Underneath the Stars




"Türlerin Kökeni’nden" bu yana 150 yıl geçmesine rağmen Darwin'in görüşünün inceliği ve güzelliği hala kendini belli ediyor. Mükemmel, karmaşık hayat ağacımızın bir zamanlar ıssız olan evrende
nasıl büyüdüğünü açıklıyor. Karbonun yapısı, kendini kopyalayabilen ve nesilden nesile aktarılan
bir molekülün var olmasına imkan tanıyor. Molekülün yapısında mutasyonlar gibi rastgele bazı değişiklikler olabilir. Daha sonra bunlar çevre ve canlılar ile etkileşimlerine göre test edilirler.
Testi geçenler kurtulur, başarısız olanlar yok olur. Adalar üzerinde canlıların ayrışması ve izole olması ister Madagaskar gibi fiziksel  bir ağacın tek bir dalı olsun bir yaşam alanından diğerine yayılmada uzmanlaşan canlı türlerini çeşitlendirir ve nüfuslarını patlatır. İşte bu, yeryüzündeki yaşamın çeşitliliğini açıklayan şeydir.

Darwin'in dediği gibi:
"Bu hayat görüşünde bir ihtişam vardır."

Nasıl meydana geldiğini anlamak, sadece merakımızı arttırır. Darwin bize, Einstein'ın görelilik teorileri kadar, kesin termodinamik kanunları kadar derin başka bir evrensel kanun sunmuştur.
"Doğal Seçilim Yoluyla Evrim". Eğer evrim, bu ada üzerinde bir kanun ise o zaman evrenin her köşesinde geçerli olacaktır. O zaman bu büyük soru kaçınılmazdır. "Yıldızlar arasında başka yaşam ağaçları olabilir mi?" 2011 yılında, uzak bir yıldız etrafında dönen ve gündüz sıcakları bizimkilerden çokta farklı olmayan kayalık bir gezegen keşfedildi. Milyarlarca olmasa bile evrenin her köşesinde
bu gezegenlerden milyonlarcası olmalı. Bana öyle geliyor ki, onların da bizimki kadar hatta bizimkinden daha karmaşık yaşam ağaçlarının bulunması olanaksız değil. Fakat bu, bizim ağacımızın değerini düşürmez çünkü onun eşi benzeri yoktur. Diğer binlercesine bağlı biçimde binlerce dalı bulunan 65 milyon yıl önce lemurların okyanus geçişleri gibi değişken olaylara bağlı kusursuz bir yapı. Yarın dışarı çıktığınızda dünyanızın küçücük bir bölümüne göz atın. Bahçenizin köşesine ya da bir parka hatta kaldırım çatlaklarında biten çimlere... Orada bir yaşam göreceksiniz ve eşi benzeri olmayacak. Evrende onun gibi hiçbir yer olmayacak. Ve bu da bizim ağacımızı, en güçlü dalından en kırılganına kadar, tarifsiz bir biçimde değerli kılar.

BRİAN, COX






DNA


Evrimin yaklaşık 14 milyon yıllık sürecinde orangutanlardan ayrıldığımız düşünülse de aslında göze çarpan şey ne kadar da benzer olduğumuzdur. Ve bu benzerlikler sadece dış görünüşten ibaret değil. Orangutanlar kesinlikle insana en çok benzeyen hayvanlardan bir tanesi. Bütünüyle insani olarak nitelendirebileceğimiz birçok davranış özelliği gösteriyorlar. Yavrularını, ormana kendi başlarına bırakmadan önce sekiz yıl yetiştiriyorlar. Bu dönemde yavrular, hangi meyvenin yenilip yenilmeyeceğini öğreniyorlar. Ve hangi dalların ağırlıklarını kaldırıp kaldırmayacağını. Bütün bunları hafızaları olduğundan dolayı yapabiliyorlar. Hayatları boyunca yaşadıklarını hatırlayıp onlardan ders alabiliyorlar. Ve bütün bunları nesilden nesle aktarıyorlar. Bu derin bağlantı en yakın akrabalarımızı çok öteye taşıyor. Çünkü DNA'mız hemen hemen 4 milyar yıllık evrim sürecinin izlerini taşıyor.

Primatların aile ağacını çizdiğimde Bonobolar ve şempanzelerle ortak bir ataya sahip olduğumuz görülüyor. Yaklaşık 4 ila 6 milyon yıl önce. Genetik dizilimleri karşılaştırırsanız genlerimizin % 99'unun aynı olduğunu görürsünüz. Gorillerden ayrım olan yaklaşık 6 ila 8 milyon yıl geriye gidip yeniden genleri karşılaştırırsanız, % 98,4'ünün aynı olduğunu görürsünüz. Yeniden geçmişe gidiyoruz.
Şuradaki arkadaşlarımız, orangutanlarla ortak atamızla % 97,4 aynı genlere sahibiz. Ve bu şekilde
zamanda geri gitmeye devam edip bir tavukla ortak atamızı arayabilseydiniz genleri yaklaşık % 60 oranında aynı olan bir ortak ata bulurdunuz. Aslında herhangi bir hayvanı; bunun gibi küçük bir sineği...
ya da bir bakteriyi, bizimle alakası olmayan bir şeyi arasanız bile genetik diziliminde de benim hücrelerimle aynı özelliklere rastlarsınız. Bu da bize, yeryüzündeki tüm yaşamın
birbiriyle ilişkili ve genetik kodla birbirine bağlı olduğu gerçeğine götürüyor.


















DNA, yaşamın taslağıdır.


Onun bu sıra dışı sadakati aynı zamanda bir hikâye taşır. Ne hikâye ama! Bütün evrim süreci. Günümüzden ta ki ilk yaşam kıvılcımının çaktığı zamana kadar. Bize sadece günümüzde yaşayan bitki veya hayvanlarla değil bugüne kadar yaşamış her bir şey ile bağlantılı olduğumuzu anlatır.

"Yaşam nedir?" 

sorusu kesinlikle gelmiş geçmiş en temel sorulardandır. Hayatın bir nesne olmadığını öğrenmiş olduk. Engin evrenden düzen ödünç alarak enerji akışını; benim gibi, bu orman gibi yerel düzen adaları
yaratmak için kullanabilen ve bunu zarif DNA yapıları aracılığıyla nesilden nesle aktaran kimyasal süreçlerin bütünüdür. Ve bu yapının kökenleri muhtemelen 4 milyar yıl öncesi ilk okyanustaki bacalara kadar izlenebilir. Ve en muhteşemi, geçmişin bu izleri 4,5 milyar yıl geriye kadar uzanıp yeryüzündeki
her canlı hücresinde görülebiliyor. Ve bu da, bana göre hepsinden daha heyecan verici bir sonuca ulaşıyor çünkü gizemli bir kıvılcım tarafından oluşma ihtimalinden öte yeryüzündeki yaşam, fizik kanunlarının kaçınılmaz sonuçlarından ortaya çıkmış olabilir. Eğer bu doğruysa canlı bir kainat,
evreni evren yapan belki de tek şeydir.

Brian Cox

What is Life?


"Canlılara hayat veren nedir?", "Mezar taşını oluşturan bu kaya parçası ile benim aramdaki fark ne?" Bin yıldır, bazı dini öğretiler, canlı olmanın ne olduğunu ve hayatın nasıl başladığı açıklamak için harekete geçti. Daha yakın geçmişte bilim, bu en derin soruları cevaplamaya başladı. Şubat 1943'te fizikçi Erwin Schrodinger, Dublin'de bir dizi ders verdi. Şimdi ise, Schrodinger'in ünü kesinlikle Kuantum Teorisi'nin kurucularından biri olmasından geliyor. Fakat bu derslerde; bu küçük kitabının üstüne de yazdığı çok farklı bir soru sordu.

"Yaşam Nedir?"



Ve burada, birinci sayfada tam olarak "ne olmadığı" anlatıyor. Bunun gizemli bir şey olmadığını söylüyor Schrodinger. Hayat veren bir çeşit büyülü kıvılcım yok. Yaşam bir süreçtir. Fizik ve kimya kanunlarıyla tanımlanan madde ve enerjinin etkileşimidir. Aynı kanunlar, yağmurun yağmasını veya yıldızların parlamasını da tanımlar. Öyleyse nasıl oldu da yaşam dediğimiz bu olağanüstü karmaşa çöken bir gaz ve toz bulutundan başka bir şey değilken gezegen üzerinde kendine yer bulabildi? Schrodinger'e göre cevap, canlıların yaşam sürecinde evrenin açıklaması en zor özelliklerinden birinde olmalıydı. Enerji.




Enerjinin "Yoktan var olmaz, vardan yok olmaz" gerçeği derin bir anlam içerir. Enerji sonsuzdur. Şu an burada olan enerji daima buradaydı. Evrenin gelişim sürecinin hikâyesi aslında enerji dönüşümünün hikâyesidir. Bir biçimden diğerine, İlk galaksilerin oluşumundan ilk yıldızların parlamasına ve ilk gezegenlerin oluşumuna. Bugün evrendeki enerjinin her bir julü 13,7 milyar yıl önce, Büyük Patlama'da da mevcuttu. İçinde potansiyel enerji bulunan ilkel gaz ve toz bulutları yıldızları, gezegensel sistemleri ve bizimki gibi güneş sistemleri oluşurken kinetik enerjiye dönüştürüldü. Güneş'te çökmeden kaynaklanan ısı çekirdeğinde füzyon reaksiyonları başlattı. Hidrojen, helyuma dönüştü. Nükleer-bağlayıcı enerji açığa çıktı ve Güneş yüzeyini ısıtarak genç Dünya'yı aydınlatan
ışığı açığa çıkardı. Bu hikâyenin bir yerinde yaklaşık 4 milyar yıl önce enerjinin dönüşümü, yeryüzünde hayatın başlamasına neden oldu.


Brian Cox
Wonders of Life

Derin Zamanlar

Freud'un keskin, neredeyse hazin gözlemini aktarma fırsatını sık sık buldum. Bu gözleme göre, bilim tarihindeki tüm büyük devrimlerin ortak teması, farklılıklarına rağmen, kozmik küstahlığımıza peş peşe darbeler indirmekten ibaret. Freud bu tür üç olaydan söz ediyor. Kopernik, Galileo ve Newton dünyayı kıyıda kalmış bir yıldızın minik bir uydusu olarak tanımlayıncaya dek, bir zamanlar, sınırlı bir evrenin merkezindeki bir gezegen üzerinde yaşadığımızı sanıyorduk. Ardından -Darwin ortaya çıkıp da "bizleri hayvan dünyasından gelen bir soyla ilişkilendirinceye" kadar kenarda kıyıda kalmış bu yeri, eşsiz bir organizmayı kendi suretinde yaratmak için, yine de Tanrı'nın seçmiş olduğunu hayal ederek teselli bulduk. Sonra Freud'un, entelektüel tarihin hiç de alçakgönüllü olmayan ifadelerinden birinde belirttiği gibi, pisikoloji bilinçdışını keşfedinceye kadar rasyonel zihinlerimizde teselli arayıp durduk.

Freud'un ifadesi keskindir, mamafih kaideleri tuzla buz eden birkaç önemli devrimi de es geçmiştir. (burada Freud'un kavrayışına eleştiri yöneltmiyorum, zira kapsamlı bir liste sunmayı değil, sadece süreci göstermeye çalışıyordu). Özellikle kendi alanım olan jeoloji ve paleontolojinin bu sekansa yaptığı -Kopernik'in uzay keşiflerinin zamansal muadili olan- büyük katkıyı gözden kaçırdı. Harfi harfine okunduğundan Kutsal Kitap öyküsü öylesine rahatlatıcıydı ki: Yeryüzü sadece birkaç bin yıl yaşındaydı ve hakim konumdaki yaratıklar olan insanlar tarafından neredeyse beş gün içinde işgal edilmişti! Böylelikle yeryüzünün tarihi insan yaşamının öyküsüyle özdeşleşmiş oluyordu. Bu durumda, fiziksel evreni salt bizim için ve bizden dolayı mevcutmuş gibi niçin yorumlamayalım ki?


 fotoğraflar: sebastiao salgado


Gel gelelim paleontologlar John McPhee'nin isabetli deyimiyle "derin zaman"ı keşfettiler. Görünen evrenin uzayın içine doğru genişlemesi gibi, zamanın içinde olabildiğince geri çekilen yeryüzü milyarlarca yıl yaşındadır. Zamanın kendisi bizim özsaygımızı asla tehdit etmiyor: Zira insanlık tarihi tüm bu milyarlarca yıl boyunca mevcut olmuşsa şayet, gezegen üzerindeki bu daha uzun hegemonya sayesinde olsa olsa küstahlığımızı artırmış olabiliriz. Paleontologlar insani varoluşun gezegen tarihinin sadece son anını -kozmik milin birkaç santimini ya da kozmik yılın sadece birkaç dakikasını- doldurduğunu açığa çıkardıklarında, Freudyen alaşağı etme gerçekleşti. İnsana ait zamanın bu olgusal sınırlandırılması, özellikle Freud'un ikinci devrim olarak adlandırdığı Darwinci devrim ile birlikte, apaçık bir tehdit taşıyor. Çünkü bu tür bir sınırlandırma "açık bir anlam" barındırıyor - ve açık anlamlar genellikle doğrudur (her ne kadar ilginç zihinsel devrimlerimizin çoğu görünüşte açık yorumları bozguna uğratmış olsalar da): Şayet bizler, ağacı andıran yaşam çalılığı üzerinde sadece minik bir dal isek ve dalımız jeolojik açıdan kısa bir süre sonra ortaya çıktıysa, belki de doğal olarak ilerlemekte olan sürecin (yaşam tarihindeki övgüler düzülen ilerleme eğiliminin) beklenen bir sonucu değiliz; sahip olduğumuz ihtişam ve başarılarımız her ne olursa olsun, belki de bizler, yaşam ağacının tohumu yeni baştan ekilebilse ve aynı koşullar altında yeniden büyüyebilmesi sağlansa asla ortaya çıkmayacak olan bir anlık kozmik rastlantılarız.

Stephan Jay Gould

Hubble teleskopu




Yeryüzünde yaşamın gelişmesinde "algı" kilit rol oynadı. İlk organizmalar en yakın çevrelerini günümüzde paramesyumun yaptığı gibi algılayıp tepki verebiliyorlardı. Fakat canlılar evrim geçirirken ortamları daha karmaşık bir hal aldı, duyuları da onlarla birlikte evrim geçirdi. Mekanizmaların gelişmesi onlara titreşimleri anlama ve ışığı algılama yeteneği verdi. Çevrelerine ait üç boyutlu resimler oluşturmalarına imkan tanıdı. Bütün bu veriyle başa çıkabilecek beyinlerin gelişimini tetikledi. Fakat bir tür için gittikçe daha fazla duyusal bilgi elde etme arzusu karşı konulmaz bir hal aldı.

Bu tür biziz.





"Bu yaşam görüşünde ihtişam vardır"


Darwin'in, devrimci kitabı Türlerin Kökeni'ni bitirmek için özenle seçtiği satırlara büyük bir hayranlık ve saygıyla geri dönüyoruz. Darwin evrimi, insan zekasının gelişimini överek ya da önceden belli olan ve tercih edilmiş karmaşıklığa yönelik yukarıya doğru bir ilerlemeye methiyeler düzerek yüceltmedi. Aksine, yeryüzünün güneşin etrafında tün Newtoncu haşmetiyle sıkıcı ve tekrarlayıp duran dönüşüyle tezat oluşturacak şekilde, yaşamın heyecan dolu ve karmaşa içindeki çeşitliliğini yüceltmeyi seçti:

"Bu gezegen, sabit yerçekimi yasasına göre dönüp dururken çok basit bir başlangıçtan, sonsuz sayıda en güzel ve en harika formlar evrildi ve evrilmeye devam etmekte."

Kitabın son satırlarında, özetlerin en güzeli yer alır: "Bu yaşam görüşünde ihtişam vardır." 

S.Jay Gould

Bacalar



Bu görüntüler Atlas Okyanusu'nun derinliklerinden. Bermuda ile Kanarya Adaları
arası bir yer. Kayıp Şehir adıyla biliniyor. Nedenini görebiliyorsunuz. Şu devasa taş sütunlara bakın! Bazıları 50-60 m yükseklikte Atlas Okyanusu'nun zemininden yukarı uzanıyor. Bunlara "hidrotermal baca sistemleri" deniyor. Ve bu şeyler, sıcak su, mineral ve gazların  yerin derinliklerinden yükselmesiyle oluşurlar. Hayatın bunlar gibi yapılarda başlamış olabileceğinin düşünülme nedeni:
Bunların "alkalin baca" adı verilen çok nadir hidrotermal oluşum olmasıdır. Yaklaşık 4 milyar yıl önce, yaşam Dünya'da başladığında deniz suyu biraz asitli olmalıydı. İşte, yaşamın enerji kaynağı olan proton gradienti burada! Asitli deniz suyunda proton birikiminiz var, ve bacaların etrafında da proton yoksunluğunuz. Bu bacalar sadece enerji kaynağı yaratmadılar. Ayrıca canlılığın gereksinimi olan olmazsa olmaz maddeler yönünden zengindiler. Hidrojen gazı, karbondioksit ve demir, nikel, sülfür içeren mineraller. Fakat bundan daha fazlası var. Bu bacalar gözeneklidir yani içlerinde küçük odacıklar bulunur ve organik moleküllerin içlerinde toplanmasına imkan verirler. Bu bacalarda her şeyiniz mevcuttu. Kayaların içerisinde toplanmış hayatın yapı taşlarını elde ettiniz. Proton gradientini ve size yaşam enerjinizi veren şelaleniz vardı. Öyleyse burası, uzak atalarınızın geldiği yer olabilir. Ve bu gibi yerler, yeryüzünde hayatın başladığı yerler olabilir. İlk canlılar belki de onlara hayat veren kayaların bir parçası olarak var oldular. Bacalarda kendiliğinden oluşan proton gradientiden gelen enerjiyi kullanan basit organizmalar. Bunun böyle olduğunu düşünüyoruz... çünkü günümüzdeki canlılar da enerji için proton gradientlerini kullanıyor. İçimizde bir yerlerde bacalarda ilk yaşamın faydalandığı maddeler..."mitokondri" adı verilen yapılara, yaşama güç veren mikroskobik pillere büründü.


Bu, küçük kahverengi yarasanın
mitokondrisinin resmi.



Bu da bir bitkinin mitokondrisi. Aslında bir hardal bitkisi türü.



Bu resimdeki mitokondri ekmek küfünden.



Ve bu mitokondri de
bir sıtma mikrobundan.



Etkileyici olan şey ise: Bütün bu hayvan ve bitkilerin,  aslında hemen hemen gezegendeki tüm canlıların yaşam enerjisi üretmek için proton gradientini kullanır. Neden? Muhtemelen cevap da şudur: Çünkü tamamıyla farklı olan bu yaşam türleri ortak bir atadan geliyor. Bu ortak ata, 4 milyar yıl önce ilk yaşam enerjisini sağlayan kendiliğinden oluşmuş proton gradientinin meydana geldiği şu su altı bacalarında yaşamış bir şeydi. Evrensel yaşam kıvılcımını arıyorsanız işte onu buldunuz. Yaşamı başlatan şey: Bu proton gradientleridir. Bu 4 milyar yıl içinde bu kıvılcım bir aleve dönüştü. Hidrotermal bacalar etrafına toplanan bir kaç basit organizma bugün Dünya'yı saran bu muhteşem çeşitliliği oluşturmak için evrim geçirdiler.

Brian Cox,
Wonders of Life (BBC, 2013)

Evrimin Kabulü

Darwin Lincoln ile aynı gün doğmuş ve 1859'da Türlerin Kökeni yayınlandığı zaman kendi adını taşıyan devrimi "resmen" başlatmıştı. 1959'da yüzüncü yıl kutlamaları sırasında Amerikalı büyük genetikçi H.J.Muller, "Darwinsiz Bir Yüzyıl Yeter!" başlığını taşıyan bir söylevle katılımcılarının heyecanını yarıda bıraktı. Muller bu devrimin bizim sosyokültürel tayfımızın iki karşıt ucuna nüfuz etme başarısızlığını ele aldı: Amerikan pop kültürü üzerinde yaratılışçılığın devam eden etkisi ile evrimi olgusal bir gerçek olarak kabul ederken, doğal seçilimi tam anlayamayan insanlar.

Bununla birlikte ben, daha büyük bir şeyin, bu tayfın ortasında duran bir şeyin Darwinci devrimin tamamlanmasına her zaman en büyük engeli oluşturduğu kanısındayım.  Freud insan küstahlığının bastırılmasını büyük bilimsel devrimlerin ortak başarısı olarak tanımlarken haklıydı. Darwin'in devrimi -Freud'un kendi dizisindeki ikinci darbe; belli başlı tüm içerimleriyle evrimin kabulü- asla tamamlanmadı. Freud açısından devrim, artık inkar edene rastlanılmadığı ya da çoğu Amerikalı doğal seçilimin doğru örneğini verdiğinde bile asla tamamlanmış olmayacaktır. Darwin'in devrimi; ancak küstahlığımızı kesin olarak başımızdan attığımız ve yaşamın tahmin edilemez yönsüzlüğünü evrimin açık içerimleri olarak kabul ettiğimizde tamamlanacaktır. Daha önce tekrarlanmış bir örneği tekrar söyleyelim: Şayet tohumdan itibaren yeniden yetiştirilmesi mümkün olsa aynı dal grubunu asla üretmeyecek muazzam bir yaşam ağacında, Homo Sapiens'in daha dün ortaya çıkmış minik bir filiz olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, yani Darwinci topolojiyi ciddiyetle ele alırsak bu devrim tamamlanacaktır. İlerlemeden (kurumuş ideolojik daldan) medet umuyoruz, çünkü Darwinci devrime henüz hazır değiliz. Bir evrim dünyasında insan küstahlığını barındıran elverişli umut olarak ilerlemeye bayılıyoruz. İlerleme argümanının, böylesine cılız ve ihtimal dışı bir argümanın bugün üzerimizde neden bu kadar güçlü bir etkisinin olduğunu ancak bu koşullarda anlayabiliriz.

S. Jay Gould

Darwin Devrimi

Ünlü mağara örneğinde Platon (Devlet'te) gerçek organizmaların sadece mağara duvarındaki gölgeler (ampirik doğa) olduğuna inanıyordu; bu gölgeleri yeryüzüne düşürecek ideal bir özler alemi mevcut olmalıydı.

Darwin'in devrimi, doğal gerçekliğin merkezi bir kategorisi olarak Platoncu özün yerine varyasyonun geçirilmesi şeklinde özetlenmelidir (Mayr, 1963'e bakın; Platoncu özcülüğün yerine geçirilen "popülasyon düşüncesinin" Darwin'in devriminin ana öğesini oluşturduğunu heyecanla savunan yaşayan en büyük evrimcimiz.) Gerçeklik kavramımızın bu şekilde tersine çevrilmesinden ya "büyük dönüşten" psikolojik bakımdan daha altüst edici ne olabilir ki? Platon'un dünyasında varyasyon ilinekselken, özler daha büyük bir gerçekliği gösteriyorlar; Darwin'in tersine çevirme işleminde ise varyasyona tayin edici (ve somut, dünyevi) bir gerçeklik olarak değer veririz, buna karşın ortalamalar ("özler"e en yakın işlemsel yaklaşımımız olan) zihinsel soyutlamalara dönüşür.

Darwin saygıdeğer Grek soyundan gelen bu temel düşünceleri altüst ettiğini biliyordu. Yirmili yaşlarının sonlarında, evrim hakkında tuttuğu gençlik defterine Platon'un özler kuramını acı bir şekilde alaya alan harika bir yorum yazmıştı. Burada, doğuştan gelen ideaların mevcudiyetinin değişmez özsel kavramların semavi alemini ima etmesi gerekmediğine, bunların olsa olsa bizim maddi bir atadan gelişimize işaret edebileceğine dair kısa bir not düşmüştü: "Platon Phaedo'da diyor ki, bizim 'hayali idealarımız' deneyimden türetilemez, önceden 'mevcut' olan ruhtan meydana çıkarlar -mevcut yerine maymunları oku!"

Ralph Waldo Emerson, Tarih başlıklı şiirinde, bu en önemli disiplinin (tarih) derlediği büyük miraslara işaret ediyor:

Bütün gezegene sahibim...
Sezar'ın eline ve Platon'un beynine,
Efendimiz İsa Mesih'in yüreğine ve Shakespeare'nin nağmesine...

Bu miraslar bizim sevinç ve esin kaynaklarımızdır, aynı zamanda sıkıntılarımız ve engellerimiz. Önceden mevcudu maymunlar olarak okuyun ve varyasyonu da doğal gerçekliğin ifadesi olarak yorumlayın.

S. J. Gould.

Wonders of Life (2013, Brian Cox)







Kütüphane




Neden tutsağıyım kitapların? Duvarlarımı örten kitap duvarlarıyla hangi güvensizlik
 duygusuna savaş açıyorum?

Kütüphane, her kitapseverin; ister mecnün ister tutsak sayılsın, her prangalının no man's land'idir: Evren'in bizi kuşatan sınırsızlığında oluşmuş sınırlı kişisel evrenimizde (evimiz, şehrimiz, yurdumuz, coğrafyamız) yeniden sınırsızlığa açılmamızı sağlayan öteki-topografya'mız: Orada bambaşka bir harita yaratır imgelemimiz.

Kavafis'in pek ünlü şiirindeki gibi: Gideceğim başka bir yer yok, gidecek olsam
 kitaplığımın sokakları peşimden gelecektir.

Bir kitap yazmak ve onu kütüphane'ye eklemek, okyanusta damla, gökyüzünde belli belirsiz bir taş, ölümsüzlükten çok kayboluşa hak kazanmaktır.

Yıllardır yazıyorum. Neredeyse birbaşlarına küçümen bir kitaplık oluşturabilecek, üzerinde adım yazılı kitaplar, bir dilden başka bir dillere sıçrayarak, Kütüphane'nin odalarına dağıladursunlar; Kayboluşum büyüyor, olsa olsa biçim alarak. Biliyorum, anlıyorum: Okur olarak, ölümlülüğümü önceleyerek Kütüphane'de; son soluğumu verdiğimde, bir satır daha okuyamayacağım artık; buna karşılık, başkaları satırlarımı okumayı bir zaman daha sürdürecek.

Kütüphane'ye, raflardaki kitaplara, salondan salona geçerek bakıyorum: Ne kadar zaman daha!

Soru cümlesi kaskatı kesiliyor o an.


E.B.

LASCAUX

I / ÖLÜ KUŞ-ADAM VE BİZON

Zorba coşkuyu yaşamış olan uzun gövde,
Dikey durumda şimdi yaralı canavara.

Ey acımasızca öldürülmüş olan!
Can çekişiyor her şey ve uzlaşmış olanın öldürdüğü;
O, uçurum dansçısı, ruh, daha doğmamış olan, 
Kulu ve sapkın meyvası acımasızca kurtarılmış
büyülerin.






II / KARAGEYİKLER

Sular sesleniyordu göğün kulağına.
Siz, geyikler, siz bin yıllık süreyi aştınız
Kayanın karanlıklarından okşamalarına havanın.

İzinizi süren avcının, sizi gören cinin
Öylesine severim ki tutkularını, geniş kıyılarımdan!
Ah gözleri gözlerim olsaydı, şu umutlandığım
anda.





İntihar Üzerine (Antonin Artaud)

Gerçekliğin tümünden iğreniyorum.
Çektiğim korkunç acı, yaşamdan geliyor. Benim ulaşabileceğim hiçbir durum yok.
Kesin olan şu ki, ben uzun zamandır ölüyüm, çoktan intihar etmişim. İntihar ettirildim,
 anlamında...
Ölüme açlık duymuyorum, Varlık olmamaya açlık duyuyorum.



Kendimi öldürmeden önce bana varoluştan yana güven verilmesini isterim, kuşku duymamak isterim. Yaşam, benim gözümde, olguların belirginliğini ve akılda uyumlu biçimde birleşmelerini onaylamaktan öte bir şey değil. Ben, olguların toplanıp birleştiği zorunlu bir buluşma noktası gibi duymuyorum kendimi artık; şifalı ölüm, doğadan ayırarak iyileştiriyor bizi; ama ya ben, olgulara yol vermeyen acıların ürünüysem?

Ben kendimi öldürürsem bu, kendimi yıkmam için değil, ama kendimi yeniden oluşturmam için olacak; intihar, benim için, kendimi zorlu bir uğraşla yeniden ele geçirmemi, varlığımın içine baskın yapıp girmemi, belli belirsiz ilerleyen tanrıdan önce davranmamı sağlayacak bir araçtır yalnızca. İntiharla kendi tasarımı yeniden doğaya uyguluyorum, ilk kez kendi irademle biçimlendiriyorum her şeyi. Bana uygun olmayan organlarımın koşullandırmasından kendimi kurtarıyorum; ve yaşam, bana düşünmem için verileni düşündüğüm saçma bir talih oyunu olmaktan çıkıyor. Yani kendim seçiyorum düşüncemi, ve güçlerimin, eğilimlerimin, gerçeklerimin yönünü. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasına yerleşiyorum. Askıda bırakıyorum kendimi; hiçbir yana eğilim göstermeden, yansız; iyilerin ve kötülerin kışkırtmalarının kurduğu dengenin kurbanıyım.

Çünkü yaşamın kendisi, bir çözüm değil; yaşam, seçilmiş, benimsenmiş, belirlenmiş hiçbir varoluş türüne sahip değil. Yaşam yalnızca, istekler ve olumsuz güçler dizisidir, tiksindirici bir rastlantıya bağlı koşullara göre amacına ulaşan ya da başarısızlığa uğrayan küçük karşıtlıklar dizisidir. Kötülük, her insana, eşit ölçüde verilmemiştir, deha da öyle, delilik de. Kötülük gibi , iyilik de, koşulların ve etkisini kimisinde çok kimisinde az gösteren bir mayanın ürünüdür.

Yaratılmak ve yaşamak ve değiştirilemeyecek biçimde belirlenmiş varlığının en akla gelmez dallarına, en küçük ayrıntılarına dek kendini hissetmek, kesinlikle aşağılık bir durumdur. Aslında biz ağaçtan başka bir şey değiliz ve olasıdır ki, benim soyumun ağacının bilmem hangi boğumunda, belirlenmiş bir günde kendimi öldüreceğim yazılıdır.

İntihar özgürlüğü kavramı da, kesilmiş bir ağaç gibi düşüyor. İntiharımın ne zamanını, ne yerini, ne de koşullarını ben yarattım. Onun kavramını bulan da ben değilim, koparılmayı duyabilecek miyim?

Belki o anda varlığım parçalanıp dağılır; ama ya bütünlüğünü korursa, sakatlanmış organlarım nasıl işleyecek, varlığı olanaksız hangi organlarımla gözlemleyeceğim bu kopmayı? Ölümü, bir sel gibi duyuyorum üzerimde; gücünü bilemeyeceğim, apansız sıçrayan bir yıldırım gibi. Tatlarla ve dolanıp duran labirentlerle yüklü duyuyorum ölümü. Bunun neresinde benim varlığımın düşüncesi?

Bu Tanrı, beni, istediği gibi kullandı, saçma biçimde; beni canlı kıldı, yadsımaların yokluğunda, benim atak yadsımalarımın yokluğunda, düşünülen yaşamın, duyulan yaşamın en küçük kıpırtılarını bile yok etti bende. Yürüyen bir robot durumuna indirgedi beni; ama öyle bir robot ki, bilinçsizliğinin kırıldığını duyumsuyordu.

Ve işte ben, yaşamakta olduğumu göstermek istedim, şeylerin çınlayan gerçekliğiyle birleştirmek kendimi, yazgımı parçalamak istedim.

Tanrı ne dedi buna?

Yaşamı hissetmiyordum; değer yargılarıyla ilgili her kavramın dolaşımı, bende, kurumuş bir ırmaktı. Yaşam, bir nesne, bir biçim değildi bende; bir dizi mantık yürütmeydi yalnızca. Ama boşuna işleyen, bir yere ulaştırmayan mantık yürütmelerdi bunlar ve bende, irademin kesinleştiremediği "taslaklar" biçiminde kalıyorlardı.

Buradan intihar durumuna geçmem için de benliğimin bana geri dönmesini beklemeliyim, varlığımın tüm eklemlerini özgürce oynatabilmeliyim. Tanrı beni, umutsuzluğun içine bıraktı, sanki ışıkları bana ulaşan çıkmazlar burcunun ortasına bıraktı. Ben artık ne ölebiliyorum, ne yaşayabiliyorum, ne de ölümü ya da yaşamı istememezlik edebiliyorum. İnsanların tümü de benim gibi. 






MEKTUP

Beyefendi, 

İntihar düşüncesine bir yaklaşımda bulunmak amacıyla ağır tümcelerden oluşturduğum bir metni, daha önce size göndermiştim; ama bu metnin, söz konusu amaca ulaştığı söylenemez. Aslında intiharı aklım almıyor. Yaşamdan, şeylerle bizim varlığımızın özünün bu çirkin ama önlenemez karışımı olan yaşamdan zor kullanarak kopmayı anlıyorum ama bu işin kendisi, bu kopuşun serüven yanı, çekmiyor beni.

Uzun zamandır ölüm, benim için bir değer taşımıyor. Anlamıyorum, insanın bilinçli bir biçimde, kendinden neyi yıkabileceğini; kendi istemiyle ölse bile. Varlığımızın içine Tanrı'nın yaptığı baskındır söz konusu olan; işte bu varlığımızla kendi varlığımızı yıkmak sorunu çıkıyor karşımıza; varlığımızla ilişkili bir şey var ve bu, varlığın maddesel yanının tümleyicisi durumundadır ama o öldü diye kendisi de ölmemektedir. Yaşamın bu altedilmez egemenliği, doğanın bu yapışkanlığı, reflekslerin ve akılalmaz, gizli uzlaşmaların oyunuyla giriyor yaşamımızın özüne, olanak bırakmadan bizim girmemize. Hangi yönden kendime bakarsam bakayım anlıyorum ki devinimlerimin hiçbiri, düşüncelerimin hiçbiri benim değil.

Bir gecikmeyle hissediyorum yaşamı, umutsuzlukta fark ediyorum ondan kopmadığımı.

Düşüncelerimi teker teker bırakmakla daha şimdiden intihar ettim ben. Hiçliğin kendisinde bile yıkılması gereken çok şey var. Ölmeye güvenmemin yanlış olacağını sanıyorum, ölmekten vazgeçiyorum. Ölümü bir serüven olarak algılamıyorum, öyle hissetmiyorum onu; ölmekte olduğumu hissediyorum, gösterişsiz, çatışmasız, sessiz bir ölümü; ama ağır ağır ve sürekli bir kopuş bu.

Aklımın içine giren şeyden başkasını kavrayamıyorum. Ölüm, bir ürpertiden yalnızca bir tanesi; şeylerin belirsiz pençe vuruşlarından bir tanesi, benliğimin çeperlerinde. Bu şeylerin artık yaşanmaması kesinleşti: her şeyi yaşamış olduğumu hissediyorum; düşünmenin, hissetmenin, yaşamanın kölesi olmaktan kendimi kurtarmak için ölüme başvuracak olursam...

Ama beni, ölümde en çok korkutan, Tanrıyla bu yakınlaşma değil, kendi içime geri dönüş değil, kendi özüme son kez girme zorunluluğudur.

Yaşamdan kendimi kurtaramam, bir şey'den kendimi kurtaramam.

Düşünme, hissetme, yaşama etkinliklerinin, Tanrıdan önce ortaya çıktığından emin olmalıyım; ancak o zaman intiharın bir anlamı olur.

Ama Tanrı, saçma ölüm, daha da korkunçlaşmış yaşam, çözülmez bir problemin üç bilinmeyenidir; intihar, bu probleme hiçbir çözüm getirmez.

Bana inanmanız, sizin iyiliğinizedir.

Antonin Artaud