Uçurumdaki Çığlık: SAPPHO

"Hatırlar bizi gelecek." 

Nerede başlar hikayem? Coşkunun en üst seviyede olduğu şeylerle çevriliyken hikayeye başlamayı önerir ozanlar. Öyleyse, Apollo Tapınağı’nın hala durduğu Leucadian Kayalıklarının zirvesine doğru, kamçılayan soğuk rüzgarda zar zor yürürken düşünün beni. Eski zamanlarda burada insan kurban ettikleri söyleniyor. Bu yerin havası hala eskiden dökülen kanın kokusunu taşımaktadır. Yeryüzündeki tüm büyülü yerler bu kokuyu taşır.

Yürüdüğüm yol boyunca küçük küçük, kurumuş çam ağacı kümeleri var. Giydiğim bu altın sandaletler tırmanırken ayaklarımın altında kayan ve sıçrayan taşlara uyum sağlamıyorlar. Bir defadan çok bileğimi burkuyor ve düşüyorum. Dizlerim, tırmanan bir çocukmuşum gibi yaralanıyor. Günlerdir denizdeydim. Beyaz kayalıklara tırmanırken ayaklarımın altında hala geminin sallanışını hissediyorum.

Ne kadar yaşlı olduğumu anlatamam- ellilerimdeyim. Sadece büyücüler elliye kadar yaşarlar! İyi kadınlar, neredeyse benim de kenarından geçtiğim gibi, on yedi yaşındayken doğumda ölürler. Ellili yaşlarımın sonuna kadar ölecektim ya da donuk bakışlarım ve her zaman renkli ipek pelerinde sakladığım bir parça eğilmiş omurgamla kocakarı olacaktım herhalde. Gençliğim gidiyor ama kendime olan beğenim hiç bitmiyor. Elli yaşında hala nasıl aşkı hayal edebiliyorum? Delirmiş olmalıyım!

Abanoz ağacı sunaklarda ıslak menekşeler gibi parlayan siyah saçlarım, şimdi çelik gibi gıpgri. Kölelerime artık boyatmıyorum saçlarımı. Bu günlerde yansımama bakmaktan hoşlanmıyorum. Yine de Afrodit’inki kadar çok cazibem, parfümlerim, iksirlerim, sihirli merhemlerim var. Hala birinin bana aşık olmasını sağlayabilirim kısa bir süre için olsa bile.

Geçmişte gençliğin çekiciliğiyle büyülerdim. Şimdiyse ünümle büyülüyorum. Dudaklarım, ellerim ve sesimle ustayım. Naucratis fahişelerinin güzel kokulu mahremlerini, Sirakuza’nın dans eden kızlarının gizli ayinlerini, Lesbos’lu flütçü kızların müstehcen melodilerini biliyorum.

Gustave Moreau - The Death of Sappho (1870)
Hakkımda birçok hikaye vardır. Efsanem Afrodit efsaneleriyle karıştırılır. Yakışıklı kayıkçının aşkı için ölüme atladım mı? Kadınları mı erkekleri mi seviyordum? Ve de onlarla cinsel ilişkiyi? Bundan şüpheliyim. Eğer sevmek için yeterince şanslıysanız, aşığınızın hangi süslü bedenle övündüğünü kim umursar ki? Sulu bir incir olan ilahi delta ve tören asası güçlü penislerin her biri düşünülenin tersine Afrodit’in görünüşleridir yalnızca. Bizler kalben hermafrodit değil miyiz? Delta Afrodit kadar yumuşak, penis Ares’in mızrağı kadar serttir. Ve kimse toprak örtü dışında, hiçbir şeyi fazla taşıyamaz üstünde. 

Tutku şiirleri kalır yalnız geriye.

Yakışıklı kayıkçı ünümden etkilenmişti. Bütün yakışıklı kayıkçılar gibi o da ünlü bir ozan olmayı hayal ediyordu. Kürek çekerken şiirler söylüyordu. Şiirleri çok sıradansa ne fark ederdi? Benden ve Homer’e kadar diğer tüm ozanlardan alıntı yapsa ne çıkardı? Yakışıklıydı ve sesi bal gibiydi. Saç lüleleri abanoz gibi simsiyahtı. Misket gözleri, çenesinde ayartıcı bir çizgisi vardı.

Adalılar sevgilim beni terk ettiği için perişan olduğumu düşünüyorlar muhtemelen. Ne saçma! Onun benimle oynadığından çok ben onunla oynadım. Haftalık bir eğlenceydi benim için. Asıl üzüntüm Afrodit’in benden yardımlarını esirgemesinden kaynaklanıyordu. Afrodit’in benden istediği hiçbir şey yok. Her zaman onu göklere çıkaran yeni ozanlar olur. Onlar öğrencilerim, yardımcılarım ve beni örnek alanlarsa, bildikleri her şeyi benden öğrendilerse ne var bunda? Aşk tanrıçası gençleri tercih eder. Her zaman da genç ozanları vardır.

Sonsuza kadar genç yüzlü, sonsuza dek çekici Afrodit, güzellik ve gençlik, ilham kaynağı ve tutkuyu kaybetmenin ne anlama geldiğini nasıl bilebilir? Afrodit’in beni sevdiği kadar ben de onu seviyordum. Şimdiyse onun sevgisini yakalamak ayaklarımın altındaki sert kayalarda yürümek kadar zor. Güzel genç yüzünü benden uzaklara çevirdi.


Yaşlılık hükmeder tenime 
Ve döndürür saçlarımı 
Siyahtan beyaza:
Taşımaz artık beni bacaklarım 
Neşeyle ve çevik
oyun oynayan geyik yavrularınınki gibi 
Ne gelir elimden?
Sonsuz olsa da şiirlerim
Ben değilim ki
Silebilir mi yaşlılığın izlerini
Aşkını koruyamayan
Pembeleşen şafak?
Gider gençliğim.
Taparım ben hala güneşe.

Gustave Moreau - The Death of Sappho (1870)


Yukarı, yukarı, yukarı. Oksijen azalmaya, deniz köpürmeye başladı. Denizden bakıldığında, sarp kayalıklar Poseidon’un mavi kocaman eliyle koparılmış büyük bir çavdar ekmeğine benziyordu. Kıyıdan denize doğru uzanan kayalık burnun başlangıcında deniz gök mavisi, gri ve yeşili karıştırıp bulanıklaşıyor, bir hayvanınki gibi beyaz dişleriyle vahşice saldırıyordu. Karşınızda yükselen kayalıklara yavaş yavaş tırmanırken ve kalbiniz yerinden çıkacakmış gibi atarken tüm görebildiğiniz ayaklarınızın altındaki beyaz toz bulutu, rüzgârdan çarpık çurpuk yana yatmış çalılar ve kısacık hayatlarıyla hızlıca önünüzden kaçıveren küçük hayvanlardır; kertenkeleler, tavşanlar, vahşi kediler. Sık sık hayvan kemikleri ve post kalıntılarıyla karşılaşırsınız. Doğa hiç de nazik değildir.

Beni buraya getiren tekne adanın diğer tarafına demirlemişti. Sevdiğim herkes tek tek gözümün önüne geliyordu; geçimsiz kızım Cleis; geçimsiz annem (bu yüzden onun adını kızıma vermiştim), bal sesli hetairaim; ilk ve son aşkım Alcaeus, amazon olması için özgür bıraktığım sevgili kadın kölem Praxinoa; ahmak kara sevdalı kardeşim Charaxus; bir fahişenin oyunlarıyla kendini köleliğe bırakan diğer kardeşim; Ölüler Ulkesi’nde küçücük ellerine neredeyse dokunacağım, bebekken ölen kardeşim Eurygius; sevgili Mısırlı altın rahibem Isis; felsefe hocam Ezop; hayatımı keşfetmem için beni özgür bırakan Mısır firavunu Necho; Amazon rehberlerim Penthesilea ve Antiope; son fetihim Phaon. Bir musa olacağım. Yaşamaya değecek bir şey var gibi görünmüyor. Daha da yaşlanacağım ve insanlar bıkkınlıkla uzaklaşacaklar benden. Kimse yaşlı bir kadının kokusundan hazzetmez- bir başka yaşlı kadın bile.

Bütün şiirlerim gökyüzünde akıp gidiyorlardı. Lesbos'tan Mısır'a, Sirakuza'dan Efes'e, Delfi’den Epidauros'a kadar her yerde söyleniyorlardı. Şiirin ortaya çıkmasını önceden bildiren coşkunluk hali bir daha benim olmayacaktı. Tırmandığım bu kayalıklar gibi verimsiz ve çoraktım.

Rüzgarın yanaklarımı dövdüğü, martıların çığlık atıp havada süzüldüğü burnun zirvesine ulaştığımda, ölümle yaşam arasındaki dengede duruyorum bir süre için. Uzaktaki hayalet gibi görünen bir dizi beyaz ada sanki bana Erebus’tan işaret edip çağırıyorlar. Ayaklarımın altından akan Akheron’un buz gibi sularını hayal edebiliyorum. Öne gelip tekrar arkaya adım atarak ve tekrar öne eğilerek tanrılarla ve kendimle alay ediyorum. Tanrıların intikamını almam beni ölümüme götürecek, sadece ip eğiricilerin kesebileceklerine inandıkları ipleri kesecek, Penelope’ymişim gibi tekrar örecek kaderimi.

Penelope sadece Odysseus’unu bir kez daha görebilmek için yaşadı. Aşkımı tekrar görebilecek miyim? Nerede şimdi? Altın sözlü, altın saçlı Alcaeus. Kimsenin yüzümü güldüremediği kadar beni güldüren Alcaeus. (Elbette sizi güldürebilen insan sizi ağlatacaktır da. Bu hiçbir zaman unutulmamalı.) Alcaeus şimdi bana dönseydi atlamazdım! Yoksa kendime yalan mı söylüyorum? Aşkın bir tedaviden çok hastalık olduğunun farkındayım.

Gustave Moreau - The Death of Sappho (1870)

Sıyrılıp kanamış dizlerimin arkaları karıncalanana dek uçurumdan eğiliyorum. Keşke köpüklerin üzerinden uçan bir balıkçıl kuşu olsaydım. Kol ve bacaklarımı aşk gevşetmişti sanki. Uçurumun kenarında sallanıyorum. Sevgili öğrencilerim Atthis ve Anactoria da benimleler. Yaşayan kızım Cleis gibi rahmetli annem de burada. Taşıması zor bir annesi oldu her zaman. Belki de bensiz kendini hafiflemiş hissedecektir. Alcaeus’un kalkan gibi göğsü geldi gözlerimin önüne. Onun güçlü kollarına attığımı düşüneceğim kendimi! Ölümü kucaklayarak fethedeceğim ölümü.

Bir kadın koyu şarap rengi denize kendini atmak üzere uçurumun kenarındayken hayatı aniden parlar önünde. Ama bütün anlar birbirine karışır. On altı yaşımdayken Alcaeus’la denizde yol aldığım tekne fark etmeden elli yaşımda Phaon’la yol aldığım tekneye dönüştü. İkisi de aynı okyanusta aynı tekneydi. Okyanus da zaman gibiydi tıpkı.

Ayaklarım kayıyor, kalbim küt küt atıyor. Kenarda sallanmaya başlıyorum. Bir an için bu son sıçrayıştan emin olamıyorum. İkarus gibi tüylere ve balmumuna ihtiyacım var. Dizlerim çöküyor. Başım dönüyor. Uzun, meşalelerle aydınlatılmış koridorun sonundan ölüler el sallıyorlar. Babam, annem, büyükannem ve büyükbabam... Önlenemeyen bir şekilde anavatanım Lesbos’taki çocukluğuma geri götürüldüğümü hissediyorum.

Yaşamımızın her anında uçurumun kenarında olduğumuzdan burası hikayeme başlayacak herhangi bir yer kadar güzel.

*
Uçurumdaki Çığlık: Sappho
Erica Jong

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder