Aylaklar’ı yaptığım günlerden
beri Casanova, Decameron ve öfkeli Roland'la birlikte Satyricon, beni daha çok
ilgilendiren Strada ya da başka şeylere karşılık yapımcılara, ağızlarına bir
parmak bal çalmak için vadettiğim filmlerin arasında yer alıyordu. Aslında, bu
vaatleri tutmayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Allerjik zatürreden yatarken, nekahat
döneminde Petrone'yi yeniden
okumuştum. Ve daha önce yakalayamamış olduğum bir ayrıntıdan çok etkilendim.
Eksik kalan parçalar, yani iki koro ezgisi arasında kalan konuşmalı bölüm ile
diğeri arasındaki karanlık... Daha lisede Pindare öncesi eski yapıları
araştırırken, bölümler arasındaki boşlukları hayal gücüyle doldurmaya
çalışırdım. Öğretmenimiz, bir şairden kalma tek dizeyi, "uzun mızrağıma
dayanmış içiyorum"u kırık sesiyle gür biçimde okuduğunda, on altı yaşındaki
çocukların heyecanlanmalarını beklerken gülünç duruma düşüyordu. Ben de ona
teklif edeceğimiz bir dizi parçayı uydurarak şamatanın başını çekiyordum.
Bu parçalar hikâyesi beni çok
cezbediyordu. Yüzyılların tozlarının tamamen durmuş bir kalbin atışlarını
muhafaza ettiği fikri, beni büyülemişti. Manziana'da, nekahat döneminde
kaldığım küçük aile pansiyonunun kitaplığında bir Petrone buldum. Ve bir kez
daha çok heyecan duydum. Kitap beni omurgalara, kafalara, olmayan gözlere,
kırık burunlara, Appia Antica'nın mezarlık sahnelerine, hatta genel olarak
arkeoloji müzelerine götürdü. Büyük bölümü yerinden oynatılmış ve unutulmuş,
bir rüyadan da çıkmış olabilecek türden, oraya buraya dağılmış parçalar,
kalıntılar. Belgelere dayanarak filolojik bakımdan oluş şekli tasarlanabilecek,
müspet olarak kanıtlanmış bir tarih değil; karanlığın içine gömülmüş, ışık
saçarak uçuşan parçaları bize kadar ulaşan büyük bir düş galaksisi. Öyle
sanıyorum ki, bu rüyayı yeniden kurma imkânı, onun bulmacayı andıran şeffaflığı,
anlaşılamamış aydınlığı beni büyülemişti. Aslında rüyalarda da aynı şey olur.
Rüyaların da derinden bize ait olan içerikleri vardır, kendimizi onlarla ifade
ederiz, ama gün ışığında. Onları tanımak için bize verilen tek imkân, kavram
düzeyindedir, fikri düzeydedir. Bu yüzdendir ki bilincimiz, rüyaların hava
gibi uçup gittiğini, anlaşılmaz ve yabancı olduklarını sanır. Kendi kendime, "İlkçağ
dünyası hiçbir zaman var olmadı, kaçınılmaz olarak biz yarattık onu"
diyorum. Bizim çabamızın esası, rüya ile hayal gücü arasındaki sınırı yok
etmek, her şeyi icad etmek ve bu fantastik işlemi daha sonra dışa vurmak, onu
keşfedebilmek için hem dokunulmaz hem de tanınmayacak kadar çok değişmiş bir
şey gibi onu bizden uzaklaştırmaktır.