Şafak






ey yeni güne uyanan göğüs
ey gözyaşlarıyla ıslanmış ılık yatak
bir başka ışık beni ağlamam için uyandırıyor

gölgeler gibi uçup gidiyor günler 

MERKEZ ARKASI



Merkez Arkası (şiir ağırlıklı kültür sanat bülteni) diye bir dergi çıkıyor şu sıralar kentte, şiir budalaları, toplanmışlar bir de ciddi ciddi, konuşuyorlar, sizi gidi uluyan deli maymunlar sizi...

hatırlayacaksınız, bizle de yapamıyorsan artık yalnız yaşa demiştiniz bana üç sene evvel: ben, yalnızlığı seçtim.

 Evet, Merkez Arkasında bu ay Pasolini'ye selam edeceğim uzun uzun (üstteki fotoğraf ilk selamım olsun. Bak: https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/05/Pasolini), sonra  Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk) dosyasına yer açacağım vakit ayırabilirsem; biraz da aklıma gelenler, resim, fotoğraf, sinema, müzik tabi... aslında çok fazla müzik paylaşımında bulunamadım blogda, (bu yüzden acı acı yerinebilirim), oysa en güzel eşlikçim, en gerçek dostum değil mi müzik? ve tabi blogda edeceğim bir çift sözü dahi çok gördüm kendime; umarım paylaştıklarım her şeyden çok benim hakkımda bir şeyler söylüyordur. 

Merkez arkasından selamlar, sevgiler...


Yazan Gövde


Enis Batur
*

Sabırlı, ufuklu, kılı kırk yaran bir araştırmacının bir gün çıkıp  “yazan gövde"yi konu edinen satırları, sayfaları toplamasını beklemek gerekiyor - ben aradım, arandım, taradım: Böyle bir araştırmaya rastlamadım.

Bu tür bir antologya oluşturulduğunda herkes farklı bir yorum çizgisi çekebilir şüphesiz; gene de, seçilen (bulunan ve seçilen) metinlerin toplamı zaten bütün yorumları içinde hapsedecektir sanısını taşıyorum: Kişi yazsın, hem de yazarken yazma halini kurcalasın, söylediklerinden ötesini kim söyleyecek, söylesin?

Yazan gövde yazan kişiye zaten içkindir, denilebilir. Tarihçiler tanıdım, tarih felsefesiyle ilişkileri sınırlıydı; Pek çok yazarla karşılaştım, görüştüm: Yazı üzerinde derinlemesine düşünen yazın adamı karşıma pek az çıktı.

Yazmak fiili, yazma edimi, yazı yazanların çoğunun gözünde kendiliğindenlik taşır, ötesini didiklemenin tılsımı, büyüyü bozmak anlamına geleceğine inananların sayısını abartmıyorum.


Yazı yazan derken, önce edip/muharrir, sonra Barthes’ın ustalıkla sınırlarını belirlediği yazar/yazan ayrımına bakmak gerekir; daha sonra da, yazı ile yazın’ın orta­sında kalan, duran, dönem dönem büyüdüğüne tanık olduğumuz boşluğa. Orada oyalanırsak, göreceklerimiz
vardır.

Yaşıtım bir romancımız, çok olmadı, nasıl yazdığımı sordu bana. Düz, dümdüz, fizik ile ilgili bir soruydu bu, öyle yanıtladım: "Masada, uzun uzun oturarak" dedim. Masa­da uzun uzun oturamadığını söyledi bana, iyi bir cümle kurduğunda kalkıp yürüme isteği duyuyor, isteğini bastıramıyormuş. Fizikten Kimyaya geçtiğimizi anladık böylece: İki ayrı gövdeden, gövde gerçekliğinden söz ettiğimizin farkındaydık.

Yıllardır öyle çalışıyorum ben: Masabaşına oturuyorum Bazı günler yazıyor, yazabiliyorum: yazamadığım günler, haftalar oluyor; her gün oturuyorum masaya ama: hemen hemen her gün oturuyorum. Ne kadar oturuyorum. Ko­şullara, olanaklara bağlı bu: Bir-iki saatla yetinmek zorun­da kaldığım günlerin sayısı az değil: ortalama yedi - sekiz saat, masabaşında geçirdiğim günlerin sayısı da.


İlk bakışta “oturuyorum, yazıyorum” ya da “yazmak için masabaşına geçiyorum” demek malumu ilân olarak görüle­bilir. Tam öyle değil. Çok kişi oturur, yazamaz. Yazama­dıkça masadan ürperir, korkar, uzak durur. Uzanarak (Colette), ayakta (Gide) yazarak çözüm bulanlar azınlıktadır. Genellikle, yazan gövde, masabaşında oturan gövdedir.

Eylemin, edimin, fiziksel ve kimyasal açıdan bir uyum denklemi mi vardır? Fiziksel hazırlıklar genellikle pek bi­linmezler, önemleri üzerinde yeterince durulmaz. Gövde ayarı, yazan kişi için canalıcı bir boyut taşır oysa: Masayla temasının ülküsel koşulları, oturma biçiminin belirleyicili­ği küçümsenilmemelidir. Yazarın, kullandığı malzemeyle ilişkisinin de fiziksel koşulu bütünlediğini unutmamak ge­rekir: Bunlar, yazma ediminin bâtıl aksesuarları sayıla­maz, kimyasal ortamı etkileyebilen öğelerdir. Yazan, yaz­maya hazırlanan gövdenin elektrik yükü, kimyasal dengesi terazinin öbür kefesinde bekler, ilk kefeyle yetinme ya­nılgısı, ülküsel anlamda fiziksel koşullar yaratıldığında bile yazma eyleminin fitilinin ateşlenememesi durumuyla açık­lık kazanır. Yusuf Atılgan, bir seferinde, “herşey” olabildi­ğince yola koyulmaya elverişli gözükürken, penceresine dadanan bir kuşun onu durdurduğunu anlatmıştı. “Her­şey” hazır değilmiş besbelli, herşey bir yana, asıl hazır ol­mayan kendisiymiş.

Yazmaya karar veren zihin, yazmaya oturan gövdenin elektrik yükünün eksikliği ya da fazlalığı, içindeki kimyasal ortamın eksi ya da artı düzeyinde oluşmuş bileşkenliği nedeniyle derişemeyebilir. Yazma isteksizliği, tutukluğu, ki­litlenmesi çarçabuk kısa devre yapacaktır. Bu dengesizlik arasıra ya da belli bir dönem gövdede egemen olup gide­rilebilir, kimi zaman. Kimi zaman da, yerleşerek, kronikle­şecek bir kilitlenme olgusu yaratabilir.

Yazma sancısı ayrı birşeydir, yazamama sancısı apayrı birşey. Derişememe durumu gündelik hayatta, dilde, han­diyse sıradan bir vurguyla kullanılır çoğu kez; oysa, teksif olma sıkıntısı kalınlaşan bireyin, her uğraş alanında oldu­ğu gibi, yazma edimi bağlamında da en zorlu engeli göv­de/zihin işbirliğinde uyumsuzluk zarfını yırtamayışında bi­çimlenir.

Bütün bu saptamalar; ‘başarmak’, ‘üstesinden gelmek’ tü­rü kök-anlamlardan hareketle yaratıcı uğraş alanlarında epeydir ağırlığını duyuran “performans” kavramının önünde yazarın duruş biçimine yakından bakmak için.

Üstesinden gelmeyi, üstesinden gelememe halinden soya­rak soyutlayarak okumak, anlandırmak bana olanaklı gö­zükmüyor. Sahne sanatlarında, gösteri sanatlarında "track"tan sık sık dem vurulduğuna, gevşemek için uyarı­cılardan ya da uyuşturuculardan yararlanıldığına tanık oluyoruz. Yazma edimi tıpı tıpına oynamaya, söylemeye benzeyen bir uğraş sayılamaz: Kasılmış gövdeyi açmak, bundandır, her vakit yazma ediminin önünü açmaya yet­mez; tam tersine, gevşemenin bambaşka bir kilitlenme bi­çimini ateşlediği örnek-durumlar saymakla bitmez: “Al­kol” çerçevesinde yazdıklarıma bir kere daha dönmek is­temiyorum.

Buna karşılık, yazma anı üzerine gereğince bilgiden, birin­ci elden bilgi ve görgü aktarımından geniş ölçüde yoksu­nuz. Doğal, bir bakıma: Kişi hem yazsın, hem de, anı anı­na yazma edimini gözlesin, üzerinde akıl yürütsün: Özel bir bilinç yarılması ister bu. Zihin ile gövde nasıl bir işbir­liği içindedir: Soruya yönelirsek, edim kesintiye uğrar, iki süreci çakıştırmak olanaksızdır, olsa olsa yaklaşmalarını sağlamayı deneyebiliriz.

Öte yandan, zihnin işleyişiyle gövdenin ona ayak uyduruşu, uyum sağlaması arasında kendiliğinden bir kayma ol­duğu gerçeğini yazmaya başlar başlamaz öğreniriz. Bıra­kın zihindeki akışa, akışkanlık hızına yetişmeyi, yazan gövde kolay kolay söze bile birebir ayak uyduramaz, onun genellikle gerisinde kalır. Steno tekniği bundan ge­liştirilmiştir.

Bu “hız farkı” üzerinde, “Amerika Dersleri”nden birinde durur Italo Calvino; De Quincey’in “İngiliz Posta Araba­sı"ndaki bir gözleminden hareket ederek. Performans çerçevesinde dış dünyada gelişen bir hız olgusuyla zihni­mizin hızı algılama hızı arasındaki denklem bir yandaysa, algılama hızımız ile algıladığımızı aktarma (yazma) tempo­muz arasındaki denklem bir başka yandadır. Şüphesiz, bi­reye özgü yetiler sözkonusu denklemlerin ayrışmasına yol açar: Algı refleksi, derişme gizilgücü, yazma kıvamı tutturma herkes için farklı bir sonuç ortaya koyar. Üste­sinden gelmenin kesin bir tanımı, yasası olduğundan söz edemeyiz.

CALVİNO: YAZMA, OKUMA, ALGILAMA HIZI

Italo Calvino’nun, tamamlayamadan -erken sayılabilecek bir yaşta- öldüğü ve “Amerika Dersleri" başlığı altında kitaplaştırılan "Norton Lecture"larının İkincisini Hız kavramına ayırdığını, Hector Bianciotti'nin bir yazısından öğrenmiştim ilk. “Amerika Dersleri"ne ulaşana dek bir aşamada, kitabı ele geçirip okuduktan sonra ikinci bir aşamada hız, hızlılık, sürat, çabukluk kavramlarıyla didiştim. Bu alıştırmalar ve yan okumalar, biraz da "Beyin Tutuşması"nın dümen suyunda, içine daldığım labirentin koridorlarını artırdı: Tempo, düzen, düzenek, odaklaşma, yoğunluk ve yeğinlik kavramları çerçevemi hayli genişletecekti.

Bianciotti, Calvino’nun yaklaşımını, her zamanki fantezi eğilimi bir yana, Borges’ten bir örnekle özetliyor: Borges, minör bir yazarın (Arthur Machen), Henry James’in bir öyküsü için kaleme aldığı tanıtım notunun “üzerinde hayli çalışılmış özgün metinden çok daha heyecan verici" olduğunu ileri sürmüş. Cerçekten de, Calvino, Charlemagne’a ilişkin bir efsanenin başta Petrarca olmak üzere pek çok usta kalemden versiyonu dururken, ayrıntılardan ve karmaşıklaşma sürecinden ayrılan bir metni, Barbey d’Aurevilly’nin birkaç satırlık “bütün bütüne çıplak özeti”ni yeğliyor: "Çünkü bu hızla ardarda dizilmiş olay akışında herşey imgeleme bırakılmıştır.”

Calvino’nun hız’dan, hızlılık’tan ne anladığını bir tek bu örnek mi, konferansın gövdesine yazdığı bütün örnekler aydınlatıyor. Bir yazma hızı değil sözkonusu ettiği, tam tersine okunma hızını öne çekiyor dense yeri.

Konferansın neredeyse merkezinde, bir Latin deyişine geliyor Calvino: "Yavaşça acele et” diye çevirebileceğimiz Festina Lente. Ağır ağır, her kelimesini tartarak, dağılıp gitmeden, binbir eksende avare bir yazı kuracağına eksenini iki uca doğru sonsuza açmayı seçen bir yazma türünü benimsediğini açıkça yazıyor: Üzerinde çalışılmış, yoğunlaştırılmış, derişik kılınmış bir metni daha övgüye değer bulduğu da ortada. Ama, diyor bir noktada, soluklu ve kap­samlı bir anlatıda bu kıvamı tutturmak zordur - onun için de kısa metinlerin gerilimi sağlaması daha kolay olur.

Neden bilmem, ikinci konferansın başlığı “Hızlılık" da, konusu bana, metni okudukça     "Kısalık" gibi göründü. İlk ‘alıştırma'larım bağlamında üzerinde (başta da değindiğim gibi, "Beyin Tutuşmasının ana izleğinin etkisiyle) kafa yorduğum “sürat” ve "tempo” konularını açmak istememiş pek Calvino. Daha doğrusu “sürat”i "hız”dan hem ayırmak, hem de bu iki kavramın örtüştükleri, örtüşebilecekleri durumlara el atmak için iki önemli örneği kuşatmış da, "yazma sürati"ni dışlamış.

Konferansta, biri De Quincey’nin "The English Mail-Coach"una, diğeri Galileo’nun "Saggiatore” başta olmak üzere bütün yazdıklarına bağlı olarak Calvino’nun at’ın farklı koşu hızlarıyla düşünme sürati arasın da koşutluğu çekici bulduğu göze çarpıyor. Canalıcı bir konu şüphesiz. Hele, De Quincey'nin anlatısındaki denklemin ortaya koyduğu zihinsel süreçlerin hız odağına bağlılıkları düşünülürse. Süratin fiziksel yanıyla zihinsel yanını karşılaştırırken, Quincey, aynı yolda çarpışmalarına ramak kalan iki atlı arabadan birinin üzerinde düşünür: "Fırlatılan bakış, insan düşüncesi , melek kanadının çarpışı: Soruyla yanıtın arasına onları bölerek girecek ölçüde hızlı olan hangisidir?”

Calvino "hızlı zihni” yüceltmiyor, ağır çalışan ama etkili sonuç alan bir zihnin etkinliği ile eşdeğer buluyor süratli aklın etkinliğini. Bunun yazıya yansıyan sonuçları açısından da yansız gibi: "Üslûbun ve düşüncenin hızlılığı ilk ağızda çeviklik, devingenlik, özgürlüğün biraz abartılı biçimi demeye gelir; başıboş yol almaya hazır, bir konudan ötekine atlayan, yüz kez ipin ucunu kaçırıp yeniden yakalayan bir yazıyla atbaşı giden pek çok kalite”. Ne var ki digressif (kaçıp» giden, durmadan uzaklaşmaya yatkın, serseri mayın) bir yazıya yatkın olmadığını da belirtiyor. "Yavaşça acele et"mekten anladığı, yazma sürecine ait bir olumlama değil de, okunma sürecine ait, yazarın bir yetisi ya da erdemi.

Bu kavşakta "çabukluk” devreye giriyor. Karşımızda süratle yazan, süratli bir yazar yok. Kurduğu metnin süratle okunmasını mı sağlıyor öyleyse? O da değil: Kurduğu metnin dayandığı ekono­mi sürati ve hızı içeriyor. Alabildiğine yoğun, yeğin, derişik kılınmış bir yazı. Şiirle düzyazı arasında bir fark görmüyor Calvino: "Mürekkebe su katma” açısından. Ama, bu inancın onu kısa metinlere sürüklediğini yadsımadığı gibi, kısa metinlere bir övgü de düzüyor - "Monsieur Teste "e, Ponge’un kısa parçalarına, Leiris’e ve Michaux'ya. Arada, "metnin uzunluğunun ya da özlülüğünün dış ölçütler olduğunu biliyoruz, ben burada özel bir yoğunluktan sözediyorum, bu soluklu yapıtlarda da ortaya çıkabilir herhalde, gene de ölçü birimi kuytuda kalmış sayfa olur” diyor.

Ne yazık ki, belki de keskin bir tavır almaktan yana olmadığı için, bulanıklığı göze alıyor Calvino - bir sonraki konferansıyla üstelik çelişerek. "Özel bir yoğunluk”tan ne anlıyor? Neden "herhalde"ye başvuruyor?

Genelde tahmine büyük pay bırakıyor.

* Italo Calvino, "Rapiditâ", in "Leçons Amöricaines”, s. 59-93, Gallimard 1989.
** E/oge de la Rapiditt, Le Monde, 7. VII. 1989.


Egon Schiele: Eros ve Seksus


Eros, 1911



"Erotik sanat eserinin de kutsallığı vardır!" 

Schiele'nin bu ifadesi, aynı zamanda hem kendi yaratısının bir savunusu­dur, hem de Eros'un varlık açısından taşıdığı derinliğin bilinci­nin dile getirilmesidir. Ölümün Schiele açısından taşıdığı çeki­cilik, sanatçının Eros ve cinsellikle yoğun düzeyde ilgilenme­siyle karşılıklı bir etkileşim içersindedir. Schiele'nin dışavu­rumcu nitelikteki ilk eserleri, Eros ile Thanatos arasındaki geri­lim alanına indirgenebilir. Schiele'nin "her şeyi yaşamaya çalı­şın" sloganı, başka deyişle engel tanımaz merakı, doğal olarak tabulaştırılmış bir alana yöneliktir. Schiele'nin kadın nülerini işlediği karakalem ve suluboya resimleri, sayısal olarak yaratı­sının en büyük bölümünü oluşturur. Bu alanın Schiele'nin eserleri açısından taşıdığı odak noktası olma niteliği, benzer bir biçimde Klimt'de de vardır, Ancak Schiele'nin nülerindeki ve yarım nülerindeki zayıf, kemikli, uzun uzuvlu kızları, be­denlerindeki çeşitli bükülmeler ve bunların çoğu kez izleyiciyi tedirgin eden bir biçimde ele alınmış oluşu, Klimt'in betimledi­ği çoğu kez yumuşak karakterli, kendi içersinde dingin çıplak­lıktan çok farklıdır. Schiele'nin erotik betimlemelerindeki ödün tanımazlığı ve kendi yaşama biçimi, 1912 yılında sanatçının yirmi dört günlük bir hapis cezasına çarptırılmasına yol açmış, bu duruşma sırasında sanatçının erotik nitelikteki bir kalem çalışması da ibret dersi olması amacıyla yok edilmiştir.

Schiele’nin anlatım gücünden yana çok zengin bir dizi erkek resmi yapmış, buna karşılık oldukça düşük sayıda kadın portresi yaratmış oluşu, dikkat çekicidir. Betimleme biçimindeki köktencilik göz önünde tutulduğunda, sanatçının kadın re­simleri bakımından az sipariş almış olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Yüzyıl sonu Viyana'sında kadın resmi, kimi zaman bir süslemeler denizinde kendisi de dekoratif bir öğe niteliğini taşıyan güzel ve şık kadınlara ağırlık tanımaktaydı. Böyle bir durumda Schiele'nin işlevi, doğal olarak maskeleri kaldırmak ve dış görünüşü olabildiğince çarpıtmaktı. Entelektüel yapısı dışavurumculuk deneyi bakımından elverişli olan bir erkekler dünyası ve incelmiş bir cinselliği sergilemesi öngörülen bir kadınlar dünyası doğrultusundaki ayırım, iki cins arasındaki geri­limi yansıtır. Schiele, böyle bir ayrımın zorunluluğundan derin­den etkilenmişti. Bu nedenle sanatçı, ancak geç dönemlerinde erotizmi daha esnek olarak ele alıp işlemiştir; 1917 tarihli Ya­tan Kadın ve 1918'de yapılan Çömelmiş Bir Çift Kadın resim­leri, bunun örnekleridir. Kirchner ya da Heckel'in ilk dönemlerindeki kimi olgular, örneğin cinselliğin taşıdığı arkaik doğal­lık, bunların yaşamla doğrudan bağıntılı kılınışı, Schiele'nin betimlediği, sorunlarla yüklü cinsellikle büyük bir karşıtlık oluşturur. Alman dışavurumculuğunun erken dönem sanatçıla­rının resimlerinden yansıyan özgür cinsellik de, Schiele'nin ço­ğu kez trajik ya da melankolik bir atmosfer içersinde işlediği erotizmle çatışır.

Aşk Acısı


Caspar David Friedrich


Romantik bir tabloda kutup ışığı altında bir yığın don­muş yıkıntı görülür; hiçbir insan, hiçbir nesne yoktur bu ıssız ve hüzünlü yerde; ama aşk acısına kapılmaya göre­yim, sırf bu yüzden, bu boşluk kendimi hemen buraya yansıtmamı ister; bu kitlelerin üzerine oturmuş, sonsu­za dek bırakılmış bir küçük yontu gibi görürüm kendi­mi. "Üşüyorum, dönelim", der aşık, ama yol yoktur, ge­mi parçalanmıştır. Aşığın özel bir üşümesi vardır, ana sıcaklığına gereksinimi olan küçüğün (insan, hayvan küçüğünün) üşegenliği.

Bir Aşk Söyleminden Parçalar

(bkz:Batmak /2014/10/)




günler...

Fellini's Satyricon (1969)





Aylaklar’ı yaptığım günlerden beri Casanova, Decameron ve öfkeli Roland'la birlikte Satyricon, beni daha çok il­gilendiren Strada ya da başka şeylere karşılık yapımcılara, ağızlarına bir parmak bal çalmak için vadettiğim filmlerin arasında yer alıyordu. Aslında, bu vaatleri tutmayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Allerjik zatürreden yatarken, nekahat döneminde Petrone'yi yeniden okumuştum. Ve da­ha önce yakalayamamış olduğum bir ayrıntıdan çok etkilendim. Eksik kalan parçalar, yani iki koro ezgisi arasında kalan konuşmalı bölüm ile diğeri arasındaki karanlık... Daha lisede Pindare öncesi eski yapıları araştırırken, bölümler arasındaki boşlukları hayal gücüyle doldurmaya çalışırdım. Öğretmenimiz, bir şairden kalma tek dizeyi, "uzun mızrağıma dayanmış içiyorum"u kırık sesiyle gür biçimde okuduğunda, on altı yaşındaki çocukların heyecanlanmalarını beklerken gülünç duruma düşüyordu. Ben de ona teklif edeceğimiz bir dizi parçayı uydurarak şama­tanın başını çekiyordum.



  


Bu parçalar hikâyesi beni çok cezbediyordu. Yüzyılların tozlarının tamamen durmuş bir kalbin atışlarını muhafaza ettiği fikri, beni büyülemişti. Manziana'da, nekahat döne­minde kaldığım küçük aile pansiyonunun kitaplığında bir Petrone buldum. Ve bir kez daha çok heyecan duydum. Kitap beni omurgalara, kafalara, olmayan gözlere, kırık bu­runlara, Appia Antica'nın mezarlık sahnelerine, hatta genel olarak arkeoloji müzelerine götürdü. Büyük bölümü yerin­den oynatılmış ve unutulmuş, bir rüyadan da çıkmış olabi­lecek türden, oraya buraya dağılmış parçalar, kalıntılar. Belgelere dayanarak filolojik bakımdan oluş şekli tasarlana­bilecek, müspet olarak kanıtlanmış bir tarih değil; karanlı­ğın içine gömülmüş, ışık saçarak uçuşan parçaları bize ka­dar ulaşan büyük bir düş galaksisi. Öyle sanıyorum ki, bu rüyayı yeniden kurma imkânı, onun bulmacayı andıran şef­faflığı, anlaşılamamış aydınlığı beni büyülemişti. Aslında rüyalarda da aynı şey olur. Rüyaların da derinden bize ait olan içerikleri vardır, kendimizi onlarla ifade ederiz, ama gün ışığında. Onları tanımak için bize verilen tek imkân, kavram düzeyindedir, fikri düzeydedir. Bu yüzdendir ki bi­lincimiz, rüyaların hava gibi uçup gittiğini, anlaşılmaz ve yabancı olduklarını sanır. Kendi kendime, "İlkçağ dünyası hiçbir zaman var olmadı, kaçınılmaz olarak biz yarattık onu" diyorum. Bizim çabamızın esası, rüya ile hayal gücü arasındaki sınırı yok etmek, her şeyi icad etmek ve bu fantastik işlemi daha sonra dışa vurmak, onu keşfedebilmek için hem dokunulmaz hem de tanınmayacak kadar çok de­ğişmiş bir şey gibi onu bizden uzaklaştırmaktır.





Giton


Ne biçim bir geceydi, ey tanrılar, tanrıçalar,
nasıldı yumuşacık yatak.
Yanıp tutuştuk sarılarak
bir oradan bir buradan öpücüklerle
ruhlarımız gitti geldi birbirimize.
Ey ölümlü dertler, güle güle size.
Öldüm bittim böylece.




Fellini's Satyricon (1969)

Durup dururken, kendi kendime sevindim. Çünkü içkinin verdiği rahatlık üzerime çöküp de sarhoş kollarım gevşeyince, her türlü pisliğin başı Ascyltos, geceleyin oğlanımı benim yanımdan alıp kendi yatağına götürmüştü ve kendisinin olmayan bir erkek kardeşle sarmaş dolaş olmuştu, başkasının oğlanının koynunda insani duyguları unutup derin bir uykuya dalmıştı, oğlan ise ya götürüldüğünü hissetmemiş ya da hissetmemiş gibi davranmak işine gelmişti. Bu yüzden, uyanıp da yatağımı elimle şöyle bir yokladığımda, sevgili­min olmadığını anlayınca (...) âşıklarda birazcık bağlılık duygusu olsa, her ikisini de uyurlarken kılıçtan geçirip ölüme yollasam mı diye bir an kafamdan geçirdim. Sonra, daha sağlıklı bir karara varıp, Giton’u dürtükleyerek uyandırdım, Ascyltos’a ise sert bir bakış fır­latıp, “Güvenimi kötüye kullanıp aramızdaki dostluğu bozduğuna göre, hiç zaman geçirmeden pılını pırtını topla ve kendine kirlete­ceğin başka bir yer ara,” dedim.





Fellini's Satyricon (1969)





Satyricon


Fellini's Satyricon (1969)


Çeşit çeşit tablolarıyla hayranlık uyandıran bir resim sergisine yolum düştü. Zeuxis’in76 zamana yenik düşmemiş sanat yapıtlarını gördüm ve Protogenes’in77 doğanın gerçekliğiyle yarışan kaba taslak çizimlerini son derece etkilenerek inceledim. Apelles’in78 Yu­nanlılarca ‘tek bacaklı’ diye anılan tablosuna hayran kaldım. Çünkü çizdiği resimler gerçeğine öylesine yakındı ki onların ruhlarını çiz­diğini sanırdın. Resimlerin birinde, yükseklerde bir kartal, Ganymedes’i79 kapmış gökyüzüne götürüyordu. Başka bir resimde, güzel Hylas80 su perisi Naiad’ı yanından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Apollon8 suçlu ellerini lanetliyordu ve telleri gevşek lirini daha yeni açmış bir çiçekle süslüyordu. Resimleri yapılan âşıkların yüzlerine bakarken sanki yalnız başınaymışım gibi bağırmaya başladım: “Tan­rılar da âşık oluyor. Juppiter gökyüzündeki evinde sevecek kimse bulamadı, günah işlemek için yeryüzüne indiğinde yine de kim­seye haksızlık etmedi. Hylas’a âşık olan su perisi, Hercules’in bunu yasaklayacağını bilseydi, kendi aşkını dizginlerdi. Apollon çocu­ğun ruhunu bir çiçekte canlandırıp yaşattı; Tüm bu öykülerde geçen aşklarda rakip yoktu. Ama ben arkadaş diye Lykurgos’tan82 daha acımasız birini bulmuşum.”

İşte ben bu sıkıntılı düşüncelerle uğraşırken, saçları ak pak ol­muş, endişesi yüzünden okunan yaşlı biri içeri girdi, hangi büyük yükün altına girdiğini bilmediğim bu yaşlı adamın üstü başı pek düzgün değildi, öyle ki, varsılların hep nefret ettikleri edebiyatçılar­dan biri olduğu kolayca anlaşılıyordu. Gelip yanımda durdu (...)


76) Ünlü Yunanlı ressam (İÖ yaklaşık 450). Olasılıkla Karadeniz kıyısındaki Herakleia kentindendir.

77) İÖ 4. yüzyılda yaşamış ünlü Yunanlı ressam. Kimi kaynaklara göre Rodoslu, kimilerine göre de Anadolu’daki Karia bölgesinin kıyı kenti Kaunoslu’dur (Bugünkü Dalyan).

78) İÖ 4-yüzyılın sonunda yaşayan Apelles, Yunanlı ressamların en ünlüsüydü.

80) Mitolojiye göre, Hercules’in âşık olduğu Hylas, Argonautlar ile birlikte altın postu aramaya gitmiştir. Su alırken güzel su perisi Naiad onu suya çekmiş ve Hylas suların içinde yitip gitmiştir.

81) Tanrı Apollon, âşık olduğu Spartalı Hyakinthos’u bir yanlışlık sonucu öldürmüştür. Bu çocuğun kanından sümbül çiçeği çıkmıştır.

82) Sparta’nın ünlü yasa koyucusu. İlk yasaların her zaman oldukça katı olduklarına inanılırdı.



Fellini's Satyricon (1969)

Fellini's Satyricon (1969)

- Ganymede... Narcissus... Apollo... genç erkeklerin gölgesini birer çiçeğe dönüştüren kişi. Tüm mitler bize, rakipsiz evliliklerin aşklarından bahseder. Ama ben kalbimin derinliklerine acımasız bir ziyaretçi aldım. Ben şairim. "Neden bu kadar fakir giyiniyorsun?" diye sorabilirsin. Tam olarak nedeni şu ki sanat aşkı kimseyi zengin yapmaz.

Neden bilmiyorum, ama yoksulluk daima üstün yeteneğin kız kardeşidir.

Parayı arzulamak! Bir zamanlar, insanların idealleri  birer erdemdi, saf, katıksız ve basit. İşte bu yüzden liberal sanatlar ilgi çekiyor. Eudoxus bir dağın tepesinde, gezegenlerin hareketlerini inceleyerek yaşlandı. Lysippus tüm hayatı boyunca|aynı modeli çizmeye devam etti... ve açlıktan öldü. Ama biz, içiciliğimiz ve fahişeliklerimizle bu şaheserlerin varlığından bile bihaberiz. Peki diyalektik tartışmaya ne dersin? Astronomiye ne oldu? Ya bizim tek rehberimiz felsefe nerede?
Apelles ve Phydias'ın altın kâseler üzerine yaptığı güzellikleri gördükten sonra...
resim sanatının ölmesine hiç şaşırmadım. Şu şapşal Yunanlar!

Encolpius


Bir quaestor'un (*Roma da devlet hâzinesinden sorumlu kamu yüksek görevini yürüten quaestor’lar, eyaletlerde de maliye memuru olarak görev alırlardı.) yanında maaşlı olarak Asia’ya gittiğimde, Bergama’da bir evde konuk olarak kaldım. Ben burada yalnız rahat ettiğim için değil, ev sahibinin son derece güzel oğlu için de seve seve kalıyordum. Oğlanın babasının benden kuşkulanmaması için düşünüp taşınıp bir yol buldum. Yemekte ne zaman güzel çocuk­ların deneyimleri söz konusu edilse, o denli öfkelendim, açık saçık konuşmaları duymaktan o denli sert bir biçimde rahatsız olduğu­mu belirttim ki, çocuğun annesi benim filozof olduğumu düşündü. Artık oğlanı beden eğitimi çalışmalarına götürmeye, derslerini düzenleyip çalıştırmaya ve bedenini ele geçirecek birinin eve alın­maması için uyarılarda bulunmaya başlamıştım. 

“Bir bayram tatili nedeniyle okul kapalı olduğu için ve uzun süren eğlence yüzünden üzerimize bir ağırlık çöktüğünden, yemek odasında uzanmış yatıyorduk, aşağı yukarı geceyarısına doğru oğlanın uyumadığını anladım. Çok alçak sesle mırıldanarak bir adak adadım: ‘Ey tanrıçam Venüs, şu oğlanı anlamayacağı biçimde öpe­cek olursam, yarın ona bir çift güvercin armağan edeceğim.’ Oğ­lan, isteğimin karşılığını duyunca, horlamaya başladı. Böylece, yaklaşıp uyuyormuş gibi yapan oğlanı öpücüklere boğdum. Bu başlangıçtan çok mutlu olarak, sabahleyin erkenden kalktım ve bir çift güvercin seçip bekleyen çocuğa verdim ve adağımı da yeri­ne getirmiş oldum. Ertesi gece de aynısını yapmama izin verince, isteğimde değişiklik yaptım ve, ‘Şu oğlanı yanıp tutuşan elimle, o hissetmeden elleyecek olursam, yarın ona son derece dövüşken iki horoz armağan edeceğim,’ dedim. Bu adağını üzerine oğlanın ken­disi harekete geçti ve sanırım benim uyuyup kalmamdan korkma­ya başladı. Çocuğun merakını yatıştırdım ve en büyük zevki bir yana bırakıp tüm bedeniyle tatmin oldum. Sabah olunca, sözümü tuttum. Üçüncü gece de bir fırsat yakalayınca, çocuğun kulağına, Ey ölümsüz tanrılar, şu uyuyan oğlanla, hissetmemesi koşuluyla, tam ve arzu ettiğim gibi birleşirsem, bu mutluluğun karşılığında ona çok iyi bir Makedonya atı armağan edeceğim,’ diye fısıldadım. Oğlan daha derin bir uykuya daldı. Önce ellerimle memelerini Kavradım, sonra onu öpücüklerimle öpe öpe bitirdim, en sonunda tüm isteklerimi yerine getirdim. Sabahleyin yatak odasında oturmaya ve her zaman yaptığım şeyi beklemeye başladı. Güvercin ve horoz satın almanın bir at almaktan ne denli kolay olduğunu bilirsin ve bu denli büyük bir armağan alırsam benden kuşkulanırlar diye korkuyordum. Birkaç saat dolaştıktan sonra eve döndüm ve çocuğu öpmekten başka bir şey yapmadım. O ise çevremde dolaşarak kollarını boynuma doladı ve, ‘Efendim, at nerede ?’ diye sordu. 

 Sözümü tutmadığım için açmış olduğum kapıyı yüzüme kendi elimle kapamama karşın, 
bir olanak daha elde ettim. Aradan bir­kaç gün geçtikten sonra, yine başlangıçtaki duruma döndük, 
babasının horlaya horlaya uyuduğunu görünce, benimle barışmasını istedim, yani onu tatmin etmeme 
ve gem vurulmuş şehvet duygu­sunun gerektirdiği bu türden şeylere izin vermesini istedim. Ama 
kızgın olduğu için, ‘Uyu, yoksa babama söylerim,’ deyip duruyor­du. Yüzsüzlükle elde edilemeyecek 
denli zor bir şey yoktur. ‘Ba­bamı uyandıracağım’ derken, yine de yavaşça sokuldum ve direnmesine 
karşın isteğimi elde ettim. Benim bu kurnazlığımın hoşuna gitmediği de söylenemez. Uzun uzun 
kendisini kandırdığımdan, komik duruma düşmesinden ve sık sık varsıllığımdan söz ettiği 
arkadaşları arasında alay konusu olmasından yakındıktan sonra, Ben senin gibi olmayacağım, ne 
istiyorsan yap,’ dedi. Her türlü kırgınlığı bir yana bırakıp barıştık ve onun iyi niyetinden yarar­lanıp 
uykuya daldım. Ancak tam olgunluk çağındaki oğlan, sabır gösteremeyecek bir yaşta olduğu için, iki 
kezle yetinmedi. Bunun için beni uykudan uyandırdı ve, ‘Bir şey istiyor musun?’ diye sordu. Hiç de 
tatsız bir görev değildi. Soluk soluğa ve kan ter içinde kalsam da, istediğini elde etti ve mutlulukla 
rahatlayıp yeniden uykuya daldım; daha bir saat geçmemişti ki, beni dürtüklemeye ve Neden bir 
daha yapmıyoruz?’ demeye başladı. O zaman, ikide bir­de beni uyandırmasına kızdım ve az önce bana söylediklerini ben ona söyledim: Uyu, yoksa babana söyleyeceğim. ” 

sf 80 - 82
 Petronius, Satyricon

Ascyltos & Encolpius



Fellini's Satyricon (1969)



Satyricon - Petronius





Çevirmenin Sunuşu:

Latin Edebiyatı’nda gerek yazarı ve adı, gerek olayın geçtiği yer, gerekse yazıldığı dönem bakımından Satyricon denli tartışmalı başka bir yapıtın varlığından söz etmek zordur. Yapıtın yazarı Petronius’tur; ancak özgün kaynaklara göre aynı yıllarda yaşamış ve bu adı taşıyan iki ayrı kişinin adı geçmektedir; hangisinin bu yapıtın yazarı oldu­ğu ya da bu iki ayrı kişinin gerçekte aynı kişi mi olduğu tartışmalıdır. Tacitus’ta (Annales, 16.18) ‘Gaius’ ön adlı bir Petronius’tan söz edil­mektedir. Aynı kişi için, Plinius (Hist. Nat. 37.20) ve Plutarkhos (Mor. 60 d) ise ‘Titus’ ön adını kullanmışlardır. Herculaneum’da bulunan tabletlerde ise Titus Petronius Niger diye birinin konsül olarak adı geçmektedir. Bununla birlikte, Efes kaynaklı bir belge, İS 62 yılının Temmuz ayında, Publius Petronius Niger diye birini atanmış konsül (consul suffectııs) olarak açıkça belirtmektedir.

Seneca ile aynı zamanda imparator Neron’un sarayının bir üyesi olan Petronius, çoğu modern araştırmacı tarafından Petronius Arbiter olarak bilinmektedir; çünkü Tacitus, yapıtı Annales'te ondan arbiter elegentiae diye söz etmiştir. Ancak Tacitus’un Petronius için kullandığı “Arbiter” adı aileden gelen resmi soyadı değil, onun zevk ve güzellik yargıcı olarak ününden dolayı elde ettiği takma bir addır. Bu yüzden, ‘Arbiter’ adı, önceleri aynı kişi oldukları, uzunca bir zamandır da kimi araştırmacılar tarafından iki ayrı kişi olarak düşünülen Petronius Niger ile Petronius Arbiter arasında ayırt edici bir ölçüt olarak düşünülemez; yukarıda söz edilen kaynaklar da göz önüne alındığında arbiter sözcüğünün Petronius Niger’e takı­lan ve zevk sahibi kişiliğini açıklayan bir ad olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır.

Tacitus, yapıtı Annales XVI.l7’de Petronius’un yazgısından, XVI. 18’de ise yaşantısından söz etmiştir. Tacitus’un anlattığına göre, Gaius Petronius gündüzlerini uyuyarak, gecelerini ise görevleriyle uğraşarak ve yaşamdan zevk alarak geçiriyordu; nasıl başkaları çalışkanlıkla ün kazandıysa, Petronius da tembelliğiyle ün kazan­mıştı, mallarını mülklerini sonuna dek bitirenler gibi aşırı derece­de yiyip içen ve savurgan biri sayılmazdı, ama ince zevkleri olan biriydi. Yine de Bithynia’da prokonsül olarak ve kısa bir süre sonra da konsül (I.S.62) olarak çalışkan ve görevine bağlı biri vasfıyla kendisini göstermiştir. Sonra, arbiter elegantiae (saraydaki ziyafet ve şölenlerin yarı resmi düzenleyicisi ve yöneticisi) olarak İmpara­tor Neron'un yakın çevresine girmiştir. Öyle ki, Neron onun beğe­nip onayladığından başka bir şeyi kabul etmez olmuştu. Bu durum, imparatorluk sarayının ileri gelenlerinden Tigellinus’un Petronius’tan nefret etmesine ve yaşamdan zevk alma konusunda ken­disinden daha zeki olan Petronius’u rakibi olarak görmesine yol açmıştır. Petronius’un IS 65 yılındaki Piso tertibine katılan Scaevi-nus Memor’la arkadaşlığı ise bu konuda suçlanması için yeterli bir neden olmuştur. IS 66 yılında imparator Neron canına kıymasını buyurduğunda, günün modasına uyup bilek damarlarını kestire­rek acısız ve zevk verici bir biçimde ölmeyi yeğlemiştir; damarların­daki kan akarken ciddi konuları değil de, arkadaşlarının uçarılık­larını onların ağzından dizeler halinde dinlemiş, konuşup şakalaş­mış, yemek yemiş, hatta arada uyumuştur. Damarlarını bir ara diktirmiş, sonra yeniden açtırmıştır; imparatora yaltaklanma dolu ve alışılmış bir vasiyet değil de, kendine özgü başlıklar altında im­paratorun çapkınlıklarını anlatan bir belgeyi yüzüğüyle mühürleyip Neron’a yollamıştır. Vasiyetinde ne Neron’u ne Tigellinus’u ne de ileri gelen başka birini övmüştür. Üstelik yaptığı listede Neron’un ahlaksızlıklarını sıralamış, mühür olarak kullandığı yüzüğünü de, sonradan başkalarının başını yakabilecek uydurma belgelerde kul­lanmasınlar diye parçalayıp yok etmiştir. Tacitus, yapıtında (Annales, 16.19) bu konudan şöyle söz etmiştir: “Vasiyetinde ölmek üzere olan birçok kişinin yaptığı gibi ne Neron ne Tigellinus ne de ileri gelen başka biri için övücü sözler kullandı. Yetişkin delikanlıların ve kadınların adları altında önderin yüz kızartıcı ayıplarını ve her bir tensel ilişkiye getirdiği yeniliği baştan sona yazdı ve yüzüğüyle mühürledikten sonra Neron’a yolladı, ileride başkaları için tehlike oluşturmasın diye yüzüğünü parçaladı."