Baudelaire & Lezbiyenler

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazan Enid Starkie, şairin lezbiyen şiirlerinin yirmi bir ile yirmi beş yaşları arasında, “çağdaşlarını kızdırmaya çalıştığı ... çıraklık” döneminde yazıldığına işaret etmektedir. 1846 yılında yayıncısı, şiirlerinin kısa bir süre sonra Les Lesbiennes adı altında yayınlanacağını duyurmuştu. Eğer sonunda 1857 yılında çıkan aynı kitapsa, bu ad şiirlerin konusunu yansıtmak üzere değil (açıkça lezbiyenlik hakkında yalnız üç şiir vardır), azami rahatsızlık etkisi nedeniyle seçilmiştir. Les Fleurs du Mal yayınlandığında Baudelaire aradığı kötü üne kavuştu; hakkında üç lezbiyen şiirinden ikisi ile dört ayrı şiirinin pornografik olduğu iddiasıyla müstehcenlik davası açıldı. Kitap kısa sürede bir “skandal başarısı” kazandı.

Eğer Baudelaire’in kitabıyla ilgili sözlerinin alaycı bir dille söylenmediğini kabul edersek, Balzac gibi onun da ne yaptığı hakkında kafasının karışık olduğu ortaya çıkmaktadır. Delikanlılığından beri gelenekdışı davranışlarıyla insanları zor duruma sokmaktan hoşlanmıştı. Kendisine herkesin önünde “işten atılmış bir rahibin oğlu” diye değinmekten, “zavallı yaşlı babamı öldürdüğüm zamandan” söz etmekten, bir yandan inanılmaz öykülerinden birini ağzının içine bakan bir kalabalığa anlatırken birden sözünü kesip bir kadına şöyle laflar atmaktan hoşlanırdı: “Matmazel, başında altın başaklardan bir taç taşıyan ve beni çok içten bir ilgiyle dinleyen siz, biliyor musunuz içimden ne yapmak geçiyor? Beyaz etinizi ısırmak geçiyor. Ve eğer izin verirseniz, sizi nasıl seveceğimi anlatacağım. Ellerinizi tutup, onları birbirine bağlayıp, sonra sizi bileklerinizden odamın tavanına asmak isterdim. Bu iş bitince, önünüzde diz çöküp karbeyazı ayaklarınızdan öperdim.” Bir yandan orta sınıfın terbiye anlayışına ve sıradanlığa düşmanlığını ifade etmek isterken, gene de doğuştan bir burjuva Katolikti. Rimbaud une Saison en Enfer'de onun için "on est esclave de son bapteme" diyordu (kökeninin kölesi). Baudelaire’in burjuva, Katolik ahlakına ve değerlerine karşı benimsemek istediği tutum konusundaki kafa karışıklığı, Les Fleurs'e ilişkin şu sözlerinde de gözlenmektedir: 

“Ahlâksızlığa karşı dehşet ve korkuyu ifade eden bir kitap yazmış olmaktan son derece gurur duyuyorum.” Annesine de yapıtının “Katoliklikten esinlendiğini” yazıyordu. Bir yandan kitabıyla burjuvaziyi kızdırıp şaşırtacağı fikri hoşuna gidiyordu. Ama öte yandan varlığının derinliklerinde, bugün bizim için mümkün olmayan bir biçimde, yazdığı seks ve uyuşturucu konularının gerçekten dehşet verici olduğuna, bu ikisinden birine kendini kaptırmanın insanı derhal ve kesinlikle insanlıktan çıkardığına ve lanetlediğine inanıyordu. Les Fleurs du Mal’ daki şiirler, ikircimleri, röntgenciliği, lanetlenme korkuları ve “günah”ın zevkli çamurlarında bir çocuk gibi yuvarlanmalarıyla, ancak püriten ya da “Viktorya” gibi bir dönemin ürünü olabilirlerdi.

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazanlardan bazıları, lezbiyen şiirlerini yazmasından önce ilişkisi bulunan üç kadının da -Jeanne Duval, La Pomare ve Madam Stoltz- lezbiyen eğilimleri olduğunu öne sürmüşlerdir. Ama şiirler tanıdığı gerçek insanlardan çok, erotik fantezilerle ilgilidir. Konu aldığı kadınlar onları uzaktan seyreden röntgencide boş umutlar ve kızgınlık yaratacak bir görüntü sunarlar. Şiirde ima ettiği gibi, şairin değerler sisteminde en çekici yaratıklardır onlar:

Gece gökleri gibi tutkunum sana...
Kaçtıkça benden, güzelim, daha çok severim seni...
Bir cesede üşüşmüş kurtlar korosu gibi 
Atılır, tırmanır, saldırırım;
Seni amansız, acımasız canavar,
Buz gibi soğukluğundur körükleyen ateşimi

Büyük olasılıkla sonuçsuz kalan Les Lesbiennes'in ilk şiiri olması düşünülen “Lesbos”ta, kadınlar “baygın ve çılgın" Karpuz kadar serinletici, güneş kadar kadar sıcak öpücükler” verirler birbirlerine. Ama sanki bunları, çocukluğundan beri böyle hayalleri hiç kafasından çıkaramadığını söyleyen konuşmacı erkek için yapmaktadırlar. Erkek sonra, hiç bir açıklama getirmeden, şunları söyler: “Çünkü Lesbos beni seçti herkesin içinden/Bu güzel bakirelerin gizini övmeye”. Konuşmacıya göre “Safo’nun kıvancını kıskanması” gereken “Venüs’ten güzeldir” Safo, ama lezbiyenler aynı zamanda lanetlidirler. Öpücükleri onların “aklını başından almış”, “kısır bir hazza” kapılmışlardır. Ama sonunda fallik merkezli adalet işe karışır: “Erkeksi” Safo Phaon’a teslim olur. Yazar kadının acısını, “ölümcül solgunluğunun güzelliğini” ve gece Lesbos’tan yükselen “iniltileri” anlatır. Baudelaire kadının durumuna acımasız kalmadığını iddia eder, hatta “taşkın yüreklerin... bitip tükenmez işkencesinin” onlara af sağlayacağını sezdirir (belli ki bir yandan ruhundan söküp atamadığı, öte yandan ise nefret ettiği ahlaki görüşlere karşı kendi mücadelesi dolayısıyla bu kalplerle kendini özdeşleştirebiliyordu). Gene de, bu yakınlığına karşın, hayal gücünden çekip çıkardığı kadınların arasındaki çılgın, erotik ve egzotik arzudan duyduğu dehşeti aşamaz. Onların aşkları içine “kara umutsuzluk karışmış çılgınca bir neşe”dir. Ama lezbiyenliğin neden çılgınca olması gerektiği ya da bunun burjuva Hıristiyanlığın dışında bir dünya olan Lesbos’a neden kara bir umutsuzluk getirdiği hiç açıklık kazanmaz. Aynı belirsizlik ilk (sansürsüz) “Cehennemlik Kadınlar” şiirinde de görülür.

Alt başlığı “Delfinia ve Hippolita” olan ikinci “Cehennemlik Kadınlar” şiiri, kadınlar arası aşkta seks ve günaha bakışını diğer iki şiirden de iyi vurgulamaktadır. Şiirin başında genç Hippolita, erkek fantezilerinde lezbiyenlerin çoğu kez yaptığı gibi, “kokulu yastıklar” arasında, “kederli bir şehvetle” “onun bakire iffetinin peçesini kaldıracak” usta lezbiyen okşayışlar hayal etmektedir. Baudelaire burada lezbiyenlerin, erkeklerin asla bilemeyeceği tuhaf seks teknikleri, “çok karanlık oyunları” olduğunu ima eder. Onun kendinden yaşlı, kötü lezbiyen sevgilisi Delfinia, kızı “dişleriyle damgasını vurduktan sonra" rahat rahat talihsiz avını hazla seyreden bir canavar” gibi izlemektedir. Çok geçmeden, kaçınılmaz olarak sado-mazoşist lezbiyen ilişkilerinde, Definia’nın çılgın bakışlı bir sadist, Hippolita’nın ise onun “solgun kurbanı” olduğunu anlarız. Delfinia, Hippolita’ya aşkını yineler ve beceriksizlik ve gaddarlıklarıyla canını yakacakları için erkeklerle asla yatmamasını uyarır, oysa kendisi eleştirdiği erkeklerden çok daha acımasızdır.

Hippolita içinden iki kadının “doğadışı şeyler yaptıklarını” bilir. Ama ölüme ve cehenneme sürüklendiğinin farkındayken bile, kendini kaptırdığı arzu onu Delfinia gibi bir canavar yapar. Burada şiiri anlatan işe karışır: “Devam edin, devam edin, zavallı kurbanlar/ Böyle başlar o sonsuz işkenceye hızla giden yol.” Ona göre aldıkları zevk kendi cezasını bizzat doğuracaktır, çünkü bu kadınlar doymak bilmezler ve lezbiyenlerin yaptığı hiç bir şey onların “kudurmuş isteklerini” bastıramaz - “kısır oynaşmaları” yalnızca susuzluklarını daha da kışkırtır. Baudelaire şiirin sonunda, kadınların içlerinde taşıdıkları ve hem tatmini, hem de kurtulması olanaksız olan sınırsız lezbiyen cinsel isteklerinden kaçmaya çalışacaklarını öngörür ve onlara öğüt verir: “Gidin, dolaşın çöllerde kurtlar gibi, Gidin, hastalıklı yaratıklar, elinizden geleni ardınıza koymayın.” Bu şiirlerdeki kadınlar genellikle hem kurban, hem canavar olurlar, çünkü Baudelaire’in onlarda gördüğü çılgınca cinsellik onun burjuva Katolik yanı için korkunç bir şey, radikal estet yanı açısından ise yürekli bir başkaldırıdır.

Baudelaire’in kötü ünü diğer Fransız yazar ve ressamlarının kadınlar arası aşk betimlemelerini de etkilemiş olabilir. Gustave Courbet’nin “Uyku” (1866) adlı resmi, Les Fleurs'ün ardından yaygınlaşan egzotik, erotik imajın bir örneğidir: Yüzlerindeki keder ya da acı uykuda bile silinmeyen iki genç kadın, bir yatakta çıplak olarak yatarlar. Esmer olanın sağ bacağı arkadaşının belinin üstündedir, sol uyluğu onun kasık kemiğine değmektedir. Sarışın kız sağ eliyle ötekinin bacağını okşar. Çenesi sevgilisinin göğsüne dayanmıştır. Yanıbaşlarındaki masanın üstünde bir karafe ile bir şarap kadehi (tabii ki boş) ve bir ucu bardağın içinde, diğeri yatakta olan bir dizi inci vardır - bunlar muhtemelen “çok karanlık oyunları” için kullanılmıştır. İki kız pekala Hippolita ile Delfinia olabilirler. Esmerinde Delfinia’nın “dağınık yelesi”, sarışında ise daha “narin bir güzellik” ve Hippolita’nın sözünü ettiği “kasvetli korkulan” düşlediği izlenimini veren bir ifade bulunmaktadır.


(1866, Gustave Courbet)



Belki de Baudelaire’in kötü ünü nedeniyle lezbiyenlik 1860’ların, Un ete a la campagne (1867) ve
L’ ecole des biches ou moeurs des petiies dames de ce temps (1868) gibi yeraltı pornografi yazınında özellikle popüler bir ana konu haline geldi. Hatta 19.yüzyılın sonlarında Sinistrari’nin 1700 tarihli yapıtının birkaç yeniden basımı yapıldı. Bunların bir örneği de Liseaux’nun 1879’da yayınladığı De la sodomie et particulierement de la sodomie desfemmes distinguee du tribadisme idi.

Baudelaire’in etkisi, onun yayıncısı ve dostu Auguste Poulet-Malassis tarafından yayınlanan -ve büyük olasılıkla yazılan- Un ete a la campagne’de doğrudan izlenebilmektedir. Poulet-Malas-sis’in Les Fleurs hakkındaki yasal kovuşturmadan sonra böyle bir girişimde bulunması, yüz frank cezaya çarptırılmasına rağmen, müstehcenlik davasının işler açısından yararlı olduğunu göstermektedir.

Mektuplardan oluşan bir roman olan Un ete a la campagne, Baudelaire’in şiirlerinin aksine, ahlakdışı pornografi dünyasında geçer. Ama romandaki karakterler Baudelaire’in lezbiyenleri gibi ahlaksız canavarlar olmasalar da, dış görünüşleri Baudelaire’in ikinci “Cehennemlik Kadınlar” şiirindekilere tıpıtıpına benzer- biri esmer, öbürü sarışın kadınların ikisi de büyüleyici bir kadınsılığa sahiptirler; diğerini ayartan kadın biraz daha yaşlı, ama hala hoş olacak kadar gençtir ve ikisi arasındaki tek bağ sekstir. Yazar kitabı yazarken büyük olasılıkla bu şiirden kalkınmıştır; Un ete a la bl y gne’da Adele’in kadın sevgilisine gönderdiği “Fırtınalı Bir Gece” adlı şiir ise, doğrudan Baudelaire’den (ve belki de Courbet’nin bir yıl önce ortaya çıkan “Uyku” adlı resminden) alınmışa benzeyen bir sahnede geçer.

 Şiir şöyle başlar:

Bir Ağustos gecesiydi; perdelerden 
Hafif bir ayışığı düşüyordu zarif yatak odasına,
Uzanmış, uyuyan iki güzele...
... Terleyen deri ve eriyen kemikleri 
Hissediyordu insan.

Uyuyordu iki kız: bu bunaltıcı gecede 
Çok şey gizlemiyordu çarşaflar.
Pek hoştular sereserpe paylaştıkları yatakta?

Baudelaire de buna benzer bir sahne çizer:

Ölgün lambaların soluk ışığında,
Hippolita, kokulu yastıklar arasında,
Bakire iffetinin peçesini ilk kaldıran 
Usta okşayışları düşlüyordu...
Delfinia, sakin ve mutlu uzanmıştı 
Eşinin ayağına...

Her iki çift de, zenginlik içinde, zamanın durduğu ve ebediyen genç ve güzel oldukları bir hayal dünyasında yaşarlar. Yaşlanmanın etkileri ya da lüks gereksinimlerini karşılayacak parayı kazanmak için çalışmak gibi tüm gerçeklerden uzaktırlar.

Baudelaire büyük olasılıkla, ünleri -böylece de lezbiyen imajları- 20.yüzyılda da süren Verlaine, Swinburne ve Louys gibi döneminin diğer Fransız ve İngiliz yazarlarını da etkilemiştir. Verlaine’in “Safo” adlı şiiri, Les Fleurs hakkındaki coşkulu eleştirilerinden kısa bir süre sonra yayınlanmıştır. Yunan şairi burada Baudelaire’in “Lesbos”undaki durumda, yani Phaon’a tutkusundan hasta düşmüş, kültünün lezbiyen törenlerini unutmuş, kurtuluşu ölümde ararken gösterilir. Baudelaire’de olduğu gibi Verlaine’in diğer lezbiyen şiirlerinin çoğunda da, vurgu seks ve günah üzerinedir - ama cehenneme doğru sürüklenirken kadınlar her zaman genç, güzel ve uyarıcıdırlar.

*
Kitap: Erkek Aşkının Ötesinde / Lillian Faderman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder