Kozmik Takvim (ilk versiyon)

*Kozmik takvimin bu ilk versiyonu Carl Sagan'ın
Cennetin Ejderleri kitabında yer alıyor (Dragons of Eden, 1977). 
Kitabın kapağında yemyeşil bir doğanın içinde dinozorlar, geyikler
ve ilk insanları bir arada  yaşarken resmeden ironik bir resim de var:



Dünya çok yaşlı, insansa çok gençtir. Kişisel yaşamlarımızdaki dikkate değer olaylar; yıllar ve daha küçük sürelerle ölçülür;  yaşam süremiz onluk dönemlere sığar;  tüm yazılı tarih ise binlerce yılın içindedir. Fakat bizden daha önceleri, geçmişin en uzak dönemlerine uzanan, çok uzun bir zaman geçti ki bunun hakkında pek az şey biliyoruz; çünkü hem yazılı veriler yok hem de o dönemlerin akıl almaz büyüklüğünü kavrayabilmek konusunda gerçekten güçlük duyuyoruz.

  Bununla birlikte, uzak geçmişteki olayları tarihlendirebilme olanağımız var. Jeolojik tabakalaşma sistemi ve radyoaktif metot;  arkeolojik, paleontolojik ve jeolojik olaylar hakkında bilgi sağlamaktadır; ayrıca astrofizik kuramı, planetlerin yaşları ve Samanyolu hakkında veriler sağladığı gibi Büyük Patlama denen, tüm madde ve enerjinin şimdiki evrene dönüştüğü olağanüstü patlama olayından bugüne kadar geçmiş olan süreyi de tahmini olarak vermektedir. Büyük patlama ya evrenin başlangıcı ya da evrenin daha eski geçmişine ilişkin tüm bilginin tahrip olduğu bir devamsızlık devresidir. Ama kesin olan şu ki hakkında hiçbir kaydın bulunmadığı en eski olaydır bu…

Bu kozmik kronolojiyi açıklamak için bildiğim en öğretici yol, evrenin on beş milyar yıllık yaşam süresini (ya da en azından Büyük Patlama’dan bu yana sürdürdüğü somut yaşamı) tek bir takvim yılına sıkıştırmaktır. Buna göre dünya tarihinin her bir milyar yılı, kozmik yılın yirmi dört saatine eş ve bu yılın her saniyesi dünyanın güneş etrafındaki 475 dönüşüne karşılık olacaktır. Bu bölümde, kozmik kronolojiyi üç şekilde sunuyorum:  Aralık ayı öncesi bazı tarihleri gösteren bir liste, Aralık ayı için bir takvim ve yeni yılın son akşamına yakından bir bakış. Bu ölçüye göre tarih kitaplarımızdaki olaylar (kitaplar bunları birbirinden ayırmak için oldukça önemli çabalar göstermekte olsalar bile) o kadar sıkışık durumdalar ki kozmik yılın son anlarını saniye saniye anlatmak gerekmektedir. Böyle bile olsa bizlere geniş aralıklarla ayrıldıkları öğretilmiş bulunan olayların, listede çağdaş olaylar olarak yer almış olduklarını görürüz. Yaşam tarihi boyunca halının tüm dönemler için aynı zenginlikte dokunmuş olması gerekir. Örneğin 6 Nisan veya 16 Eylül saat 10:02 ve 10:03 dolayları. Ancak detaylı veriler, kozmik yılın yalnızca son anları için mevcuttur.




Cosmos (Theme)

We are all stardust


Biz, 4,5 milyar yıl süren rastlantısal, yavaş bir biyolojik evrimin ürünüyüz. Evrimin artık durmuş olduğunu düşünmek için hiçbir sebep yoktur. İnsan bir geçiş hayvanıdır. Yaratılışın doruğu değildir.

Dünya ve Güneş'in daha milyarlarca yıl yaşayacağı tahmin ediliyor. İnsanın gelecekteki gelişimi kontrol altında biyolojik çevre, genetik mühendislik ve organizmalar ile zeki makinalar arasında yakın ilişkinin ortak ürünü olabilir. Ancak bu gelecekteki evrimi kimse şimdiden kesinlikle bilemez. Her şeye rağmen durağan kalamayacağımız açıktır.

Bildiğimiz kadarıyla tarihimizin ilk dönemlerinde on ya da otuz kişiyi geçmeyen ve grup bireylerinin hepsinin arasında kan bağı olan kabileler halinde yaşıyorduk. Zaman ilerledikçe, daha büyük hayvanları ve daha geniş sürüleri avlayabilmek, tarım yapabilmek, şehirler kurabilmek için gittikçe büyüyen gruplar içinde yaşamaya başladık. Dünyanın yaratılışından 4,5 milyar yıl ve insanın ortaya çıkışından milyonlarca yıl sonra, bugün, millet dediğimiz grupların içinde yaşıyoruz (ancak en tehlikeli politik sorunlardan birçoğu hala çatışmalardan kaynaklanıyor).

İnsanların bağlılığının sadece milletine, dinine, ırkına ya da ekonomik grubuna değil tüm insanlığa olacağı devrin yakın olduğunu söyleyenler var. Yani onbin kilometre uzakta farklı cinsiyet, ırk, din ya da politik eğilimi olan birinin çıkarı, bizi komşumuza ya da kardeşimize bir iyilik yapılmış gibi sevindirecek. Eğilim bu yöndedir fakat tehlikeli şekilde yavaştır. Yukarıda sözü edilen tutuma ulaşmadan zekamızın ürünü teknolojik güçler türümüzü yok etmemeli.

İnsanı, daha fazla nükleik asit türetmek için nükleit asitlerden kurulmuş bir makinaya benzetebiliriz. En güçlü dürtülerimiz, en asil girişimlerimiz, en zorlayıcı gereksinimlerimiz ve en sınırsız arzularımız aslında genetik materyalimizde kodlanmış bilgilerin sonucudur. Bir yerde, nükleik asidlerimizin geçici ve hareketli deposuyuz. Bu neden yüzünden insancıllığımızı - iyiyi, doğruyu ve güzeli aramayı- inkar edemeyiz. Ancak nereye gittiğimizi bilmek için nereden geldiğimizi anlamak gerekir.

Kuşku yoktur ki yüzbinlerce yıl önce avcı - toplayıcıyken taşıdığımız içgüdü mekanizmamız biraz değişmiştir. Toplumumuz o günlerden bu yana dev adımlarla gelişmiştir. İçgüdülerimiz bazı şeyleri ve kalıtım- dışı öğrenmeyle edindiğimiz bilgiler, başka şeyleri yapmamızı söylüyor, sonuçta çatışma doğuyor.

Bir dönem sonra tüm insanlara karşı aynı özdeşleştirici duyguları besliyor duruma gelebilmemiz bile ideal olmayacak. Eğer tüm insanları dünyanın 4,5 milyar yıllık tarihinin ortak ürünü olarak görebileceksek, neden aynı tarihi paylaşan diğer organizmalara da aynı özdeşleştirici duyguları beslemeyelim. Yeryüzünde bulunan organizmalardan çok azını gözetiriz -köpekler, kediler, sığırlar gibi- çünkü bu canlılar bize faydalıdır ya da dalkavukluk yaparlar. Ancak örümcekler, kertenkeleler, balıklar, ayçiçekleri de eşit derecede kardeşlerimizdir.


Bence, tümümüzün yaşadığını özdeşleştirici duygu yoksunluğunun nedeni kalıtımdır. Bir karınca sürüsü diğer bir karınca gurubu ile öldüresiye savaşabilir. İnsanlık tarihi deri rengi farkı, inanç değişiklikleri, giyim ya da saç modeli ayrıcalıkları gibi ufak değişiklikler nedeniyle çıkmış savaşlar, baskınlar ve cinayetlerle doludur.

Bize oldukça benzeyen ama ufak farkları -örneğin üç gözü ya da burnunda ve alnında mavi tüyleri- bulunan bir yaratık yakınlık duygularımızı hemen frenler. Bu tür duygular bir zamanlar küçük kabilemizi düşmanlar ve komşular arasında koruyabilmek için gerekli uyarlanmış değerler olabilirdi. Ancak şimdi az gelişmişlik örneğidir ve tehlikelidir. 

Artık yalnızca tüm insanlara değil bütün canlılara saygı duyma devri gelmiştir. Nasıl bir başyapıt heykele ya da zarif bir şakilde donatılmış makinelere hayranlık ve saygı duyuyorsak... Ancak elbette, bizim yaşamımızı tehdit eden şeyleri görmezlikten gelemeyiz. Tetanoz basiline saygı göstermek için gövdemizi ona kültür yeri olarak sunamayız. Ancak, bu organizmanın biyokimyasının gezegenimizin tarihinin derinlerine uzandığını hatırlayabiliriz. Bizim serbestçe soluduğumuz oksijen, tetanoz basilini zehirler. Dünyanın ilk dönemindeki oksijensiz ve hidrojence zengin atmosferin altında bizler yokken tetanoz basili yaşıyordu.

Yaşamın tüm örneklerine saygı dünyadaki tüm dinlerin birkaçında, örneğin Hindu dininin bir kolunda (jainler) vardır. Vejeteryanlar da buna benzer bir duyguyu taşırlar. Ama, bitkileri öldürmek hayvanları öldürmekten niye daha iyidir?

İnsan yaşayabilmek için diğer canlıları öldürmek zorundadır. Fakat buna karşılık, başka organizmaları yaşatarak doğada bir denge sağlayabiliriz. Örneğin, ormanları zenginleştirebiliriz; endüstriyel ya da ticari değeri olduğu sanılan fokların ve balinaların katledilmesini önleyebiliriz; yararlı olmayan hayvanların avlanmasını yasaklayabilir, doğayı tüm canlılar için daha yaşanabilir duruma getirebiliriz.

Günün birinde uzak bir yıldızda milyarlarca yıl süren evrimden sonra gelişmiş, bize bedenen benzemeyen ancak bizim gibi düşünebilen yaratıklarla tanışabiliriz. Canlılarla özdeşleşme duygumuzun ufuklarını genişletmeliyiz. Yalnızca kendi gezegenimize ait yaşam biçimlerine değil geniş galaksimizin yıldızlarında yaşayan eksotik ve gelişmiş yaratıklara da aynı saygı ve hayranlığı gösterebilmeliyiz.

*
Carl Sagan

Pale Blue Dot / Soluk Mavi Nokta




Soluk Mavi Nokta, Dünyanın Voyager 1 sondası tarafından rekor uzaklıktan çekilen bir fotoğrafı. 

Fotoğraf, dünyayı uzayın sonsuzluğu içinde tek başına gösterir.

"Soluk Mavi Nokta", Carl Sagan'ın bu fotoğraftan esinlenerek 1994'te yazdığı kitabının da adıdır. 

Fotoğraf, 2001 yılında space.com tarafından en iyi on uzay fotoğrafından biri seçilmiştir.

Voyager 1 sondası, dış güneş sistemini incelemek maksadıyla ABD tarafından 5 Eylül 1977'de fırlatıldı. 14 Şubat 1990'da NASA, asli görevini tamamlamış ve artık Dünya'dan hayli uzaklaşmış olan Voyager 1'e yeni komutlar yollayarak Güneş Sistemi'ndeki tüm gezegenleri fotoğraflamasını sağladı. Gelen fotoğraflardan birinde, grenli bir siyah yüzey üzerinde uçuk mavi bir nokta görülüyordu. Bu, Dünya'ydı.

NASA web sitesine göre fotoğraf Dünya'dan 6,4 milyar km uzaklıktan çekilmiştir. Dar açılı bir objektif kullanılmış, mavi, yeşil ve mor filtreler takılmış, tutulum düzleminin 32° üstü hedeflenmiştir. Dar açılı objektifler, geniş açılı objektiflerin aksine, belli bir bölgeden ayrıntı görüntülemek için kullanılır. Dünya, fotoğrafta bir pikselden daha küçük bir alan (NASA'ya göre 0,12 piksel) kaplamaktadır.
Voyager, Venüs, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'ün de benzeri fotoğraflarını çekmiştir. Merkür'ün Güneş'e yakınlığı fotoğraflanmasına izin vermemiştir. Merih'in fotoğraflanması ise gün ışığının objektife girmesi nedeniyle mümkün olmamıştır. NASA, 60 kadar fotoğrafı bir mozaik şeklinde bir araya getirerek "Aile Fotoğrafı" dediği Güneş Sistemi resmini oluşturmuştur. *6,4 milyar km uzaklıktan Dünya, soldan sağa resmi geçen günışığı huzmelerinin birinin üzerinde, sonradan çizilen mavi dairenin ortasında, soluk bir mavi nokta olarak görülüyor. Huzmeler, güneşin fotoğraf karesine yakın olmasından kaynaklanmaktadır. Noktanın bir huzmenin üzerine denk gelmesi tesadüftür.

11 Mayıs 1996'da, Carl Sagan, bir konuşmada fotoğrafı yorumlamıştır:

Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde - bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.

Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.

Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.

Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer.

Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor, ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza.

Al Gore'un 2006 yapımı "Uygunsuz Gerçek" filminin son sahnesinde Soluk Mavi Nokta görülür. Gore, fotoğrafı küresel ısınmayı önlememiz gerektiğini vurgulamak için kullanırken Carl Sagan'ın sözlerini yineler: "Bu sahip olduğumuz tek şey".

kaynak: Wikipedia Pale Blue Dot maddesi.




Carl Sagan'ın masalsı sesinden Dünya:
 That's here. That's home. That's us...

<

Yıldızlar ve İnsanlar

Gezegenler ve yıldızlar insanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. İnsan ömrü onyıllarla sınırlı. Fakat bir güneşin ömrü ise yüz milyonlarca kat daha fazla. Madde yaşamdan daha eskidir. Dünya ve Güneş'in oluşumundan milyonlarca yıl önce dahi sıcak yıldızların içerisinde atomlar sentezleniyordu ve yıldızlar kendilerini imha ettiğinde atomlar uzaya dağılıyordu. Yeni gelişen gezegenler de bu yıldız kalıntılarından oluşur. Dünya ve her canlı, yıldız tozundan meydana gelmiştir. Ama yaşam, insan bakış açısına göre yavaş bir şekilde ilk okyanuslardaki moleküllerden ilk bakterilere doğru evrimleşti. Evrim kısa süreç içerisinde herkes tarafından anlaşılamaz, çünkü çok yavaş ve uzun bir süreçtir. 70 yıllık ömrü olan canlılar nasıl olur da 70 milyon yıllık süreci algılayabilir? Ya da 4 milyar? Tek hücreli hayvanların evrimleştiği süreçte dünyadaki yaşamın gelişimi yarı yola gelmişti. Size çok uzun bir süre gibi gelmeyebilir fakat yaşamın tüm temel kimyasal oluşumu bu süreçte tamamlandı. İnsan bakış açısını unutalım. Bir yıldızın oluşumu açısından bakarsak evrim yeni bir örgü ile şekillenerek yıldız tozundan dünyadaki yaşama hızla yol aldı. Evrimin birçok kolu soyun tükenmesi ile sonuçlandı. Birçoğu da kötürüm kalmıştır. Eğer olaylar biraz daha farklı gelişseydi, mesela; küçük bir iklim değişikliği, yeni bir mutasyon, ya da bir organizmanın tesadüfi ölümü sonucunda dünyadaki tüm yaşam tarihi tamamen değişebilirdi. Hatta belki de teknoloji üreten zeki yaşam formu gelişim sürecinde, insanlar yerine solucanlarda vücut bulurdu. Belki de gezegenin gelecekteki hakimleri ataları kabuklu hayvanlar olan canlılar olabilirdi. Ve insanoğlu hiç var olmayabilirdi. Bizim yerimizde çok farklı bir tür şu an atalarının kim olduğunu düşünüyor olabilirdi. Ama öyle olmadı. Canlıların gelişiminde özel bir çevre etkisi ve rasgele bir mutasyon döngüsü vardır. Dünyadaki yaşamın gelişimi için evrende tek bir zaman çizgisi söz konusu. Bunun sonucu olarak gezegenimizdeki baskın bir tür balıklardan bu güne geldi. Aynı süreçte ise birçok tür yok oldu. Eğer tarih biraz farklı gelişseydi; kaybolan türler bugünkü dünyaya hakim olabilirlerdi. Fakat nadiren de olsa soyu milyonlarca yıldır tükenmiş olarak bilinen bir türün sonradan yaşadığı keşfedilebiliyor. Örneğin "Coelacanth". 3.5 milyar yıl boyunca yaşam sadece suda devam etti. Ama nefes kesici bir maceradan sonra yaşam karaya çıktı. İşler biraz olsun farklı yürüseydi baskın türler halen okyanusta yaşıyor olur ya da farklı gezegenlere gitmek için uzay gemisi yapıyor olabilirlerdi. Bize kadar geçen süreçte, sürüngenler dinozorlar da dahil olmak üzere birçok başarılı tür ürettiler. Bazıları çok hızlı, çevik ve zekiydiler. Başka bir dünya ya da zamandan gelen bir ziyaretçi onları geleceğin hakimleri olarak düşünebilirdi. Fakat neredeyse 200 milyon yıl sonra, yeryüzünden silindiler. Belki de Dünya'ya çarpan büyük bir meteor kalıntılarını gökyüzüne saçarak, güneşi engelleyip dinozorların yedikleri bitkileri yok etmiş olabilir. İlk kez bir şeylerin ters gittiğini ne zaman hissettiler? Hayatta kalanlar da aynı sürüngen ailesindendi, fakat kuzenlerini yok eden felaketten sağ çıktılar. Yine de birçok tür bu arada yok oldu. Küçük tesadüfler günümüzdeki baskın türü değiştirebilirdi. 40 milyon yıllık süreçte bu küçük canlılar hiç dikkat çekmedi ama günümüzün memelilerine dönüştüler. Buna primatlar da dahil. 20 milyon yıl önce bir uzaylı gözlemci bu canlıları zeki, çevik, sosyal, ve meraklı olarak tanımlardı. Onların ataları bir zamanlar yıldız tozundan basit moleküllü, tek hücreli, okyanus tabanına yapışık poliplere, oradan da balık, amfibi, sürüngenlere ve küçük kemirgenlere dönüştüler. Sonrasında ise ağaçlardan inerek dik yürümeye başladılar. Büyük bir beyin geliştirerek araçlar geliştirerek, kültürlerini kurarak ateşe hükmettiler. Dili ve yazıyı keşfettiler. Tarım yaptılar. Metali işleyerek şehirler inşa ettiler. Ve sonuçta 5 milyon yıl önce geldikleri yıldızlara ulaşmanın yollarını araştırır hale geldiler.

Bizler yıldız tozundan ibaretiz...

Ve kendi özümüze dönme yolundayız. Zaman ve uzayın döngüsü, maddeyi inanılmaz bir şekilde
dönüştürüyor. Gezegenimiz muazzam bir kozmik dokumanın çok küçük bir ilmeği, bu yıldız kumaşı daha tamamen örülmedi. Uzaydaki muhtemel dünyalar o kadar fazla ki, tüm kumsallardaki kum tanesi
sayısından daha fazla. Ve bu dünyaların hepsi bizimki kadar gerçek. Her birinde kendi geleceğini şekillendiren döngüler mevcut. Sayısız dünyalar, sonsuz anlar uzay ve zamanın enginliğini yansıtıyor. Ve bizim küçük gezegenimiz, şu anda burada tarihin kritik bir dönüm noktasını yaşıyoruz. Bu gün dünyamızla olan ilişkimiz yüzyıllar boyu etkisini sürdürerek gelecek nesillerimizin kaderini belirleyecek. Kendi uygarlığımızı yok etmek de bizim elimizde, kendi türümüzü de. Bağnazlığımızın, açgözlülüğümüzün, aptallığımızın üstesinden gelemezsek, dünyamızı Klasik Dönem ile İtalyan Rönesans’ı arasındaki Karanlık Dönem'den de öte bir karanlığa mahkum edeceğiz. Fakat aynı zamanda sevgi ve zeka kapasitemizi teknoloji ve sağlık değerleri ile birleştirerek, zengin ve anlamlı bir yaşamı gezegenin her noktasına yayarak, evreni algılayışımızı yükseltip kendimizi yıldızlara taşıyabiliriz.


*
teşekkürler Carl Sagan,
insanlığa kazandırdığın kozmos bilinci için.
(1934 - 1996)

İnsanın Çok Kısa Tarihi

Gezegenimizin tarihinde oluşan basit bir kimyasal işlem sonucunda önemli bir olay gerçekleşti. İlkel çorbanın içerisinde pek çok molekül bulunmaktaydı. Bazıları bir taraflarıyla suya diğer taraflarıyla diğerlerine bağlıydılar. Bu onları birbirlerine sürükleyerek, sabun köpüğüne benzeyen küçük küresel koruyucu bir kılıf altında bir araya gelip yoğunlaşmalarına neden oldu. Kabarcığın içine ise DNA'nın ilk atası yerleşti, ve ilk hücre meydana geldi. Küçük bitkilerin evrimleşerek, oksijen verir duruma gelmeleri ise milyonlarca yıl sürdü. Fakat bu bizimle ilgili değil. Bakterilerin oksijeni soluyabilmeleri için bir milyar yıldan fazla zaman geçmesi gerekti. Çıplak bir nükleustan içinde nükleus olan bir hücre gelişti. Bu amip benzeri formlar bitkilerin ataları oldular. Diğerleri koloniler teşkil edip, içerideki ve dışarıdaki hücrelerine farklı fonksiyonlar kazandırdılar. Polip olup kendilerini okyanus tabanına sabitleyip beslenmek için suyu filtre ettiler, daha sonra küçük uzantılar geliştirip besinleri direkt ilkel ağızlarına götürebilecek tentaküller geliştirdiler. Bu gösterişsiz form, aynı zamanda derisidikenli ve iç organları gelişmiş bir kuzenimiz olan, denizyıldızlarının da atasıydı. Ama bizim kökenimiz denizyıldızı değil.  550 milyon yıl önce, filtre ederek beslenenler, daha etkin olan solungaç yarıklarını geliştirdiler. Bunlar ağaç kurtlarının atalarıydı. Diğeri ise larva safhasında serbestçe yüzüp, ergin safhada ise kendisini okyanus tabanına sabitleyen bir dala ayrıldı. Bazıları tüplerinin içinde yaşamayı seçtiler. Diğerleri ise larva safhasını yitirip tüm hayatları boyunca, serbestçe yüzebilen formları oluşturdular. 500 milyon yıl önceki atalarımız çenesi olmayan ve filtre ederek beslenen, küçük bir vantuz balığına benzeyen bir formdu. Bu küçük balıklar yavaş yavaş, göz ve çeneyi geliştirdiler. Balıklar daha sonra birbirlerini yemeye başladılar. Hızlı yüzebiliyorsan hayatta kalabiliyordun. Yemek için çenelerin varsa, suda solumak için de solungaçlarını daha rahat kullanabilirsin. Modern balıklar bu daldan geldiler. Yazın bataklık ve göller kurudu. Bazı balıklar yağmurlar gelene kadar idare etmesi için ilkel akciğerler geliştirdiler. Beyinlerini de geliştirdiler. Yağmur yağmadığı zamanlar kendini yandaki bataklığa sürüklemek oldukça faydalıydı. Bu oldukça önemli bir uyumdu. Kuyrukları olduğu halde ilk ikiyaşamlılar evrimle geliştiler. İkiyaşamlılar ilk başta başkalarının rahatça yiyebileceği bir yer olan suyun içine yumurtluyorlardı. Sonra harika bir yeni icat keşfettiler: yumurtalarının kabuklarını sert yapar ve predatörlerin olmadığı suyun dışına yumurtlarlarsa şansları artıyordu. Sürüngenler ve kaplumbağalar bu zamanda geliştiler. Pek çok sürüngen yumurtadan çıktıktan sonra suya geri dönmemeyi tercih ettiler. Bazıları dinozorları oluşturdu. Bazıları da tüylenip kısa uçuşlarla uçmaya başladılar. Dinozorların soyundan bugüne sadece kuşlar kaldı. Dev dinozorlar başka bir dalda evrimleştiler. Dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük etyiyicilerdi. Fakat 65 milyon yıl önce gizemli bir biçimde yokoldular.  Bu arada ilk dinozorlar ise başka bir dalda evrimleştiler. Annesinin karnında büyüyen yavrusuyla küçük telaşlı yaratıklar. Dinozorların yeryüzünden silinmeleri pek çok yeni türün gelişmesini sağladı. Doğan yavrularının hayatta kalabilmesi için, mutlaka anne veya babaya ihtiyacı olan marsupial ya da keseli hayvanlar gibi. Beyinleri hâlâ büyüyordu. Bu fare benzeri böcekyiyen memelilerin atası olabilir. Maharetlerini, çift görüşü ve daha büyük beyin geliştirmek için, bir kısmı ağaçlara gidip çevrelerini merakla incelediler, bir kısmı da babunları oluşturdu ki bu da bizimle ilgili değil. Maymunlar ve insanların atası ise çok daha sonra gelişti. Kemik, kas ve molekülleri dahi karşılaştırdığımızda, maymunlar ve insanlar arasında önemli bir fark göremeyiz. Atalarımız şempanzelerden farklı olarak ayakta durarak, ellerini serbest bıraktılar. Daha akıllı olup konuşmaya başladık. İnsan ailesi dalına paralel gelişen pek çok tür birkaç milyon yıl içinde ortadan yokoldu.  Beynimiz, ellerimizle bizler hayatta kalanlarız. İlk hücreden bize kadar kesintisiz bir bağdır bu.

Şimdi 4 milyon yıl süren insan evrimini
40 saniyeye sığdıralım:


from "Carl Sagan's Cosmos"

Kozmik Takvim

Evren 13,8 milyar yaşında. 

Tüm bu kozmik zamanı hayal etmek için onu tek bir takvim yılına sığdıralım.

Kozmik takvim, 1 Ocak'ta evrenimizin doğuşuyla başlar. O zamandan bugüne dek gerçekleşmiş olan her şeyi kapsar ki bu tarih bu takvimde 31 Aralık gece yarısı olarak gösterilmiştir. Bu ölçekte, her ay yaklaşık bir milyar yıl uzunluğunda. Her gün yaklaşık olarak 40 milyon yılı temsil ediyor. Şimdi gidebildiğimiz kadar geriye, evrenin ilk dakikalarına gidelim.

1 Ocak: Big Bang, yani Büyük Patlama. Bu zamanda geri gidebileceğimiz en uzak nokta şimdilik. Tüm evrenimiz, tek bir atomdan bile daha küçük bir noktadan doğdu. Uzay kozmik bir yangınla patlayarak evrenin genişlemesini başlattı ve bugün bildiğimiz her türlü enerji ve maddeyi ortaya çıkardı.Kulağa çılgınca geldiğini biliyorum ancak Büyük Patlama teorisini destekleyen çok güçlü gözleme dayalı kanıtlar mevcut. Bunlar arasında evrendeki helyum miktarı ve patlamadan geriye kalan radyo dalgalarının ışıması da var. Evren genişledikçe soğumaya başladı ve yaklaşık 200 milyon yıl boyunca her şey karanlıktı. Gaz yığınları kütleçekim kuvvetinin etkisiyle bir araya toplanmaya ve ısınmaya başladılar, ta ki 10 Ocak'ta ilk yıldızlar ortaya çıkana kadar. Bu yıldızlar 13 Ocak'ta ilk küçük galaksileri oluşturmak üzere bir araya geldiler. Bu küçük galaksiler, yaklaşık 11 milyar yıl önce yani kozmik yılın 15 Mart'ında bizim Samanyolumuz da dahil daha büyük galaksileri oluşturmak üzere birleştiler. Yüz milyarlarca güneş.


31 Ağustos: Kozmik takvimde Güneşimizin doğum günü 31 Ağustos, dört buçuk milyar yıl önce. Güneş Sistemimizdeki diğer gezegenlerle birlikte Dünya da, yeni doğmuş Güneş'in yörüngesinde dönen bir toz ve gaz bulutundan oluştu. Arka arkaya gelen patlamalar büyüyen bir enkaz topunu meydana getirdi. 

İlk bir milyar yıl boyunca Dünya ciddi anlamda dayak yemiş gibiydi. Yörüngede dönen moloz parçaları
sürekli çarpıştılar ve birleştiler ve sonunda bir çığ gibi büyüyerek Ayımızı oluşturdular. Ay bu şiddetli çağdan geriye kalan bir hatıradır.

21 Eylül: Küçük dünyamızdaki yaşam buralarda bir yerde 21 Eylül'de, yaklaşık olarak üç buçuk milyar yıl önce başladı. Yaşamın nasıl başladığını hala bilmiyoruz. Bildiğimiz kadarıyla Samanyolu’nun bir başka kısmından gelmiş olabilir. Yaşamın kökeni bilimin çözülmemiş en büyük gizemlerinden biridir.

9 Kasım: Bu tarihten itibaren artık yaşam nefes alabilir, hareket edebilir, beslenebilir ve kendi ortamına tepki verebilir haldedir. O öncü mikroplara çok fazla şey borçluyuz. Oh evet, başka bir şey daha var. Bu organizmalar seksi de keşfettiler. 17 Aralık ne gündü ama! Denizdeki yaşam gerçek anlamda bir sıçrayış yakalamış büyük bitki ve hayvanların çeşitliliği ile adeta patlıyordu. Tiktaalik karaya çıkmaya cesaret eden ilk canlılardan biriydi. Muhtemelen başka bir gezegene geldiğini düşünmüş olmalı. Ormanlar, dinozorlar, kuşlar, böcekler, hepsi Aralık ayının son haftasında evrimleşti.


İlk çiçek 28 Aralık'ta açtı.

Bu kadim ormanlar gelişip öldüler ve yüzeyin altında kaldılar, böylece kalıntıları kömüre dönüştü. 300 milyon yıl sonra biz insanlar bu kömürün çoğunu kendi medeniyetimize güç sağlamak ve onu tehlikeye sokmak için kullandık.

Şu anda kozmik takvime göre 30 Aralık saat 06:24

100 milyon yıldan daha uzun bir süre boyunca bizim atalarımız olan küçük memeliler ürkekçe ayak altından çekilirken, dinozorlar Dünya'nın efendileriydi. Bir göktaşı, bütün bunları değiştirdi.

Evren şu noktada bile 13,5 milyar yıldan daha yaşlı ama hala bizden eser yok. Bu takvimin temsil ettiği engin zaman okyanusunda biz insanlar kozmik yılın ancak son gününün son saatinde evrildik. 11:59 ve 46. saniyede. Kayıtlı tarihimizin tamamı son 14 saniyede gerçekleşti ve yaşadığını bildiğiniz herkes de o zaman diliminde yaşadı. Bütün o krallar ve savaşlar, göçler ve icatlar, savaşlar ve aşklar, tarih kitaplarındaki her şey burada, kozmik takvimin bu son saniyelerinde yaşandı. Ama kozmik zamanın böylesine kısa bir anını incelemek istiyorsak ölçeği değiştirmek zorundayız. Bizler, kozmosa yeni gelenleriz. Bizim kendi hikayemiz ancak kozmik yılın son akşamında başlıyor.

Yeni Yıl gecesi, saat 9:45: 3,5 milyon yıl önce sizin ve benim atalarımız ayağa kalktık ve onlarla yollarımızı ayırdık. İki ayak üzerinde durmaya başlayınca gözlerimizi artık yere sabitlemek zorunda değildik. Şimdi artık yukarıya merak içinde bakmakta özgürdük. İnsan varoluşunun çok büyük bir bölümünde şöyle yaklaşık 40 bin nesil boyunca birer gezgindik. Avcı ve toplayıcı gruplar halinde alet yaparak, ateşi kullanarak nesnelere isim vererek yaşadık. Bunların hepsini de kozmik takvimin son saatinde yaptık. Daha sonraki olayları kozmik yılın son gecesinin son dakikasını görebilmek için ölçek değiştirmemiz gerekecek.


11:59: Evrenin zaman ölçeğine göre o kadar genciz ki kozmik yılın son 60 saniyesine, yani bundan yaklaşık 30 bin yıl öncesine gelene kadar henüz ilk resimlerimizi bile yapmamıştık. Gökbilimini de bu dönemde icat ettik. Hatta, hepimiz gökbilimcilerin soyundan geliyoruz. Hayatta kalmamız, yıldızlardan
doğru anlamları çıkarmamıza, kışın gelişini ve yabani sürülerin göç zamanlarını tahmin etmemize bağlıydı. Sonra, yaklaşık 10 bin yıl önce yaşam tarzımızda bir devrim meydana geldi. Atalarımız yaşadıkları çevreyi şekillendirmeyi öğrendi; yabani bitki ve hayvanları evcilleştirerek toprağı ekip biçmeye ve yerleşik hayata geçmeye başladı. Bu, her şeyi değiştirdi. Tarihimizde ilk kez taşıyabileceğimizden fazlasına sahiptik. Bunların kaydını tutacak bir yönteme ihtiyacımız vardı.

Gece yarısına 14 saniye kala veya yaklaşık 6 bin yıl önce yazıyı icat ettik. Ve tahıl kilerlerinden fazlasının kaydını tutmaya başlamamız da fazla uzun sürmedi. Yazı yazmak bize, düşüncelerimizi saklama ve onları uzay ve zaman içinde çok daha uzaklara gönderme olanağı sundu. Bir kil tabletin
üzerindeki ufak izler ölümsüzlüğü yenmek için kullandığımız bir araç haline geldi. Dünyayı yerinden oynattı. Musa 7 saniye önce doğdu. Buda 6 saniye önce doğdu. İsa 5 saniye önce doğdu. Muhammed 3 saniye önce doğdu. İki saniyeden bile az bir süre önce Dünya'nın iki yarısı birbirini keşfetti. Ve kozmik takvimin ancak son saniyesinde doğanın sırlarını ve yasalarını ortaya çıkarmak için bilimi kullanmaya başladık. Bilimsel yöntem öyle güçlüdür ki bizi sadece 400 yılda Galilei'nin ilk kez bir teleskopla başka bir gezegene bakmasından Ay'a ayak izlerimizi bırakmaya kadar götürmüştür. Uzay ve zamana bakarak kozmosta nerede ve hangi zamanda durduğumuzu keşfetmemizi sağlamıştır.

Cosmos (2014)
Neil deGrasse Tyson

Evrenin ve Yaşamın Çok Kısa Tarihi

Size her şeyin başlangıcıyla ilgili bir öykü anlatayım. Yaklaşık 15 milyar yıl önce evrenimiz tüm zamanların en güçlü patlamasıyla meydana geldi. Evren genişledi, soğudu ve ışık zayıfladı. Enerji maddeye, çoğunlukla hidrojen atomlarına dönüştü. Ve devasa bulutları oluşturan bu atomlar bir gün gökadaları oluşturmak üzere birbirlerinden uzaklaştılar. Bu gökadalarda maddenin içinde gizlenen enerjiyi tutuşturan ve kozmosa ışık yayan ilk kuşak yıldızlar doğdu. Hidrojen atomları, güneşleri ve yıldız ışıklarını meydana getirmişti. O zamanlar, ne ışığı alacak gezegenler ne de göklerin parlaklığını takdir edecek canlılar mevcuttu. Ama yıldız fırınlarının derinlerinde nükleer füzyon daha ağır atomları yaratıyordu. Karbon, oksijen, silisyum ve demiri. Bu elementler, hidrojenin bıraktığı kül, daha sonra ortaya çıkacak gezegenlerin ham maddeleriydi. Başta, ağır elementler yıldızların kalbinde hapsoldu. Dev yıldızlar çok geçmeden yakıtlarını tükettiler ve ölüm sancıları içinde maddelerinin çoğunu uzaya geri bıraktılar. Yıldızlararası gaz ağır elementlerle zenginleşti. Samanyolu Gökadası'nda kozmosun malzemesi, ağır atomlarca zengin yeni yıldız kuşakları olarak geri dönüştürüldü. Yıldız atalarından bir miras. Soğuk yıldızlararası boşlukta büyük kontrolsüz bulutlar yerçekimiyle bir araya geldi ve yıldız ışığıyla karıştılar. Derinliklerinde ağır atomlar, kaya tozu ve buz parçaları ve karmaşık karbon temelli moleküller olarak yoğunlaştılar.


Fizik ve kimya kanunlarına uygun olarak hidrojen atomları, yaşamın malzemesini ortaya çıkardı. Öbür bulutlardaki daha büyük gaz ve toz toplulukları sonraki yıldız kuşaklarını meydana getirdi. Yeni yıldızlar oluşurken yoğunlaşan çok ufak miktarda madde, gezegenleri meydana getirecek kaya ve metal, buz ve gaz parçacıkları olarak yıldızların civarında çoğaldı. Ve yıldızlarası bulutlardaki gibi bu dünyalarda da yıldızların içinde pişmiş atomlardan imal edilen organik moleküller oluştu. Pek çok dünyanın gelgit havuzları ve okyanuslarında, moleküller güneş ışığı tarafından yok edilip, kimyayla bir araya geldi. Bir gün, bu doğal denemeler sırasında bir tesadüf eseri ortaya çıkan bir molekül kendisinin üstünkörü kopyalarını yapmaya başladı. Zaman geçtikçe, kendi kendini kopyalama daha doğru hale geldi. Daha iyi kopyalanan bu moleküller daha fazla kopya ürettiler. Doğal seçilim iş başındaydı. Karmaşık moleküler makineler evrim geçirmişti. Yavaş yavaş, belli belirsiz bir şekilde, hayat başladı. Organik molekül toplulukları tek hücreli organizmalara evrildi. Bunlar çok hücreli kolonileri üretti. Çeşitli parçaları uzmanlaşmış organları oluşturdu. Bazı koloniler kendini zemin tabanına bağlıyor diğerleri ise serbestçe yüzüyordu. Gözler evrildi, ve artık kozmos görebiliyordu. Canlılar karada kolonileşmeye devam ettiler. Sürüngenler egemenliklerini sürdürdüler bir süre fakat yerlerini yetenekli ve çevrelerine duyarlı, daha büyük beyne sahip sıcakkanlı yaratıklara bıraktılar. Alet yapmayı, ateşi kullanmayı ve dili öğrendiler. Yıldız maddesi, yıldızsal simyanın külleri bilinci ortaya çıkardı.



Bizler, kozmosun kendisini tanıyabilmesinin bir yoluyuz. Bizler, kozmosun yaratıklarıyız ve kökenimizi bilmeye ve evrenle olan bağlantımızı anlamaya açlık duyduk. Her şey nasıl oluştu? Bu gezegen üstündeki her kültür, evren tarafından ortaya atılan bilmeceye kendi farklı yanıtlarını verdi. Her kültür, hayat ve doğa döngülerini kutluyor. İnsan olmanın pek çok farklı yolu var. Fakat insan toplumları arasındaki farklılıkları inceleyen bir dünya dışı ziyaretçi bu farklılıkları, benzerliklere kıyasla önemsiz bulurdu. Biz tek bir türüz. Bizler yıldız ışığını hasat eden yıldız tozuyuz. Yaşamlarımız, geçmişimiz ve
geleceğimiz Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara bağlı. Atalarımız, hayatta kalmanın gökleri anlamakta yattığını biliyorlardı. Gökyüzündeki hareketlerle mevsim değişimlerini tahmin edebilmek için gözlemevleri kurdular ve bilgisayarlar yaptılar. Bizler, hepimiz gökbilimcilerin soyundan geliyoruz. Evrendeki düzenin ve doğa kanunlarının keşfi bugünü inşa eden bilimin temelidir. Kozmosu kavrayışımız tüm modern bilim ve teknoloji yıldızlardan doğan soruların izini sürüyor. Yine de, 400 yıl önce bile evrendeki yerimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Anlamaya giden bu uzun yolculuk olgulardan ve olağan dünyadan zevk almaya kararlı bir riayet gerekiyordu. Johannes Kepler şöyle yazmıştı: "Şakımak için yaratılan kuşların ötüşmekten keyif almalarında ne gibi yararlı bir gaye olduğunu sormayız. Benzer şekilde insanların, göklerin gizlerini kavramak için neden zihinlerini... meşgul ettiklerini sormamalıyız. Doğa olaylarının çeşitliliği çok fazla ve göklerde saklı hazineler insan zihninin taze besinden eksik
kalmayacağı kadar zengin bir düzendedir."



Her kültürde, her çağda kozmosla yeni bir şekilde karşılaşmak her çocuğun doğuştan kazandığı bir haktır. Bu bize olduğunda, derin bir merak duygusunu tecrübe ederiz. İçimizdeki en şanslılara,
bu heyecana bizi yönlendiren öğretmenler tarafından rehberlik edilir. Dünyadan keyif almak için doğarız. Önyargılarımızı gerçeklerden ayırt etmemiz öğretilir. Ardından, kozmosun gizemlerini çözerken yeni dünyalar keşfedilir. Bilim, pek çok kültürü kucaklayan ve kuşakları kapsayan toplu bir girişimdir. Her çağda, ve bazen en olasılık dışı yerlerde bile büyük bir tutkuyla dünyayı anlamak arzusu duyan insanlar vardı. Sonraki keşfin nereden geleceğini bilemiyoruz. Zihnimizde canlandırdığımız düşler dünyayı yeniden inşa edecek. Bu düşler imkânsızlıklarla başlayacak. Bir zamanlar, teleskoptan bir gezegeni görmek bile şaşkınlık vericiydi. Fakat biz bu dünyaları inceleyerek yörüngelerinde nasıl hareket ettiklerini anladık ve yakında Yeryüzü'nün ötesine keşif yolculukları yapmayı planlıyor, gezegen ve yıldızlara robot kâşifler gönderiyor olacağız. Biz insanlar köklerimize bağlı olmaya özlem duyarız, bu nedenle ritüelleri yarattık. Bilim bu özlemin başka türden bir ifadesidir. Bilim de bizi köklerimize bağlar. Onun da ritüelleri ve emirleri vardır. Tek kutsal gerçek, kutsal gerçeğin olmamasıdır. Tüm varsayımlar eleştirel bir gözle incelenmelidir. Kaynağı otorite olan fikirler değersizdir. Gerçeklerle çelişen her şey onlara ne kadar tutkuyla bağlı olursak olalım dışlanmalı ya da tekrar gözden geçirilmelidir. Bilim mükemmel değildir. Çoğu zaman kötüye kullanılır. Bilim sadece bir araçtır. Fakat sahip olduğumuz en iyi araçtır. Kendini düzeltir, durmadan değişir, her şeye uygulanabilir. Bu araçla imkânsızın üstesinden gelebiliriz. Bilimin yöntemleriyle kozmosu keşfe başladık. İlk defa, bilimsel keşifler geniş çapta ulaşılabilirlik kazandı. Makinelerimiz bilimin ürünleri artık Satürn'ün yörüngesinin ötesine geçti. Keşif için gönderilen ilk uzay aracı 20 yeni dünya keşfetti.

Dikkatli gözlemlere değer vermeyi, gerçeklere riayet etmeyi öğrendik, huzuru kaçırıcı ya da geleneksel bilgiyle çelişir gibi olduklarında bile. Canterbury keşişleri samimi bir şekilde Ay'daki bir çarpışmayı kaydettiler ve Anasazi halkı uzak bir yıldız patlamasını gözlemledi. Bizim için gördüler, nasıl biz de onlar için görüyorsak. Onların omuzları üzerinde durduğumuz için daha ilerisini görüyoruz. Onların bilgilerinin üzerine inşa ediyoruz. Araştırma özgürlüğüne ve bilgiye özgürce erişime güveniyoruz. Biz insanlar, tüm maddeyi oluşturan atomları bu dünyayı ve diğerlerini oluşturan kuvvetleri görebildik. Yaşamı meydana getiren moleküllerin kozmosta uygun koşullarda kolayca oluşacağını biliyoruz. Yaşamın kalbinde yer alan moleküler makineleri saptadık. Bir damla suda küçük bir evren keşfettik. Kan dolaşımını yakından inceledik, tepeden baktığımız fırtınalı gezegenimiz Yeryüzü'nü tek bir organizma gibi gördük. Diğer gezegenlerdeki volkanları Güneş'teki patlamaları keşfettik. Uzayın derinliklerinden gelen kuyrukluyıldızları inceledik, kökenlerinin ve alacakları yolun izini sürdük. Pulsarları dinledik ve başka uygarlıkları aradık. Biz insanlar, Sükûnet Denizi adı verilen bir yerdeki başka bir dünyaya ayak bastık. Bu, ilk adımları 3.5 milyon yıl önce Doğu Afrika'nın volkanik küllerinde korunan bizim gibi yaratıklar için şaşırtıcı bir başarıydı. Uzaklara yürüdük. Kozmik evrimin 15 milyar yıl evvel ortaya çıkardığı hidrojen atomlarının yaptığı bazı şeylerdi bunlar. Destansı bir efsane hissi uyandırıyor. Fakat kozmosun evriminin günümüz bilimince ortaya çıkarılmış basit bir açıklaması bu. Ve bizler kozmosun cisimleşmiş gözleri, kulakları, düşünceleri ve hisleri olan bizler, nihayet kökenimizi merak etmeye başladık. Bizler yani yıldız tozları 10 milyarlarca atomun organize birlikteliğinden oluşan yıldızların ve sonunda bilince varan maddenin evriminin uzun soluklu sürecinde anlam buldu, belki sadece Yeryüzü'nde, belki de tüm kozmosta. Bizim bağlılığımız türlere ve bu gezegenedir. Yeryüzü için "biz" konuşuruz. Hayatta kalma ve ilerleme mecburiyetimizi sadece kendimize değil, aynı zamanda bizi meydana getiren, bu kadim ve engin kozmosa borçluyuz.

Carl Sagan

SYMPHONY OF SCIENCE

 Bilim bu haliyle  daha zevkli, daha eğlenceli olmuş. Benim favori şarkılarım We Are All Connected, We Are Star Dust ve Our Place in the Cosmos. Türkçe altyazıları altyazı butonundan aktif hale getirebilirsiniz. Keyifli dinlemeler...

*



Au Revoir les Enfants (1987, Louis Malle)




Louis Malle'ın "Au Revoir les Enfants"ı (1987), bir iki hısım yapıtı çağırdı belleğimde. Jean Vigo'yu, Bresson'u, "400 Darbe"yi. Çocukların oynadığı, dünyalarının konu edildiği bir filmi gerçekleştirmek her babayiğidin işi değil: Ürpertici, sımsıkı bir yapıt Malle'ınki.

Sinema tarihinin 'unutulmaz' kategorisine sokulabilecek 'sahne'lerinden biriyle karşılaştım orada: Bir salona doluşmuş, II. Dünya savaşının en gergin döneminde (1944), Chaplin'in sessiz filmini izleyen çocukların yüzlerinde, peş peşe çevrilen neşe, hüzün, umut sayfaları, gözlerinde ayrı bir anlam dili kuran ışıklar, izlenen filmle çekilen filmin diyaloğu her antolojiye hak kazanacak güçteydi. Bir gün, en beğendiğim filmi değil de, bende, tutkulu bir izleyicide kalıcı iz bırakan belli başlı sinemotografik sahneleri, sekansları, kesit ya da anları kağıt üzerinde mimlemeliyim.

"Au Revoir les Enfast"a gelince, sinema salonundan insanı altüst olmuş uğurlayan filmlerden biri.

Sinema her durumda siyah-beyaz yapılmalı, kalmalıydı.


Enis Batur'dan 
Sinema Yazıları

Nietzsche'nin Yalnızlığı

Nietzsche'nin son mektuplarını (1887 - 1889), yaklaşık 21 aya yayılan son 'salim dönemi'nde yazdığı mektuplardan yapılmış seçmeyi Mekik ile ilgili olarak okurken, Safranski'nin kitabını notlarken, yalnızlık bağlamındaki çıkışları ister istemez dikkatimi çeldi. (Arada, 'iklim arayışı'yla ilgili cümlelerini mimlemeden edemedim - eski bir yazı tasarısı hortladı böylece).

Nietzsche'nin çöküşünde Ecce Homo sonrası kopuşunda yalnız kalışının yol açtığı yanıkların payı ölçülebilir mi? Lou'yla kopuşunun, o büyük hüsranın ardından tasfiyeyi hızlandırdığı tartışılmaz. Wagner 'sorunu'yla katlandığı unutulmamalı o soyutlanma, uzaklaşma, bağları yoketme isteğinin.

Bir o kadar da, saf yalnızlığı bir gereksinme haline getirdiği de. Overbeck'e, 14 Nisan (sic!) 1887'de gönderdiği mektubunda, artık Sils Maria'nın ve Nice'in kendisine elzem saydığı 'birincil ve yaşamsal koşulu' yerine getirmediklerini belirtiyor: 'Yalnızlık, derin dinginlik, mesafe (sic!), sorunlarımın dibine dek inmemi sağlayacak yabancılık (!) koşulu" - neden bu iki seçilmiş, yüceltilmiş noktada gerçekleşemiyor aradığı? Çünkü, buralarda teşhis edildiğini anlamış; dilediğince gözden uzak, silik kalamayacağını. önce Cenova, sonra, en sonunda Torino, iklim özellikleriyle olduğu kadar bu nedenle yeğleyeceği duraklar olacak.

Yaklaşık bir ay sonra, bu kez Malvida von Meysenburg'a bir mektubunda, hem yalnızlıklarını komşu kılmayı öneriyor, hem "en yalnız doğa kesitinin içindeki yalnızlığının tek tesellisi, ilacı" olduğunu belirterek, modern şehirlerin (Nice ve Zürih'in) kısa sürede kendisini nasıl sinirli, gamlı, bulanık, kabız, hasta kıldığını aktarıyor. Aynı mektupta, öte yandan, "yalnızlığa mahkum olduğunu" belirtmekle birlikte bunu 'misyon'uyla açıklıyor: İnsanlardan kaçınmak ve kimseye bağlanmamak" yaşamak anlamına geliyor artık onun için - başka türlüsünü düşünemiyor.

Gelgelelim, 1888 Temmuzunda gene Sils Maria'dadır; bir tür denge yitimi içinde Overbeck'e "Beni bir anlamda boğmaya çalışan bir yılan (sic!) cinsine karşı savunmadayım - bu, yalıtılmışlıktır". Yazdıklarının beklediği yankıyı getirmemesi ikinci, fazladan bir yalnızlık tabakasının üstüne örtülmesine getirmiştir: "Oyalayacak güçte herhangi bir şey bulma güçlüğü büyüyor. Zaman zaman, betimlenmez bir melankoli çöküyor içime." (aynı mektubun sonu). O günlerde, Meysenburg'a yazdığı bir başka mektup "etrafımda gerçekten tam bir boşluk oluştu" cümlesiyle başlıyor ve yazdıklarının karşılaştığı sağırlığın ağırlığını betimliyor.

Bu ne yaman çelişki diyenler çıkabilir, çelişki neresinde: Yapıtını ortaya koymak için süzme yalnızlığı gereksiniyor, ortaya çıkan yapıtın onu yalnız, yapayalnız, birbaşına bırakmasını değil. Sır'da sokulduğum "sıkıntı pathos"u farklı: Torino'da, son demlerinde bile müziğin, sözgelimi Carmen'in onu nasıl esrikleştirdiğini gözardı edemeyiz. Burada, boşluk, külliyen ses.

İkidebir, "bana erişen tek kelime olsun yok" demesi içimi paraladı. Hayvan sembolizmi yerleşiktir Nietzsche'nin yapıtında, hele ki Zerdüşt Böyle Buyurdu'da; ama onlara toptancı perspektifle yaklaşmaz, tersine, iyice ayrıştırır: Deve, aslan, yılan, kuş farklılaşmıştır yazısında. Birkaç kez 'hayvanlık koşulu'na dokunduğunu gördüm, bunlardan biri kendisini "yaralı bir hayvan" gibi "yeraltındaki yuvasında" saklandığını vurguladığı mektupta, biri de "insanı metafizik bir hayvan" kılanın müzik yapması olduğunu söylediği paragraftadır. (Ne dersiniz, Jacques, herşeye karşın, yazışmayı deneyelim mi?)

Yalnızlığın böylesi devirir.

Faunus and Boy (Pierre Klossowski)






* Mitolojide Faunus: Roma dininin en eski tanrılarından biri. Ficus'un oğlu ve Saturnus'un torunu olarak gösterilir. Adı 'qui favet" (iyilik eden, lütuf gösteren) anlamına gelen bu tanrı bir yandan sürülerin, tarlaların koruyucusu olarak Yunan etkisi altındaki tanrı Pan ile bir tutulmuş, öte yandan Roma'nın kuruluş efsanelerine karışmıştır... Klasik çağlarda Faunus bir tanrı olmaktan çıkmış ve Yunan Satyr'leri gibi keçi ayaklı, sakallı, boynuzlu yaratıklar olarak dağda, ormanda, su kenarlarında mypha'ları kovalar gösterilmişlerdir. (Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü)

Klossowski / Nietzsche


Klossowski, Nietzsche'nin son dönemini bir tür beyin / gövde karşıtlaşması olarak görür. Fizyolojik belirtileri (kahredici başağrılarını örneğin) bile bu temel zıtlaşmaya bağlıyor bir yerde. Araya yalnızlığını geriyor. Son on yıla pervasızlığıyla bakarken iki kaynağı eşelemeyi yeğlemiştir: Yayımlamadığı (Colli-Montirani'nin günışığına çıkardığı) dev fragman deposu ve mektuplar. Bir bakıma, arızanın derkenarda, periferide okunduğunu söylemiş oluyor - ayıklanıp seçilmiş, yapıt evresine geçmiş parçalardan çok.

Beyin / Gövde itişmesinde, yürüme eylemine bunca dikkat kesilmiş olduğuna ben dikkat etmemişim ya da önemsemeyerek unutmuşum. Kendime kaş çattım!

Yürüyerek düşündüğünü biliyordum oysa, Nietzsche'nin. Ayakta, ara dere durup, notlar alır, odasına döndüğünde hızla açarmış onları. Yazısı öylesine okunaksızlaşmış ki bir dönem, kendi bile sökemiyormuş harflerini, Gast'tan yardım alıyormuş. Walser'le koşutluk ortada - Mekik'te bunu vurgulamalıyım. (Wöfli'de de hız önemlidir).

Kurşunkalem (bunun Nietzsche'yle ilgisi yok), yeniden gündemime oturdu bu arada - Walser sayesinde. Yazboz'da doğru dürüst bir rol biçmemiştim ona: Olacak iş mi? (Bilge Karasu'da, Necatigil'de yeri büyüktür kurşunkalemin).

Klossowski, koyu yalnızlık bölgelerinde (yıllar yılı dinsel bir kovukta) yaşadıktan sonra canyoldaşıyla karşılaşmıştı. Gizli kapaklıların şahıdır. XX. yüzyılın en yoğun yazılarından birini kurdu. Bataille'dan Blanchot'ya, Caillois'dan, kardeşi Balthus'e, Deleuze'den, Foucault'ya ne 'takım'dır - son üç çeyrek yüzyılda böylesi bir çevre başka nerede kurulmuş olabilir?

Öte yandan, biribirilerini, Acephale dönemi hariç, çok sık görmüyorlar olsa gerekti. Yalnızlar, benzerlerinin varlığını bilerek huzur bulurlar, her dakika buluşup görüşerek değil.

Bak, kovuk konusu da yakıcı.

Pierre Klossowski (1905 - 2001)

photo: pierre berge, klossowski 1997

Eşler, sonra, dikkatli konuşmalı. 

Bir yasak cümlesi gibi görülebilir, değil: 'Kimsenin işine karışılmamalı' diyen de benim. Cümlem, demek ki bir dilek önermesine yaslanıyor; hepsi bu.

Simone de Beauvoir, Sartre'ın cinsel açıdan hiç de matah durumda olmadığını söylüyor. Bize Sartre'ın felsefesi, edebiyatı hakkında ne öğretiyor şu bilgi? Ola ki, düşünürün kendisinin de düşkün olduğu ruh-çözümsel okuma açısından ipucu verebilir - yanıltabilir de ama. Hem, yüzde yüz doğru mu bakalım, Beauvoir'ın saptaması; ikisinin ilişkisi açısından doğru olsa bile?

Bu örnekten hareketle, erkek erkek konusunda duyarlılık gösteriyor, denilecektir herhalde. Aynı cümleyi Beauvoir hakkında Sartre kurmuş olsa, görüşüm değişecek miydi?

Denise Klossowski'yle yapılmış bir söyleşi kitabı damarı açtı, içeride. Pierre Klossowski hakkında bilmediğim pek çok şey öğrendim, eşinin anlattıklarından. Bazı ayrıntılar yapıta ışık vuruyor şüphesiz; gelgelelim, loş olma ve kalma özelliğini de zedeliyor söz konusu yapıtın.

Denise, Klossowski'nin yapıtında, pek az yazar eşinin tuttuğu ölçüde bağlayıcı bir yer tutmuştu - hem anlatılarda, hem o dev karakalem ve renklikalem desenlerde. Roberte'in ta kendisiydi, metinlerde ve resimlerde. Denise, konuşurken, gerçekte bu sonuca direniyor. Klossowski'nin derin, okkalı fantazma evrenindeki figür ile gerçeğin, hakikatta ne denli uyuşmaz olduğunu vurgulamak istiyor. Görünüşte, alabildiğine haklı bir çıkış. Ama: Neden sonra? Klossowski, tıpkı kardeşi Balthus gibi, 90'ını geçmişti öldüğünde: Onca yıl boyunca 'çocuğu' üzmek istememiş! (Benzetme Denise Klossowski'ye ait).

 Dahası var. Kitaplarda, metin içinde hadi neyse; gerisini bilmesek, bir kurban statüsü çıkabilir oradan. Oysa resimler, fotoğraflar için poz verdiğini, filimde (Roberte) oynadığını unutamayız: Sapkın bir fantazmın ürününe dönüşmüş olmak, öbür uçta, Denise'in fantazmının eksenini de belirlemiyor muydu?

İki kardeşin dünyasında, cinsellik pédophilie çerçevesinde ele alınabilecek ölçüde tehlikeli sınırlara dayanıyordu. Balthus'ün tercihi küçük kızlara, Pierre'inki küçük oğlan çocuklarına yönelikti. Denise, kocasının, evlilikleri öncesinde ağır basan cinsel sapkınlıklarının yönünün değiştiğini, kendisini merkeze oturtan yeni bir çemberin doğduğuna inanmış anlaşılan. Ne zamana dek? Yaşı ilerleyince, Pierre'in iştahı gene geçmişteki eğilimlerine dönene dek. Onu frenlediğini, denetlediğini anlatıyor. Başka, özel sorunlarını da. Giderek, eşinin özgün yaratıcı kişiliğini bile satır aralarından satırlara sıçrayarak yargılamaktan geri durmuyor.

Denise Klossowski hayli çekmiş bir kadın. Toplama kampında ölümle yüzleşmiş, trajik darbeler almış, ardından Pierre gibi sıradışı biriyle hayatını paylaşmayı seçmiş, sonuna dek o tuhafın tuhafı dünyanın parçası olarak kalmış. 'Sıradışı' derken, Klossowski'nin yaratıcılığından hareket etmiyorum: Karakter özellikleri ve yaşam çizgisi, vurgu yüklediğim.

Bir biçimde o kapıdan içeri girmiş Denise, dediğim gibi çıkmamış da.

 Şimdi, yani sonra, fantazmagorik figür kılınışına diklenmek için biraz fazla geç kalmış sayılmaz mı?

Noksan
LVII


Pierre Klossowski'nin homoerotik çizimleri






Bacon's Arrow →


Pierre Klossowski'nin erotik çizimleri





13.12.2011