Davis Deresi
yılın büyük bölümünde yalnızca incecik bir akıntıdır; bazen öyle sayılamaz
bile. Yüksek bir kayalığın üzerine kurulu Ellimil Noktası denilen burcun
dibinden çıkan dere, mütevazı miktardaki suyunu Glen Kanyon Barajı’nın
yukarısında 300 kilometrelik alana sahip dev bir rezervuar olan Powell Gölü’ne
dökmeden önce, Güney Utah’ın pembe kumtaşı topraklarında yalnızca altı buçuk
kilometre boyunca ilerler. Davis Kanyonu neresinden bakarsanız bakın küçük
fakat aynı zamanda çok güzel bir boşaltım havzasıdır; havzanın etrafındaki sert
koşulların hüküm sürdüğü çorak araziden geçen gezginler yüzyıllardır yarığı
andıran dar geçidin dibindeki vahaya bel bağlamıştır. Geçidin dimdik
duvarlarını dokuz yüz yıllık ürkütücü petroglifler ve piktograflar süsler.
Kayalara kazınmış bu eşsiz sanat yapıtlarının yaratıcısı olan ve çok uzun zaman
önce dünyadan el ayak çekmiş Kayenta Anasazi kabilesinin döküntü taştan evleri,
vadinin korunaklı kuytularında yer alır. Anasazi’den kalma antik çömlek
parçaları, geçtiğimiz yüzyılın sonunda kanyonda hayvan sürülerini otlatan
çobanların bıraktığı paslı teneke kutularla birlikte kumun içine karışmıştır.
Davis Kanyonu’nun
büyük kısmı kaygan kayalık içindeki derin bir yarık olarak görünür, bazı
yerlerde bir duvardan diğerine tükürebileceğiniz kadar darlaşır, yukarı doğru
yükselen kumtaşından duvarlar kanyona geçişi engeller. Fakat en alçak bitim
noktasında vadinin içine doğru gizli bir geçit açılmaktadır. Davis Deresi’nin
Powell Gölü’ne aktığı hattın üst kısmında, doğal yollardan oluşmuş bir rampa
kanyonun batı sınırında zikzak çizer. Derenin dibinden çok da yüksek olmayan
bir noktada rampa sona ererken, neredeyse yüzyıl önce hayvancılıkla uğraşan
Mormonlar tarafından yumuşak kumtaşının içine oyulmuş ilkel bir merdiven ortaya
çıkar.
Davis Kanyonu’nun
etrafını saran topraklar, aşınmış kayalarla kızıl kumlukların oluşturduğu uçsuz
bucaksız, kuru bir arazidir. Bitki örtüsü zayıf, güneş ışınlarından
kaçılabilecek gölgelik bir yer bulmak neredeyse imkânsızdır. Ama kanyonun içine
indiğinizde, bir başka dünyaya adım atmış gibi hissedersiniz. Çiçek açmış
hintinciri ağaçlarının ötesinde kavak ağaçları salınır, boy atmış otlar rüzgarla
birlikte dalgalanır. Otuz metrelik taş kemerin dibinde, sego zambaklarının
açtığı, ömrü bir gün olan çiçekleri görebilir; kanyondaki çalıkuşlarının hurma
ağaçlarının tepesinden gelen hüzünlü seslerini duyabilirsiniz. Derenin
yukarılarında, sarp bir kayalıktan çıkıp yosun kaplı bataklıklarla
kayalıklardan fırlamış baldırıkara otlarına su taşıyan bir pınar vardır.
Altmış yıl önce,
bu büyüleyici kaçış noktasında, Mormon basamaklarının vadinin zeminiyle
buluştuğu kesimin bir buçuk kilometre kadar aşağısında, yirmi yaşındaki Everett
Ruess; takma ismini önce kanyon duvarında bir dizi Anasazi piktografının
altına, sonra da Anasazilerin tahıl depolamak için inşa ettiği duvar bölmesinin
girişine kazıdı. Ruess’in duvarlara “NEMO1934” kaydını düşerken; Chris
McCandless’ı Sushana’daki otobüse “Alexander Süperberduş, Mayıs 1992” imzasını
atmaya iten dürtüyle hareket ettiğine şüphe yok. Hatta zamanında Anasazilerin
kanyon duvarlarını kendi deşifre edilemez sembolleriyle donatması da çok farklı
sayılamayacak bir dürtünün eseri olabilir. Her halükarda Ruess, kumtaşına adını
kazımasının kısa süre sonrasında, Davis Kanyonundan ayrılarak sırra kadem
bastı. Bunu kendi planlamış gibi görünüyordu. Ruess’i bulmak için yapılan geniş
ölçekli araştırma hiçbir sonuç vermedi. Sanki çöl tarafından yutulmuştu. Aradan
geçen altmış yılın ardından, bugün de Ruess’e ne olduğuna dair neredeyse hiçbir
şey bilmiyoruz.
Everett 1914
yılında Oakland-Kaliforniya’da, Christopher ve Stella Ruess'in iki oğlundan
biri olarak doğdu. Harvard İlahiyat Okulu'ndan mezun olan Christopher, şair,
filozof ve Üniteryen papazıydı fakat hayatını Kaliforniya Ceza Dairesi’nden
aldığı bürokratik maaşıyla kazanıyordu. Stella ise bohem zevkleri olan, sanata
düşkün, bildiğini okuyan bir kadındı. Tutkuları hem kendine hem de ailesine
yönelikti. Stella’nın hazırladığı edebiyat bülteni Ruess Quartette'in kapağı
aile düsturlarının armasını taşıyordu: “Zamanı yücelt.” Birbirine bağlı bir
aile olan Ruess’ler göçebe bir hayat sürerek, Oakland’dan Fresno’ya, Los
Angeles’dan Boston’a, Brooklyn’den New Jersey ve İndiana’ya taşındılar. En
sonunda, Everett 14 yaşındayken, Güney Kaliforniya’ya yerleştiler.
Everett Los
Angeles’da, Otis Sanat Okulu ve Hollywood Lisesinde okudu. On altı yaşındayken
tek başına ilk uzun yolculuğuna çıkıp 1930 yazını Yosemite ve Big Sur’da
geçirdi. Bu yolculuğun sonunda kendini Carmel’de bulmuştu. Carmel’e varışından
iki gün sonra, yüzsüzlüğü ele alıp Edward Weston’un kapısını çaldı. Bu aşırı
heyecanlı genç adamdan çok etkilenen usta fotoğrafçı, sonraki iki ay boyunca
Ruess’in resim ve tahta kalıp baskısına yönelik tam oturmamış ancak umut vaat
eden çabalarını destekledi ve çocukları Neil ve Cole ile birlikte stüdyosunda
zaman geçirmesine izin verdi.
Yaz sonunda, Everett
yalnızca lise diplomasını alacak kadar bir süre için evine döndü ve Ocak I931’de
mezun oldu. Aradan henüz bir ay geçmeden yeniden yollara düşerek Utah, Arizona
ve New Mexico’nun kanyon bölgelerini dolaştı. 1930’lu yıllarda bu topraklar,
bugün ancak Alaska’nın sahip olduğu kadar nüfus yoğunluğuna sahipti ve
gizemlerini korumaktaydı. UCLA'da mutsuz, kısa bir mola (babasının hiç
dinmeyecek öfkesine rağmen tek sömestirin ardından okulu bıraktı), ebeveynlerine
yaptığı iki uzun ziyaret ve San Francisco’da geçirdiği bir kışın haricinde (bu
dönemde Dorothea Lange, Ansel Adams ve ressam Maynard Dixon ile zaman
geçirmişti), Ruess meteorvari yaşamının geri kalanını hareket halinde, sırtında
bir çanta ve çok az parayla, toprağın üzerinde uyuyarak ve bazen de coşku
içinde ve günlerce aç kalarak, yollarda geçirdi.
Wallace
Stegner’in sözcükleriyle Ruess, “Toy bir romantikti, genç bir estet ve çorak
topraklarda atalarımızın ruhunu yaşatan bir gezgindi”:
On sekiz yaşında, rüyasında kendini
ormanların içinde güçlükle ilerlerken, sarp kayalıkların ucuna tutunurken,
dünyanın romantik, çorak yerlerini gezerken görüyordu. Onunki gibi bir
çocukluğa sahip olan hiç kimse bu rüyaları unutamazdı. Fakat Everett Ruess'i
farklı kılan, yola çıkarak hayalini kurduğu bu şeyleri gerçekleştirmesi ve
bunu, uygarlığın elini çoktan attığı, cilalanmış bir harikalar diyarında iki
haftalık bir seyahat olarak değil, yabani dünyanın tam kalbinde, aylar ve
yıllarca yapmış olmasıdır...
Ruess bilinçli bir şekilde vücuduna eziyet
etti, dayanıklılığını sınadı, yorucu deneyimler için kapasitesini test etti.
Kızılderililerle yaşlıların girmemesi için sert şekilde uyardığı patikalara
gözü kapalı girdi. Onu çoğu kez yolun ortasında havada asılı bırakan sarp
yamaçlara tırmandı... Su kıyılarında, kanyonlarda ya da Navajo Dağı’nın yüksek
eteklerinde kurduğu kamplarda, ailesine ve arkadaşlarına, medeniyetin yarattığı
basmakalıp kişilikleri lanetlediği ve yabani ergenliğini barbarca haykıran
uzun, zengin, coşkulu mektuplar yazdı.