NEMO 1934

Davis Deresi yılın büyük bölümünde yalnızca incecik bir akıntıdır; bazen öyle sayılamaz bile. Yüksek bir kayalığın üzerine kurulu Ellimil Noktası denilen burcun dibinden çıkan dere, mütevazı miktardaki suyunu Glen Kanyon Barajı’nın yukarısında 300 kilometrelik alana sahip dev bir rezervuar olan Powell Gölü’ne dökmeden önce, Güney Utah’ın pembe kumtaşı topraklarında yalnızca altı buçuk kilometre boyunca ilerler. Davis Kanyonu neresinden bakarsanız bakın küçük fakat aynı zamanda çok güzel bir boşaltım havzasıdır; havzanın etrafındaki sert koşulların hüküm sürdüğü çorak araziden geçen gezginler yüzyıllardır yarığı andıran dar geçidin dibindeki vahaya bel bağlamıştır. Geçidin dimdik duvarlarını dokuz yüz yıllık ürkütücü petroglifler ve piktograflar süsler. Kayalara kazınmış bu eşsiz sanat yapıtlarının yaratıcısı olan ve çok uzun zaman önce dünyadan el ayak çekmiş Kayenta Anasazi kabilesinin döküntü taştan evleri, vadinin korunaklı kuytularında yer alır. Anasazi’den kalma antik çömlek parçaları, geçtiğimiz yüzyılın sonunda kanyonda hayvan sürülerini otlatan çobanların bıraktığı paslı teneke kutularla birlikte kumun içine karışmıştır.

Davis Kanyonu’nun büyük kısmı kaygan kayalık içindeki derin bir yarık olarak görünür, bazı yerlerde bir duvardan diğerine tükürebileceğiniz kadar darlaşır, yukarı doğru yükselen kumtaşından duvarlar kanyona geçişi engeller. Fakat en alçak bitim noktasında vadinin içine doğru gizli bir geçit açılmaktadır. Davis Deresi’nin Powell Gölü’ne aktığı hattın üst kısmında, doğal yollardan oluşmuş bir rampa kanyonun batı sınırında zikzak çizer. Derenin dibinden çok da yüksek olmayan bir noktada rampa sona ererken, neredeyse yüzyıl önce hayvancılıkla uğraşan Mormonlar tarafından yumuşak kumtaşının içine oyulmuş ilkel bir merdiven ortaya çıkar.

Davis Kanyonu’nun etrafını saran topraklar, aşınmış kayalarla kızıl kumlukların oluşturduğu uçsuz bucaksız, kuru bir arazidir. Bitki örtüsü zayıf, güneş ışınlarından kaçılabilecek gölgelik bir yer bulmak neredeyse imkânsızdır. Ama kanyonun içine indiğinizde, bir başka dünyaya adım atmış gibi hissedersiniz. Çiçek açmış hintinciri ağaçlarının ötesinde kavak ağaçları salınır, boy atmış otlar rüzgarla birlikte dalgalanır. Otuz metrelik taş kemerin dibinde, sego zambaklarının açtığı, ömrü bir gün olan çiçekleri görebilir; kanyondaki çalıkuşlarının hurma ağaçlarının tepesinden gelen hüzünlü seslerini duyabilirsiniz. Derenin yukarılarında, sarp bir kayalıktan çıkıp yosun kaplı bataklıklarla kayalıklardan fırlamış baldırıkara otlarına su taşıyan bir pınar vardır.

Altmış yıl önce, bu büyüleyici kaçış noktasında, Mormon basamaklarının vadinin zeminiyle buluştuğu kesimin bir buçuk kilometre kadar aşağısında, yirmi yaşındaki Everett Ruess; takma ismini önce kanyon duvarında bir dizi Anasazi piktografının altına, sonra da Anasazilerin tahıl depolamak için inşa ettiği duvar bölmesinin girişine kazıdı. Ruess’in duvarlara “NEMO1934” kaydını düşerken; Chris McCandless’ı Sushana’daki otobüse “Alexander Süperberduş, Mayıs 1992” imzasını atmaya iten dürtüyle hareket ettiğine şüphe yok. Hatta zamanında Anasazilerin kanyon duvarlarını kendi deşifre edilemez sembolleriyle donatması da çok farklı sayılamayacak bir dürtünün eseri olabilir. Her halükarda Ruess, kumtaşına adını kazımasının kısa süre sonrasında, Davis Kanyonundan ayrılarak sırra kadem bastı. Bunu kendi planlamış gibi görünüyordu. Ruess’i bulmak için yapılan geniş ölçekli araştırma hiçbir sonuç vermedi. Sanki çöl tarafından yutulmuştu. Aradan geçen altmış yılın ardından, bugün de Ruess’e ne olduğuna dair neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.

Everett 1914 yılında Oakland-Kaliforniya’da, Christopher ve Stella Ruess'in iki oğlundan biri olarak doğdu. Harvard İlahiyat Okulu'ndan mezun olan Christopher, şair, filozof ve Üniteryen papazıydı fakat hayatını Kaliforniya Ceza Dairesi’nden aldığı bürokratik maaşıyla kazanıyordu. Stella ise bohem zevkleri olan, sanata düşkün, bildiğini okuyan bir kadındı. Tutkuları hem kendine hem de ailesine yönelikti. Stella’nın hazırladığı edebiyat bülteni Ruess Quartette'in kapağı aile düsturlarının armasını taşıyordu: “Zamanı yücelt.” Birbirine bağlı bir aile olan Ruess’ler göçebe bir hayat sürerek, Oakland’dan Fresno’ya, Los Angeles’dan Boston’a, Brooklyn’den New Jersey ve İndiana’ya taşındılar. En sonunda, Everett 14 yaşındayken, Güney Kaliforniya’ya yerleştiler.

Everett Los Angeles’da, Otis Sanat Okulu ve Hollywood Lisesinde okudu. On altı yaşındayken tek başına ilk uzun yolculuğuna çıkıp 1930 yazını Yosemite ve Big Sur’da geçirdi. Bu yolculuğun sonunda kendini Carmel’de bulmuştu. Carmel’e varışından iki gün sonra, yüzsüzlüğü ele alıp Edward Weston’un kapısını çaldı. Bu aşırı heyecanlı genç adamdan çok etkilenen usta fotoğrafçı, sonraki iki ay boyunca Ruess’in resim ve tahta kalıp baskısına yönelik tam oturmamış ancak umut vaat eden çabalarını destekledi ve çocukları Neil ve Cole ile birlikte stüdyosunda zaman geçirmesine izin verdi.

Yaz sonunda, Everett yalnızca lise diplomasını alacak kadar bir süre için evine döndü ve Ocak I931’de mezun oldu. Aradan henüz bir ay geçmeden yeniden yollara düşerek Utah, Arizona ve New Mexico’nun kanyon bölgelerini dolaştı. 1930’lu yıllarda bu topraklar, bugün ancak Alaska’nın sahip olduğu kadar nüfus yoğunluğuna sahipti ve gizemlerini korumaktaydı. UCLA'da mutsuz, kısa bir mola (babasının hiç dinmeyecek öfkesine rağmen tek sömestirin ardından okulu bıraktı), ebeveynlerine yaptığı iki uzun ziyaret ve San Francisco’da geçirdiği bir kışın haricinde (bu dönemde Dorothea Lange, Ansel Adams ve ressam Maynard Dixon ile zaman geçirmişti), Ruess meteorvari yaşamının geri kalanını hareket halinde, sırtında bir çanta ve çok az parayla, toprağın üzerinde uyuyarak ve bazen de coşku içinde ve günlerce aç kalarak, yollarda geçirdi.
Wallace Stegner’in sözcükleriyle Ruess, “Toy bir romantikti, genç bir estet ve çorak topraklarda atalarımızın ruhunu yaşatan bir gezgindi”:

On sekiz yaşında, rüyasında kendini ormanların içinde güçlükle ilerlerken, sarp kayalıkların ucuna tutunurken, dünyanın romantik, çorak yerlerini gezerken görüyordu. Onunki gibi bir çocukluğa sahip olan hiç kimse bu rüyaları unutamazdı. Fakat Everett Ruess'i farklı kılan, yola çıkarak hayalini kurduğu bu şeyleri gerçekleştirmesi ve bunu, uygarlığın elini çoktan attığı, cilalanmış bir harikalar diyarında iki haftalık bir seyahat olarak değil, yabani dünyanın tam kalbinde, aylar ve yıllarca yapmış olmasıdır...

Ruess bilinçli bir şekilde vücuduna eziyet etti, dayanıklılığını sınadı, yorucu deneyimler için kapasitesini test etti. Kızılderililerle yaşlıların girmemesi için sert şekilde uyardığı patikalara gözü kapalı girdi. Onu çoğu kez yolun ortasında havada asılı bırakan sarp yamaçlara tırmandı... Su kıyılarında, kanyonlarda ya da Navajo Dağı’nın yüksek eteklerinde kurduğu kamplarda, ailesine ve arkadaşlarına, medeniyetin yarattığı basmakalıp kişilikleri lanetlediği ve yabani ergenliğini barbarca haykıran uzun, zengin, coşkulu mektuplar yazdı.


Ruess, uğradığı ücra yerleşimlerin pullarını taşıyan çok sayıda mektup gönderdi: Kayenta, Chinle, Lukachukai; Zion Kanyonu, Büyük Kanyon, Verde Platosu; Escalante, Gökkuşağı Köprüsü, Chelly Kanyonu. Bu mektupları okuduğunuzda (W. L. Rusho tarafından titiz bir araştırma neticesinde bir araya getirilen mektuplar Everett Ruess: Güzellik Tutkunu Serseri adlı biyografide yer almaktadır), Ruess’in doğayla bağlantı kurmaya yönelik şiddetli arzusundan ve gezip gördüğü topraklara duyduğu neredeyse kışkırtıcı tutkudan etkilenmemeniz elde değil. Arkadaşı Cornel Tengel'e hislerini açtığı bir mektupta şunları yazıyor: “Sana en son yazdığımdan bu yana, yabanda hayat içinde müthiş birkaç deneyim edindim. İnsanı ezen, çok kuvvetli deneyimlerdi bunlar. Ama ben bunu her zaman hissetmişimdir. Hayatımı sürdürmek için ihtiyaç duyduğum şey bu."

Everett Ruess'in yazışmaları, Ruess ve McCandless arasındaki düşündürücü benzerlikleri de açığa vurur. Aşağıda okuyacağınız üç paragraf, Ruess'in üç ayrı mektubundan alınmıştır:



Hayatım boyunca yabanda yalnız bir gezgin olacağımı her geçen gün daha da çok düşünüyorum. Tanrım, patikalar beni nasıl da çekiyor. Bunun üzerimdeki karşı konulamaz cazibesini idrak etmeniz mümkün değil. Her şey bir kenara, yalnız başına yolda olmak en iyisi... Hiçbir zaman durmayacağım. Ve dünyadan göçme vakti geldiğinde, bunun için en vahşi, en yalnız, en ıssız yeri bulacağım.



Bu diyarların güzelliği artık benim bir parçam haline geliyor. Kendimi hayattan iyice kopmuş ve bir şekilde daha yumuşak başlı hissediyorum... Burada birkaç iyi arkadaşım olsa da aralarında neden burada bulunduğumu ya da ne yaptığımı gerçekten anlayan yok. Ama dar sınırlara sahip bir anlayıştan daha fazlasını taşıyan binleriyle de karşılaşmış değilim. Yalnız başıma çok ilerlemiş durumdayım. Çoğu insanın yaşadığı şekliyle hayat beni hiçbir zaman tatmin etmedi. Her zaman için çok daha yoğun ve zengin bir hayat yaşamak istedim.



Bu seneki yolculuklarımda çok daha fazla riske girdim ve hiçbir zaman yaşamadığım denli vahşi maceralar yaşadım. Nasıl da büyülü bir ülkeydi gördüğüm; uzayıp giden heybetli, çorak topraklar, gözlerden ırak ve yüksek platolar, parlak kırmızı kum çöllerinin üzerinde yükselen mavi dağlar, dip noktası ancak bir buçuk metre genişliğinde olan yüzlerce metre derinliğe sahip kanyonlar, isimsiz kanyonlar üzerinde yakalandığım ani sağanaklar ve sarp kayalık sakinlerinin bin yıl önce terk edilmiş evleri.



Aradan geçen yarım yüzyılın ardından, Wayne Westerberg'e yazdığı bir kartta McCandless’ın sesi, insanı ürkütecek ölçüde Ruess’i çağrıştırıyor:

“Hayatımı bir süre daha bu şekilde sürdürmeye karar verdim. Sahip olduğum özgürlük ve bu hayatın basit güzelliği kolay kolay bırakılacak şeyler değil.” Ruess’in sesinin yankıları, McCandless’ın Ronald Franz’a yazdığı son mektupta da duyulabilir.

Daha fazla değilse bile, Ruess de en azından McCandless kadar romantik bir gençti. Bunun yanı sıra, kişisel güvenlik konusunda McCandless kadar umursamazdı. 1934 yılında bir Anasazi kayalığında sürdürdüğü kazıda kısa bir süre için Ruess’e aşçı olarak iş veren arkeolog Clayborn Lockett, Rusho’ya, “Everett’in tehlikeli uçurum kenarlarındaki pervasız hareketlerini gördüğünde ağzının açık kaldığını” belirtiyor.

Aslına bakılacak olursa, Ruess de mektuplarından birinde şöyle yazmıştı:

“Su ararken ya da kayalıklara oyulmuş mağaralara bakarken, yüzlerce kez hayatımı parçalanmak üzere olan bir kumtaşına ya da neredeyse dimdik bir kayaya bağlamışımdır. İki kere, azgın boğalar tarafından az kalsın öldürülüyordum. Ama şu ana dek hep yara almadan kurtulmasını bildim ve yeni maceralara atıldım.” Son mektubunda Ruess lakayt bir üslupla kardeşine itirafta bulunuyor:


Çıngıraklı yılanlar ve dağılan kayalıklardan paçamı birkaç kere kurtardım. Son kaza Chocolatero (eşeğinin adı) yaban arılarım kışkırttığında yaşandı. Birkaç kez daha sokulsaydım sanırım işim bitmişti. Gözlerimi açıp ellerimi yeniden kullanmam üç-dört günümü aldı.


Gene McCandless gibi, Ruess de fiziksel sıkıntı ve rahatsızlıklardan sakınmıyordu; hatta bazen bu koşulları özellikle kendisi yaratıyordu. Arkadaşı Bili Jacobs’a yazdığı bir mektupta, “Altı gün boyunca zehirli sarmaşıkların acısını çektim; ölümden beterdi,” diyor ve şöyle devam ediyor:

İki gün boyu hayatta olup olmadığımı anlayabilecek durumda bile değildim. Ateşler içinde kıvranıp duruyordum, üzerimde karınca ve sinek sürüleri dolanıyordu, bu esnada zehir yüzüme, kollarıma ve sırtıma dek ilerlemişti. Ağzıma tek lokma atmadım; bir filozof misali acı çekmekten başka yapacak hiçbir şey yoktu...

Böyle şeyler hep başıma geliyor ama gene de yabandan ayrılmaya niyetim yok.

Ve McCandless gibi, Ruess de son serüveni öncesinde kendisine yeni bir isim (ya da bir dizi yeni isim) buldu. ı Mart 1931 tarihli mektubunda, ailesine adının artık Lan Rameau olduğunu bildiriyor ve “bu yeni ismi saygıyla kabul etmelerini” istiyordu. “Nasıl söylüyorsunuz Fransızcada? Nomme de brous-he mi?” İki ay sonraki mektubunda, “Adımı gene değiştirdim, artık adım Evert Rulan. Beni daha önceden tanıyanlar ismimi korkutucu buluyor ve Fransızlığımın bir işareti olduğunu düşünüyorlardı,” derken, aynı yılın ağustos ayında gelen bir diğer mektupta, bu defa hiçbir açıklama getirmeksizin kendisine yeniden Everett Ruess diyerek sonraki üç yıl boyunca bu adı kullanmaya devam etti; ta ki Davis Kanyonu’na yapacağı son yolculuğa dek. Burada bilinmeyen bir nedenden dolayı, Navajo’nun yumuşak kumtaşlarına iki kez (Latincede “hiç kimse” anlamına gelen) Nemo adını kazıdı ve ardından ortalıktan kayboldu. Yirmi yaşındaydı.


Ruess’ten gelen son mektuplar, 11 Kasım 1934 tarihinde, Davis Kanyonu’nun 120 kilometre kuzeyinde bulunan Escalante’deki Mormon yerleşiminden postalanmıştı. Ebeveynlerine ve kardeşine yazdığı bu mektuplarda, “bir ya da iki ay” için iletişimlerinin kesileceğini haber veriyordu. Mektupların postalanmasının sekiz gün sonrasında, Ruess vadinin bir buçuk kilometre uzağında iki çobana rastlayarak kamplarında iki gece geçirdi. Bu adamlar delikanlıyı canlı gören son insanlar oldu.

Annesiyle babası, Escalante’den ayrılışından üç ay kadar sonra, Everett’in çoktan terk ettiği, Arizona’daki Marble Kanyonu’nun postane müdüründen bir paket açılmamış mektup aldı. Endişeye kapılan Christopher ve Stella Ruess, Escalante’deki yetkililerle irtibata geçerek 1935 Mart ayının ilk günlerinde bir araştırma ekibi oluşturulmasını sağladılar. Araştırmaya Ruess’in en son görüldüğü kamptan başlayan ekip, çevre bölgeyi aramaya koyulduktan kısa süre sonra Davis Kanyonu’nun dibinde, Ruess’in iki eşeğini ağaç dalları ve çalılarla çevrili bir alanda hallerinden memnun bir şekilde otlarken buldu.

Eşekler kanyonun üst kesiminde, Mormon basamaklarının vadinin zeminiyle kesiştiği noktanın yukarısındaydı; keşif ekibi biraz aşağıda ise Ruess’in kurduğu aşikar olan kamp yerini buldu. Ardından, doğal yollardan oluşmuş bir kemerin altındaki Anasazi ambarının girişine kazınmış “NEMO 1934” yazısıyla karşılaştılar. Yakınlardaki bir kayanın üzerineyse dört Anasazi kabı yerleştirilmişti. Üç ay sonrasında keşif ekibi vadinin biraz aşağılarında bir başka Nemo yazısı gördü (1963’te Glen Kanyon Barajı’nın tamamlanmasıyla Powell Gölü’nün yükselmeye başlayan suları, her iki Nemo yazısını da silmiştir). Fakat eşekleri dışında, Ruess’e ait olan eşyalar (kamp teçhizatı, günlükler ya da resimler) hiçbir zaman bulunamadı.

Genel kanı, Ruess’in kanyon duvarlarının birinden düşerek hayatını kaybettiği yönünde. Bölge topografyasının tekinsiz şartları (araziyi kalbura çeviren sarp kayalıkların büyük kısmı Navajo kumtaşından oluşmuş, kolayca ufalanan kumtaşı katmanları dimdik uçurumlar meydana getirecek şekilde erozyona uğramıştır) ve Ruess’in tehlikeli tırmanışlara meyilli yapıda olduğu düşünülecek olursa, bu hiç de mantıksız bir senaryo sayılmaz. Gene de yapılan araştırmalarda, uçurumların yakını veya uzağında bir cesede rastlanmadığını da belirtmemiz gerekiyor.

Öte yandan Ruess ağır yükünü yanına alarak vadiden ayrıldıysa, eşeklerini terk etmesi nasıl açıklanabilir? İnsanı düşünmeye iten bu gerçek, bazı araştırmacıların Ruess’in bölgede aktif olduğu bilinen bir grup haydut tarafından öldürüldüğünü öne sürmelerine neden olmuştur. Bu haydutlar eşyalarını çalarak Ruess’in cesedini gömmüş ya da Colorado Nehri’ne atmış olabilirdi. Bu teori de gayet akla yatkın olmasına rağmen, kesin kanıt yoktur.

Oğlunun ortadan kaybolmasından kısa süre sonra Christopher Ruess, Everett’in kendine Nemo adını uygun görmesinin Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabından kaynaklandığını söyledi; Everett bu kitabı defalarca okumuştu. Kitabın kahramanı Kaptan Nemo da medeniyetten kaçarak “dünyayla olan bütün bağlarını” kesmiştir. Everett’in biyografisini yazan W. L. Rusho, Christopher Ruess’in bu değerlendirmesine katılarak, “Everett’in organize toplumdan uzaklaşması, dünyevi zevklerden el ayak çekmesi ve Davis Kanyonu’na kazıdığı NEMO yazılarının, kendisini Jules Verne’in karakteriyle özdeşleştirdiğine yönelik çok güçlü kanıtlar olduğunu” belirtmiştir.

Kendini Kaptan Nemo’yla özdeşleştirmesi, hiç de azımsanmayacak sayıdaki Ruess mitolojisi uzmanını, Everett’in Davis Kanyonu’ndan ayrıldıktan sonra herkesi oyuna getirerek, yaşamını gizli bir kimlik altında sessizce sürdürdüğünü düşünmeye itmiştir. Bundan bir yıl kadar önce, Kingman, Arizona’da benzin almak için girdiğim bir istasyonda kendimi, ağzının kenarlarında Skoal lekeleri bulunan, ufak tefek, gergin bir adam olan orta yaşlı pompacıyla Ruess üzerine konuşurken buldum. İkna edici bir tonda konuşan bu adam, 1960'ların sonunda Navajo Kızılderili Bölgesi’nin ücra bir köşesinde Ruess'le karşılaşmış birini tanıdığına yeminler ediyordu. Bu adama göre, Ruess bir Navajo kadınıyla evlenmiş ve en azından bir çocukları olmuştu. Bu ve Ruess’in görüldüğünü iddia eden nispeten daha güncel haberler, söylemeye gerek bile yok, oldukça şüphelidir.

Everett Ruess bilmecesini çözmek için epey zaman harcamış insanlardan biri olan Ken Sleight da, çocuğun 1934’te ya da 1935’in ilk zamanlarında öldüğünü düşünüyor ve dahası, Ruess'in sonunun nasıl geldiğini bildiğine inanıyor. Altmış beş yaşındaki Sleight profesyonel bir nehir kılavuzu, Mormon usullerine göre yetiştirilmiş bir çöl faresi ve çevresinde cüretkarlığıyla nam salmış bir adam. Edward Abbey’in, kanyon bölgesindeki eko-terörizmi konu alan pikaresk romanı İngiliz Anahtarı Çetesini' yazarken, yakın dostu Ken Sleight’m Seldom Seen Smith karakterinin esinlendiği kişi olduğu söylenir. Sleight kırk yıldır bu bölgede yaşıyor; Ruess’in geçtiği her yerden geçmiş, Ruess’le yolu kesişen birçok insanla konuşmuş, Ruess’in kardeşi Waldo’yu da yanına alarak Davis Kanyonu’na gelmiş ve Everett’in kaybolduğu yeri ziyaret etmiş.

Sleight, “Waldo, Everett’in öldürüldüğünü düşünüyor," diyor. “Ama ben öyle olduğunu sanmıyorum. İki yıldır Escalante’de yaşıyorum. Zamanında Everett’i öldürmekle itham edilen insanlarla konuştum. Onların böyle bir şey yaptığına inanmıyorum. Ama kim bilir? Bir insanın gerçekten ne yaptığını asla bilemezsin. Diğerleri Everett’in bir uçurumdan düştüğünü düşünüyor. Eh, tamam, bu da olabilir. Bu bölgede hiç zor değil. Ama olanın bu okluğunu da sanmıyorum. Size ne olduğunu söyleyeyim. Bence boğuldu"

Yıllar önce, Davis Kanvonu’nun yetmiş kilometre doğusunda. San Juan Nehri’nin bir kolu olan Grand Vadisi’nde yürüyüş yaparken, Sleight bir Anasazi ambarının kireçli harcı üzerine kazınmış Nemo yazısını keşfetti. Sleight, Ruess’in bu yazıyı Davis Kanyonu’ndan ayrıldıktan kısa bir süre sonra kazıdığını öne sürüyor.

“Eşeklerinin etrafını çevirdikten sonra, Ruess tüm eşyalarını bir mağaranın içine sakladı ve Kaptan Nemo’culuk oynayarak ortalıktan kayboldu. Navajo’da Kızılderili arkadaşları vardı; bence gittiği yer de orası oldu,” diyor Sleight. Colorado Nehri üzerinden Navajo Bölgesi’ne ulaşacak mantıklı bir rota Ruess’i önce Delikli Kaya’ya, ardından, ilk kez 1880 yılında Mormon yerleşimcileri tarafından kullanılan ve Wilson Platosu’yla Clay Tepeleri boyunca ilerleyen engebeli patikaya, en sonunda da Grand Vadisi’nden San Juan Nehri’ne götürecektir. Bu noktanın ilerisinde Kızılderili Bölgesi başlar. “Everett, Nemo imzasını Grand Vadisi’nde, Collins Deresi’nin bir buçuk kilometre kadar aşağısında kalan harabenin üzerine attı ve San Juan’a doğru devam etti. Nehrin karşı tarafına geçmek isterken de boğuldu. Benim düşüncem bu.”

Sleight, Ruess nehrin karşısına sağ salim geçerek Kızılderili topraklarına ulaşmış olsaydı eğer, kendini burada gizlemesinin imkansız olduğunu düşünüyor. “Nemo’culuk oynamaya devam etmiş olsa bile bu imkânsız. Everett yalnızlığına düşkün bir gençti, tamam. Ama buraya yerleşip, hayatının geri kalanında saklanamayacak kadar da insanları seviyordu. Aslında çoğumuz onun gibiyiz; ben onun gibiyim, Ed Abbey onun gibiydi ve McCandless denilen bu çocuk da sanki öyleymiş gibi. Arkadaşlıktan, yarenlikten hoşlanırız ama gene de uzun süre insanların yanında kalamayız. Bu yüzden ortalıktan kaybolur, bir süre sonra geri döner, sonra gene cehennem oluruz. Everett’in yaptığı da buydu.”

Sleight, “Everett tuhaf biriydi,” diyerek Ruess’in hakkını veriyor. “Bir şekilde farklıydı. Ama Everett ve görünen o ki McCandless da, hiç değilse hayallerinin peşinden gitmiş insanlar. Onları büyük yapan da bu. Denediler. Çoğu insan bunu yapmaz.

Everett Ruess ve Chris McCandless’ı anlamak istiyorsak, yaptıklarını daha geniş bir bağlamda değerlendirmek aydınlatıcı olabilir. Çok uzak bir başka yerden, bazen bir yüzyıl öncesinden, bu kişilere benzeyen diğerlerine bakmak bize yeni bir bakış açısı kazandırabilir.

İzlanda’nın güneydoğu kıyısında Papos adında alçak bir ada yer alır. Ağaçsız, kayalık bir ada olmasının yanında, sürekli olarak Kuzey Atlantik’in sert rüzgarlarına maruz kalan Papos, adını uzun zaman önce dünyadan göçmüş ilk sakinlerinden, papar olarak bilinen İrlandalı keşişlerden almıştır. Bu adanın eğri büğrü kıyı şeridi boyunca yürüdüğüm bir yaz gününün öğleden sonrasında, tundra içine gömülmüş soluk renkli taşlardan kurulu bir dizi dikdörtgen temele takıldım. Bunlar yüzlerce yıl öncesinden kalma, belki Davis Kanyonu’ndaki Anasazi harabelerinden bile daha eskilere dayanan keşiş evlerinin günümüze ulaşmış son kalıntılarıydı.

Milattan sonra beş ve altıncı yüzyıllarda İrlanda’nın batı kıyısından yola çıkan keşişler, okyanusun en tehlikeli kesimlerinden birini, öteki tarafta karşılarına ne çıkacağını, hatta bir şey çıkıp çıkmayacağını bile bilmeksizin, curragh denilen, hasırdan bir iskeletin üzerine gerilmiş sığır derisinden mürekkep, üstü açık, küçük botlarıyla kat ettiler.

Zenginlik, şan şöhret ya da despot bir rejim adına yeni topraklar işgal etmek gibi amaçları olmayan papar keşişleri, okyanusu geçerken hayatlarını ortaya koymuş ve çoğu da, bugün bizim için bilinmeyen şekillerde, bu kumarı kaybetmiştir. Önde gelen kutup araştırmacılarından, Nobel ödüllü Fridtjof Nansen keşişler hakkında şunları söylüyor: “Bu olağanüstü deniz seferlerinin en öncelikli amacı üzerinde kimsenin olmadığı bir toprak parçası bulmaktı; böylelikle bu münzevi adamlar, dünyanın hengamesi ve ayartmalarıyla rahatsız edilmeksizin, yaşamlarını huzur içinde sürdürebilecekti.” Dokuzuncu yüzyılda Norveçli ilk kaşifler İzlanda kıyılarına ulaştığında, papar keşişleri, neredeyse hiç iskân edilmemiş olsa da topraklarının haddinden fazla kalabalıklaştığına karar vererek, bir kez daha curragh’larına atlayıp Grönland’a doğru kürek çekmeye başladılar. Bundan sonrasında, hissettikleri ruhani açlığın ve modern imgelemimizin sersefil görünmesine neden olacak yeğinliğe sahip arzularının peşinde, fırtınalarla kıvranan okyanusta bilinen dünyanın sınırlarını aşarak batıya doğru sürükleneceklerdi.

Keşişlerin hayatını okuduğunuzda, cesaretlerinden, gözü kara masumiyetlerinden ve arzularının kaçınılmazlığından etkilenmemek elde değil. Keşişlerin hayatını okuduğunuzda, Everett Ruess ve Chris McCandless’ı düşünmemek elde değil.

*
Jon Krakauer'in

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder