"Ara Olaylar"

Ölümünden beri Barthes’a neler oldu? Dikkat edilmesi gereken en az üç olay gerçekleşti. 1987’de, Barthes’ın yazınsal varisi konumundaki François Wahl, Barthes’ın adı altında lncidents başlıklı ince bir cilt yayımladı. Kitap iki çok kısa metin ve iki daha uzunca metinden oluşur; bu metinler, Wahl’ın ileri sürdüğüne göre, yazmanın ivedi olanı yakalama (“se saisir de l’immediat”) çabasını paylaşırlar. Wahl'ın  bu kitabı oluşturma kararı büyük ölçüde muhalefetle karşılaştı çünkü iki uzun metin İncidents ve Soirees de Paris, Barthes'ın en otobiyografik yazılarında bile ilan etmemeyi tercih ettiği bir şeyi dile getirmektedir: homoseksüelliğini. “Incidents” 1968 ile 1969’da gerçekleşen karşılaşmaların kısa anlatımlarını -çoğu birkaç tümce biçiminde- sunar; bu karşılaşmalarda Faslı oğlanlar ön plandadır. Andre Gide’in Kuzey Afrika’daki homoseksüel karşılaşmaları anlatan günlüğünden çok az etkilenen Barthes’ın metni anlatıdan kaçınır ve homoseksüel karşılaşmaları az ve öz parçacıklarla betimlemek yerine geçiştirir: “Mustafa şapkasına âşık. ‘Benim şapkam - onu seviyorum.’ Aşk yapmak için bile çıkarmaz kafasından." (Incidents) Barthes par Barthes “Incidents (küçük metinler, tek satırlar, haiku, notasyonlar, sözcük oyunları, tıpkı bir yaprak gibi düşen her şey)” başlığını taşıyacak bir kitap projesinden bahsetmekteydi; bu metnin söz konusu projeyle ilişkili olduğu kesindir. Ancak, “Incidents” olaylardan, sözcük oyunlarından, şakalardan ya da haikuyu biçimsel yönden bile andıracak notasyonlardan tamamen yoksun olduğu için, dikkatler ayrıntısız gözlemlerin ardında yatıyor olabilecek cinsel durumlara çekilmektedir.

Wahl'ın “Soirees de Paris” başlığıyla yayımladığı ama Barthes’ın “Vaines soirees" (Anlamsız Geceler) olarak değindiği günlük parçaları daha büyük ilgi gördü ve daha büyük dehşete neden oldu. Barthes’ın öldüğü yılın yaz mevsiminden kalma bu sayfalar fazlaca hiçbir şeyin gerçekleşmediği Paris akşamlarını anlatır: arkadaşlarıyla akşam yemeği yer, gidecek bir sinema arar, kafelerde dolanır, kararsızca delikanlıları takip eder ya da onların yaklaşımlarını can sıkıcı bulur, huzur içinde gazetesini okuyabilmek için yalnız bırakılmayı diler. Barthes daha önceleri “Deliberation” başlıklı bir denemede günlük konusu üzerinde düşüncelerini açıklamıştı: yayımlatma düşüncesiyle bir günlük tutmalı mıyım? Dezavantajları sıralar: günlüğün hiçbir “misyon”u, hiçbir gerekliliği yoktur; yazarını poz vermeye zorlar ve tüm önemsizliği, gereksizliği ve yapaylığıyla sürekli şu komik soruyu ortaya atar: “Ben miyim?” (Le Bruissement de la langue) Ama Barthes'ı günlük konusuna çekenin de bu dezavantajlar olduğu görülür. Olaysızlıkların notasyonu yazmanın “neredeyse olanaksız” bir biçimi halini alır, çekiciliğini reddettiği şeylerden alır: anlam, süreklilik, olay örgüsü, yapılandırma.

Ancak, pratikte, “Soirees de Paris" Barthes’ın onlarla geçirdiği gecelerin “boş” olarak nitelendirilmesi karşısında gücenen dostların bir ölçüde gizli tutulması (adlarının baş harfleri kullanılır) durumunda bile insanları taciz eder. Her şeyin ötesinde, amaçsızlığı kabul etmesi açısından çekicidir. Paris gecelerinden bıkan ve çekingen bir tavırla cinsel eşler arayan ünlü entelektüelin dokunaklı gösterisi kasvetli bir tonda sonlanır:

Üzerime bir tür umutsuzluk çöktü, içimden ağlamak geldi. Oğlanlardan vazgeçmem gerektiğini, ne kadar da açık bir biçimde gördüm, çünkü hiçbiri beni arzulamıyordu ve ben de onlara duyduğum arzuyu sergileme konusunda ya gereğinden fazla titiz ya da gereğinden fazla beceriksizdim; bunun kaçınılamaz bir gerçek olduğunu flört etmeye yönelik bütün çabalarım gösterdi - benim melankolik bir yaşantım olduğunu, sonunda bundan çok sıkıldığımı, yaşamımı ilgiden ya da umuttan yoksun bırakmam gerektiğini (...) Benim için geride dolandırıcılardan başka hiçbir şey kalmayacak. (Peki ama dışarı çıktığımda ne yaparım ben? Gözüme sürekli delikanlılar çarpıyor, hemen onlarla aşk yapmak istiyorum. Dünyamın bu görünümünün sonu ne olacak?) - Bir parça O. [Olivier’nin eve getirdiği genç bir arkadaş] için piyano çaldım, bunu benden istemesinin ardından, tam o anda ondan vazgeçtiğimi bilerek: gözleri ne kadar sevimliydi, ne de narin bir yüz, uzun saçlarıyla daha da bir narin: narin ama erişilemez ve esrarengiz bir yaratık, hoş yaratılışlı ama uzak. Sonra onu gönderdim, çalışmam gerektiğini söyleyerek, sona erdiğini bilerek, ve bir Olivier’den fazlasının bittiğini bilerek: tek bir delikanlının sevgisi. 

Kitap böyle sona erer: “artık delikanlılar yok” demek yerine tek bir delikanlının hissettiği ya da tek bir delikanlıya hissedilen sevgi olasılığından fazlasını istemeyerek.

*
Barthes (Kültür Kitaplığı 80)
Jonathan Culler


Neden arkamda en ufak bir gelecek kuşak bırakma isteği, peşimden gelecek en küçük bir iz bırakma isteği duyacakmışım, en çok sevmiş olduğum, en çok sevdiğim varlıklar da, ben ya da hayatta kalan birkaç kişi de gittikten sonra arkalarında bir şey bırakmayacaklarına göre? Benim, benden sonra, Tarih'in soğuk ve yalancı bilinmezliği içinde sürüp gitmemin ne önemi var, anneciğimin anısı, benden sonra ve onu tanımış olup da sırası geldiğinde ölecek olanlardan sonra sürmeyeceğine göre? 

Ben bir tek kendime ait bir "anıt"a sahip olmak istemem.

Yas Günlüğü'nden,
Roland Barthes

Arture 555, 556, 569, 630, 650 : Cesare Pavese



"Daha önce yanımda bir kadınla uyanmadığımı, sevdiğim kadınların beni asla ciddiye almadıklarını ve doyuma ermiş bir kadının erkeğe yönelen o minnettar bakışını görmediğimi söyleyebilir miyim sana, aşkım."

 Çabucak boşalıveren şu adam olarak doğmasa çok daha iyi olurdu. 
İntiharı haklı gösteren bir kusur bu.

İşte sevgili dostum Pavese'nin durumu. Yaşama Uğraşı'na kendisi tarafından korkunç bir açıklıkla verilen özeti! Tragedya mı, komedya mı? Bu konuda hiç doktora danışmadığına göre, ikisi birden diyebilirim.


"Aradığım şeyin, yalnızca daha önce gördüğüm bir şeyi görmek olduğunu açıklayabilir miydim birine? Yük arabaları görmek, ambar görmek, fıçı görmek, demir parmaklık görmek, hindiba görmek, mavi kareli bir mendil, su matarası, bir kazma sapı görmek olduğunu? Yüzler de hoşuma gidiyordu böyle, onları hep görmüş olduğum şekilde: kırışıklarla dolu yaşlı yüzler, güvercinlik biçiminde damlar. Benim için, mevsimler geçiyordu, yıllar değil. Rastladığım şeyler ve konuşmalar öncekilerle ne kadar aynı olursa, -kızıl sıcaklar, panayırlar, eski, dünyanın yaratılışından önceki hasatlar- o kadar haz duyuyordum. Çorbalar, şişeler, budama bıçakları, harman yerindeki ağaç gövdeleri için de aynı şey geçerliydi."


Henri Frederich Amiel (1821 - 1881)

22 Ocak Pazartesi
(sabah saat 9 30)

...

Uyum, sağlamlık ve devamlılıktan yoksunum, tüm atılımlarım gelgeç isteklerden başka bir şey değil. Aynı zamanda hiçbir yere varamıyorum. Günümün bir bütün oluşturması çok zor; haftam, ayım ve yılım hiçbir bütünlük oluşturmuyor. Tüm okumalarım, çalışma saatlerim, düşüncelerim ve istençlerim, bir piramit veya bir kolye bile oluşturmayı başaramadan ufalanıyorlar, dağılıyorlar ve taneleniyor. Anlamsız şeyler beni tüketiyor. Düzenlenmiş iki durum arasındaki vekillikte veya kısa bir okul tatilinde, yolculukta yapıldığı gibi yalnızca günü gününe yaşıyorum. — Akademideki derslerim ve özel günlüğüm olmadan, bir yıl içinde ne yaptığımı bile söyleyemem, gidiş çizgim o kadar rastlantısal, tuhaf ve kesik kesik ki; duygulara ve durumlara o kadar uyarak dalgalanıyorum ki, yaşamımı o kadar az yönetiyorum ki. Güçlerini ve etkinliğini belirli bir amaç için eğitmek; öngörülemeyenin istilasına karşı genel istencini savunmak; saatlerini düzenli bir şekilde kullanmak ve bir planı gerçekleştirmek, benim için her zaman bir özlem ve bir imkansızlık olmuştur. Bana ait istençler beni o kadar az ilgilendirirlerdir ki, önlerine çıkan en küçük şey onların önüne geçmeye hak kazanırlar, ve bu şekilde yaşam erteleye erteleye sürüp gider,


Gün, ay, yıl erteleyerek kaybedilir,  
Ve çocuk bir gün ak saçlarla uyanır!


Seçilen bir görev benim için her zaman, değeri olmayan ve hiçbir saygıya hakkı olmayan ve tamamen keyfi olan bir zevk ve kişisel bir kapris haline gelerek biter. Kendimi bağlamayı ve kararlarımın birinin önünde eğilmeyi bilemiyorum. Beni keyfince yönetmek, onu sanki bir ast gibi vesayet altına almak, yalancısı ve öğrencisi yapmak isteyen kendime gülüyorum. Bir eşitinin büyük havalarını ciddiye almak olanaksızdır. Kendim için ve dolayısıyla kendi üzerimde otoritem yoktur. Buradan disiplinsizlik, anarşi ve güçsüzlük ortaya çıkıyor. - Hiçbir zaman olumlu bir görevin ve bana bir zorunluluk yaratan açık bir üstünlüğün net görünümüne sahip olmadım; toplumsal durumum konusunda hiçbir açık bilince ve bunun sonucu belirli bir iddiaya, sınırlandırılmış bir tutkuya ve çok belirgin bir amaca sahip olmadım. O halde yaşamda saf bir hevesli, hiçbir üstünlüğe göz dikmeyen ve sorumsuzluğumdan turist olarak yararlanan, çok şeyde amatör biri olarak kaldım. — Bu durum kararsızlığımın bir sonucu, mutlak, mükemmel veya en azından en iyi olmayan her şeye karşı kayıtsızlığımın bir sonucu olmuştur. En iyi yapabileceğim şeyi bilmediğim için, buna keyfi olarak karar vermeye ve bu karara inanmaya çaba göstermedim. Ve böylece insan doğasının çeşitliliğini hissetmenin ve herkese sempatiyle ve düşlerle her şeyi yapmanın dışında amaçsız ve sürekli bir şeye karşı ilgisiz dalgalandım. Ruhun tam merkezinde birbiri ardına oluşan bu kesilmeyen diziye özenle eşlik etmek, mikrokozmosu ve içinde fiziksel ve ahlaksal dünyanın tüm hareketlerini izlemek, sabit bir şekilde yaptığım tek şeyin bu olduğunu zannediyorum. Psikolojiden daha iyi bildiğim bir şey yok. Bunda bile sonuca varamadım, yalnızca materyalleri, deneyimleri, algılamaları, sezgileri, eğilimleri toplayıp biraraya getirdim. — İstenç eksikliği tüm bu istidatları faydasız hale getiriyor ve yeteneklerinden sonuç çıkarma yeteneği olmadan bu yetenekler ha var ha yok. Yaşama sanatı yeteneklerini yönetme, entellektüel sermayeyi işletme ve güçlerini kullanma sanatını içerir. Kurnazlara olan antipatin, sanatın bu tarafını küçümsetti, yani akla başkaldırdı. Cezan güçsüzlük ve verimsizlik oldu. Yaşamın en iyisini düşlemekten vazgeçtin ve sana ayrılan tüm meyvelerin başkaları tarafından toplanmasına izin verdin. Kopma seni avuttu ama tüm arzu edilebilir iyiliği yapmanı ve söz verdiğini düşündüğün şeyi yerine getirmeni engelleyen bir yanlışlığa üzülebilirsin. İçsel kararsızlığına eklenen gizle kırgınlık onbeş yıldan beri seni yıkıma götürdü. İlk aşkının solduğunu gören kadın gibi, toplum tarafından dışlandığım, bağışık tutulduğunu, uzaklaştırıldığını zannettin ve o kadın gibi, yeni bir yanılgının elmasını dişlememek için artık yalnızca alçakgönüllülükle yaşayabildin. Erkeğin kaba ve egemen sertliğinden yoksun oldun. Kazanma gereksinimi, etkileme coşkusu, yönetme açlığı, yaşam gururu, ortaya çıkma ve kendini kabul ettirme tutkusu sende eksik olan şeyler. Kaygılanmadan ve başka birini ezmeden kabul edilmeyi, hoşlanmayı, beğenilmeyi, sevilmeyi istemiş olman gerekirdi; Çaba göstermek ve kendinden daha az kuşku duymak için teşvik edilmiş olmayı istemen gerekirdi. Duyarsızlık ve kötü niyet seni dilsizleştirdi. İyilikten başka bir şey yapmak istenilmediği zaman neden doğayı zorlamalı ve kendini beğenmişliği oynamalı? Bu durumda sen oyun alanının dışına çekildin. Erkek doğası uyarıcısını içinde taşırken kadın doğası bunu dışarıdan bekliyor. Ve bu anlamda kendimi kadın olmaya bıraktım. İstemediğin için sana bir şey verilmedi; bakirenin sakınımlılığını ve gururunu taklit ettin. Böylece bütün bu sakıncalar sıralanıyorlar. Hepsi, daha az bir erkekliğe benzeyen bir organizasyon boşluğuna, doğuştan gelen bir tür güçsüzlüğe bağlanıyorlar. Disiplin, enerji, direşme, gözüpeklik, tutku, ataklık ve uyarıcı eksikliği, hepsi aynı kapıya çıkıyor. Savunmacı, yoksun tarafta bırakıcı, savsaklayacı eğilim, kopma, düş kırıklığı, istenç eksikliğinin sonuçlarıdır. Çocukluğun çekiciliği, anneye özgü bir içgüdüdür. Ve buna rağmen, haksızlığa karşı öfkeyle, düşünce zevkiyle, inada karşı eğilmemezlikle ve başka birçok şeyle kendimi erkek olarak hissediyorum. Faydasız bir şey, önemsiz bir amaç, bir oyun olması koşuluyla dayanıklılığım sınırsız hale gelebilir. Bu durumda beni kötürümleştiren şey, kalbin hissettiği belirli bir aşılamaz tiksintidir, ama bu tiksinti kimin için, ne için? Beni oluşturan yaşam için ve belki de toplumun anladığı ve uyguladığı şekliyle olan yaşam için. Parçalanan ideal ve ölen umut, belki de hastalığımın gerçek adı budur, diğer bir anlatımla: sessiz ve derin düş kırıklığı, çabaların ve arzuların faydasızlığı duygusu, boyun eğen hareketsizlik, Budizm. Özümün dingin dalgalarının dibinde her zaman bulduğum yılan bu biçimde. Kendi üzerine kıvrılmış ve kendini yoketmeden tükenen bu yılan kuşkusuz kuşkudur, iyileştirilemeyen, yeniden doğan ve yokedilemeyen kuşkudur.

...

Benim için söylenen şu sözü anımsadım:

Kendisinden daha büyük bir düşmanı ve daha aşağılayıcı bir eleştirmeni yoktur.

Weekend (2011) Directed by Andrew Haigh
25 Şubat 1866, Pazar

çeşitli izlenimler: temiz meltem, gölün ve kıyılarının güzelliği, sade, pürüzsüz Alpler, yaşamın esnekliği ve başdöndürücülüğü. - Daha sonra anıların gelgiti, yılların kayboluşu duygusu, artan melankoli. Boğulan özlemlerin, uyanan sıkıntıların korosu, yazgıyla uyumsuzluk. Teslim olmak istemeyen gururun yeniden uyanan başkaldırısı. Özgür ve efendisiz bir insan olunduğu zaman, intiharın, durdurulmasının yol açtığı kemirilmeden çok daha kolay oduğunu farkettim. Bir kez daha bağımlılığın (aşkın istenen bağımlılığı hariç) benim için katlanılmaz olduğunu ve ufukta görünmesinin bile beni öfkelendirdiğini gördüm. İnsanlara karşı olan güvensizliğimin ve dünyaya olan uzaklığımın büyük ölçüde arttığını hissediyorum. - Bağımsızlığım babacan, hoşgörülü, uysal olmamı sağladı ama insanlardan baskı gördüğüm zaman bende oluşabilecek değişimi ölçmeye cesaret edemem. İçgüdümün neden bağımsızlığa sımsıkı sarıldığını anlıyorum. Bunun nedeni zevk değil, kaygıdır. Bu, yakındığım ve küçümsediğim insanlar gibi kıskanç, intikamcı, çıkarcı, açgözlü, zalim veya en azından basit hale gelme kaygısıdır. İyi ve sevimli bir insan olarak kalabilmeyi isterim, işte bu nedenle bir kez yaralandıktan ve kırıldıktan sonra içsel bir kangrene yolaçabilecek gururumu her tür saldırıdan koruyorum.


Gizli Günce

De Sade’ı okurken, sapıklığının kaynağını anladım. Başlangıcında, küçük bir aslana yapacağınız gibi, onu iyileştirirsiniz. Ama Tanrı sizi onun büyümesini beklemekten ve sonra da sadece onu küçükken gördüğünüz için zararsız olduğunu düşünmekten korusun.

N. gelirken sık bir şekilde zor anlar yaşıyor. Herhangi bir anda arzulanan kasılmalar vücudunda patlayabilir ama vücudu beklemenin gerilimine dayanamıyor ve onu tekrar Cennete itmem gereken büyük mağaraya giriyor. Ani ve şiddetli acıları daha uzun sürdükçe, en son kasılmaları zevkten çok acıyı daha da fazla andırıyor. Rahatlama getiren acı, bu zevkin tanımlarından biri değil mi? Bununla birlikte N. böyle bir acıyı, onu getirmek için harcadığım çabaları durdurmaya tercih ediyor.

Eğer bir kadın zevk ve acı konusunda sınırsızsa, acı için zevk duyabilir sonra zevk için acı çekebilir.

Bir defasında N. kasılmaların ulaşılmazlığının rahatsızlığıyla acı çekerken göğsünü ısırdım ve geldi. Dişlerimin izi sosyetenin erkeklerini mutsuz eden kapalı giysileri bir ay boyunca giymeye zorladı. Bundan zevk alıyorum, onu ısırıyor ve çimdikliyorum. Yakın bir zamanda tekrar yaptım. N. çıldırdı ve taşaklarımı diziyle tekmeledi. İki büklüm oldum ve ilk gecemizin anısı acıyla hücum etti. Sadece o zaman kasıtlıydı.

Korktu ve gereksizce telaş etmeye ve yüksek sesle bana yardım etmek için ne yapacağımı bilmeden ağlamaya başladı. Burada zeki bir karar verdi, kafasını göbeğime çekilmiş olan dizlerimin arasına soktu ve ona daha önce hiç vermediği kadar zevk verdi. Başlangıçta taşaklarımdaki ağrı ağır basıyordu ve onu ittirmemekten için kendimi zor tutuyordum. Sonra acı zevkle azalmaya başladı ama acı hâlâ vardı ve bu ona yeni bir renk veriyordu.

Hülyalı bir şekilde

“İşte senin De Sade’ın” dedim.

N. penisimi yanağının altına koyarak

" Ne? " diye sordu.

*
Aleksandr Puşkin
GİZLİ GÜNCE
1836 - 1837

DOĞA

Doğa, Şeytanın bayram yeridir, bütün iblislerin şenliğidir.

Doğada her şey erir. Nesneleri gördüğümüzü sanırız, oysa gözlerimiz yavaş ve sınırlıdır. Doğa uzun soluklar sonucunda çiçeklenir ve solar; okyanussu dalga hareketleriyle yükselir ve alçalır. Duygusal önyargılar olmaksızın kendini tamamıyla doğaya açan bir zihin, doğanın kaba maddeciliği ve huzursuz taşkınlığı içinde boğulacaktır. 

Antichrist (2009, Lars Von Trier)

Meyveyle yüklü bir elma ağacı: Nasıl da huzurlu, nasıl da pitoresk. Ama bir de bakışınızın önündeki insancıl filtreyi kaldırarak bakalım. Doğanın köpürüşünü, çılgın gibi hareket eden sperm baloncuklarının nasıl da biteviye fışkırıp, bu çürümüş ve gayri insani kıyımın ortasında patladığını tahayyül edelim. Bizleri birer cinsel varlığa dönüştüren kitonyen dünyanın kara büyüsü; Hıristiyanlığın ilk günah olarak tanımladığı ve bizleri arındırabileceğini iddia ettiği daemonik kimlik budur işte. Üreyen kadının Hıristiyanlığın evrenselleşmesine en büyük engel olduğunu Lekesiz Döllenme ve Bakire Doğum öğretileri aracılığıyla göstermek mümkündür. Kitonyen dünyanın doğurganlığı. Batı metafiziğine ve anneye rağmen kimlik arayışı içinde olan her erkeğin önünde duran bir engeldir. Doğa, varlığın kaynayıp fokurdayan aşırılığıdır.

Camille Paglia

DOĞA

Başlangıçta doğa vardı. Tanrı hakkındaki fikirlerimizin kendisinden çıka­rak ve kendisine karşı biçimlendiği arka plan olan doğa, en yüce ahlaki sorun olarak kalır. Doğaya karşı tutumumuzu açıklığa kavuşturmadıkça, cinsellik ve cinsiyeti anlamayı umamayız. Cinsellik doğanın bir alt küme­sidir. Cinsellik insanda doğal olanın ta kendisidir.

Yapay bir inşa olan toplum, doğanın gücü karşısındaki bir korunaktır. Toplum olmasaydı, doğa denen barbar denizin kasırgalarında perişan olur­duk. Toplum, doğa karşısındaki o aşağılayıcı edilginliğimizi azaltan, mi­ras alınmış bir biçimler sistemidir. Bu biçimleri tedricen ya da hızlıca de­ğiştirebiliriz, ama toplumdaki hiçbir değişiklik doğayı değiştiremeyecek­tir. İnsanlar, doğanın özel kayırmasına mazhar değildir. Biz insanlar, do­ğanın üstlerinde herhangi bir ayrım gözetmeden kudretini sergilediği çok sayıdaki türden biriyiz sadece. Doğanın bizim ancak birazcık farkında ola­bileceğimiz bir temel işleyişi vardır.

İnsani hayat, korku ve kaçışla başladı. Din, yatıştırma törenlerinden, azap verici unsurları teskin etmeye yönelik efsunlardan doğmuştur. Bugü­ne değin sıcaktan kavrulan ya da soğuktan donan bölgelere pek az toplu­luk yerleşmiştir. Uygar insan, doğaya ne kadar boyun eğmiş durumda ol­duğunu kendinden gizler. Kültürün görkemi, dinin yatıştırıcılığı dikkatini çeker, inancını kazanır. Ama doğanın herhangi bir kımıldanışı her şeyi tuz­la buz etmeye yeter. Yangınlar, seller, yıldırımlar, fırtınalar, kasırgalar, ya­nardağlar, depremler - her zaman her yerde hazır ve nazırdır. Felaketler iyiyi kötüden ayırmadan vurur. Uygarlaşmış hayatın bir yanılsama haline ihtiyacı vardır. İnsanın hayatta kalma mekanizmaları arasında en kuvvetli olanı, doğanın ve Tanrının nihai iyilikseverliği fikridir. Mevcut kültür, bu fikir olmadan korku ve umutsuzluğa geri dönerdi.

Cinsellik ve erotizm doğayla kültürün iç içe geçtiği buluşma noktası­dır. Cinsellik sorunu, feministlerin bir toplumsal uzlaşma nesnesine indir­gemesi nedeniyle, kabaca aşırı basitleştirilmiş oluyor: Toplumu yeniden düzenleyin, cinsel eşitsizliği ortadan kaldırın, cinsel rolleri arıtın, böylece her yerde mutluluk ve uyum hâkim oluverecektir. Bu noktada feminizm, son iki yüzyılın tüm liberal hareketleri gibi, Rousseau’nun mirasçısıdır.

Toplum Sözleşmesi (1762) şu sözlerle başlar: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur.” İyi huylu Romantik doğayı yozlaşmış top­lumun karşısına çıkartan Rousseau, toplumsal reformlar yoluyla dünyada cennetin yaratılabileceğini sanan on dokuzuncu yüzyıl ilerlemeci akımını üretmişti. Bu içi boş umutlar, iki dünya savaşının felaketleriyle yerle bir edildi. Fakat Rousseauculuk, çağdaş feminizmin kendisinden kaynakla­narak geliştiği 1960’ların savaş sonrası kuşağında, yeniden doğdu.

Rousseau, ilk günahı, Hristiyanlığın insanın kötülüğe teşne biçimde kirli ve suçlu doğduğu itikatından kaynaklanan kötümser anlayışını redde­der. Rousseau’nun insanın doğuştan iyiliğine dair Locke’tan kaynaklanan kendi düşüncesi, bugün ABD'de toplumsal hizmetlerde, ceza hukuku mevzuatında ve davranışçı terapi uygulamalarında hâkim etik durumdaki toplumsal çevreciliğin yolunu açtı. Bu anlayış, saldırganlığın, şiddetin ve suçun toplumsal yoksunluktan - yoksul bir mahallede kötü bir evde ya­şamaktan - kaynaklandığını varsayar. Dolayısıyla da, feminizm, ırza teca­vüzün suçunu pornografiden bilir ve kendi kendini doğrulayan döngüsel bir akıl yürütmeyle sadizm tezahürlerini kendisine karşı bir tepki olarak yorumlar. Ne var ki ırza geçme ve sadizm tarih boyunca bütün kültürler­de rastlanan vakalardır.

730 sf. 
Bu kitap, Batı edebiyatının önemli yazarlarından en az okunmuşu olan Sade’ın bakış açısını benimsiyor. Sade’ın, ilk büyük Rousseaucu deney olan ve politik cennetle değil, Terör Dönemi’nin cehenneminde sonuçla­nan Fransız Devrimi’nden on yıl sonra kaleme aldığı eserleri, hiciv tarzın­da yazılmış geniş kapsamlı Rousseau eleştirileridir. Sade, Locke’dan zi­yade Hobbes’un yolunu izlemiştir. Saldırganlık doğadan gelir; Nietzsche’nin güç istemi olarak adlandıracağı şeydir. Sade'e göre, doğaya dön­mek (cinsel danışma merkezlerinden lifli yiyecek reklamlarına, hâlâ kül­türümüze işlemeye devam eden Romantik zorunluluk) dizginleri şiddet ve şehvete bırakmak demektir. Bu görüşe katılıyorum. Toplum suçlu de­ğildir, ama suçu denetim altında tutan güçtür. Toplumsal denetim zayıfla­dığında, insan doğasında varolan bütün acımasızlık açığa çıkar. Tecavüzcü­yü yaratan toplumsal koşulların kötülüğü değil, esasen toplumsal koşul­lanmanın iflasıdır. İktidar ilişkilerini cinsellikten kapı dışarı etmeye çalı­şan Feministler, kendilerini doğaya karşı konumlandırmıştır. Cinsellik güçtür. Kimlik, güçtür. Batı kültüründe, sömürücü olmayan tek bir ilişki biçimi yoktur. Herkes hayatta kalmak için öldürmüştür. Doğanın evrensel kanunu olan yok ederek yaratmak, maddede olduğu gibi düşüncede de iş­ler. Kimlik, Nietzsche’nin vârisi Freud’un ileri sürdüğü gibi, kimlik, ça­tışmadır. Her kuşak sabanını ölülerin kemikleri üzerinde sürer.

Arture 277 " SADE HALÂ KURBAN ! "

Etkiler, 1982, 

"Sade is still the victim!"

  Yüksel Arslan

→ SADE

Doğa

Cinsellik nesnesi, sanat eseri, kişilik: Batı deneyimi hücresel ve bölücüdür. Doğanın sürekliliği ve akışı üzerinde belirlenmiş bölgelerin haritasını bize dayatır. Bizler doğaya karşı birer ritüel kalkan işlevi gören Apollonik sınırlar çizdik; karmaşık kriminal kodlarımız ve ihlâlin incelikli erotizmi gibi. Cinselliğe ve topluma dair radikal eleştirilerin zayıf noktası, daemonik doğasına hükmedebilmek için cinselliğin ritüel bağlara ihtiyacı olduğunu ve toplumun baskısının cinsel hazzı artırdığını fark edememiş olmaktır. Çıplak yaşayan bir koloniden daha az erotik bir şey yoktur. Arzu, ritüel kısıtlarla yoğunlaşır. Sado-mazoşizmin maskeleri, koşumları ve zincirleri bunun içindir. (Camille Paglia)

KİNSEY

Kinsey rolünde Liam Neeson, (2004, dir: Bill Condon) 

İnsanoğlu her tür cinsel dışavuruma müsaittir. Her seksin aşkla kutsanması, duygularla zenginleşmesi gerekmez. Çoğu insan, cinsellikte yaptığı şeyin herkes tarafından yapıldığını düşünür. Ya da yapması gerektiğini. Fakat neredeyse bütün cinsel sapkınlık adı verilen şeyler biyolojik normallik sınırlarında kalmaktadır. Örneğin, mastürbasyon, ağız cinsel organ teması ve homoseksüel faaliyetler insanoğlu dâhil bütün memelilerde sık rastlanan şeylerdir. Toplum bu tür faaliyetleri ahlaki açıdan kınamaktadır. Oysa bunları "gayri tabii" nitelemek gülünçtür. Fakat yaratılışın ilk kitabına ve halkın görüşüne göre bir tek doğru cinsel denklem vardır: Erkek artı kadın eşittir bebek.





Bunun dışındaki her şey ahlaksızlıktır. Fakat sırf bu sınıftaki erkeklerin orgazm kayıtları. toplumsal kısıtlamaların etkisizliği ve biyolojik ihtiyaç zorunluluğunu kanıtlamaktadır. Neden bazı inekler hat safhada seks ister de diğerleri sadece yerinde durur? Neden bazı erkekler haftada 30 kez orgazm olurken bazıları hiç olmaz? Çünkü herkes farklıdır. Esas sorun çoğu insanın birbiriyle aynı olmak istemesidir. Bu insanlık halinin temel açısını basit bir şekilde görmezden gelmek onlara daha kolay gelir. Grubun bir parçası olmaya o kadar isteklidirler ki orada bulunmak için kendi doğalarına ihanet ederler. Eğer hoşa giden ve kuvvetle arzu edilen bir şey yasaklanırsa anında bir takıntıya dönüşür.

Bunu bir düşünün.

Alfred Kinsey
(1894 –  1956)

Kadın ve Doğa









Doğa, şeytanın kilisesidir.


-Kötülük insanoğlunun doğasında varsa 
dolayısıyla kadının doğasında da mı var?


- Dişinin doğası



- Kadın ırkının doğası... Kadınlar bedenlerini yönetemez. Doğa yönetir. Kitaplarımda da yazdım bunu.


- Araştırmalarında kullandığın kitaplar kadınlara yapılan kötü şeylerle ilgiliydi, ama sen bunların kadınların kötü olduklarına dair kanıt olarak mı anladın? Olayı eleştiren tarafta olmalıydın, tezinin konusu buydu. Benimseyen tarafta olmamalıydın, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?








...

- Ratisbonne'un rahibeleri dolu bile yağdırdı.





Antichrist, 2009, Lars Von Trier

*
Yazı: Camille Paglia

Kadının doğa ile özdeşleştirilmesi... Bunda hakikat payı var mıydı? Feminist okuyucuların çoğu buna katılmayacak ama ben bu özdeşliğin bir mit değil, gerçek olduğunu düşünüyorum. Felsefi gelenekler, bilim, sanat, atletizm ve politika erkeklerin eseridir. Fakat Prometheusçu çatışma ve zaptetme yasası gereğince kadın, istediğini alma ve erkeklerle erkeklerin kendi kurallarına göre rekabet etme hakkına sahiptir. Gene de, kendinde ve erkeklerin onunla olan ilişkilerinde değiştirebileceklerinin bir sınırı vardır. Her insan doğa ile mücadele etmek zorundadır. Fakat, doğanın yükü genellikle tek bir cinsin sırtına yüklenmiştir. Şansı varsa, bu kadının başarısını; kısaca erkeklerin yarattığı toplumsal mekândaki eylemlerini sınırlamayacaktır. Fakat erotizmi, yani toplumsal mekânla örtüşebilen, ama onunla özdeş olmayan cinsel mekândaki hayali hayatlarımızı sınırlamak zorundadır.

Doğanın döngüleri kadının döngüleridir. Biyolojik kadınlık, aynı noktada başlayıp biten bir dairesel dönüşler sıralanmasıdır. Kadının merkeziliği ona bir kimlik istikrarı atfeder. Olmak zorunda değildir, sadece var olması yeterlidir. Kadının merkezî konumu, kimlik arayışında yoluna çıktığı erkek için ciddi bir engeldir. Erkek, kendini bağımsız bir varlığa dönüştürmeli, kısaca kadından bağımsız olmalıdır. Şayet bağımsızlığı başaramazsa, kendisini yeniden kafesinde bulacaktır. Anne ile yeniden bir araya gelmek, imgelemimiz için tehlike çanlarının çalması anlamına gelir. Bir zamanların hiç bozulmayacakmış gibi görünen mutluluğu, şimdi yerini çekişmeye bırakmıştır. Doğumun travmatik ayrılığından önceki hayata dair soluk anılar, kayıp altın çağın Arkadyen fantezilerinin kaynağı olabilir. Batı düşüncesine göre tarihin geleceğin yolunu açan bir hareket, [İsa’nın yeniden doğumu,] İkinci Geliş eşliğinde en yüksek noktasına ulaşacak ilerlemeci ya da Tanrısal bir tasavvur olduğu görüşü eril bir tasarıdır. Bana kalırsa, böyle bir düşünceyi bir kadın ortaya koymuş olamaz, çünkü bu, erkeğin yakalanmaktan ölesiye korktuğu, kadının döngüsel doğasından kurtulma stratejisidir. Evrimsel ya da kıyametsel tarih, erkek iradesinin mutlu sonla, fallik dorukla sonuçlanan dilekler listesidir.

İster aşkın, ister tarihsel yoldan olsun, kadın, doğal döngüden kurtulmanın hayalini kurmaz; çünkü kadın döngünün kendisidir. Cinsel yetişkinliği ay ile evliliği anlamına gelir; ayın evreleri ile birlikte parıldar ya da sönükleşir. Ay (moori), ay (month), aybaşı (menses): Aynı sözcük, aynı dünya. Eski insanlar kadının doğanın takvimine iptal edemeyeceği bir randevuyla bağlı olduğunu biliyorlardı. Özgür iradeden aşırı gurura, oradan da trajediye ulaşan Yunan modeli bir eril dramadır, çünkü kadın (yakın zamana kadar) özgür iradeye inanmamıştır. Kendisi özgür olmadığından, bir özgür iradenin olmadığını bilir. Onun rıza göstermekten başka bir seçeneği yoktur. Anne olmayı istese de istemese de, doğa onu doğurganlık yasasının kaba, değiştirilemez ritminin boyunduruğu altına sokar. Menstrüal (âdet) döngüsü, doğa durmasını emredene dek işlemeye devam edecek bir çalar saattir.

Erkeğinkilere göre çok daha karmaşık olan kadının üreme organları hâlâ tam olarak anlaşılamamıştır. Orada her şey ters gidebilir ya da düzgün gittiği takdirde bile gerilimlere yol açabilir. Batılı kadın kendi bedeniyle kavgalı bir ilişki içindedir: Kadın için, biyolojik normallik bir ıstırap, sağlık bir hastalıktır. Aybaşı ağrılarının bir uygarlık hastalığı olduğu iddia edilir: çünkü kabile kültürlerinde kadınlarda aybaşı şikâyetleri son derece seyrek görülür. Elbette kabile hayatında kadının kapsamlı ya da kolektif bir kimliği vardır; kabile dini, doğayı yüceltir ve kendini de doğaya göre düzenler. Doğayı geliştirmeye ya da alt etmeye çalışan ve kendini bireyselliği çerçevesinde gerçekleştirmeyi model alan Batılı toplumdur; dolayısıyla kadının içinde bulunduğu konumunun katı gerçeklerinin sancılı bir açıklıkla kendini gösterdiği toplum da, yine Batı toplumudur. Kadının doğayla, yani kendi bedeninin inatçı fiziksel yasalarıyla olan mücadelesinin şiddetini, imgeleminin gelişmesi ve bireysel bir kimlik ve özerklik amacı belirleyecektir. Ve nihayet doğa da kadını daha fazla cezalandırmaya başlar: Özgürleşmek için meydan okuma, çünkü bedenin senin değil!



KİNSEY (2004, Bill Condon)


- Bu senin derecelendirmen mi? Sıfırdan altıya mı?

( Kinsey) - Sıfır aşırı derecede heteroseksüel... altı aşırı derecede homoseksüel. İnsanların çoğu ortalarda bir yerde.

- Bunun doğru olduğunu nereden biliyorsun?

( Kinsey) - Sağduyu. Hatırlasana, heteroseksüel hikâyelerimizin
yaklaşık üçte birinin homoseksüel faaliyetleri de olmuştu,
ya da tam tersi.


- Doğru. Sanırım ben 3
seviyesindeyim öyle mi?

( Kinsey) - Senin cinsel geçmişine göre
doğru diyebiliriz.

- Peki ya sen?


( Kinsey)  - 1 ya da 2'deydim. Yine de bunu fark etmek
uzun zamanımı aldı.

- Peki şimdi?

( Kinsey)  - Muhtemelen 3






S/A/D/E


Rousseau’nun yalın doğa teorisinin bir nedeni, Fransız yazınında doğanın tehlikelerine işaret edecek bir Faerie Queene'in yokluğudur. Bunun so­nucunda, Rousseau'nun iyimser umutlarını sınamak üzere bütün dehşetle­riyle Sade görünür. Spenser'in bütünselliğine, ancak Rousseau ve Sade birliği denk gelir. Spenser ve Sade daemonizmi cinsellikte ve doğada bu­lur. Marki de Sade (1740-1814), üniversite müfredatlarındaki yokluğuy­la, liberal insan bilimlerinin yüreksizliğini ve riyakarlığını açığa vuran, büyük bir düşünür ve yazardır. Batılı geleneğin eğitimi Sade olmadan ek­sik kalmaya mahkumdur. Sade, tüm sevimsizliğiyle birlikte yüzleşilmesi gereken bir yazardır. Gerektiği gibi okunduğunda komik bile bulabilece­ğimiz bir yazar. Satır satır Rousseau’yu hicveden Sade, Darwin, Nietzsche ve Freud'un saldırgan teorilerini önceden haber verir. Muhafazakar ve liberal hükümetler tarafından mahkum edilen Sade, yirmi yedi yılını hapishanede geçirmiştir. Kitapları yasaklanmış, ancak on dokuzuncu yüzyıl­da sınırlı özel baskılarla avant-garde Fransız ve İngiliz yazarlara ulaşabilmiştir. Sade'ın toplu eserlerinin güvenilir, eksiksiz baskıları için II. Dün­ya Savaşı sonrasını beklemek gerekmiştir. Fransız entelektüelleri onu Jean Genet üslubunda, eşcinsel bir hırsız ve hapishane kuşu azılı bir şair ola­rak bağrına bastı. Yine de Sade, Amerikalı akademisyenlerin bilincinde Çok az gedik açabildi. Liberal nezdinde onda kabul edilmesi daha zor olan cinsellik değil, şiddettir. Sade için cinsellik şiddettir. Şiddet, doğa ananın otantik ruhudur.

Sade bir geçiş dönemi figürüdür. Onun aristokrat sefihleri Laclos'nun Tehlikeli İlişkileri (1782) gibi on sekizinci yüzyılın dünyevi roma­nına aittir. Fakat Sade'ın enerji, içgüdü ve imgeleme atfettiği değer, onu doğrudan Romantisizmle ilişkilendirir. Blake, Wordsworth ve Coleridge ile aynı yıllarda yazan Sade, Rousseau'daki cinsel kimliğin alanını geniş­letirken, bir yandan da cinselliği pagan eylemin bir tiyatrosuna dönüştü­rür. Evrenin yasası ya da en değerli pagan hakikat, aşk değil kaba kuvvet­tir. Sade'ın daemonik doğa anası Asyalı Kibele'den bu yana gelmiş geçmiş en kanlı tanrıçadır. Rousseau Ulu Anaya yeniden hayat verirken, Sade onun gerçek yüzü olan zalimliği yeniden canlandırır. O, Darwin’in diş­lerinden ve pençelerinden kan damlayan doğasıdır. Rousseau'nun düstu­ru, en yalın haliyle doğayı takip etmektir. Sade, Yatak Odasında Felse­fe'de (1795) acımasızca sırıtarak, “Zalimlik doğal olandır." tespitini yapar. Justine'de (1791) doğayı bizim “ortak anamız” olarak adlandırır. Bu ka­dın, Sade’ın dünyasını yöneten bir zorbadır: “Hayır, Tanrı yoktur. Doğa kendine yeterdir; kesinlikle bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur.” Sade’ın üstün kadın karakteri olan Ulu Ana, her şeyin başlangıcı ve sonudur.

Sade'ın kutsal ayinlerinde, kural ve sınır tanımaz haz düşkünleri kam­çılayıp, ırzına geçip, iğdiş ettikleri kurbanlarının etlerini çiğ çiğ yiyip kan­larını içerler. Aztek rahipleri gibi insanları canlı canlı kesip, hala atmakta olan kalplerini çıkarırlar. Kibar Fransız aristokrasisinin bir ürünü olan Sa­de, kendi kültürünü ilkelleştirir ve dekadanlaştırır. Cinsel eylemler, cin­selliğin gizlediği vahşiliği teşhir etmek adına saldırı ve sakatlamalarla bir­likte gerçekleşir. Freud’da olduğu gibi cinsellik güdüsü ahlaki karmaşa ve tekbencilik anlamına gelir. Rousseau'nun Julie'sini, Juliette (1797) ile cevaplayan Sade, şehvetten, “O, talep eder, yıldırır, ezer.” diye söz eder. Cinsellik iktidar demektir. Cinsellik ve şiddet öylesine iç içe geçmiştir ki, cinsellik cinayet, cinayet de cinsellik demektir. Bir kadın şöyle seslenir: “Cinayet bir çeşit erotik bir etkinlik, onun aşırılıklarından sadece birisidir. İnsan zevkin doruğuna sadece şiddetle erişir". Orgazm bir şiddet patla­ması, “birleşme esnasındaki davranışların, öfkeye kapıldığımızda sergile­diğimiz davranışlarla benzerlik göstermesinde olduğu gibi” doğanın amacını işaret eden “bir tür öfke halidir". Freud, bir bebeğin anne ve babası­nın cinsel birleşmesine ilk kez tanık olduğunda, erkeğin kadına zarar ver­diğini düşündüğünden söz eder. Sade, Rousseau’nun geçmişe dair yol ha­ritasını yeniden çizer: Rousseau’daki erotizmi şekillendiren Rousseaucu bir şefkat değil, Sadecı boyun eğmedir. Kırbaçlanan sekiz yaşındaki ço­cuk, Sade tapıncının bir çömezidir.

Sade, Rousseau ile hesaplaşmasını Hıristiyanlık ile hesaplaşmasıyla birleştirir. Açık biçimde etkilemiş olduğu Nietzsche gibi o da, Hıristiyan­lığın zayıf ve dışlanmışlara olan eğilimine saldırır. Düşmüşleri korumayı sürdüren Hıristiyan merhameti "doğal düzeni bozar ve doğal yasayı ken­di amaçları için kötüye kullanır”. Üstünlüğü hak eden güçlü olandır. Sade, İsa ve Rousseau’nun tersine, yardımseverliğin ve "ahmakların insaniyet diye tarif ettiği şeyin Doğa ile bir ilgisi olmadığını”, aksine “bunların uy­garlığın ve korkuların meyveleri" olduğunu söyler. Hıristiyanlığın kurucu­su olan şahsiyet “zayıf bir kişi”, "zavallı bir tıfıldır". Sade, Hıristiyan cö­mertliğine ve Rousseau’nun eşitlik ve kardeşlik anlayışına duygusal ku­runtular oldukları gerekçesiyle yüz çevirir. Bir filozof toplumsal ve ahla­ki yükümlülüklerle ilgilenmez: "O evrende bir başınadır." Romantik bir şekilde benliğe yoğunlaştığından, Sade’in sefihleri aşkın ya da dostluğun yaşamasına asla izin vermezler. Sadakat, suç ortakları arasındaki geçici bir anlaşmadır.

İnsanlığın evrende özel bir statüsü yoktur. Sade sorar: “İnsan kimdir? Onunla dünyanın öbür bitkileri arasında, öbür hayvanları arasında ne fark vardır? Açık ki. hiç.” Bu görüş insanı organik doğa ile hemhal eden kla­sik Dionysoscu görüştür. Musevi-Hıristiyanlık insanı doğanın üstüne yer­leştirirken, Darwin gibi Sade da onu doğanın tahakkümüne boyun eğen hayvanlar alemine geri gönderir. Bitkiler alemine de: İnsanın ruhsuzdur, “mutlak anlamda maddesel bir bitkidir.” Ve mineraldir: Juliette'e göre; “İnsan Doğa’nın kölesinden başka bir şey değildir; Doğa’nın çocuğu bile değildir; onun köpüğü, ondan arta kalan bir tortudur sadece". Rousseau’nun doğa anası, oğlunu kucağında sevgiyle pışpışlayan Hıristiyan Madonna’dır. Sade'ın doğa anası ise çenelerinden sperm ve salya akan bir ca­navar, pagan bir yamyamdır.

Sade'ın evreninde insanın hiçbir üstünlüğü olmadığı için insan eylemi de “özünde ne iyi ne de kötüdür”. Doğanın bakış açısından evlilikteki cin­selliğin tecavüzden farkı yoktur. Sade insanın cömertliğinin gerçeklikle çelişen bir ütopyayı içerdiğini kanıtlamak adına tarihteki bütün kültürle­rin, hatta dinlerin gerçekleştirdiği zulümlerin bir dökümünü yapar. Frazer'ı önceleyen antropolojik eşzamanlılığı, cinsel ve kriminal kodların gö­receliliğini gözler önüne serer. Şaşırtıcı ama, Sade'ın sivil ve tanrısal yasaları reddetmesi kaosla sonuçlanmaz. Ahlaksızlar, güçlü ile zayıf, efendi ile köle ayrımı üzerine şekillenen katı ve doğal bir hiyerarşik yapı inşa ederler. Juliette'in Suç Ortaklığı ya da Sodom'un 120 Günü/'ndeki Sefih­ler Okulu'nda olduğu gibi, Sade’ın sefihleri özerk toplumsal birimlerde örgütlenirler. Bildiriler ve yönetmelikler yayımlar, resmi yerleşim alanları oluşturur ve kurbanlarını erotik gruplara ve alt gruplara ayırırlar. Karın­calar kolonisine benzer şekilde gizli sistemler inşa ederler. Sade'taki bu temalar Apollonik Aydınlanmanın ürünleridir. Dionysoscu bir seks düşkü­nü olan Sade, insanı doğanın sürekliliğinden alıkoyarken yüce varlık zin­cirini ortadan kaldırır. Buna rağmen yaşadığı dönemin düşünsel hegemonyasını sarsmayı başaramamıştır. Ahlaksızların sahip olduğu kimlik, onların sefahat için oluşturduğu cemaatten daha önemlidir. Sade’da kişilik katı ve geçirimsiz, yani Apolloncadır. Her türlü gizem ya da müphemlik ortadan kalkmış, en sapkın fanteziler bilincin soğuk ışığına döküldüğünden bilin­çaltı bomboş kalmıştır. Sade’da Apollonca kişilik Dionysoscu bir lağıma dalar ama kirlenmemiş ve bozulmamış olarak oradan çıkar.

Hannibal S02E13: "Mizumono"
























HANNİBAL


- Öldürmek Tanrı'ya da hoş geliyor olmalı, çünkü her zaman bunu yapıyor. 
Bu resmi aklımızda canlandırmıyor muyuz?

- Kime sorduğuna göre değişir.

- Tanrı çok iyi.
Geçen Çarşamba gecesi Texas'da kilisede
ibadet eden 34 kişinin üzerine çatıyı yıktı.

- Ve Tanrı bu konuda hoşnut mu hissetti?

- Kendini güçlü hissetti.

Hannibal S01E02 Amuse Bouche



- Cinayet hakkında düşünürken,
ne düşünürsün?

- Tanrı'yı düşünürüm.

- İyiliği ve kötülüğü mü?

- İyilik ve kötülüğün Tanrı'yla hiçbir alakası yok. Kilise çökmelerinden parçalar topluyorum. Sicilya'da geçenlerde olanı duydun mu? Cephe, özel bir toplanma sırasında 65 beş rahibenin üzerine düşmüş. Bu kötülük müydü? Yoksa Tanrı mı? Eğer yukarıda bir yerlerdeyse, buna bayılıyor. Tifo da kuğular da, ikisi de aynı yerden gelir.


Hannibal S02E09 Shizakana


- Hangi Tanrı'ya dua ediyorsun?

- Dua etmiyorum. Gösterişsiz eylemlerimin, Tanrı'nın
eylemleri yanında sönük kaldığını görmenin haricinde tanrısal varlığa ilişkin herhangi bir şey düşünme zahmetine girmedim.

Tanrının nedensiz kötülükleri 
idraki aşar ve ironide eşi benzeri yoktur.


Hannibal S02E11 Ko No Mono