyimler peşinde toplumun en uç kesimlerine sığınarak Kuzey Amerika'yı arşınladığı yeni bir yaşam kurdu. Cesedi Alaska'da bulunana  dek, McCandless ailesi ne çocuklarının nerede olduğunu, ne de başına ne geldiğini öğrenebildi.

Aynalı Bir Oda (Pessoa)


 Kim olduğumu, nasıl bir ruha sahip olduğumu bilmiyorum.
Eğer samimiyetle konuşuyorsam, bunun nasıl bir samimiyet olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bilmediğim bir ben'den çeşitli biçimlerde başkayım (o ben bu başkaları mı, onu da bilmiyorum).

Sahip olmadığım inançlar hissediyorum. Reddettiğim arzuların cazibesine kapılıyorum. Sürekli kendimde yoğunlaşan dikkatim, belki sahip olmadığım belki de ruhumun bana atfetmediği bir karaktere karşı ruhumun ihanetlerini teşhir ediyor sürekli.

Kendimi çoklu hissediyorum. Ben, sayısız ve fantastik aynalarla kaplı bir salon gibiyim; bu aynaların hiçbirinde bulunmayan ama yine de hepsinde bulunan önceki tek bir gerçekliği yalancı yansılarla bozuyor aynalar.

Tıpkı panteistin kendini ağaç ya da çiçek hissetmesi gibi, ben de kendimi aynı anda farklı varlıklar olarak hissediyorum. Yabancı yaşamların, içimde eksik biçimde yaşadığını hissediyorum; sanki varlığım bütün insanlara benziyor, ama tek bir yapmacık bende sentezlenmiş ben-olmayanların toplamı sayesinde, her birinden daha eksik.



*

Evren gibi çoğul ol!

Hubble


İşte kendi kozasındaki güzel gezegenimiz Dünya, en yakın yıldızımız Güneş'in ışınları tarafından ısıtılmış bir halde karşınızda. Evimizi böyle dışarıdan gördüğümüzde şöyle düşünüyoruz:
"Bu kocaman karanlık boşlukta böyle başka bir gezegen daha olabilir mi?", "Dışarıda başkaları da var mı?" Bu yıldızlardan en yakınları bile milyarlarca km uzaktadır ama bu mesafe bile bizi onları keşfetmekten alıkoyamıyor. İlk keşfeden Galileo imiş. Yüzyıllar sonra, gerçekten büyülü bir makine yaptık ...öyle bir makineyi Galileo hayal bile edememişti:


 Hubble Uzay Teleskobu.


1970'lerde NASA -Ulusal Havacılık ve Uzay İdaresi- ve ESA -Avrupa Uzay Ajansı- Hubble Uzay Teleskobu'nu dizayn ve imâl etmek için birlikte çalışmaya başladılar. Bu isim, modern kozmolojinin kurucusu, Edwin Powell Hubble'a bir övgü niteliğindeydi. Hubble, 1920'lerde gökyüzünde gördüklerimizin yalnızca Samanyolu'nda bulunanlar olmadığını kanıtladı. Kezâ, evren çok çok uzaklara uzanıyordu. Hubble'ın çalışmaları, insanoğlunun evrendeki yerine ilişkin algımızı sonsuza dek değiştirmiştir. Edwin Hubble'dan sonra, tüm zamanların en muhteşem teleskobunun isim seçimi, bundan daha uygun olamazdı. Hubble'ın tamamlanmasına kadar, bilimadamları, mühendisler ve yükleniciler arasındaki yoğun işbirliği yaklaşık yirmi yıl sürdü. 24 Nisan 1990'da beş astronot, Discovery Uzay Mekiği'ne binip, evren hakkındaki görüşümüzü sonsuza dek değiştiren bir yolculuğa çıktılar. Heyecanla beklenen Uzay Teleskobu'nu, yeryüzünden kabaca 600 km yukarıda bir yörüngeye yerleştirdiler.


Sanat Olarak Güç İstenci

Dinimiz, ahlaklılık ve felsefe, insanın çöküş biçimleridir.
Karşı hareket: Sanattır.



Sanatçılar, şayet iyiyseler (aynı zamanda fiziksel açıdan da) güçlüdürler, fazladan enerjiyle doludurlar, güçlü hayvanlardır, şehvetlidirler; Rafael cinsel sisteminde belirli bir aşırı hararet olmadan düşünülemez bile - Müzik yapmak, çocuk yapmanın başka bir yoludur; iffet, bir sanatçının sadece iktisadıdır - ve her halükarda sanatçılarda bile , cinsel güç durduğunda verimlilik de durur.  - Sanatçılar, hiçbir şeyi olduğu gibi değil, daha dolu, daha basit ve daha güçlü görmelidirler: bu amaçla hayatları bir nevi gençlik ve canlılık, bir nevi daimi sarhoşluk içermek zorundadır.

Sanat, bize hayvansal dinçlik durumlarını hatırlatır; bir taraftan görüntüler ve arzular dünyasına çiçek açmış bir fizikselliğin aşırı ve taşkın bir şekilde akışı; diğer taraftan da yoğunlaştırılmış yaşam görüntüleri ve arzuları aracılığıyla hayvansal fonksiyonların uyanmasıdır.; - yaşam duygusunun artışı, onun için bir uyarıcıdır.


Sanatta Pesimizm mi?

Sanatta asıl olan yine varoluştaki mükemmelliği, mükemmellik ve bolluk meydana getirmesidir; sanat, esas olarak varoluşun onaylanmasıdır, kutsanmasıdır, Tanrısallaştırılmasıdır - Bir pesimist sanat neyi gösterir? Bir çelişki değil midir? - Evet, Schopenhauer, belirli sanat eserlerinin pesimizme hizmet ettiklerini söylediğinde yanılıyordu. Trajedi, "boyun eğmeyi" öğretmez. - Korkunç ve kuşkulu şeyleri sunmak, kendi içindeki bir sanatçıda güç ve ihtişam güdüsüdür: onlardan korkmaz. Pesimist sanat diye bir şey yoktur - Sanat onaylar. İş onaylar. Ya Zola, Ya Goncourtlar? Gösterdikleri şeyler çirkindir: ama onların bunları göstermiş olmaları, çirkinden aldıkları keyiften gelir. - Önemli değil!
Farklı düşünüyorsanız, kendinizi kandırıyorsunuz. - Dostoyevski ne kadar özgürleştiricidir!



Sanat ve sadece Sanat! Hayatı, hayatın o büyük baştan çıkartıcılığını, hayatın o büyük uyarıcısını mümkün kılmayı sağlayan araçlardır.

Hayatı inkar etme istencinin tek karşı gücü olarak sanat, eşi olmayan anti hristiyan, anti Budist, antinihilist olanlar olarak sanat.

Bilgi insanının kurtuluşu olarak sanat. - varoluşun korkunç ve kuşkulu karakterini bilenlerin, görmek isteyenlerin, trajik bilgi insanının kurtuluşu.

Eylem insanının kurtuluşu olarak sanat - sadece varoluşun korkunç ve kuşkulu karakterini bilenlerin değil onu yaşayanların, yaşamak isteyenlerin, trajik savaşçı insanının, kahramanın kurtuluşu.

Istırap çekenin kurtuluşu olarak sanat - ıstırabın istençli olduğu, yüceltildiği, Tanrılaştırıldığı durumlara giden, ıstırap çekmenin büyük bir hazzın biçimi olduğu durumlara giden bir yol olarak.




 GÜÇ İSTENCİ: bu kitap antipesimist bile sayılabilir, yani pesimizmden daha güçlü, gerçekten daha "Tanrısal" bir şeyi öğretmektedir: sanatı

 Öyle görünüyor ki hiç kimse bu kitabın yazarı kadar yaşamın radikal bir inkarını, hayata sadece hayır demekten daha çok gerçek bir aktif inkarı ciddi biçimde öneremezdi. Sanatın gerçekten daha değerli olduğunu - bundan deneyimi vardır, belki de başka hiçbir şeyde deneyimi olmadığı kadar! - bildiği durumlar hariç.

Daha  Richard Wagner'in bir diyaloğa davet edilir gibi davet edildiği önsözde, bu inanç kanaati, bu sanatçı ilahisi ortaya çıkar: "Yaşamın gerçek görevi olarak sanat, yaşamın metafizik aktivitesi olarak sanat."

Queer Love

(W. Mcbride)

" Bir erkek çocuğun öbürüne karşı duyduğu hem tutkulu hem de utangaç dostluktan daha ince ve daha soylu bir duygu var mıdır? Sevgi duyan çocuk bir okşayış, bir bakış, bir sözle sevgisini açıklamaya cesaret edemez. Sevilenin en küçük bir kusurundan bile üzüntü duyan titiz bir şefkattir bu; hayranlık ve özveriden, gururdan, alçak gönüllülük ve duru bir sevinçten kuruludur. " 

Jacobsen

İnsanca Pek İnsanca

Cenova'da günbatımı saatlerinde bir kuleden uzun bir çan sesi duymuştum: durmak bilmiyordu ve sanki kendi kendisine doymazmış gibi, sokakların gürültüsü üzerinde, akşam göğünde ve denizin havasında çınlıyordu, ürpertici, aynı zamanda çocuksu, hazin. O zaman Platon'un sözlerini anımsadım ve ansızın yüreğimde hissettim: insanca olan ne varsa, büyük bir ciddiyete değmez; yine de - - 


İnsanca Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan'dan kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği, "sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız!."...






DOSTLAR ARASINDA
BİR FİNAL


Güzeldir birlikte susmak,
Daha da güzeldir, birlikte gülmek,-
Gökyüzünün ipek örtüsü altında
Yaslanarak yosuna ve kayına
Sevimli kahkahalar atmak dostlarla
Ve beyaz dişlerini göstermek

İyi yaptıysam susalım;
Kötü yaptıysam - gülelim
Hep daha da kötü yapalım,
Daha da kötü yapıp, daha da kötü gülelim,
Kara toprağa girene kadar.

Dostlarım! Hu! Böyle olsun mu?
Amin! Ve hoşçakalın!


*

Özür dilemek yok! Bağışlamak yok!
Neşeyi, gönül rahatlığını bağışlayın ona
Bu akılsız kitaba
Kulak ve yürek ve bilgi!
İnanın bana dostlarım, bir lanet olmadı
Bana akılsızlığım!

Ne bulduysam ben ne aradıysam -,
Yazıyor muydu ki bir kitapta?
Deliler locasına saygı duyun şahsımda!
Öğrenin bu deli kitabından,
Nasıl gelirmiş aklın -"aklı başına"

Peki, dostlarım, olsun mu?
Amin! Ve hoşçakalın! -


Nude (Harry Callahan)





Güç İstenci

 The Hour Of Death (1900) by Alfred Kubin


Peki benim için "dünyanın" ne olduğunu biliyor musun? Aynamda göstereyim mi? Bu dünya: enerji canavarı, başlangıcı olmayan, sonu olmayan; sağlam ve demirden, büyümeyen veya küçülmeyen, kendini genişletmeyen, sadece dönüştüren bir güç büyüklüğüdür; bir bütün olarak, değiştirilemeyen boyutta, harcamaları veya kayıpları olmayan, ama aynı zamanda artışı veya geliri de olmayan bir ev; bir sınır gibi etrafı "hiçlikle" çevrilmiş; bulanık veya harcanmış bir şey değil, sonsuza dek uzatılmış bir şey değil, ama belirli bir güç olarak belirli bir mekana oturtulmuş ve orası burası boş olabilecek bir mekana değil, her yerde güç olarak, güçlerin bir oyunu ve güçlerin bir dalgası olarak, aynı zamanda hem tek, hem çok, burada artan ve aynı zamanda başka bir yerde azalan; tekerrür yılları, kendi biçimlerinde bir medcezirle birlikte ebediyen değişen, ebediyen geri akan, birbirine akan ve koşturan bir güçler denizi; en basit biçimlerden en kompleks biçimlere doğru, en sessiz, en sağlam, en soğuk biçimlerden en sıcak, en karışık, en kendi içinde çelişkili biçimlere doğru gitmek için çaba göstermek ve daha sonra bu bolluklardan çıkıp, kendini hala bu devir ve yılların aynı kalışında onaylayarak, kendini sonsuza dek geri dönmesi gereken bir şey, doymak bilmeyen, gizlenmek bilmeyen, tükenmişlik bilmeyen bir oluş olarak basite doğru, çelişkiler oyunundan uyum zevkine geri dönmek: bu, benim ebedi kendini yaratmanın, kendini yok etmenin Dionyssos tarzı dünyamdır; benim iki kat haz veren gizemli dünyam; benim dairenin zevki bizzat bir hedef haline gelene kadar hedefi olmayan "iyinin ve kötünün ötesinde"liğimdir; bir halka kendine karşı iyi bir istenç hissedene kadar istençsiz  - bu dünya için bir isim mi istiyorsunuz? Tüm bilmeceleri için bir çözüm? Siz kendini en iyi gizleyen, en güçlü, en yılmaz, en gece yarısı insanlar için bir ışık? - Bu dünya güç istencidir -ve başka hiçbir şey değildir! Ve siz kendiniz de güç istencisiniz - ve başka hiçbir şey değil!

1885

Salvador Dalí, In Voluptas Mors (1951, Philippe Halsman)


Q-u-e-e-r

 Queer, "queer" bir kelime. O kadar çok anlama birden geliyor ki bunların tamamını karşılayacak Türkçe bir kelime bulmak mümkün değil. 20. yüzyılın ikinci yarısının Amerikan argosunda "ibne" ve "puşt" karşılığı olarak kullanılmış. Ama esasen "garip", "tuhaf", "acayip", anlamına geliyor. Bir yandan da "tekinsiz" ya da "esrarengiz" demek. "Bozuk" anlamında kullanıldığı da oluyor, çünkü fiil olan to queer, bozmak demek. To queer aynı zamanda "yadırgatmak" anlamına geliyor, yani queer "yabancı" ya da "yadırganan" da demek olabilir. Görüldüğü gibi, kelimenin Brecht'in Verfremdungseffekt'inden ( Yadırgatma Etkisi), Freud'un Unheimlich'ine (Tekinsiz) kadar uzanan bir çağrışım yelpazesi var. Öte yandan gay gibi kolay telaffuz edilen bir kelime de değil ki (nitekim "gey" Türkçede kullanılır oldu) olduğu gibi bırakalım: Queer yazılımı İngilizce bilmeyen okura bir şey söylemez, "kuir" ya da "kuvir" ise kolay kabul görecek okunuşlar değil.


Cinsellik Muamması
isimli Kitaptan alıntıdır.

I knew. It was you : John Cazale


1935 - 1978

" Yalnızca beş filmde oynadı. Tam olarak ifade edemediğim bir havası vardı ama onu izlemeden edemiyordunuz. Beş filmi de En İyi Film dalında Oscar'a aday oldu... Baba - Konuşma - Baba 2
Köpeklerin Günü - Avcı.

Gerçekten sinemayı değiştiren bir aktördü. Her şeyi yapabilirdi. Neslinin en iyi aktörleriyle
birlikte çalıştı. Çok özel biri ve eşsiz derecede yetenekli bir oyuncuydu. Filmlerinin beşinde de müthişti. Her birinde muhteşemdi. Sinema tarihindeki en ikonlaşmış karakterlerden birini oynadı Ama günümüzde birçok kişi adını bile bilmiyor.




John Cazale 1935'te Massachusetts'te doğdu. İtalyan asıllı Amerikalıydı. Üç kardeşin ortanca olanıydı. Annesi ev kadını, babasıysa kömür toptancısıydı. John'un babası New England'ın
her yerine seyahat ediyor ve nadiren evde oluyordu. John, Boston Üniversitesi'nde tiyatro eğitimi aldıktan sonra aktör olmak için New York'a yerleşti. Aktör olarak tutunmaya çalışırken kuryelik, fotoğrafçılık ve taksi şoförlüğü yaparak geçindi. Aynı zamanda ilk ve tek televizyon dizisi bölümünde rol aldı. Aynı zamanda Broadway dışında birçok oyunda rol alıyordu, bir çoğu Israel Horovitz'in
oyunlarıydı. 1971'de Richard Dreyfuss'la beraber bir Line uyarlamasında rol aldı.


Dostlar Üzerine - Nietzsche

 Yalnızlığın sonucu - "Her derin kafanın çevresinde, sözlerinin her birinin, girişimlerinin her birinin, yaşama verdiği en küçük göstergenin her zaman yanlış, yani düz yorumlanması sayesinde aralıksız bir maske büyür ve gelişir."

En yakın tanıdıklar arasında bile duyguların ne denli değişik, görüşlerin ne denli bölünmüş olduğunu düşün bir kez kendi kendine; aynı görüşlerin bile dostlarının kafalarında, sendekinden tamamen farklı bir konuma ya da şiddete sahip olduklarını; yanlış anlama, birbirinden düşmanca uzaklaşma vesilesinin yüz kere doğduğunu. Tüm bunlardan sonra diyeceksin ki: tüm ittifaklarımızın ve dostluklarımızın üzerinde durduğu zemin ne kadar da güvensiz, soğuk yağmurlar ya da kötü havalar ne kadar da yakın, ne kadar da yalnızdır her bir insan! Bir kimse bunları ve ayrıca kendisindeki ve yakınlarındaki tüm görüşlerin ve bunların tür ve şiddetlerinin kendi eylemleri gibi zorunlu ve sorumluluk dışı olduklarını görürse, bu görüşlerin, karakterin, uğraşının, yeteneğin ve ortamın ayrılmaz iç içe geçmişliğiyle içsel zorunluluğunu kavramış olur - belki böylece o bilgenin "dostlarım, dost yoktur!" diye bağırmasındaki duygunun acılığından ve keskinliğinden kurtulmuş olur. Daha çok şöyle itiraf edecektir kendi kendine: evet, dostlar vardır, ama onları sana yönelten, senin hakkındaki yanılgıları ve yanılsamalarıdır; ve seninle dost kalabilmek için susmayı öğrenmiş olmaları gerekir; çünkü bu tür insani ilişkiler hemen hemen her zaman, bazı şeylerin hiç söylenilmemesine, onlara hiç dokunulmamasına dayanırlar ama bu küçük taşlar bir kez yuvarlanmaya başladıklarında, dostluk da onların peşinden gelir ve parçalanır. En sadık dostlarının kendileri hakkında aslında ne bildiklerini öğrenince, derinden yaralanmayacak insanlar var mıdır? - Biz kendi kendimizi tanımakla ve kendi özümüzü görüşlerin ve ruh hallerinin değişken bir alanı olarak görmekle ve böylelikle bir nebze küçümsemeyi öğrenmekle, kendimizi yeniden ötekilerle dengeye getiririz. Doğrudur, tanıdıklarımızdan her birini ve en büyükleri bile olsa, küçümsemek için iyi gerekçelerimiz vardır; ama bu duygunun bize yöneltilmesi için de bir o kadar iyi gerekçe vardır. - İşte kendimize böyle katlandığımız için, katlanmak isteriz birbirimize; belki de herkesin, şöyle söyleyeceği neşeli saat de gelecektir bir kez:

"Dostlarım, dost yoktur!" diye bağırdı
       ölmek üzere olan bilge
 "Düşmanlarım, düşman yoktur!" - diye bağırıyorum ben,
                                   yaşayan budala.


Charlotte






Sanat, Emek, Eşcinsellik (TANER CEYLAN)

 Yirmi yılı aşkın bir süredir cinsel kimliğim üzerinden sanat üretiyorum. Sanat ve gerçek hayat arasında yapılan seçimde, cinsellik dahil olmak üzere oluşturulan fantazi kendi gerçekliğini yaratıyor. Tuvalde yaratılan kişiler ve bedenler her şeyden daha gerçek oluyorlar. Sanatçı kendisini bu fantazinin yarattığı gerçeklik içerisinde ne kadar kaybederse sanatında da bir o kadar ikna edici oluyor. Cinselliğimin ve aşklarımın en ikna edici pratiklerini işte bu kurgusal alanda deneyimledim ben. Kendi kabul görme sürecime baktığımda, sanatçıların sanat tarihinde cinsel kimlikleri üzerinden neden varlık gösteremediklerini bir nebze olsa da anlayabiliyorum. Bu süreçte hem sanat anlayışım  hem de üretim yöntemlerim farklılaşıp dönüştü. Sonuçta emek ve işçilik bütün bunların üstünde ve ötesinde inkar edilemez bir kalkan olarak çok önemli bir rol oynadı.

 Sanat tarihi boyunca eşcinsellik ve diğer cinsel kimlikler, Antik Yunan'dan moderne kadar kendilerine has şifrelerle belli bir dizge oluşturuyorlar. Daha önce yaptığım araştırmalar gösterdi ki, bu tarihi başka bir kimliğin tarihi veya bir çeşit "latan eşcinsel sanat tarihi" olarak okumak mümkündür. Sanat tarihinin dolabından çıkması ya da açılması, barındırdığı eşcinsel kalabalığı ortaya çıkarması tam olarak ne zamana dek geliyor? Bu hangi koşullarda ortaya çıkmıştır? Bunun gerçekleşmesi için Türkiye'de neden 2000'li yılları beklemek zorunda kaldık?

Cinselliklerini yaşayıp bunu resmetmek bir yana sadece kadın oldukları için dışlanan isimsiz yeteneklerle dolu tarih. 1886 doğumlu olağanüstü yetenekli Mihri Müşfik Hanım, ressamlık kariyerini geliştirmek için Amerika'ya gider ve trajik hayatı kimsesizler mezarlığına gömülerek nihayet bulur. 1898 doğumlu Tamata de Lempicka  ise yokluktan bir sanatçı şöhreti elde eder ama Picasso'ya yenik düşüp kübizmi elinden kaptırır, lezbiyen ilişkilerini resmetmiş olsa dahi sanat tarihinde varlık gösteremez. 1880 doğumlu İzzet Ziya, 1844 doğumlu Thomas Eakins ile 1856 yılında doğan John Singer Sargent çıplak oğlanları neden benzer tavırda resmederler? Ve neden gün yüzüne çıkmaz bu resimler? Bunun cevabını kendi tarihini ortaya koyarak vermek bu metin için tercih ettiğim yol olacak, çünkü içinden geçtiğim yolun o vakitten bu vakte pek de değişmediğine ve bu anlamda kişisel deneyimimin bir anlamda "sanatçının ortak kaderi" olduğuna inanıyorum.

1991 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden, Francis Bacon'ın resimlerindeki adamların bir güreş sahnesinin parçası olduklarını öğrenerek mezun oldum! Klasik bir eğitim almış olsam da, bu eğitim eksik ve taraflıydı. Üçüncü yılıma kadar, fakültede asistan olarak kalacağımı profesörlerim defalarca müjdeleseler de son yılımda resim pratiğimin içeriğinin cinsel duyarlılığımı net bir şekilde ifade etmesiyle eş zamanlı olarak bundan vazgeçtiler. Fakat aynı yıl Almanya'da karşılaştığım Bruno Gmünder Yayınları, Robert Mapplethorpe, Bruce Weber ve Herb Ritts'in eserleriyle artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Başka bir dünya vardı. O güne kadar içgüdülerime dayanarak resmettiğim ortamların ve duyguların hayal ürünleri değil, hakikat olduklarını gördüm. Türkiye'de derin bir sessizlik vardı bu konularda. Bahsettiğim eserlerin yurtdışındaki orjinallerini görünce bu adeta bir travmaya dönüştü. Bu konuda ziyadesiyle bakir olan Türkiye'de, kendimi yapayalnız bulduğum bir mecradaydım. Tamamen sezgilerimle, hayal gücümle oluşturduğum resimlerimin hiçbir karşılığı yoktu; ne sergileyecek bir mekan bulabildim, ne de bir yandaş. Sanatıma duyduğum tutkunun bedeli yavaş yavaş kendisini sert bir şekilde göstermeye başladı. Galeriler ve mevcut sistem çalışmalarımı reddediyordu. Eşcinsel sanatçılar, modacılar, kulüp sahipleriyle görüşüp destek istiyordum ama nafile. Hepsi sözleşmiş gibi aynı nasihatte bulunuyorlardı: " İstediğini yap ama sesini çıkartma!" Yurtdışı bağlantılarımda ise Türkiyeli olmanın dezavantajlarını yaşıyordum. Aynı yıllarda Türkiye'de temasa geçtiğim eşcinsel örgütler vizyonsuzluktan dolayı oralı olmuyorlardı.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 33)

Rua dos Douradores'teki bürom gözümde Hayat'ı temsil ediyorsa,  yine Rua dos Douradores'te, ikinci kattaki evim de Sanat'ı simgeliyor. Evet, Hayat'la aynı sokakta ama bir başka yerde ikamet eden, hayatın yükünü hafifleten ve hayat kadar tekdüze olan, tek farkı başka bir yerde oturmak olan Sanat'ı.

Nietzsche Prophet




Tam öğlen vakti bir fener yakan ve sonra büyük meydanda aralıksız ' Tanrı'yı arıyorum! Tanrı'yı arıyorum' diye bağırarak koşan deliden söz edildiğini duymadınız mı. Orada toplananların çoğunluğu Tanrı'ya inanmayanlardan oluştuğu için, bu olay büyük bir kahkahaya neden oldu. Biri, onu yitirdik mi diye soruyordu. Bir diğeri, bir çocuk gibi kayboldu mu , diyordu. Aralarında böyle haykırıyorlar, böyle gülüyorlardı. Deli ortalarına atladı ve onları gözleriyle deldi: "Tanrı nereye gitti? Bunu size söyleyeceğim: Onu öldürdük -siz ve ben! Hepimiz, biz onun katilleriyiz!"

Ama bunu nasıl yaptık? Denizi nasıl tüketebildik? Tüm ufku yok etmemiz için süngeri bize kim verdi? Bu dünyayı güneşten ayırdığımızda ne yaptık? Şimdi nereye doğru gidiyor? Biz nereye doğru gidiyoruz? Tüm güneşlerin uzağına mı? Aralıksız düşmüyor muyuz? Geriye, yana, öne, her tarafa? Hala yukarı ve aşağı var mı? Rastlantısal olarak amaçsız bir yokluğa sürüklenmedik mi? Boş uzamın soluğu içinde değil miyiz? Gitgide daha soğuk olmuyor mu? Gece aralıksız, daha fazla gece olarak gelmiyor mu? Öğle vakti, fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrı'yı gömenlerin sesini duymuyor muyuz? Tanrısal çürümeyi hiç hissetmiyor muyuz?

Çünkü tanrılar da çürüyorlar! Tanrı Öldü! Tanrı ölü olarak kaldı! Ve onu öldürdük! Katillerin katili bizler kendimizi nasıl avutabiliriz? Dünyanın en kutsal sakladığı şeyi bıçakladık: kim kanımızı silecek? Hangi suda temizlenebiliriz? Hangi günah ödetici şenlikleri, hangi kutsal oyunları bulmak zorundayız? Bu eylemin büyüklüğü, bizim için aşırı büyük değil mi? Ona layık görünmek için, kendimiz tanrı haline gelmek zorunda değil miyiz?

  HİÇBİR ZAMAN BÖYLE BÜYÜK BİR EYLEM OLMADI VE BİZDEN SONRA DOĞACAK OLANLAR -BİZDEN DOLAYI- BİZE KADAR HİÇBİR TARİHİN HİÇBİR ZAMAN OLAMADIĞI KADAR YÜKSEK BİR TARİHE AİT OLACAKLARDIR."



Friedrich Nietzsche


Queer

Queer Nation ve ACT UP mensuplarının 1990 senesinde Newyork'ta bir onur yürüyüşü'nde dağıttıkları manifestodan:

   
Her mekanı bir lezbiyen ve gay mekanı, her sokağı cinsel coğrafyamızın bir parçası haline getirelim. Arzu ve eksiksiz tatminden örülmüş bir şehir. Güvenli, özgür ve dahası olabileceğimiz bir şehir ve ülke. Hayatlarımıza nazar etmeli, en iyiyi bulup çıkarmalı, queer olanı görmeli, düz (straight) olanı görmeli ondan sonra da düz olan samanı buğdaydan eleyip atmalıyız! Unutmayın, çok ama çok az vaktimiz var. Ve ben her birinizin ve hepinizin birer aşığı olmak istiyorum... Queer olmak mahremiyet hakkıyla değil, kamusal olma özgürlüğü, kim isek o olma özgürlüğü ile ilgilidir. Queer olmak her gün zulme karşı, homofobiye, ırkçılığa, kadın düşmanlığına, dindar ikiyüzlülerin bağnazlığına ve kendi kendimize yönelttiğimiz nefrete karşı (kendimizden nefret etmemiz gerektiği bize özenle öğretildi.) mücadele etmek demektir. Ve bugün elbette hem bir virüse karşı hem de AIDS'i kullanarak bizi dünyanın yüzünden silmeye çalışan bütün homofobiklere karşı mücadele etmek demektir... Evet, "gay" harika bir kelime. Onun da bir yeri var. Am pek çok lezbiyen ve gay erkek sabah kızgın ve bıkkın uyanıyorlar, neşeli (gay) olarak değil. İşte bu yüzden biz kendimize queer demeye karar verdik. Queer'i kullanmak dünyanın geri kalanının bizi nasıl gördüğünü kendimize hatırlatmanın bir yolu. Queer'i kullanmak düz bir dünyada gizli ve kenara itilmiş hayatlar yaşayan zarif ve çekici insanlar olmak zorunda olmadığımızı kendimize söylemenin bir yolu... Evet, queer sert bir kelime olabilir ama aynı zamanda homofobiğin elinden çalabileceğimiz ve ona karşı kullanabileceğimiz sinsi ve ironik bir silahtır. 

'Sanat' Andrey Tarkovsky



Sanat niçin vardır? Sanata kim ihtiyaç duyar? Esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mı? Bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılan deyimiyle ‘tüketen’ (ne yazık ki tüketen deyimi, 20.yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirtmekte, dahası adeta teşhir etmektedir) her insanın cevabını aradığı sorulardır.

Genel anlamda sanat nedir? İyi midir, kötü mü? Tanrı vergisi midir? Yoksa şeytancılık aracı mı? İnsanın gücünden mi doğar, yoksa zayıflığından mı? İnsanların birlikteliğinin bir güvencesi ve toplumsal uyumun bir göstergesi midir? İşlevi bu mudur?


Herkes bu  soruyla ilgili ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya cevaplar arıyor. Aleksander Blok "Şair kargaşadan uyum yaratır," demiştir... Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle donatır... Her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.
Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile gerek kalmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.


Sanat ilan-ı aşk gibi bir şeydir. İnsanın diğer insanlara bağımlılığının bir itirafıdır.


Sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır. Sanat bir üst-dildir, insanlar da bu dilin yardımıyla kendileri hakkında bilgi verip başkalarının deneyimlerini benimseyerek birbirlerine ulaşmaya çalışırlar. Ama gene bu da herhangi bir pratik fayda sağlama adına değil, faydacılığın tam zıddı olan özveride kendini bulan sevgi adına gerçekleştirilir. Bir sanatçının yalnızca ‘kendini gerçekleştirme’ gibi bir nedenle yaratmaya kalkışabileceğine inanasım gelmiyor.  Karşılıklı anlaşmaya dayanmayan bir kendini gerçekleştirme son derece anlamsızdır. Başkalarıyla arasında manen bir bağ oluşturma uğruna kendini gerçekleştirmeyi istemekse hiç yarar sağlamadığı gibi aksine, insandan çok özveri bekleyen, son derece eziyetli bir iştir. Ama kendi sesine kulak veriyor olmak bütün bu eziyete değmez mi acaba? 


Sanatçı, zamanı ve dünyayı eksiksiz kavrayan bir kişi olduğundan, gerçekle ilişkilerini tam olarak yansıtamayan ve dile getiremeyen insanların sesi olur. Bu anlamda sanatçı gerçekten de halkın sesinin ta kendisidir.


Sanatçı ve halk birbirlerini karşılıklı koşullandırır. Sanatçı kendine sadık ve günlük değer yargılarından uzak kaldığı sürece, halkın hem algılama düzeyini yaratır hem de bunu yükseltir. Bu yolla artan toplumsal bilinçse, yeni sanatçıların doğmasına yol açacak o toplumsal enerjiyi biriktirir.
Şuna inanıyorum ki, kendi düşüncelerini gerçekleştirme arayışı içinde olan sanatçı, eserleriyle ilgilenecek birinin mutlaka var olduğu inancını taşımasa bu işe hiç kalkışmazdı.


Marx şöyle demişti: " Sanatın tadına ancak sanatsal zevkleri gelişmiş bir insan varabilir." Sanatçı 'anlaşılır' olma peşinde koşmayı düşünemez. Bu, en az anlaşılmaz olmayı istemek kadar saçmadır.
Sanatçı, eseri ve onu algılayanlar birbirinden ayrılmaz bir bütün oluştururlar, tek bir kan dolaşım sistemiyle birbirine bağlı tek bir organizma. Bu organizmanın parçaları arasında bir uyumsuzluk baş gösterdiğinde uzman ellerin tedavisine gerek duyulur ve dikkatle kendini gözlemlemeye...


Şu çok açık hakikati burada tekrar vurgulamakta yarar görüyorum. Ticari filmlerde ve sıradan televizyon yapımlarında tutturulan ortalama ölçü, izleyicinin gerçek sanatla iletişim kurma imkanlarını büsbütün yok ederek beğenilerini bağışlanamaz ölçülerle mahvetmektedir.

Az veya çok, ama kendine ait bir seyirci kitlesine sahip olma hakkı, sanatçı bireyselliğinin normal bir varolma koşuludur...


Sanat insanın mantığına değil, duygularına seslenir.


Sanat varlığımızın anlamını simgeselleştirir.


Sanat her zaman, ruhunu boğmakla tehdit ettiği maddeye karşı mücadelesinde insanın en güçlü silahı olmuştur. Sanatın, Hristiyanlığın neredeyse iki bin yılı bulan varlığı boyunca uzun süre, dini düşünceler ve görevler doğrultusunda gelişmesi hiç de rastlantı değildi. Sanat, yalnızca varlığıyla bile uyumsuz insanda uyum düşüncesini yaratır.


Sanat, insanın uyuma duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir, özlemini çektiği maddeyle ruh arasındaki dengeyi benliğinde yaşatmak için insanın, gerekirse kendisiyle bile mücadele etmeye hazır olduğunu göstermiştir.


Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir.


Gerçek bir sanatçı, ancak kendisi için hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir, bu uğraş kendisi için salt rastlantısal bir yan uğraş değil, yeniden üretilen ben'in yegane var oluş biçimiyse...



*



Silindir ve Keman, 1960, Andrey Tarkovsky



*