NEMO 1934

Davis Deresi yılın büyük bölümünde yalnızca incecik bir akıntıdır; bazen öyle sayılamaz bile. Yüksek bir kayalığın üzerine kurulu Ellimil Noktası denilen burcun dibinden çıkan dere, mütevazı miktardaki suyunu Glen Kanyon Barajı’nın yukarısında 300 kilometrelik alana sahip dev bir rezervuar olan Powell Gölü’ne dökmeden önce, Güney Utah’ın pembe kumtaşı topraklarında yalnızca altı buçuk kilometre boyunca ilerler. Davis Kanyonu neresinden bakarsanız bakın küçük fakat aynı zamanda çok güzel bir boşaltım havzasıdır; havzanın etrafındaki sert koşulların hüküm sürdüğü çorak araziden geçen gezginler yüzyıllardır yarığı andıran dar geçidin dibindeki vahaya bel bağlamıştır. Geçidin dimdik duvarlarını dokuz yüz yıllık ürkütücü petroglifler ve piktograflar süsler. Kayalara kazınmış bu eşsiz sanat yapıtlarının yaratıcısı olan ve çok uzun zaman önce dünyadan el ayak çekmiş Kayenta Anasazi kabilesinin döküntü taştan evleri, vadinin korunaklı kuytularında yer alır. Anasazi’den kalma antik çömlek parçaları, geçtiğimiz yüzyılın sonunda kanyonda hayvan sürülerini otlatan çobanların bıraktığı paslı teneke kutularla birlikte kumun içine karışmıştır.

Davis Kanyonu’nun büyük kısmı kaygan kayalık içindeki derin bir yarık olarak görünür, bazı yerlerde bir duvardan diğerine tükürebileceğiniz kadar darlaşır, yukarı doğru yükselen kumtaşından duvarlar kanyona geçişi engeller. Fakat en alçak bitim noktasında vadinin içine doğru gizli bir geçit açılmaktadır. Davis Deresi’nin Powell Gölü’ne aktığı hattın üst kısmında, doğal yollardan oluşmuş bir rampa kanyonun batı sınırında zikzak çizer. Derenin dibinden çok da yüksek olmayan bir noktada rampa sona ererken, neredeyse yüzyıl önce hayvancılıkla uğraşan Mormonlar tarafından yumuşak kumtaşının içine oyulmuş ilkel bir merdiven ortaya çıkar.

Davis Kanyonu’nun etrafını saran topraklar, aşınmış kayalarla kızıl kumlukların oluşturduğu uçsuz bucaksız, kuru bir arazidir. Bitki örtüsü zayıf, güneş ışınlarından kaçılabilecek gölgelik bir yer bulmak neredeyse imkânsızdır. Ama kanyonun içine indiğinizde, bir başka dünyaya adım atmış gibi hissedersiniz. Çiçek açmış hintinciri ağaçlarının ötesinde kavak ağaçları salınır, boy atmış otlar rüzgarla birlikte dalgalanır. Otuz metrelik taş kemerin dibinde, sego zambaklarının açtığı, ömrü bir gün olan çiçekleri görebilir; kanyondaki çalıkuşlarının hurma ağaçlarının tepesinden gelen hüzünlü seslerini duyabilirsiniz. Derenin yukarılarında, sarp bir kayalıktan çıkıp yosun kaplı bataklıklarla kayalıklardan fırlamış baldırıkara otlarına su taşıyan bir pınar vardır.

Altmış yıl önce, bu büyüleyici kaçış noktasında, Mormon basamaklarının vadinin zeminiyle buluştuğu kesimin bir buçuk kilometre kadar aşağısında, yirmi yaşındaki Everett Ruess; takma ismini önce kanyon duvarında bir dizi Anasazi piktografının altına, sonra da Anasazilerin tahıl depolamak için inşa ettiği duvar bölmesinin girişine kazıdı. Ruess’in duvarlara “NEMO1934” kaydını düşerken; Chris McCandless’ı Sushana’daki otobüse “Alexander Süperberduş, Mayıs 1992” imzasını atmaya iten dürtüyle hareket ettiğine şüphe yok. Hatta zamanında Anasazilerin kanyon duvarlarını kendi deşifre edilemez sembolleriyle donatması da çok farklı sayılamayacak bir dürtünün eseri olabilir. Her halükarda Ruess, kumtaşına adını kazımasının kısa süre sonrasında, Davis Kanyonundan ayrılarak sırra kadem bastı. Bunu kendi planlamış gibi görünüyordu. Ruess’i bulmak için yapılan geniş ölçekli araştırma hiçbir sonuç vermedi. Sanki çöl tarafından yutulmuştu. Aradan geçen altmış yılın ardından, bugün de Ruess’e ne olduğuna dair neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.

Everett 1914 yılında Oakland-Kaliforniya’da, Christopher ve Stella Ruess'in iki oğlundan biri olarak doğdu. Harvard İlahiyat Okulu'ndan mezun olan Christopher, şair, filozof ve Üniteryen papazıydı fakat hayatını Kaliforniya Ceza Dairesi’nden aldığı bürokratik maaşıyla kazanıyordu. Stella ise bohem zevkleri olan, sanata düşkün, bildiğini okuyan bir kadındı. Tutkuları hem kendine hem de ailesine yönelikti. Stella’nın hazırladığı edebiyat bülteni Ruess Quartette'in kapağı aile düsturlarının armasını taşıyordu: “Zamanı yücelt.” Birbirine bağlı bir aile olan Ruess’ler göçebe bir hayat sürerek, Oakland’dan Fresno’ya, Los Angeles’dan Boston’a, Brooklyn’den New Jersey ve İndiana’ya taşındılar. En sonunda, Everett 14 yaşındayken, Güney Kaliforniya’ya yerleştiler.

Everett Los Angeles’da, Otis Sanat Okulu ve Hollywood Lisesinde okudu. On altı yaşındayken tek başına ilk uzun yolculuğuna çıkıp 1930 yazını Yosemite ve Big Sur’da geçirdi. Bu yolculuğun sonunda kendini Carmel’de bulmuştu. Carmel’e varışından iki gün sonra, yüzsüzlüğü ele alıp Edward Weston’un kapısını çaldı. Bu aşırı heyecanlı genç adamdan çok etkilenen usta fotoğrafçı, sonraki iki ay boyunca Ruess’in resim ve tahta kalıp baskısına yönelik tam oturmamış ancak umut vaat eden çabalarını destekledi ve çocukları Neil ve Cole ile birlikte stüdyosunda zaman geçirmesine izin verdi.

Yaz sonunda, Everett yalnızca lise diplomasını alacak kadar bir süre için evine döndü ve Ocak I931’de mezun oldu. Aradan henüz bir ay geçmeden yeniden yollara düşerek Utah, Arizona ve New Mexico’nun kanyon bölgelerini dolaştı. 1930’lu yıllarda bu topraklar, bugün ancak Alaska’nın sahip olduğu kadar nüfus yoğunluğuna sahipti ve gizemlerini korumaktaydı. UCLA'da mutsuz, kısa bir mola (babasının hiç dinmeyecek öfkesine rağmen tek sömestirin ardından okulu bıraktı), ebeveynlerine yaptığı iki uzun ziyaret ve San Francisco’da geçirdiği bir kışın haricinde (bu dönemde Dorothea Lange, Ansel Adams ve ressam Maynard Dixon ile zaman geçirmişti), Ruess meteorvari yaşamının geri kalanını hareket halinde, sırtında bir çanta ve çok az parayla, toprağın üzerinde uyuyarak ve bazen de coşku içinde ve günlerce aç kalarak, yollarda geçirdi.
Wallace Stegner’in sözcükleriyle Ruess, “Toy bir romantikti, genç bir estet ve çorak topraklarda atalarımızın ruhunu yaşatan bir gezgindi”:

On sekiz yaşında, rüyasında kendini ormanların içinde güçlükle ilerlerken, sarp kayalıkların ucuna tutunurken, dünyanın romantik, çorak yerlerini gezerken görüyordu. Onunki gibi bir çocukluğa sahip olan hiç kimse bu rüyaları unutamazdı. Fakat Everett Ruess'i farklı kılan, yola çıkarak hayalini kurduğu bu şeyleri gerçekleştirmesi ve bunu, uygarlığın elini çoktan attığı, cilalanmış bir harikalar diyarında iki haftalık bir seyahat olarak değil, yabani dünyanın tam kalbinde, aylar ve yıllarca yapmış olmasıdır...

Ruess bilinçli bir şekilde vücuduna eziyet etti, dayanıklılığını sınadı, yorucu deneyimler için kapasitesini test etti. Kızılderililerle yaşlıların girmemesi için sert şekilde uyardığı patikalara gözü kapalı girdi. Onu çoğu kez yolun ortasında havada asılı bırakan sarp yamaçlara tırmandı... Su kıyılarında, kanyonlarda ya da Navajo Dağı’nın yüksek eteklerinde kurduğu kamplarda, ailesine ve arkadaşlarına, medeniyetin yarattığı basmakalıp kişilikleri lanetlediği ve yabani ergenliğini barbarca haykıran uzun, zengin, coşkulu mektuplar yazdı.

Everett Ruess'in Son Mektubu

Bir daha ne zaman medeniyete döneceğime gelecek olursak, bunun yakınlarda olacağını hiç sanmıyorum. Doğadan sıkılmış değilim; aksine tabiatın güzelliğinden ve sürdüğüm başıboş hayattan her geçen gün daha da keyif alıyorum. Bir ata semer vurmayı tramvaya binmeye, yıldızlarla bezenmiş açık bir gökyüzünü tepemde bir çatı olmasına, bilinmeze giden belirsiz, zorlu bir patikayı asfalt kaplı yollara, yabanda hayatın verdiği derin huzuru kentlerin tedirginliğine tercih ederim. Ait olduğumu hissettiğim ve kendimi etrafımdaki dünyayla bütün olarak algıladığım bir yerde yaşam sürdüğüm için beni suçlayabilir misin? Bana refakat edecek zeki varlıklardan yoksun olduğum doğru. Ama benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabildiğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim. Bu güzellikle sarmalanmış olmak bana yetiyor...

 Senin dar tanımlamanla bile, yaşamak zorunda olduğun hayatın monotonluğuna, yavanlığına hiçbir şekilde dayanamayacağımı biliyorum. Asla durulmayacağım. Şimdiden hayatın derinliklerine dair fazlasıyla şey gördüm ve bundan bir adım geri atmaktansa, her şeyi yapabilirim.


EVERETT RUESS’İN KARDEŞİ WALDO’YA YAZDIĞI,
KENDİSİNDEN ALINAN SON MEKTUP


11 KASIM 1934 

Everett Ruess

EVERETT RUESS was an artistic, adventurous young man who set out alone several times to experience the beauty, as well as the fury, of nature in the American West. During the 1930s, he met and discussed art with painter Maynard Dixon, and with well-known photographers Ansel Adams, Edward Weston and Dorothea Lange. He was lured first by the splendors of Yosemite and the California coast, and later by portions of the lonely red rock lands
of Utah and Arizona.
    In November 1934, at age twenty, Everett disappeared from the canyon country near Escalante, Utah, and was never seen again. Although his burros were found hear his camp, his fate remains a mystery.


Everett Ruess at a Glance
Name
Everett Ruess
Birthday
March 28, 1914
Born
Oakland, California
Father
Christopher Ruess
Mother
Stella Knight Ruess
Brother
Waldo Ruess
Occupation
Visual Artist  
Media
Woodblock, watercolor, drawing, oils, woodcarving, clay modeling
Famous Mentors
Maynard Dixon, Dorothea Lange, Ansel Adams, Edward Weston
Transportation
Donkeys,
Horses; Jonathan and Nufalo
Pets
Dog; Curly, on his solo journeys.
At home, many: one of his first pets was a squirrel. Also cats, a horse and a very beloved dog, "Ginger Ruess".
Home Town
Los Angeles, California
High School
Los Angeles High
College Attended
UCLA
Number of
"Solo Journeys
"
4
Areas Explored
Sierra Nevada, San Francisco, Northern Arizona, Southern Utah, Southwestern Colorado
Hobbies
Art, Poetry, exploring, animals
Last Seen
Davis Gulch Escalante, Utah
Died
Unknown, assumed 1934
Declared Dead
1964
Cause of Death
Unknown
Location of Death
Unknown


_______________________________________
SAY THAT I KEPT MY DREAM

Wherever poets, adventurers and wanderers of the Southwest gather, the story of Everett Ruess will be told. His name, like woodsmoke, conjures far horizons. Everett left Escalante, Utah, November 12, 1934 to write, paint and explore among a group of ancient Indian cliff dwellings. His last letter to his parents in Los Angeles explained that we would be unable to communicate for ten weeks. Alone with his paints, books and two burros, he disappeared into what is probably the most uninhabited, unvisited section of the United States. He never came back.









A sheepherder reported seeing him on November 19 near where Escalante creek flows into the Colorado. At first alarm of his prolonged absence, volunteers organized searching parties, combed the hills and canyons for days. Signal fires were built, guns fired. Indians and scouts sought water holes and signs of his passing. In Davis canyon Everett's two burros were located, contentedly grazing as if he had just left left them shortly to return. The, one after another, the searching parties returned without Everett.

True to his camping creed "When I go, I leave no trace," he vanished into thin air.
The desert claimed Everett Ruess, writer, adventurer and artist, the desert's trails were his roads to romance. His paintings captured the black-shadowed desolation of cliff dwellings. His poetry told of wind and cliff ledge, He sang of the wasteland's moods. Everett belonged to the desert. And in the end, it claimed him.

He was one of the earth's oddlings—one of the wandering few who deny restraint and scorn inhibition. His life was a quest for the new and fresh. Beauty was a dream. He pursued his dreams into desert solitudes—there with the singing wind to chant his final song.

Everett's quest began early—and ended early. As a child he turned from toys to explore color and rhyme. Woodcarving, clay modeling and sketching occupied his formative years in New York and near Chicago. From this early background grew his versatility in the arts—media through which he later interpreted the multihued desert.

At 12 Everett found his element—writing. He wrote inquiring essays, haunting verse; he began a literary diary. The diary matured into travel-worn, adventure-laden tomes. Wind and rain added marks to the penciled pages, scrawled by the light of many campfires. 












Isıdore

1846 - 1870








"Kimse son anımda (bunu ölüm döşeğimde yazıyorum) yanımda rahip göremeyecek. Fırtınalı denizin dalgalarının kucağında ölmek istiyorum ben, ya da dağlarda ayakta... gözlerim yukarıda değil, hayır: Biliyorum, eksiksiz olacak yokoluşum."

Maldoror'un Şarkıları

19. yüzyılda, kimsenin tanımadığı genç bir adam Les Chants de Maldoror başlıklı bir eseri Paris’te ve kendi parasıyla yayınlayınca tam bir dip noktaya varılır, fakat bu kimsenin dikkatini çekmez. Yıl 1869’dur: Nietzsche Trajedinin Doğuşu üzerinde çalışmakta, Flaubert L’Education sentimentale’i, Verlaine Fetes galantes’ını yayımlarken Rimbaud ilk dizelerini yazmaktadır. Fakat aynı zamanda daha sert ve ağır bir şeyler olmaktadır: Sanki edebiyat, belirleyici, gizli ve şiddetli bir eylemini gerçekleştirme görevini, konsolosluk çalışanı Ducasse’nin genç oğluna, çalışmalarını tamamlaması için Montevideo’dan Fransa’ya gönderilen bir çocuğa havale etmiş gibidir. Yirmi üç yaşındaki Isidore, Lautreamont takma adını (muhtemelen Eugene Sue’nün sayfalarındaki bir karakterden esinlenerek) alır ve Chants de Maldoror’unu basması için yayıncı Lacroix’ya dört yüz franklık bir ön ödeme yapar. Lacroix parayı alır ve kitabı basar, fakat sonra kitabın dağıtımını yapmayı reddeder. Lautreamont’un daha sonra bir mektupta açıklayacağı gibi, Lacroix “yaşamı keskin renklerle betimleyen kitabı, savcıdan korktuğu için ortaya çıkarmak istemedi.” Peki Maldoror neden yayıncıda böyle bir korku yarattı? Çünkü, herhangi bir şeyin ve her şeyin alay edilebilir olduğu, sadece gülmece için kolay hedef olan bir yüzyılın kocaman ve ağır safrasının değil, gülünç olana öfke saçanların eserlerinin dahi acı alay nesnesi olması gerektiği ilkesine dayanılarak yazılan ilk kitaptı (bunda hiçbir abartı yoktur). Örneğin, çok büyük olasılıkla Lautreamont’un gözde şairi ve kuşkusuz en dolaysız modeli olmasına rağmen, “Hotanto Venüsü’nün marazi aşığı” olarak tanımlanan Baudelaire. Böyle bir hareketin sonuçları kontrol edilemez: Adeta verili olan her şey (ve bütün dünya verilidir) aniden tahtından indirilmiş, soğukkanlı bir hokkabazın, hâlâ bir bakıma temsili olan Rimbaud’dan daha tam ve daha soğukkanlı bir biçimde kendisini etkisiz kılan kişiliksiz yazar Lautreamont’un ellerinde her olası bileşime ve zorbalığa maruz kaldığı baş döndürücü bir sözsel akıntının içinde başıboş dolaşmaya bırakılmış gibidir. Faubourg Montmartre Caddesi’ndeki kiralık bir odada yirmi dört yaşında “kimseye haber vermeden” ölmek, Lautreamont’un acte de deces*'inde (*ölüm raporu) yazdığına göre, yazmaktan vazgeçip Afrika’da bir silah tüccarı olmaktan hem daha pervasızca, hem de daha etkili bir kimlik imhasıdır.

Tam da durumun sıra dışılığından dolayı, ona en sıradan sorularla yaklaşmak akıllıca olacaktır. Örneğin: Kitabını yayımlamadan önce hangi yazarlar Lautreamont için önemliydi? Bu konuda genç adam, “muzır yazar çizer takımıyla: Sand, Balzac, Alexandre Dumas, Musset, Du Terrail, Feval, Flaubert, Baudelaire, Leconte ve Greve des Forgerons”la epeyce zaman geçirdiğini açıklayarak bize yardımcı olur. Ne var ki, tek başına böyle bir liste, bir tuzağa doğru çekilmekte olduğumuz konusunda bir uyarı sayılmalıdır: Rocambole ile Madame Bovary’nin yaratıcıları aynı kefeye konur, aynı şekilde popüler romancı Feval ile Balzac, Baudelaire ile François Coppee. Adeta bizzat farklı düzeylerin varlığı bir tarafa atılmış gibidir. Fakat bu yazarların etkileri daha nemlidir: Lautreamont, Typhoon Maldoror’u ortalığa salarken ipucunu basit bir gözlemden almış gibi görünüyor: Romantik Satanizmin zayıf bir noktasından, yani yufka yürekliliğinden. O yüzden “çınar ağacının gölgesinde uyuyan kız”a tecavüz etmek seri katil Maldoror için yeterli olmaz. Yanında getirdiği buldok köpeğine kızın gırtlağını parçalamasını söyler. Fakat buldok “sırası gelince o körpe çocuğun bekâretini bozmakla yetinir.” Hayvanın dediklerini tam olarak yapmamasına canı sıkılan Maldoror, “on ya da on iki ağızlı bir Amerikan çakısı” çıkarır ve kızın vajinasını karıştırarak o “iğrenç delik”ten kızın organlarını çıkarmaya başlar. Sonunda kızın vücudu “içi temizlenmiş bir tavuk”a benzeyince, “cesedi tekrar çınar ağacının gölgesinde uyumaya bırakır”. Romantizmin karanlık yanının kötücül dehaları bize genellikle ayrıntıları vermezdi. Yazar, pek fazla edebi güzellik sağlamayan, fakat en azından canavarlığın bir yumuşamayla kararıp kaybolmasına yarayan “ağza alınamaz”, “canavarca”, “sapık”, “ürkütücü” gibi rahatsız edici sıfatları eserine yığdıkça yığardı. Oysa Lautreamont, Satanizmi kelimenin tam manasıyla alır. Sonuç: J. Cracq’ın ifade ettiği gibi, okur “en can sıkıcı gülme krizleri”ne yakalanmış bulur kendini, nerede olduğunu bilmeyecek kadar sapıtmıştır. Bir parodide mi? Bir klinik elkitabında mı? Yoksa kendinden öncekilerden sadece bir gömlek daha radikal olan karanlık bir şair tarafından dümdüz edilmiş halde mi?

Kitabın biçimine bir göz atmanın zamanıdır. Maldoror’un yazılmasının altında yatan yol gösterici ilke şudur: Modern gibi görünen edebi malzemenin tümünü (sözünü ettiğimiz zamanda büyük ölçüde tanımlayana bağlı olarak Romantik, Satanik ya da gotik anlamına gelen) alın, sonra abartın, sonuna kadar itin ve böylece gücünü kurutun, bu arada hiç istifinizi bozmayın ve alaycı gülümsemenizi bastırın. Fakat Lautreamont daha da ileri gider: En büyük savunucuları Byron ve Baudelaire olan bu ateşli ve tutkulu Satanist edebiyat ile hanımefendilere ve hizmetçilerine yönelik romanlarda görünen aptallıkları ve duygusal gösterişleri oldukça soğuk kanlı bir biçimde yan yana koyar, hatta birbirine karıştırır. Bu yüzden ilk önce gotiğin dehşeti en ince ayrıntısına kadar betimlenir, gülünçleştirilir; sonra amansızca yeniden üretilen 19. yüzyıl “sosyal gerçekçilik”inin pozitif ve eğitici romanlarındaki mievrerie’lerle karıştırılır. “Bozuk bir mikrofonla şiddeti arttırılmış gibi” çıkan sesin sapkınlığı içinde her şey aynı düzeye indirgenir.

Fakat Lautreamont, en ünlü eleştirmenlerin bile tesadüf sayarmış gibi görmezden geldikleri bir yöntem daha kullanır. Sapkınca tekrarlarını kastediyorum: Birtakım düzensiz düzyazı blokları, birkaç satır ya da birkaç sayfa sonra sözcüğü sözcüğüne tekrarlanır. Tekrarlar tek cümleden ibaret bile olsa, dikkatten kaçması pek öyle kolay değildir: “Şekilsiz bir kitle, onun tozdaki ayak izlerini takip ederek inatla peşine düştü; ya da yine “Orada, etrafı çiçeklerle çevrili bir ağaçlıkta, erselik, göz yaşlarına boğulmuş bir halde çimenlerin üzerinde uykuya dalmış” ya da yine, “çocuklar peşine düşüp, sanki karatavukmuş gibi taşladılar”. Diğer yerlerde tekrar biraz değiştirilir ve bam teline dokunan bir cümleyle başlanır, örneğin: “Vadiden aşağı inerken beni gördüler, göğsümün derisi bir tabutun kapağı gibi durgun ve sakindi”. Ya da son olarak, tekrarlar çoğalıp üst üste binebilir, Falmer’i, oval yüzlü on dörtlük sarışını anlatan bölümde olduğu gibi: Maldoror, Falmer’in saçından yakalayıp “havada öyle hızlı savurur ki, kellesi elinde kalır ve gövdesi merkezkaç kuvvetiyle savrulup bir meşe ağacının köküne çarpar”...

Herhangi bir retorik ders kitabında rastlanabilecek zararsız tekrar sanki akıl almaz derecede şişirilmiş ve daha sonra delicesine kendi başına bırakılmış gibidir. Bunun en az iki sonucu vardır: Birincisi, okuma deneyimi kâbusun özsel doğasına yaklaşır, bir hayali meydana getiren öğelerin korkunçluğuna değil, daha çok bu öğelerin zihne sürekli takılmalarına bağlı olan bir şeye yaklaşır. İkincisi, anlatıya anlamsızlık aşılanır, tek bir sözcük aynı şekilde yeterince tekrarlanırsa, her türlü semantik bağdan kurtulmuş, sadece seslemesi olan bir kabuk haline gelir.

Bu tür yöntemlerin altında yatan öncül şudur: Tüm dünya (özellikle de hangi düzeyde olursa olsun her edebi biçim) kaçınılmaz olarak zehirli bir parodi battaniyesine sarılıdır. Hiçbir şey olduğunu iddia ettiği şey değildir. Ortaya çıkan bir şey, çoktan sözlü bir aktarıma dönüşmüştür. O sırada çok az kişinin farkında olduğu bu muammalı ve kararsız gelişme, Nietzsche’nin çok geçmeden duyuracağı gibi, tüm dünyanın tekrar bir fabl olmaya doğru gitmekte olduğu olgusunun ortaya çıkışı olarak görülebilir. Ancak şimdi fabl, çeşitli benzerlerin eşitlikçi bir toz bulutu içinde sürekli yer değiştirdikleri amansız bir girdaptır. Novalis, “tanrıların olmadığı yerde, hortlaklar hüküm sürer” kehanetinde bulunmuştu. Şimdi bir adım daha atılıp şu söylenebilir: Tanrılar ile hortlaklar, eşit haklarla sahneye nöbetleşe çıkarlar. Sorumluluğu üstlenip onları düzene sokabilen teolojik bir güç artık yoktur. Kim, hangi durumda onlarla uğraşmayı, onları düzenlemeyi göze alır? Başka bir güç, o zamana kadar bağımsızlıktan mahrum bırakılmış, topluma hizmet etmeye mecbur edilmiş; fakat şimdi temelli demir alıp tek başına ve hükümran yelken açma tehdidini savuran, tüm benzerleri bir araya getirip zihnin okyanusunda sırf haz ve ifade oyunları için başıboş dolaşan bir tekne olmaya yeltenen bir güç: Edebiyat. Bu başkalaşımı içindeki bu güce mutlak edebiyat da denilebilir.

Lautreamont’un eserinin arkasındaki yönetici ilkenin parodi olduğunu göstermek kolay değildir. Zira kesin konuşmak gerekirse, Lautreamont’da hiçbir şey gösterilemez. Gayet disiplinli davranmış, güvenle ciddiye alabileceğimiz tek bir cümle (mektuplarında bile) bırakmamış. Şiir anlayışıyla ilgili herhangi bir açıklama aramak boşunadır; bu şiir anlayışı, yazdığı her sözcüğün bir muziplik olduğuna dair kuşkudan ibaret değilse tabii. Bu kuşku, eserinin ikinci evresine, yani Poesies başlıklı ince derlemeye bakmaya kalktığımızda daha bir bunaltıcı olur. Çıkmadan önce kitaptan nasıl söz ettiğini duyduğumuzda artık dayanılmaz bir hal alır. Lautreamont Ekim 1869’da Poulet-Malassis’e şunları yazdı: “Mickiewicz, Byron, Milton, Southey, A. de Musset, Baudelaire ve benzerlerinin yaptığı gibi kötülüğü övdüm. Elbette, sadece okuru ezmek ve tedavi olarak iyiyi arzulamasını sağlamak için çaresizliği öven ulu edebiyatın çizgisine uygun bir şey yapmak amacıyla biraz işi abarttım”. Tam olarak bu satırlarda alaycılığın o tertemiz havası solunabilir. Fakat burada örtük bırakılan şeyi yeniden inşa etmeliyiz: Chants de Maldoror o sırada kovuşturma olasılığından korkan bir yayıncının deposunda istiflenmiş bekliyordu. Lacroix’ya göre, Lautreamont başlangıçta “metnin şiddetini azaltmayı reddetti”. Basımın devam etmesi için ödemesi gereken 800 frankı Lacroix’ya hâlâ ödememişti ve kitap dağıtıma verilmedikçe ödemeyi de reddediyordu. İş açmaza girmişti; ne yazarın, ne yayıncının yararına olan bir şey. Bu yüzden, riskli kitapları elden çıkarmak için doğru kanalları bulmada deneyimli bir kitapsever ve yayıncı olan Poulet Malassis’e yöneldiler. Bir anlaşmaya varmaya can atan Lautreamont, Poulet-Malassis’e “Satın, size engel olmayacağım: Karşılığında ne yapmam gerekiyor? Koşullarınızı söyleyin” diye yazar ve aynı zamanda, kitabı piyasaya sürmesinin koşullarını yaratmak için, “okuru çizmek” ve böylece iyiye yönelmesini sağlamak için kötülüğü öven yazar, gibi komik bir fikir ortaya atar. Tuhaf bir biçimde yayıncı öneriyi kabul eder. İki gün sonra, Poulet-Malassis’in yeni kitaplarını duyurmak için kullandığı bir yayın olan Bulletin trimestriel des publi-catiorıs defendues en France itnprimees â l’etranger’de Lautreamont’un kitabı şöyle sunulur:

Pangalos, “Fazla Manici yoktur,” dediğinde Martin, “Ben varım” yanıtını verirdi. Bu kitabın yazarı da en az onun kadar ender bulunan bir türe mensuptur. Baudelaire gibi, Flaubert gibi o da, kötülüğün estetik ifadesinin en derin iyi isteğini, olası en yüksek ahlakı ima ettiğine inanıyor.

Poulet-Malassis, Baudelaire’in tiksindiği Lacroix’dan çok daha anlayışlı ve pişkindi. Bu yüzden Lautreamont’un mektubunda da aynı alaycılık göze çarpar; en azından erotizm söz konusu olduğunda (zira Poulet-Malassis’in uzman olduğu alan buydu), mektupta “işin biraz abartıldığı”nı okurken, Maldoror ile “kocaman dişi bir köpek balığı” arasında “uzun, lekesiz ve müthiş” sevişmenin, günün birinde Huysman’ları memnun edecek bir çiftleşmenin tasvirini mi düşünüyordu? Bu alaycılık, şimdi kitabın tanıtımında da tekrarlanır. Lautreamont yeni dağıtımcısına yazarken sanki, kitabı dünyaya'sokabilmek için nasıl kamufle edilmesi gerektiği konusunda ona talimat vermiş gibidir. Yine de, aynı mektubun sonunda, içeriye sızan farklı bir ton duyarız. Kitabı en önemli eleştirmenlere göndermesi için Poulet-Malassis’e yalvardıktan sonra Lautreamont şunları ekler: “Elbette ancak ben kendi sonuma vardıktan sonra akıbetini görecek bir yayının başlangıcı konusunda ilk ve son yargıda bulunacak olan yalnızca onlardır. Sondaki ahlaklılığın henüz görünmemesinin nedeni budur. Fakat her sayfada muazzam bir acı vardır. Bu kötü mü?” En sondaki yürek paralayıcı soru, Lautreamont’un gaddarlığın ve alaycılığın aracılığı olmadan doğrudan bizimle konuşur gibi göründüğü o ender kıpırtılardan biridir. Fakat başka bir ayrıntıya dikkat etmek gerekir: Maldoror’u, ancak yazarın kendisi ölünce sona erecek bir tür carmen perpetuum (bitmeyen şarkı) olarak sunar. “Sondaki ahlaklılığın” ne olduğunu o zamana dek bilemeyiz. İma edilen şudur: Herhalde metnin bizi teşvik edeceği varsayılan “iyi”, aynı zamanda istenildiği zaman tepetaklak edilecek geçici bir sonuçtur. Bu, Maldoror’u tuzaklarla ve kapanlarla kaynayan bir görüntü oyununa çeviren imalardan biridir.


Maldoror'un Şarkıları / Comte de Lautreamont

Lautreamont'la, başkaldırmanın delikanlılık olduğu anlaşılır. Büyük bomba ve şiir yıldırıcılarımız çocukluk çağından yeni çıkmışlardır. Maldoror'un türküleri, dahi bir liselinin kitabıdır nerdeyse; dokunaklılığı da evrene ve kendi kendine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden doğar. Illuminations'un dünyanın sınırlarına doğru atılan Rimboud'su gibi, bu ozan da, ne ise o olan dünyada kendisini ne ise o yapan olanaksız kuralı benimsemektense, yıkmayı, yıkılmayı seçer.

Albert Camus



On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini (bununla birlikte, başlagıçta, bir başyapıtla başlamamak, doğanın yasasını izlemek gerek); şair Amerika kıyılarında doğdu, bir zamanlar birbirine düşman olan iki halkın, şu anda, özdeksel ve tinsel gelişmeyle kendilerini aşmaya çalıştıkları yerde, Plata Irmağının ağzında. Büyük halicin gümüşlü sularından dost ellerini uzatıyorlar, güneyin ecesi Buenos-Airos ile cilveli Montevideo. Ama, egemenliğini kurdu bu topraklar üzerinde ölümsüz savaş, ve kurban hasadı yapıyor neşe içinde. Elveda ihtiyar, ve düşün beni, yazdıklarımı okuduysan eğer. Sen, delikanlı, kaptırma kendini umutsuzluğa, çünkü, sen tersini düşünsen de bir dostun var bu kan emici hortlakta. Dostun iki olacak, uyuzböceği kurdundan türeyen uyuzu da hesaba katacak olursak. 

(Birinci Şarkının Sonu)


Arture 289: İ. Ducasse

Arture 289: I. Ducasse, Yüksel Arslan

" Ah! Bir cehennem olacağına, uçsuz bucaksız bir göksel dübür olsaydı evren, bakın neler yapardım göbeğimin altıyla! Evet, kanlı büzüğüne gömerdim, azgın devinimlerimle çatırdatarak çeperlerini kalçalarının. O zaman, devingen kumlu kumulların hepsini üfürmezdi kör gözlerime acı; uyuyan gerçeğin yattığı yer altı bölgelerini keşfederdim, ve böylece yapışkan er suyu ırmaklarım
atlayacak bir okyanus bulurlardı kendilerine... "

Oğlancılar

Ey anlaşılmaz oğlancılar, bana düşmez sövgüler yağdırmak o büyük alçalmanıza; bana düşmez küçümsemek o huni biçimli dübürünüzü. Kaçınılmaz cezalarını kendileriyle birlikte getirsin yeter, pençesine düştüğünüz utanç verici ve neredeyse onmaz hastalıklar. Dar kafalı aktörenin bulucuları, siz, gülünç kurumların yasacıları, uzaklaşın yanımdan, yansız bir ruhum çünkü ben. Ve siz delikanlılar ya da daha doğrusu genç kızlar; açıklayın bana, nasıl ve niçin (ama uygun bir uzaklıkta durun, çünkü, ben de karşı koyamam tutkularıma) yeşerdi yüreklerinizde öç, insanlığın böğrüne böyle bir yara çelengi takacak kadar. Davranışlarınızla (ki ben ululuyorum onları!) utandırdınız onu kendi oğullarından; abartılmış duyarlığınız kadınca şaşkınlığın ölçülerine tamı tamına denk düşerken, kendini karşısına ilk çıkana sunan fahişeliğiniz en derin düşünürlerin mantığını uyguluyor. Benzeşlerinizinkinden daha az mı yoksa daha çok mu dünyasal bir kişiliğiniz var? Bizde olmayan altıncı duygu var mı sizde? Yalan söylemeyin, düşündüğünüzü söyleyin. Sorguya çekmiyorum sizi; çünkü, gözlemci olarak görkemli zekalarınızın yüceliğiyle sık sık görüştüğümden bu yana, iyi biliyorum ne yapacağımı. Sol elim kutsasın sizi, sağ elim kutlu kılsın sizi, yüzünüzü öpüyorum evrensel sevginin koruduğu melekler, göğsünüzü öpüyorum, öpüyorum tatlı dudaklarımla uyumlu ve güzel kokulu vücudunuzun değişik yerlerini. Hemen söylemeyecek misiniz kim olduğunuzu bana, siz, üstün bir tinsel güzelliğin billurları? Benim keşfetmem gerekti, mazlum yüreğinizin vuruşlarında barınan sayısız sevecenlik ve dürüstlük hazinelerini. Gül ve kanguru otu taçla bezenmiş göğüs. Sizi tanımak için bacaklarınızı aralamanız ve ağzımın hayanızın simgelerine tutunması gerekti. Ama (düşünülmesi gereken önemli bir şey), sıcak suyla yıkamayı unutmayın oralarınızın derisini, çünkü yoksa kesinlikle zührevi hastalıklar çıkar doyumsuz dudaklarımın çatlaklarında. Ah! Bir cehennem olacağına, uçsuz bucaksız bir göksel dübür olsaydı evren, bakın neler yapardım göbeğimin altıyla! Evet, kanlı büzüğüne gömerdim, azgın devinimlerimle çatırdatarak çeperlerini kalçalarının. O zaman, devingen kumlu kumulların hepsini üfürmezdi kör gözlerime acı; uyuyan gerçeğin yattığı yer altı bölgelerini keşfederdim, ve böylece yapışkan er suyu ırmaklarını atlayacak bir okyanus bulurlardı kendilerine. Ama, sonradan gerçekleşmesinin karşılığını hiçbir zaman alamayacak olan bir düşsel durum için üzüldüğümü neden göreyim? Zahmetlere girip dayanıksız varsayımlar üretmeyelim. Bu arada, yatağımı paylaşmak tutkusuyla yanıp tutuşan kişi, gelip bulsun beni; katı bir koşulu var konukseverliğimin: On beşi geçmemeli yaşı. O da benim otuzumda olduğumu sanmasın sakın; ne fark eder? Yoğunluğunu azaltmaz yaş duyguların, yapmaz böyle bir şey ve saçlarım kar gibi beyazlaştıysa eğer, yaşlılıktan değil; tam tersine, sizin bildiğiniz nedenden dolayı. Sevmem ben kadınları! Ne de hünsaları! Buna benzeyen, insan soyluluğunun en belirgin, en silinmez harflerini alınlarında taşıyan varlıklar gerek bana! Benim niteliklerimi taşıdıklarına emin misiniz uzun saçlı yaratıkların? Sanmıyorum ben, direneceğim düşüncemde. Acı bir tükürük geliyor ağzımdan, nedenini bilmiyorum.  Kim emmek ister, bundan kurtulmam için? Çoğalıyor ... çoğalıyor durmadan! Biliyorum ne olduğunu. Yanımda yatanların kanını boğazlarından içtiğim zamanlar (mezarlarından çıkan ölülere kan içici hortlak adı verildiği için, beni hortlak yerine koymak haksızlık olur; çünkü ben yaşıyorum), bunun bir bölümünü ağzımdan geri çıkardığımı fark ettim: İşte pis kokulu tükürüğün açıklaması. Besinleri özümleme görevini yerine getiremiyorsa kötülüğün güçsüz düşürdüğü organlar, benim elimden ne gelir? Amma, kimseye açmayın sırlarımı. Kendim için söylemiyorum bunu size; sizin ve başkaları için, bilinmeyenin büyüsünün çekimine kapılıp bana öykünmeye kalkışacak olanları, gizin saygınlığı, görev ve erdemin sınırları içinde tutsun diye. Lütfedip ağzıma bakın (daha uzun nezaket cümleleri kullanacak vaktim yok şu anda); yılanla karşılaştırmanıza gerek kalmadan, daha ilk anda yapısının görünüşüyle dikkatinizi çekecektir; soğuk bir kişiliğim olduğuna inandırmak amacıyla dokusunu büzebildiğim kadar büzdüğüm için böyledir görünüşü. Tam tersi bir kişiliğim olduğunu bilmiyor değilsiniz. Ah! Yüzünu bir görebilsem, şu meleksi sayfaların arasından beni okuyan kişinin. Yaklaşın, eğer erinlik yaşınız geçmediyse. Sarıl bana ve canımı yakacağından korkma; giderek daha çok sıkalım kaslarımızın zincirlerini. Daha çok.  Sanırım bir yararı yok direnmenin; birçok bakımdan üstün nitelikli olan bu sayfanın donukluğu, birleşme eylemimizin tam anlamıyla gerçekleşmesinin en önemli engellerinden biridir. Solgun lise gençliğine, fabrikaların sararmış çocuklarına pis bir heves duydum her zaman! Bir düşün bulanık anıları değil sözlerim; acılı sözlerimin gerçekliğini tanıklıklarıyla doğrulayabilecek olayları gözlerinizin önüne sergilemek zorunda kalsaydım, pek çok anım olurdu kurtulmam gereken. Memurlarının yadsınmaz yeteneğine karşın, suçüstü yakalayamadı beni henüz insan adaleti. Tutkuma pek kulak asmayan bir oğlancıyı bile öldürdüm (çok zaman geçmedi üzerinden). Bir battal kuyuya attım cesedini ve kesin kanıt yok bana karşı. Niçin titriyorsunuz, beni okuyan delikanlı? Aynı şeyi size de yaparım mı sanıyorsunuz? Kocaman bir haksızlık ... Haklısınız: Sakının benden, hele güzelseniz. Her zaman yaslı bir şişkinlik sergiler benim oralarım; bunları doğal dinginliklerinde gördüğünü ileri sürmez hiç kimse (hem de kaç kez yaklaştılar), bir çılgınlık anında orama bıçak sallayan kundura boyacısı bile. Nankör! Haftada iki kez giysi değiştiririm, temizlik kişiliğimin temel güdüsü olmadığı için. İnsanlığın üyeleri birkaç gün içinde yok olurdu uzun savaşlarda, böyle davranmamış olsaydım eğer. Gerçekten de, varlıklarıyla tedirgin ettiler beni ve ayaklarımın üstünü yalamaya geldiler, bulunduğum bazı ülkelerde. Ama, nasıl da güçlüymüş er suyu damlalarım, koku alma sinirleriyle soluk alanları kendilerine çekmek için? Amazon kıyılarından geliyorlar, Ganj'ın suladığı vadileri geçiyorlar, kutup likenlerini bırakıp gidiyorlar, benim peşimde uzun yolculuklara çıkmak, ve kutsal ersuyu, dağları, gölleri, çalılıkları, ormanları, yüksek burunları ve denizin enginliklerini güzel kokulara boğan kişiyi, bir ancık bile olsa, surlarının yakınlarında görüp  görmediklerini devinimsiz kentlere sormak için! Beni bulamamanın yol açtığı umutsuzluk (tutkularını azdırmak için, en ulaşılmaz yerlere gizleniyorum), çok üzücü işler yaptırıyor onlara. Üç yüzer bin kişi karşı karşıya geçiyor ve topların böğürtüsü nağme oluyor savaşa. Bir tek savaşçı gibi, aynı anda sarsılıyor bütün kanatlar. Kalkmamacasına yere yıkılıyor hemen, kurulan kare düzenleri. Dört bir yana kaçıyor ürkmüş atlar. Toprağı deşiyor top gülleleri, tıpkı benzersiz gök taşları gibi. Uçsuz bucaksız bir kırım alanından başka bir şey değil artık savaş sahnesi, gece varlığını muştulayıp da bulutun yırtıklarından ortaya çıkınca sessiz ay. Bu gezegenin, bana birkaç fersah ötedeki cesetlerle kaplı bir alanı gösteren puslu hilali, Tanrı'nın bana verdiği büyüleyici ve açıklanmaz tılsımın, kendisinden sonra, yol açtığı kötü sonuçları, bir an, bir derin düşünce konusu olarak almamı emir buyurdu. Yazık ki, insan soyunun benim alçakça tuzağıma düşüp tamamen yok olması için, daha nice yüzyıllar gerekecek! Bu nedenle, kurnaz ve böbürlenmeyen bir kafa, amaçlarına ulaşmak için, ilk bakışta üstesinden gelinmez bir engel çıkardığı izlenimi uyandıran olanakları kullanır. Her zaman, bu çekici konuya doğru yükseliyor zekam, ve başlangıçta ele almaya niyetlenmiş olduğum önemsiz konuyla kendimi sınırlamanın artık benim için olanaksız olduğuna siz de tanıksınız.

Son bir söz ... bir kış gecesiydi. Çamların arasında uğuldarken karayel, karanlıkların içinden kapısını açıp bir oğlancıyı içeri aldı Tanrı.

sf. 197 - 201
Maldoror'un Şarkıları

Gece Yarısı Şarkısı


... Hemen her yer sessizliğe ve gizemliliğe büründü; ama derinlerden yavaş yavaş bir çanın sesi
yükseldi. Zerdüşt bu sese kulak verdi daha yüce insanlar gibi; ama sonra parmağını bir kez daha
dudaklarına götürdü ve yeniden konuştu: “Gelin! Gelin! Gece yarısı oluyor!” – ve değişmişti sesi.

Ama o hâlâ yerinden kıpırdamadı: sonra ortalık daha da sessizleşti ve daha da gizemlileşti; herkes,
eşek bile kulak kesildi, Zerdüşt’ün onurlu hayvanları, kartal ve yılan, Zerdüşt’ün mağarası ve büyük
serin ay ve gecenin kendisi de kulak kesildiler. Ama Zerdüşt elini üçüncü kez dudaklarına götürdü ve
dedi ki:
Gelin! Gelin! Gelin! Şimdi dönüşelim! Zamanı geldi: geceye dönüşelim.

* * *

3

Siz daha yüce insanlar, gece yarısı oluyor: bu yüzden bir şeyler fısıldamak istiyorum kulaklarınıza,
şu yaşlı çanın kulaklarıma fısıldayışı gibi, –

– öyle gizemli, öyle korkunç, öyle sevimli konuşuyor ki, bir insandan daha çok şey yaşamış olan bu
gece yarısı-çanı benimle:

– Sizin babalarınızın yüreklerinin acıyla atışını bile saymıştı o – ah! Ah! Nasıl da iç çekiyor! Nasıl
da gülüyor rüyasında! Yaşlı, derin mi derin gece yarısı!

Sessiz olun! Sessiz! Gündüz ses çıkaramayan kimi şeyler duyuluyor artık; serin havada,
yüreklerinizdeki tüm gürültü de sessizleştiğinde, –

– konuşuyor şimdi, duyuluyor şimdi, sokuluyor şimdi, geceyi uyanık geçiren gönüllere; ah! Ah!
Nasıl da iç çekiyor! Nasıl da gülüyor rüyasında!

– Duymuyor musun, nasıl da gizlice, korkunç, bir biçimde, içten, konuşuyor o seninle, o kadim,
derin mi derin gece yarısı?

Ey insan, kulak ver!

* * *

4

Vay halime! Nereye gitti zaman? Derin kuyulara düşmedim mi? Dünya uyuyor –
Ah! Ah! Köpek uluyor, ay parlıyor. Gece yarısı yüreğimin şimdi neler düşündüğünü size
söylemektense, ölürüm daha iyi.

İşte öldüm bile. Geçti gitti. Örümcek ne örüyorsun etrafıma? Kan mı istiyorsun? Ah! Ah! Çiy
düşüyor, saat geliyor –

– beni üşütüp donduran saat, sorup sorup duran: “Kimde var bunu kaldıracak yürek?

– Kim olacak yeryüzünün efendisi? Kim diyecek: Böyle akmalısınız, siz büyük ve küçük ırmaklar!”

– Vakit yaklaşıyor: ey insan, sen daha yüce insan, kulak ver! Bu konuşma hassas kulaklar içindir,
senin kulakların için – derin gece yarısı ne söyler?

* * *

5

Beni çekip götürüyor, ruhum dans ediyor. Günlük iş! Yeryüzünün efendisi kim olacak?

Ay serin, rüzgâr susuyor. Ah! Ah! Yeterince yüksekten uçtunuz mu? Dans ettiniz: ama bir bacak bir
kanat değildir henüz.

İyi dansçılar, işte bütün zevk sona erdi, şarap tortulandı, çanaklar yıprandı, mezarlar mırıldanıyor.

Yeterince yükseğe uçmadınız: şimdi mezarlar mırıldanıyor, “Ölüleri kurtarın! Gece neden bu kadar
uzun? Ay sarhoş etmiyor mu bizi?” diye.

Siz daha yüce insanlar, kurtarın mezarları, uyandırın cesetleri! Ah, daha ne kazıyor ki solucan?
Yaklaşıyor, yaklaşıyor saat, – ―

– uğulduyor çan, horulduyor hâlâ yürek, kazıyor hâlâ ağaç kurdu, yürek kurdu. Ah! Ah! Derindir dünya!

* * *

Bir ispermeçet balinası yavaş yavaş denizin yüzeyine yükseliyor ve sudan başını çıkartıyor, bu ıssız açıklardan geçen gemiyi görmek için. Evrenle birlikte doğdu merak.

sf. 58

Aradığın nasıl bir giz? Ne ben, ne de Kuzey okyanusu denizayısının yüzgeçli dört ayağı, gizini bulabildik yaşamın.

sf. 63

Maldoror'un Şarkıları 



Je est un autre

13./

Rimbaud'nun ünlü sözü:

"Je est un autre."

Nasıl çevirmeli?
Rimbaud, "Ben başkasıyım" demiyor,
"Ben bir başkasıdır" diyor.
Burdaki ben, Rimbaud'nun kendisi değil.

Ben, sizin bildiğiniz ben değilim.
Bende bir başkası var.
Ama her başkasında bir ben yok. 
Rimbaud'nun sözü, sanırım, en az 
sözcükle dile getirilmiş has sanatçının tarifi.

Edgü / Ders Notları

Lesbos'lu Sappho

Lesvos

Lesbos, bir Yunan adası. Ününü, adından türemiş dişil bir sözcüğe borçlu: Lezbiyen (Lesbos'lu kadın). Bu kelime, dün olduğu gibi bugün de adanın ortamıyla hiç ilgisi olmayan  bir skandal kokusu yayıyor (ya da yayıyordu). Lesbos (Midilli), Ege Denizi'nin kuzeydoğusunda, Küçük Asya'ya, daha doğrusu, geleneğe göre Akhalı savaşçıların Helene'nin güzelliği için on yıl boyunca çarpıştığı Troya'ya çok yakın bir ada.

Lesbos, hiç de güzel olmayan kadın şair Sapho'nun memleketi. Sapho hiç kuşkusuz, adanın en önemli kenti olan Mytilene'de, M.Ö. VII. yüzyılın son otuz yılında doğdu. Adadaki tüm kentler komşuları karşısında bağımsızlıklarına çok düşkündüler, ama hepsi de Yunan lehçesini, Eolyen dilini konuşuyorlardı. Bu dilin, adaya vaktiyle Troya'yı kuşatmış bazı Akhalı savaşçılar tarafından getirildiği sanılmaktaydı, hatta Lesbos'un büyük ailelerinden biri olan Penthilides'ler, Akha çıkartmasının komutanı Agamennon'un oğlu Orestes'in soyundan geldiklerini ileri sürüyorlardı.
                               
Sapho'nun zamanında, Lesbos zengin bir adaydı. Küçük Asya'daki komşu Yunan kentleriyle, özellikle de daha o zamanlar uzak Batı'ya açılan denizcileriyle ünlü Foça'yla yakın ilişki içindeydi. Foçalılar daha sonra bu uzak Batı'da Marsiya kentini kurdular, bu ilk Batı kolonisinde Foçalılar tarafından oraya getirildiği sanılan Lesbos'ta yapılmış çömlekler bulundu, Foçalılar herhalde bu çömlekleri Kassiterides adalarından (Büyük Britanya) gelen kalayla değiştokuş ediyorlardı, bu değerli kalay, silah ya da değerli eşyalar yapılan bronzun imalinde kullanılıyordu.

Mytilene'nin tarihine gelince, Sapho'nun dönemine kadar bu konuda fazla bir şey bilinmemekteydi, hatta daha sonra bile bu durum devam etti. Ancak kentte çeşitli karışıklıklar çıktı ve aristokrasinin ayrıcalıklarına son verildi. Bu karışıklıklara, artık adları bizim için pek bir şey ifade etmeyen çeşitli kimseler karıştı: Melankhros, Myrsilos ve soyluları kovarak adada huzuru yeniden sağlayan Pittakos gibi.

Sapho çağdaşı ve yurttaşı Alkeus gibi, bu aristokrat sınıfın bir üyesiydi. İkisi de, kişisel duyguları anlatan, bu nedenle de geleneksel dinsel lirik şiirden ayrılan Eolya lirik şiir okulunun temsilcileriydi.

Sapho'nun babasının adı Skamandrominos'tu, Homeros'un İlyada'da anlattığı, Troya ovasındaki ünlü ırmağın (Skamandros)adını andırıyordu. Kızından başka birkaç tane de oğlu vardı. En büyükleri Kharaksos, Mısır'la ticaret yapıyordu, Mytilene'lilerin Nil deltasındaki Naukratis'te yapılan bir tapınakları bulunuyordu. Kuşkusuz Sapho'nun erkek kardeşi de, pek çok soylu gibi, gemisiyle Naukratis'e giderek oradan aldığı malları adasına taşıyordu. Heredotos'un anlattığına göre, Naokratis'te Rhopodis adında bir fahişeye aşık olarak onun uğruna servetini yiyip bitirdi. Sapho, şiirlerinden birinde, kardeşini kendisinden ayıran kadına Dorikha adını vermişti, ancak eğer Kharaksos'un başından bir başka serüven daha geçmediyse, bu iki kadının aynı kişi olması da mümkün. Sapho'nun bir diğer erkek kardeşi olan Eurygios hakkında fazla bilgimiz yok. Üçüncü kardeşi Larikhos ise, daha sonra yaşamış bir yazara göre, Mytilene meclisinde sakilik yapıyordu; yani kentin önde gelen danışmanları toplandığında onlara içki sunuyordu. Bu görev, en iyi ailelerin çocuklarına verilmekteydi.

Homeros destanındaki kahramanların soyundan geldiğini ileri süren Mytilene'li bu soylular, o kahramanlar gibi yaşamaktaydılar. Kadınlar da daha sonra M.Ö. V. ve VI. yüzyıllardaki klasik çağda artık ortadan kaybolan bir özgürlüğe sahiptiler. Bu, evliliğin Sapho için bir görev olmadığını göstermez. Kerkolas adında, Andros adasından gelme "çok zengin" bir adamla evlendi, ondan bir kızı oldu, kızın adını annesinin ki gibi Kleis koydu. Ama kadın, geleneğe göre, her şeyden önce oikos'un, yani evin bekçisi olarak görülse de, tanrıların onuruna düzenlenen sayısız şölen sırasında genç kadınlar ve genç kızlar bir araya geliyor, koro oluşturuyorlardı (koro, şarkı değil dans amacıyla toplanmış bir gruptu).


Lawrence Alma Tadema



"Eros'a"


Ernst-Stückelberg, 1897 "Sappho"












(Eros'a)

acı bağışlayan
masal dokuyan

Sappho Üzerine



Yaşamöyküsü

İS 2. yüzyılın sonu ya da 3. yüzyılın başında yazılmış bir papirüsten:

Lesboslu Sappho Mytilene kentinde doğdu. Babası Skamandros ya da Skamandronymos’du. Üç erkek kardeşi vardı; Ergyins, Larikhos ve Kharaksos. En büyükleri Mısır’a gitti. Sappho, daha çok, Larikhos’a düşkündü. Kleis adında bir kızı vardı. Kimileri onun davranışlarında kurallara uymamakla ve sevici olduğu iddiasıyla suçladı. Kimilerine göre rezil, çirkin bir kadının tekiydi; yüzü esmer, kendisi minyondu.

*

Suda Sözlüğü, “Sappho”, I. Anma 

Annesi Eresuslu Kleis’di. Alkaios’un, Stesikhoros ve Pittakos’un yaşadığı 42. Olimpiyat’ta (ÎÖ 612-608) ünlendi... Korkylas adında çok zengin biriyle evlendi. Bu adam Andros’la ticaret yapıyordu... Sapho’nun üç yoldaşı ve arkadaşı vardı: Atthis, Telesippa ve Megara. Onlarla saf olmayan bir ilişki kurduğu gerekçesiyle adı kötüye çıktı. Öğrencileri Miletoslu Anagora, Kolophonlu Gogyla ve Salamisli Eurika'ydı. Lirik şiirlerden oluşan dokuz kitap yazdı ve plektrum’u (lir çalmada kullanılan araç) buldu.

Eusebios, Kronik

Olimpiyat 45. I’de (600-599) şairler Sappho ile Alkaios ün salmışlardı.


Strabon, Coğrafya

Sappho, Alkaios ve Pittakos döneminde ünlendi; harika bir yaratıktı bu: Bütün yazılı tarihte, şair olarak onun yanına varacak bir başka kadın tanımıyorum.

Athenseus, Bilginler Akşam Yemeğinde 

O kadar cümbüşe katıldığını bildiğimiz Lesboslu Alkaios, Sappho için duyduğu arzulu aşkı liriyle dile getirirdi.

Polluks, Dağarcıklar

Mytineleliler Sappho’nun yüzünü sikkelerine darp ettiler.
Perphrios, Horaatius Üzerine, Risaleler Genellikle erkeklerin yer almadığı şiirleriyle ün saldığından ya da bir tribad olarak iftiraya uğraması yüzünden, “Erkeksi Sappho.”

Bu cümle üzerine Dionysios Latinos:

Erkek: Yumuşak değil (yani eşcinsel değil): Ne çapkın bir hazcı; ne de iffetsiz.

*

Tyreli Maksimos, Söylevler

Kim Lesboslu kadının aşkını Sokratik bir aşk sanatından ayrı tutabilir? Bana öyle geliyor ki onlar aşkı kendi tarzlarıyla yaşadılar. Sappho kadınların aşkıyla, Sokrates erkeklerin. Çünkü ikisi de çok sevdiklerini ve bütün güzel şeylerden büyülendiklerini söyledi. Alkibiades, Kharmides ve Phaedrus Sokrates için neyse, Gyrinna, Atthis ve Anaktoria Sappho için aynı şeydi.





“Öteki Sappho”

Suda Sözlüğü, “Sappho”, II. Anma

Mytilene’den bir Lesboslu lir çalgıcısı. Bu Sappho Lekates uçurumundan kendini attı ve Mytileneli Phaon’un aşkı uğruna denizde boğuldu. Kimileri lirik şiirleri olduğunu da söyler.

*

Mor Kaküllü, Tatlı Gülüşlü Sappho

Antik çağın "muhtar"larından Amasyalı coğrafyacı Strabon, ünlü Geographika'sında Midilli adasının yetiştirdiği ünlüleri saymaya girişiğinde, önce Pittakos ve Alkaios'un adlarını anar, sonra da ekler: "Aynı dönemde Sappho da yaşamıştı; olağanüstü bir yaratıktı, çünkü bildiğimiz kadarıyla hiçbir zaman -ne kadar gerilere gidersek gidelim- şiir alanında onunla azıcık da olsa aşık atabilecek başka hiçbir kadın ozan çıkmaz karşımıza".

Ne tuhaftır ki bu yargının bugün bile, bir anlamda, geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. O çağlardan (İ.Ö.6. yüzyıldan) günümüze yazın sahnesine sayısız kadın ozan çıkmıştır, ama Sappho'nun yeri başkadır; Sappho'nun imgesi başkadır; ilktir, benzersizdir, yumuşacıktır, yakıcıdır. Belki yalnızca kadın yüreklerinde yanabilecek türden bir aşk ateşinin en katıksız, en içten, en çarpıcı ve büyük olasılıkla ilk dışavurumudur Sappho'nun dizeleri yazın tarihinde. Bugün elimizde, bu şiirin yanlızca kırık dökük parçaları var;ama Sappho, kısacık dize parçalarında bile görkemlidir, anıtsaldır,heyecan vericidir...

Bu ölümsüz Lesbos yurttaşı, yalnızca Anna de Noailles, Ahmatova ya da Sylvia Plath gibi kadın şairlerin değil, tüm lirik şairlerin piridir, atasıdır belki (anasıdır mı demeliyim?). Bugün bile bir aşk şiiri yazmak üzere eline kalemi alacak her (aşık) ozan, önce Sappho'nun adasına ayak basacaktır ister istemez. Öte yandan antik çağ ozanlarının çoğu, en ünlüleri bile bize kimi zaman biraz eskimiş, biraz "modası geçmiş" gelebiliyor bugün. Oysa Sappho, her zaman tazedir, her zaman yenidir. Her okuduğumuzda şaşırtır, heyecanlandırır bizi. Kimbilir, belki aşkın şaşırtıcılığı, küllerinden doğan Anka kuşu benzeri yepyeni gelir bize sevi. Tıpkı, okuduğumuzda, Sappho'nun dizeleri gibi.

Az önce bu şiirlerin, günümüze parça parça, kırık dökük ulaştığını söyledik. Sappho'nun şiirinin eşsiz büyüsünü oluşturan şeylerin en önemlisi de budur bana sorarsanız. Kırık yontu parçalarına benzeyen, çoğu kez önü arkası kopuk bu dizeler, garip bir güçle kamçılar imgelemimizi; bu kırık döküklükten, bu yaygın ve yinelenen "eksilti"den, yepyeni, şaşırtıcı bir "poetika", yaşayıp bugünü görseydi Sappho'yu bile hayrete düşürecek bir şiirsel tat doğar. Bunu Sappho'nun bütünü ele geçmiş bir iki şiirini okuduğumuzda daha iyi anlıyoruz. Bu biraz akademik şiirlerde kırık şiirlerin benzersiz tadını ara ki bulasın! Oysa ötekiler: Başı sonu olmayan o iki üç dize, o havada donup kalmış imgeler,  o kopuk kopuk ama yakıcı sevda sözleri... Besbelli Sappho'dan yana ve ustaca çalışmış Zaman.

Kimi zaman düşünürüm, nasıl bir kadındı, kime benzerdi diye. Çağdaşı Alkalos'ın kaleminden çıktığı savlanan çapkınca bir dörtlükte küçük bir ipucu saklı; "Mor kaküllü, tatlı gülüşlü Sappho" diye sesleniyor Alkaios Sappho'ya. İnsanı düşlere çeken bir betimleme bu. Mor kaküllü, tatlı gülüşlü bir genç kadın, Midilli'de, yönettiği kızlar okulunda, sütunlu bir avluda ya da zeytinler altında, çevresini saran, çiçeğe benzer genç kızlarla birlikte. Eskil imgeler çıkıp geliyor yavaş yavaş belleğimin kıvrımları arasından: Ege'nin, Akdeniz'in eski kentlerinin örenlerinde sık sık rastlanan küçük, pismiş topraktan yapılma aşk tanrıçası yontucuklarını anımsıyorum, Nedense görkemli mermer Venüs'ler, sözgelimi Milo ya da Knidos Aphrodltesi değil Sappho adının çağrıştırdığı; daha çok o küçük, toprak Aphrodite'ler, boyu yirmi yirmi beş santimi aşmayan, kimisi çıplaklığını eliyle örtmüş, kimisi harmaniyeler içinde, alçakgönüllü, ama her şeyleriyle yakıcı, ateşten çıkma aşk tanrıçaları. Düşündükçe ozanın İmgesi, yavaş yavaş tanrıçanın imgesine bırakıyor yerini; ve şiir, sevinin tanrısallaşmış biçimine.

Yoksa İkisi aynı şey mi?


*
Samih Rifat
(1945 - 2007)

Aphrodite'ye Yakarış




Ey tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite
Ulu Zeus’un düzenci kızı
yalvarırım yüreğimi acılarla
dağlama!

Yardımıma gel gene, hani eskiden
sesimi duyunca nasıl, çıkıp
babanın sarayından kanat çırpan
kuşların

çektiği yaldızlı arabana biner;
yeryüzüne inerdin bulutsuz
mavilikten;
ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle
sorardın,

“Gene nen var?” derdin, “nedir gene
deli gönlünü çelen? Tılsımımla kimi
baştan çıkarıp yollamam gerekiyor
koynuna?

Söyle, Sappho, kim seni üzen?
Kaçıyorsa kaçsın, bırak,
yakında o senin ardına
düşecek,

bugün almıyorsa verdiklerini,
yarın o sana armağanlar verecek,
seni sevmiyorsa, istemese de er geç
sevecek.”

Geleceğin varsa, şimdi gel,
kurtar beni
kuşkudan, ne diliyorsa gönlüm
yerine getir, sen de katıl benimle
savaşa.

SAPPHO
(Türkçesi: Cevat Çapan)

"hala kızlığımı mı arıyorum acaba"

Alphonse Osbert (1857 -1939) "Sappho"

Gelin Türküsü II

BİRİNCİ SES
Kızlığım
ah kızlığım!

Nereye gideceksin
seni yitirdiğimde?


İKİNCİ SES
Bir daha
dönülmeyen
bir yere gideceğim
Tatlı Gelin!
Bir daha sana hiç
dönmeyeceğim!
(çeviri:cevat çapan)




123

baba vereceğiz dedi kızı

122

kız kalacağım her zaman


114

hala kızlığımı mı arıyorum acaba


GENÇ KIZ
kızlığım, bırakıp da beni, nereye kızlığım?
KIZLIK
dönmeyeceğim sana artık hiç dönmeyeceğim.
(çeviri: azra erhat-cengiz bektaş)


"gece"


....gece.....
ama genç kızlar ....
geceliyoruz.... sevgini
ve mor menekşe kucaklı gelini
türküleyerek

ama uyan......
git dostlarına....
nice.....
uykulansak....




Gece demeden, gündüz demeden
Özlüyorum, yanıyorum




(akşam yıldızı)
en güzeli tüm yıldızlar içinde





iki kat olsun bu gecenin uzunluğu




yıldızlar güzel ayın çevresinde
gizliyorlar ışıklı yüzlerini
dolunay olup da ışıldarken ay
tüm yeryüzünde



dopdolu gözüktüğü zaman ay
sunağın çevresindeydi kızlar




Tan dağıtır, sen bir araya getirirsin akşam yıldızı,

kuzuları, keçileri, her şeyi, ayırırsın ama anayla kızı





Bu gece

Ay battı, sonra yıldızlar
gece yarılandı
zaman geçiyor

Bense yapayalnızım yatağımda

Resimler: Alphonse Osbert (1857 -1939) "Sappho"

"Bırakın Girit'i gelin"


İÖ. Yaklaşık 3. Yüzyıldan kalma bir çömlek parçasından





Neresi biliyorsunuz: öyleyse

Bırakın Girit'i gelin
elma ağaçlarının çevrelediği
kutsal tapı yerine



Günlük dumanları tütüyor sunaktan
serin bir dere mırıldanıyor
dalları arasından ağaçların






Gül fidanları gölgeliyor toprağı
derin bir uyku yağıyor
titreyen yapraklardan;

atların otladığı çayırda
çiçeklerini açıyor ilk yaz,
anason kokusu yayılıyor havaya.


Gel, Kıbrıslı Ece!
aşkınla karıştırdığın nektarı



daldır altın kupalarımıza

Resimler: Alphonse Osbert (1857 -1939) "Sappho"