Davis Deresi
yılın büyük bölümünde yalnızca incecik bir akıntıdır; bazen öyle sayılamaz
bile. Yüksek bir kayalığın üzerine kurulu Ellimil Noktası denilen burcun
dibinden çıkan dere, mütevazı miktardaki suyunu Glen Kanyon Barajı’nın
yukarısında 300 kilometrelik alana sahip dev bir rezervuar olan Powell Gölü’ne
dökmeden önce, Güney Utah’ın pembe kumtaşı topraklarında yalnızca altı buçuk
kilometre boyunca ilerler. Davis Kanyonu neresinden bakarsanız bakın küçük
fakat aynı zamanda çok güzel bir boşaltım havzasıdır; havzanın etrafındaki sert
koşulların hüküm sürdüğü çorak araziden geçen gezginler yüzyıllardır yarığı
andıran dar geçidin dibindeki vahaya bel bağlamıştır. Geçidin dimdik
duvarlarını dokuz yüz yıllık ürkütücü petroglifler ve piktograflar süsler.
Kayalara kazınmış bu eşsiz sanat yapıtlarının yaratıcısı olan ve çok uzun zaman
önce dünyadan el ayak çekmiş Kayenta Anasazi kabilesinin döküntü taştan evleri,
vadinin korunaklı kuytularında yer alır. Anasazi’den kalma antik çömlek
parçaları, geçtiğimiz yüzyılın sonunda kanyonda hayvan sürülerini otlatan
çobanların bıraktığı paslı teneke kutularla birlikte kumun içine karışmıştır.
Davis Kanyonu’nun
büyük kısmı kaygan kayalık içindeki derin bir yarık olarak görünür, bazı
yerlerde bir duvardan diğerine tükürebileceğiniz kadar darlaşır, yukarı doğru
yükselen kumtaşından duvarlar kanyona geçişi engeller. Fakat en alçak bitim
noktasında vadinin içine doğru gizli bir geçit açılmaktadır. Davis Deresi’nin
Powell Gölü’ne aktığı hattın üst kısmında, doğal yollardan oluşmuş bir rampa
kanyonun batı sınırında zikzak çizer. Derenin dibinden çok da yüksek olmayan
bir noktada rampa sona ererken, neredeyse yüzyıl önce hayvancılıkla uğraşan
Mormonlar tarafından yumuşak kumtaşının içine oyulmuş ilkel bir merdiven ortaya
çıkar.
Davis Kanyonu’nun
etrafını saran topraklar, aşınmış kayalarla kızıl kumlukların oluşturduğu uçsuz
bucaksız, kuru bir arazidir. Bitki örtüsü zayıf, güneş ışınlarından
kaçılabilecek gölgelik bir yer bulmak neredeyse imkânsızdır. Ama kanyonun içine
indiğinizde, bir başka dünyaya adım atmış gibi hissedersiniz. Çiçek açmış
hintinciri ağaçlarının ötesinde kavak ağaçları salınır, boy atmış otlar rüzgarla
birlikte dalgalanır. Otuz metrelik taş kemerin dibinde, sego zambaklarının
açtığı, ömrü bir gün olan çiçekleri görebilir; kanyondaki çalıkuşlarının hurma
ağaçlarının tepesinden gelen hüzünlü seslerini duyabilirsiniz. Derenin
yukarılarında, sarp bir kayalıktan çıkıp yosun kaplı bataklıklarla
kayalıklardan fırlamış baldırıkara otlarına su taşıyan bir pınar vardır.
Altmış yıl önce,
bu büyüleyici kaçış noktasında, Mormon basamaklarının vadinin zeminiyle
buluştuğu kesimin bir buçuk kilometre kadar aşağısında, yirmi yaşındaki Everett
Ruess; takma ismini önce kanyon duvarında bir dizi Anasazi piktografının
altına, sonra da Anasazilerin tahıl depolamak için inşa ettiği duvar bölmesinin
girişine kazıdı. Ruess’in duvarlara “NEMO1934” kaydını düşerken; Chris
McCandless’ı Sushana’daki otobüse “Alexander Süperberduş, Mayıs 1992” imzasını
atmaya iten dürtüyle hareket ettiğine şüphe yok. Hatta zamanında Anasazilerin
kanyon duvarlarını kendi deşifre edilemez sembolleriyle donatması da çok farklı
sayılamayacak bir dürtünün eseri olabilir. Her halükarda Ruess, kumtaşına adını
kazımasının kısa süre sonrasında, Davis Kanyonundan ayrılarak sırra kadem
bastı. Bunu kendi planlamış gibi görünüyordu. Ruess’i bulmak için yapılan geniş
ölçekli araştırma hiçbir sonuç vermedi. Sanki çöl tarafından yutulmuştu. Aradan
geçen altmış yılın ardından, bugün de Ruess’e ne olduğuna dair neredeyse hiçbir
şey bilmiyoruz.

Everett Los
Angeles’da, Otis Sanat Okulu ve Hollywood Lisesinde okudu. On altı yaşındayken
tek başına ilk uzun yolculuğuna çıkıp 1930 yazını Yosemite ve Big Sur’da
geçirdi. Bu yolculuğun sonunda kendini Carmel’de bulmuştu. Carmel’e varışından
iki gün sonra, yüzsüzlüğü ele alıp Edward Weston’un kapısını çaldı. Bu aşırı
heyecanlı genç adamdan çok etkilenen usta fotoğrafçı, sonraki iki ay boyunca
Ruess’in resim ve tahta kalıp baskısına yönelik tam oturmamış ancak umut vaat
eden çabalarını destekledi ve çocukları Neil ve Cole ile birlikte stüdyosunda
zaman geçirmesine izin verdi.
Yaz sonunda, Everett
yalnızca lise diplomasını alacak kadar bir süre için evine döndü ve Ocak I931’de
mezun oldu. Aradan henüz bir ay geçmeden yeniden yollara düşerek Utah, Arizona
ve New Mexico’nun kanyon bölgelerini dolaştı. 1930’lu yıllarda bu topraklar,
bugün ancak Alaska’nın sahip olduğu kadar nüfus yoğunluğuna sahipti ve
gizemlerini korumaktaydı. UCLA'da mutsuz, kısa bir mola (babasının hiç
dinmeyecek öfkesine rağmen tek sömestirin ardından okulu bıraktı), ebeveynlerine
yaptığı iki uzun ziyaret ve San Francisco’da geçirdiği bir kışın haricinde (bu
dönemde Dorothea Lange, Ansel Adams ve ressam Maynard Dixon ile zaman
geçirmişti), Ruess meteorvari yaşamının geri kalanını hareket halinde, sırtında
bir çanta ve çok az parayla, toprağın üzerinde uyuyarak ve bazen de coşku
içinde ve günlerce aç kalarak, yollarda geçirdi.
Wallace
Stegner’in sözcükleriyle Ruess, “Toy bir romantikti, genç bir estet ve çorak
topraklarda atalarımızın ruhunu yaşatan bir gezgindi”:
On sekiz yaşında, rüyasında kendini
ormanların içinde güçlükle ilerlerken, sarp kayalıkların ucuna tutunurken,
dünyanın romantik, çorak yerlerini gezerken görüyordu. Onunki gibi bir
çocukluğa sahip olan hiç kimse bu rüyaları unutamazdı. Fakat Everett Ruess'i
farklı kılan, yola çıkarak hayalini kurduğu bu şeyleri gerçekleştirmesi ve
bunu, uygarlığın elini çoktan attığı, cilalanmış bir harikalar diyarında iki
haftalık bir seyahat olarak değil, yabani dünyanın tam kalbinde, aylar ve
yıllarca yapmış olmasıdır...
Ruess bilinçli bir şekilde vücuduna eziyet
etti, dayanıklılığını sınadı, yorucu deneyimler için kapasitesini test etti.
Kızılderililerle yaşlıların girmemesi için sert şekilde uyardığı patikalara
gözü kapalı girdi. Onu çoğu kez yolun ortasında havada asılı bırakan sarp
yamaçlara tırmandı... Su kıyılarında, kanyonlarda ya da Navajo Dağı’nın yüksek
eteklerinde kurduğu kamplarda, ailesine ve arkadaşlarına, medeniyetin yarattığı
basmakalıp kişilikleri lanetlediği ve yabani ergenliğini barbarca haykıran
uzun, zengin, coşkulu mektuplar yazdı.
Ruess, uğradığı
ücra yerleşimlerin pullarını taşıyan çok sayıda mektup gönderdi: Kayenta,
Chinle, Lukachukai; Zion Kanyonu, Büyük Kanyon, Verde Platosu; Escalante,
Gökkuşağı Köprüsü, Chelly Kanyonu. Bu mektupları okuduğunuzda (W. L. Rusho
tarafından titiz bir araştırma neticesinde bir araya getirilen mektuplar Everett
Ruess: Güzellik Tutkunu Serseri adlı biyografide yer almaktadır), Ruess’in
doğayla bağlantı kurmaya yönelik şiddetli arzusundan ve gezip gördüğü
topraklara duyduğu neredeyse kışkırtıcı tutkudan etkilenmemeniz elde değil.
Arkadaşı Cornel Tengel'e hislerini açtığı bir mektupta şunları yazıyor: “Sana
en son yazdığımdan bu yana, yabanda hayat içinde müthiş birkaç deneyim edindim.
İnsanı ezen, çok kuvvetli deneyimlerdi bunlar. Ama ben bunu her zaman
hissetmişimdir. Hayatımı sürdürmek için ihtiyaç duyduğum şey bu."
Everett Ruess'in
yazışmaları, Ruess ve McCandless arasındaki düşündürücü benzerlikleri de açığa
vurur. Aşağıda okuyacağınız üç paragraf, Ruess'in üç ayrı mektubundan
alınmıştır:
Hayatım boyunca
yabanda yalnız bir gezgin olacağımı her geçen gün daha da çok düşünüyorum.
Tanrım, patikalar beni nasıl da çekiyor. Bunun üzerimdeki karşı konulamaz
cazibesini idrak etmeniz mümkün değil. Her şey bir kenara, yalnız başına yolda
olmak en iyisi... Hiçbir zaman durmayacağım. Ve dünyadan göçme vakti
geldiğinde, bunun için en vahşi, en yalnız, en ıssız yeri bulacağım.
Bu diyarların
güzelliği artık benim bir parçam haline geliyor. Kendimi hayattan iyice kopmuş
ve bir şekilde daha yumuşak başlı hissediyorum... Burada birkaç iyi arkadaşım
olsa da aralarında neden burada bulunduğumu ya da ne yaptığımı gerçekten
anlayan yok. Ama dar sınırlara sahip bir anlayıştan daha fazlasını taşıyan
binleriyle de karşılaşmış değilim. Yalnız başıma çok ilerlemiş durumdayım. Çoğu
insanın yaşadığı şekliyle hayat beni hiçbir zaman tatmin etmedi. Her zaman için
çok daha yoğun ve zengin bir hayat yaşamak istedim.
Bu seneki
yolculuklarımda çok daha fazla riske girdim ve hiçbir zaman yaşamadığım denli
vahşi maceralar yaşadım. Nasıl da büyülü bir ülkeydi gördüğüm; uzayıp giden
heybetli, çorak topraklar, gözlerden ırak ve yüksek platolar, parlak kırmızı
kum çöllerinin üzerinde yükselen mavi dağlar, dip noktası ancak bir buçuk metre
genişliğinde olan yüzlerce metre derinliğe sahip kanyonlar, isimsiz kanyonlar
üzerinde yakalandığım ani sağanaklar ve sarp kayalık sakinlerinin bin yıl önce
terk edilmiş evleri.
Aradan geçen
yarım yüzyılın ardından, Wayne Westerberg'e yazdığı bir kartta McCandless’ın
sesi, insanı ürkütecek ölçüde Ruess’i çağrıştırıyor:
“Hayatımı bir
süre daha bu şekilde sürdürmeye karar verdim. Sahip olduğum özgürlük ve bu
hayatın basit güzelliği kolay kolay bırakılacak şeyler değil.” Ruess’in sesinin
yankıları, McCandless’ın Ronald Franz’a yazdığı son mektupta da duyulabilir.
Daha fazla
değilse bile, Ruess de en azından McCandless kadar romantik bir gençti. Bunun
yanı sıra, kişisel güvenlik konusunda McCandless kadar umursamazdı. 1934
yılında bir Anasazi kayalığında sürdürdüğü kazıda kısa bir süre için Ruess’e
aşçı olarak iş veren arkeolog Clayborn Lockett, Rusho’ya, “Everett’in tehlikeli
uçurum kenarlarındaki pervasız hareketlerini gördüğünde ağzının açık kaldığını”
belirtiyor.
Aslına bakılacak
olursa, Ruess de mektuplarından birinde şöyle yazmıştı:
“Su ararken ya da
kayalıklara oyulmuş mağaralara bakarken, yüzlerce kez hayatımı parçalanmak
üzere olan bir kumtaşına ya da neredeyse dimdik bir kayaya bağlamışımdır. İki
kere, azgın boğalar tarafından az kalsın öldürülüyordum. Ama şu ana dek hep
yara almadan kurtulmasını bildim ve yeni maceralara atıldım.” Son mektubunda
Ruess lakayt bir üslupla kardeşine itirafta bulunuyor:
Çıngıraklı
yılanlar ve dağılan kayalıklardan paçamı birkaç kere kurtardım. Son kaza
Chocolatero (eşeğinin adı) yaban arılarım kışkırttığında yaşandı. Birkaç kez
daha sokulsaydım sanırım işim bitmişti. Gözlerimi açıp ellerimi yeniden
kullanmam üç-dört günümü aldı.
Gene McCandless
gibi, Ruess de fiziksel sıkıntı ve rahatsızlıklardan sakınmıyordu; hatta bazen
bu koşulları özellikle kendisi yaratıyordu. Arkadaşı Bili Jacobs’a yazdığı bir
mektupta, “Altı gün boyunca zehirli sarmaşıkların acısını çektim; ölümden
beterdi,” diyor ve şöyle devam ediyor:
İki gün boyu hayatta
olup olmadığımı anlayabilecek durumda bile değildim. Ateşler içinde kıvranıp
duruyordum, üzerimde karınca ve sinek sürüleri dolanıyordu, bu esnada zehir
yüzüme, kollarıma ve sırtıma dek ilerlemişti. Ağzıma tek lokma atmadım; bir
filozof misali acı çekmekten başka yapacak hiçbir şey yoktu...
Böyle şeyler hep
başıma geliyor ama gene de yabandan ayrılmaya niyetim yok.
Ve McCandless
gibi, Ruess de son serüveni öncesinde kendisine yeni bir isim (ya da bir dizi
yeni isim) buldu. ı Mart 1931 tarihli mektubunda, ailesine adının artık Lan
Rameau olduğunu bildiriyor ve “bu yeni ismi saygıyla kabul etmelerini”
istiyordu. “Nasıl söylüyorsunuz Fransızcada? Nomme de brous-he mi?” İki ay
sonraki mektubunda, “Adımı gene değiştirdim, artık adım Evert Rulan. Beni daha
önceden tanıyanlar ismimi korkutucu buluyor ve Fransızlığımın bir işareti
olduğunu düşünüyorlardı,” derken, aynı yılın ağustos ayında gelen bir diğer
mektupta, bu defa hiçbir açıklama getirmeksizin kendisine yeniden Everett Ruess
diyerek sonraki üç yıl boyunca bu adı kullanmaya devam etti; ta ki Davis
Kanyonu’na yapacağı son yolculuğa dek. Burada bilinmeyen bir nedenden dolayı,
Navajo’nun yumuşak kumtaşlarına iki kez (Latincede “hiç kimse” anlamına gelen)
Nemo adını kazıdı ve ardından ortalıktan kayboldu. Yirmi yaşındaydı.

Ruess’ten gelen
son mektuplar, 11 Kasım 1934 tarihinde, Davis Kanyonu’nun 120 kilometre
kuzeyinde bulunan Escalante’deki Mormon yerleşiminden postalanmıştı.
Ebeveynlerine ve kardeşine yazdığı bu mektuplarda, “bir ya da iki ay” için iletişimlerinin
kesileceğini haber veriyordu. Mektupların postalanmasının sekiz gün sonrasında,
Ruess vadinin bir buçuk kilometre uzağında iki çobana rastlayarak kamplarında
iki gece geçirdi. Bu adamlar delikanlıyı canlı gören son insanlar oldu.
Annesiyle babası,
Escalante’den ayrılışından üç ay kadar sonra, Everett’in çoktan terk ettiği,
Arizona’daki Marble Kanyonu’nun postane müdüründen bir paket açılmamış mektup
aldı. Endişeye kapılan Christopher ve Stella Ruess, Escalante’deki yetkililerle
irtibata geçerek 1935 Mart ayının ilk günlerinde bir araştırma ekibi
oluşturulmasını sağladılar. Araştırmaya Ruess’in en son görüldüğü kamptan
başlayan ekip, çevre bölgeyi aramaya koyulduktan kısa süre sonra Davis
Kanyonu’nun dibinde, Ruess’in iki eşeğini ağaç dalları ve çalılarla çevrili bir
alanda hallerinden memnun bir şekilde otlarken buldu.
Eşekler kanyonun
üst kesiminde, Mormon basamaklarının vadinin zeminiyle kesiştiği noktanın
yukarısındaydı; keşif ekibi biraz aşağıda ise Ruess’in kurduğu aşikar olan kamp
yerini buldu. Ardından, doğal yollardan oluşmuş bir kemerin altındaki Anasazi
ambarının girişine kazınmış “NEMO 1934” yazısıyla karşılaştılar. Yakınlardaki
bir kayanın üzerineyse dört Anasazi kabı yerleştirilmişti. Üç ay sonrasında
keşif ekibi vadinin biraz aşağılarında bir başka Nemo yazısı gördü (1963’te
Glen Kanyon Barajı’nın tamamlanmasıyla Powell Gölü’nün yükselmeye başlayan
suları, her iki Nemo yazısını da silmiştir). Fakat eşekleri dışında, Ruess’e
ait olan eşyalar (kamp teçhizatı, günlükler ya da resimler) hiçbir zaman
bulunamadı.
Genel kanı,
Ruess’in kanyon duvarlarının birinden düşerek hayatını kaybettiği yönünde.
Bölge topografyasının tekinsiz şartları (araziyi kalbura çeviren sarp
kayalıkların büyük kısmı Navajo kumtaşından oluşmuş, kolayca ufalanan kumtaşı
katmanları dimdik uçurumlar meydana getirecek şekilde erozyona uğramıştır) ve
Ruess’in tehlikeli tırmanışlara meyilli yapıda olduğu düşünülecek olursa, bu
hiç de mantıksız bir senaryo sayılmaz. Gene de yapılan araştırmalarda,
uçurumların yakını veya uzağında bir cesede rastlanmadığını da belirtmemiz
gerekiyor.
Öte yandan Ruess
ağır yükünü yanına alarak vadiden ayrıldıysa, eşeklerini terk etmesi nasıl
açıklanabilir? İnsanı düşünmeye iten bu gerçek, bazı araştırmacıların Ruess’in
bölgede aktif olduğu bilinen bir grup haydut tarafından öldürüldüğünü öne
sürmelerine neden olmuştur. Bu haydutlar eşyalarını çalarak Ruess’in cesedini
gömmüş ya da Colorado Nehri’ne atmış olabilirdi. Bu teori de gayet akla yatkın
olmasına rağmen, kesin kanıt yoktur.
Oğlunun ortadan
kaybolmasından kısa süre sonra Christopher Ruess, Everett’in kendine Nemo adını
uygun görmesinin Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabından
kaynaklandığını söyledi; Everett bu kitabı defalarca okumuştu. Kitabın
kahramanı Kaptan Nemo da medeniyetten kaçarak “dünyayla olan bütün bağlarını”
kesmiştir. Everett’in biyografisini yazan W. L. Rusho, Christopher Ruess’in bu
değerlendirmesine katılarak, “Everett’in organize toplumdan uzaklaşması,
dünyevi zevklerden el ayak çekmesi ve Davis Kanyonu’na kazıdığı NEMO
yazılarının, kendisini Jules Verne’in karakteriyle özdeşleştirdiğine yönelik
çok güçlü kanıtlar olduğunu” belirtmiştir.
Kendini Kaptan
Nemo’yla özdeşleştirmesi, hiç de azımsanmayacak sayıdaki Ruess mitolojisi
uzmanını, Everett’in Davis Kanyonu’ndan ayrıldıktan sonra herkesi oyuna
getirerek, yaşamını gizli bir kimlik altında sessizce sürdürdüğünü düşünmeye
itmiştir. Bundan bir yıl kadar önce, Kingman, Arizona’da benzin almak için
girdiğim bir istasyonda kendimi, ağzının kenarlarında Skoal lekeleri bulunan,
ufak tefek, gergin bir adam olan orta yaşlı pompacıyla Ruess üzerine konuşurken
buldum. İkna edici bir tonda konuşan bu adam, 1960'ların sonunda Navajo
Kızılderili Bölgesi’nin ücra bir köşesinde Ruess'le karşılaşmış birini
tanıdığına yeminler ediyordu. Bu adama göre, Ruess bir Navajo kadınıyla
evlenmiş ve en azından bir çocukları olmuştu. Bu ve Ruess’in görüldüğünü iddia
eden nispeten daha güncel haberler, söylemeye gerek bile yok, oldukça
şüphelidir.
Everett Ruess
bilmecesini çözmek için epey zaman harcamış insanlardan biri olan Ken Sleight
da, çocuğun 1934’te ya da 1935’in ilk zamanlarında öldüğünü düşünüyor ve
dahası, Ruess'in sonunun nasıl geldiğini bildiğine inanıyor. Altmış beş
yaşındaki Sleight profesyonel bir nehir kılavuzu, Mormon usullerine göre
yetiştirilmiş bir çöl faresi ve çevresinde cüretkarlığıyla nam salmış bir adam.
Edward Abbey’in, kanyon bölgesindeki eko-terörizmi konu alan pikaresk romanı
İngiliz Anahtarı Çetesini' yazarken, yakın dostu Ken Sleight’m Seldom Seen
Smith karakterinin esinlendiği kişi olduğu söylenir. Sleight kırk yıldır bu
bölgede yaşıyor; Ruess’in geçtiği her yerden geçmiş, Ruess’le yolu kesişen
birçok insanla konuşmuş, Ruess’in kardeşi Waldo’yu da yanına alarak Davis Kanyonu’na
gelmiş ve Everett’in kaybolduğu yeri ziyaret etmiş.
Sleight, “Waldo,
Everett’in öldürüldüğünü düşünüyor," diyor. “Ama ben öyle olduğunu
sanmıyorum. İki yıldır Escalante’de yaşıyorum. Zamanında Everett’i öldürmekle
itham edilen insanlarla konuştum. Onların böyle bir şey yaptığına inanmıyorum.
Ama kim bilir? Bir insanın gerçekten ne yaptığını asla bilemezsin. Diğerleri
Everett’in bir uçurumdan düştüğünü düşünüyor. Eh, tamam, bu da olabilir. Bu
bölgede hiç zor değil. Ama olanın bu okluğunu da sanmıyorum. Size ne olduğunu
söyleyeyim. Bence boğuldu"
Yıllar önce,
Davis Kanvonu’nun yetmiş kilometre doğusunda. San Juan Nehri’nin bir kolu olan
Grand Vadisi’nde yürüyüş yaparken, Sleight bir Anasazi ambarının kireçli harcı
üzerine kazınmış Nemo yazısını keşfetti. Sleight, Ruess’in bu yazıyı Davis
Kanyonu’ndan ayrıldıktan kısa bir süre sonra kazıdığını öne sürüyor.
“Eşeklerinin
etrafını çevirdikten sonra, Ruess tüm eşyalarını bir mağaranın içine sakladı ve
Kaptan Nemo’culuk oynayarak ortalıktan kayboldu. Navajo’da Kızılderili
arkadaşları vardı; bence gittiği yer de orası oldu,” diyor Sleight. Colorado
Nehri üzerinden Navajo Bölgesi’ne ulaşacak mantıklı bir rota Ruess’i önce
Delikli Kaya’ya, ardından, ilk kez 1880 yılında Mormon yerleşimcileri
tarafından kullanılan ve Wilson Platosu’yla Clay Tepeleri boyunca ilerleyen
engebeli patikaya, en sonunda da Grand Vadisi’nden San Juan Nehri’ne
götürecektir. Bu noktanın ilerisinde Kızılderili Bölgesi başlar. “Everett, Nemo
imzasını Grand Vadisi’nde, Collins Deresi’nin bir buçuk kilometre kadar
aşağısında kalan harabenin üzerine attı ve San Juan’a doğru devam etti. Nehrin
karşı tarafına geçmek isterken de boğuldu. Benim düşüncem bu.”
Sleight, Ruess
nehrin karşısına sağ salim geçerek Kızılderili topraklarına ulaşmış olsaydı
eğer, kendini burada gizlemesinin imkansız olduğunu düşünüyor. “Nemo’culuk
oynamaya devam etmiş olsa bile bu imkânsız. Everett yalnızlığına düşkün bir
gençti, tamam. Ama buraya yerleşip, hayatının geri kalanında saklanamayacak
kadar da insanları seviyordu. Aslında çoğumuz onun gibiyiz; ben onun gibiyim,
Ed Abbey onun gibiydi ve McCandless denilen bu çocuk da sanki öyleymiş gibi.
Arkadaşlıktan, yarenlikten hoşlanırız ama gene de uzun süre insanların yanında
kalamayız. Bu yüzden ortalıktan kaybolur, bir süre sonra geri döner, sonra gene
cehennem oluruz. Everett’in yaptığı da buydu.”
Sleight, “Everett
tuhaf biriydi,” diyerek Ruess’in hakkını veriyor. “Bir şekilde farklıydı. Ama
Everett ve görünen o ki McCandless da, hiç değilse hayallerinin peşinden gitmiş
insanlar. Onları büyük yapan da bu. Denediler. Çoğu insan bunu yapmaz.
Everett Ruess ve
Chris McCandless’ı anlamak istiyorsak, yaptıklarını daha geniş bir bağlamda
değerlendirmek aydınlatıcı olabilir. Çok uzak bir başka yerden, bazen bir
yüzyıl öncesinden, bu kişilere benzeyen diğerlerine bakmak bize yeni bir bakış
açısı kazandırabilir.
İzlanda’nın
güneydoğu kıyısında Papos adında alçak bir ada yer alır. Ağaçsız, kayalık bir
ada olmasının yanında, sürekli olarak Kuzey Atlantik’in sert rüzgarlarına maruz
kalan Papos, adını uzun zaman önce dünyadan göçmüş ilk sakinlerinden, papar
olarak bilinen İrlandalı keşişlerden almıştır. Bu adanın eğri büğrü kıyı şeridi
boyunca yürüdüğüm bir yaz gününün öğleden sonrasında, tundra içine gömülmüş soluk
renkli taşlardan kurulu bir dizi dikdörtgen temele takıldım. Bunlar yüzlerce
yıl öncesinden kalma, belki Davis Kanyonu’ndaki Anasazi harabelerinden bile
daha eskilere dayanan keşiş evlerinin günümüze ulaşmış son kalıntılarıydı.
Milattan sonra
beş ve altıncı yüzyıllarda İrlanda’nın batı kıyısından yola çıkan keşişler,
okyanusun en tehlikeli kesimlerinden birini, öteki tarafta karşılarına ne
çıkacağını, hatta bir şey çıkıp çıkmayacağını bile bilmeksizin, curragh
denilen, hasırdan bir iskeletin üzerine gerilmiş sığır derisinden mürekkep,
üstü açık, küçük botlarıyla kat ettiler.
Zenginlik, şan
şöhret ya da despot bir rejim adına yeni topraklar işgal etmek gibi amaçları
olmayan papar keşişleri, okyanusu geçerken hayatlarını ortaya koymuş ve çoğu
da, bugün bizim için bilinmeyen şekillerde, bu kumarı kaybetmiştir. Önde gelen
kutup araştırmacılarından, Nobel ödüllü Fridtjof Nansen keşişler hakkında
şunları söylüyor: “Bu olağanüstü deniz seferlerinin en öncelikli amacı üzerinde
kimsenin olmadığı bir toprak parçası bulmaktı; böylelikle bu münzevi adamlar,
dünyanın hengamesi ve ayartmalarıyla rahatsız edilmeksizin, yaşamlarını huzur
içinde sürdürebilecekti.” Dokuzuncu yüzyılda Norveçli ilk kaşifler İzlanda
kıyılarına ulaştığında, papar keşişleri, neredeyse hiç iskân edilmemiş olsa da
topraklarının haddinden fazla kalabalıklaştığına karar vererek, bir kez daha
curragh’larına atlayıp Grönland’a doğru kürek çekmeye başladılar. Bundan
sonrasında, hissettikleri ruhani açlığın ve modern imgelemimizin sersefil
görünmesine neden olacak yeğinliğe sahip arzularının peşinde, fırtınalarla
kıvranan okyanusta bilinen dünyanın sınırlarını aşarak batıya doğru
sürükleneceklerdi.
Keşişlerin
hayatını okuduğunuzda, cesaretlerinden, gözü kara masumiyetlerinden ve
arzularının kaçınılmazlığından etkilenmemek elde değil. Keşişlerin hayatını
okuduğunuzda, Everett Ruess ve Chris McCandless’ı düşünmemek elde değil.
*
Jon Krakauer'in
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder