Arture 622 (Gottfried Benn)


Şimdi de bir Alman ozan, bir adli tabip. Gottfried Benn (A 622). Nietzscheciler familyasından..."Alain Bosquet'yle yaptığı bir konuşmadan küçük parçalar aldım' diye açıklıyor Arslan.

"Söz aklın erkeklik organıdır.'

'Kapitalist pazarın, yetkelerin, basının ve edebiyatın, konferans salonlarının dışında, kendim için yaşadım, yalnız yaşadım...’

1910 ve 1912'de. insancıllık karşıtı isteriye katkıda bulundum. Ötekilerin mazereti yoktu, benimse vardı: Bir tıp öğrencisi zamanının çoğunu kiliseden ya da müzedense morgda geçirir. Günde üç kez ölüm. (...) sanırım iyi bir doktor oldum. (...) Organlarla uğraşmak, insanın şiirde teknik kusursuzluk konusunda çok önemli bir fikir edinmesini sağlıyor.

Tek bir toplardamarda bile başarısız olmamak gerekir: Aynı şekilde tek bir dizede de başarısız olmamak gerekir, insanın kendini kokuşmuş bilmesi, bunu incelikten yoksun söylemlerle dile getirmesini gerektirmez. Umutsuzluk bana göre bir görevdir, şiir aracılığıyla umutsuzluktan kurtulmak da başka bir görev. (...) Şiir sperm gibidir: Belli aralıklarla fışkırması gerekir. Ben bir memeliyim: İnekler sağılmazlarsa çatlarlar.' 

'Patoloji yaratıların kaynağı, yapıtın kanı, aklın ilacı adeta; kişinin iliklerine işler. Batı'daki yüz elli deha arasında, elli tanesi eşcinsel ya da iki cinsıyetlıdır ve toplu halde zehirlenmişlerdir; (...) üretkenliğin olduğu yerde, anormallikler, yara izleri eşlik eder ona...'


Ya işte, bu tür metinler çalışmalarımı haklı çıkarıyor! 
Kendimi bu şekilde özdeşleştiriyorum onlarla.



New York Kaosunda Bir Kouros (M.Ö. 600 - 575)

Aynı anda ayakta dikilen ve yürüyen bu heykelin ayakları hareket ile köklülük arasında sıkıca yerleşmiştir. Keskin kıvrımlı badem gözleri ve ten gibi pürüzsüz taşın üzerine öylesine güzel sıralanmış yumak yumak saçları var. Çıplak ama saç bandı ve boynunda düğümlenen boyunluk öyle zarif ki... Kesin çizgilerle vurgulanmış kasları, doğal değil ama erkek olmanın işareti. Cinselliğine vurgu yapılmamış ama tipik bir erkek. Elleri iki yanında serbestçe ya da hareket edecekmişçesine gergin duruyor, yoğun ve uzağa odaklanmış bakış ve dudaklarındaki hafif gülümsemeyle gözlerini dikmiş, arkaik sonsuzluktan bakıyor.


Nereye bakıyorsun, mermer adam? 

Riace Savaşçıları


Sol bacakları önde duruyor ve ağırlıklarını düz duran sağ bacaklarına aktarabilmek için gövdelerini hafifçe çeviriyorlar. Sol kollarında, üzücü şekilde bugün yalnızca şerit kulpları kalmış, hoplites’lerin kullandığı ağır kalkanı taşıyorlar. Sağ ellerindeki parmaklar, kayıp mızrağı kavrıyor. Başlarının çevrilmiş olmasının gösterdiği gibi, bir şeyler ikisinin de dikkatini çekmiş. Bu şekilde bakarsak, kardeş oldukları söylenebilir.




Ancak, çok yüzeysel bir bakış bile, bu savaşçıların çok az ortak gene sahip olduğunu gösterir. Ortak duruşun deli gömleği, erkeklerin birbirinden ne kadar farklı olabileceklerinin yalnızca temelini oluşturur.


A Savaşçısının, gergin yaşamı belli. Derisi, sıkı etini örtmekte. Kalçalarına bakın. Çıkık ve sıkı bir yuvarlaklığa sahip olmasıyla kalçaları, hayatı zorlu antremanlarla dolu olgun bir adam olduğunu gösteriyor. Sırım gibi bir genç olduğu günlerden bu yana geçen yıllar onu kesinlikle kalınlaştırmış ama bedeninin oyun sahalarında ya da savaş alanında çalıştıramayacağı bir gram fazlası yok. Durumundan gurur duyuyor: Sağlam dövüşçü duruşuyla olduğu kadar, akıcı kıvrımları ve gür sakalıyla da bu gururu sergiliyor. Bir şey dikkatini çekmiş ve bununla yüzleşmek için harekete geçmiş. Hiç kimse onların oraya baktığından kuşku duyamaz.

 

Hayat, B Savaşçısı’nı daha yavaş yıpratmış. Öyle ya da böyle kayıtsız, dünyada olup bitenlerin, onun dikkatine değer olduğundan emin değil. Bir süredir emin değil ve gymnasion’a gitmek harcayacağı zamana değer mi, ondan da emin değil. Biraz kilo almış ve eskisi kadar canlı hissetmiyor. Boş bir anında, gövdesindeki, ellerindeki ve ayaklarındaki damarların ne kadarını görebildiğini fark etmiş. Bir zamanlar sahip olduğu sıkılığı kaybetmiş. Eti incelmiş ve gevşek. Tıpkı saçı ve sakalı gibi... Hâlâ böbürleneceği bir sakalı olmasına rağmen onun da bir zamanlar sahip olduğu akıcılığı yok ve başının üstündeki buklelerden süzülen ter, çok daha kolayca kayıyor.



David (Donatello)




Donatello'nun, ayağının altında, mağlup ettiği Golyat'ın başı olan çoban Davud heykeli, yalnızca çağdaşlarının beklentilerine değil, aynı zamanda sanat tarihine dair herhangi bir sınıflandırmaya da meydan okumaktadır. Rönesans’ın tek başına ayakta duran bu ilk bronz figürü, Eski Ahit’ten bir sahneyi betimlerken antikitedeki sütunların üzerinde duran heykelleri de anıştırır. Bu heykel gençliğin tensel ve canlı gibi görünen bir tasviridir.


Eleştiriler, görünürdeki bu paradoksa farklı şekillerde değinmektedir: Cristoforo Landino, antikitenin Donatello’daki etkisini 1481’de kabul etti, Vasari, Donatello’nun ikinci dalga Rönesans sanatçılarına ait olduğunu ama onun eserlerinin, özellikle de bu heykelin Michelangelo’nun geç dönemiyle aynı değere sahip olduğunu iddia etti. 1895 yılında Andre Gide, “erkek bedeninden yana olan bu şaşırtıcı tercih” ve eserdeki hiç yok olmayan bir homoerotizm “Davud’unun süslü çıplaklığı, teninin lezzeti” hakkında hayal kurdurdu. (Davud adının îbranice kökeninin “arzu etmeye değer” anlamına geldiği hatırlanmalıdır.)



Jacques-Louis David ve Çıplaklık

Giysi genel olarak bedeni korumak ve saklamak için varsa da, ayrıca be­denin biçimini belirginleştirmeye ve onu açığa çıkarmaya da yarar. Aslında, giyimli bedenin betimi beden deneyimini her zaman az ya da çok ülküsel olan çıplağa oranla çok daha canlı bir biçimde yansıtır. David türlerin farkı­nın altını çizmek amacıyla, kasten biraz da çelişkili bu aykırılık üstüne oy­namıştır sanki: Soyunmuşluktan pekâlâ farklı olan çıplaklık öyküsel resme uygun düşer, giysiyse ressamın tüm meslek yaşamı boyunca büyük bir be­ceriyle gerçekleştirdiği portrelerde geçerlidir. Joubert'in portresi'ne bakalım (Montpellier, Fabre Müzesi): 



Şişman beden giysiyi sıkıştırır; ceketle yeleğin düğmeleri patlayacak gibidir; koca koca kalçalar pantolon yırtmacının çevre­sinde kıvrımları yelpaze şeklinde yayılmış kısa pantolonu bütünüyle doldur­maktadır; bütün bunlar ağırlığı, hacmi, yaşamın olağan koşullarına boyun eğen gerçek bir bedenin tüm özelliklerini akla getirir. Horatius Kardeşlerin Yemini'ndeki bedenler, çıplak olmasalar da, yalnızca yüzüyle elleri açıkta olan Joubert'inkinden çok daha görünür durumdadırlar; ama aynı gelip geçici ya­şam izlenimini yaratmazlar. 


Genelde David'den ziyade artçılarına yöneltilen, insandan ziyade yontu resmetme eleştirisi haksızdır; tersine, David'in her za­man canlı modelden hareketle resim yapılmasını istediği bilinmektedir ve Horatius'lardaki yorumu tenin altında akan kanın duyumsanmasını sağlar. Ne ki aynı zamanda belle nature düşüncesi de hissedilir, bunların giyinmiş çıplaklar olduğu söylenebilir: Kusursuz gerçekdışı bedenlerdir karşımızda­ki; canlı ama ülküsel bir yaşama sahip bedenler. David'in öyküsel resmindeki portreyi ayrı kılan şey yalnızca hatların ve fizyonominin bireyselleştirilmesi, kısaca benzerlik etkisi değil, temelinde farklı bir varlık anlayışıdır.

Çıplak dövüşen savaşçılar düşüncesi (üstlerinde yalnızca tolga, omuz ka­yışı ve sandalet vardır!), öyküsel resimde bedene bakışın ne ölçüde düşselleş­tirildiğini göstermektedir. Ressamın "Yunan"a en çok yaklaşan resmi, erkek­lerle güzel delikanlılar arasındaki eşcinsel şehvetin apaçık olduğu Leonidas'ta, cinsel bölgeleri gizlemeye yönelik hile bir yeğinseme gibi sunulmuştur. David cinsel bölümleri göstermekte bir sakınca görmemiştir:


 Leonidas'ın cinsellik organını kılıcının kını ancak yarı yarıya kapatmıştır,


ön planda sandaletlerini bağlayan güzel delikanlının da her şeyi meydandadır:


Buna karşın, resmin sağında, kendisinden yaşça büyük biriyle birbirlerini okşayan bir başka delikanlının cinsel organıysa yapmacıklı biçimde kılıç kını tarafından bütünüyle kapatılmıştır,


böylece organı gizlerken bir yandan da kalkık bir cinsel orga­nı düşündürür. Bütün bunlar iyi niyetle yapılmıştır çünkü öyküsel resimdeki bedenler, olağan yaşamın yasaklarına bağlı olmayan, güzelleştirilmiş bedenlerdir. Çıplak sanki öyküsel resmin simgesidir, yersiz kaçma pahasına da olsa ister istemez bu resim türüyle ilişki kurar.

Char & Heidegger

Son fotoğraflar, Şiirin ve Felsefe’nin Gilgameş’leri için inanılması güç bir buluşmayı, tanıklı tansık, gösteriyorlar: Rene Char ve Martin Heidegger, 1969, yanyanalar: Duruyor, yürüyorlar.


Aynı yüzyılda “kutup” olmuş iki insanın güzergâhlarının aynı yolda kesişmesi neredeyse korkutucu bir düşünce: Nasıl biraraya geldiler, nasıl ayrılacaklar, baştan beri ayrı ayrı yürüdükleri bu yolda yoksa hiç ayrı ayrı yürümemişler miydi?

Zihnin ve imgelemin seyrek aritmetiği. Söz’ün bir uçta ve öteki uçta ulaştığı, ulaşabildiği en yoğun, derişik, kristal ifade. Dinleyebiliyor, duyabiliyorsak bütün fotoğraflar dile gelir.


İmdi, ilk fotoğrafta, besbelli konuşuyorlar. Bir elinde yürüyüş sopası var Char'ın Charlot bastonu. onu yola dayamış, yeryüzü dengesini birebir koruyor, öteki elinin işaret parmağıyla gösteriyor Yol'u. Ola ki, yıllar öncesinden bir şiiri anımsayarak:

"Patikalar, yolboyu görünmeyen kertikler tek yolumuzdur bizim; biz ki yaşamak için konuşur, uyuşmadan uyuruz kenarda."

Heidegger dikkatle dinliyor. Ola ki, bir kitabına adını veren "Yitikyol"u düşünerek:

" Ormanda, pek sık, otlarla kaplı, açılmamışlıkta yitiveren yollara rastlanır.

Yitikyol (holzweg) denir onlara.

Herkes kendi yolunu izler, ama aynı ormanda. Çoğu zaman, bir yol ötekine benziyormuş gibi gelir. Ama dıştan bakıldığında böyle görünür.

Oduncular ve korucular yollardan anlarlar. Yitikyola davranmak nedir, onlar bilir".

Fotoğrafın, fotoğrafın saptadığı an’ın gerçekliği boşlukta yitip gitti artık. Heidegger de, Char da yoklar şimdi. Fotoğrafa tanıklar da yokolacaklar bir gün.

Oysa nedir yokoluş? Şairin ve Filozof'un, varoluşun aynasından çekip çıkardıkları bir bulut - o bulutun sonsuz döngü'sü değil mi?

Fotoğrafa yakıştırdığım sözler onlara ait.

O andaki durumlarına, bize kendileriyle ilgili bıraktıkları durumlar toplamından oluşan duruşlarına da yakışıyorlar.

hiç




Arture 434 (İntihar)

Geçen ay Nerval'le başlayıp intihar üzerine epey başlık açtım blogda; 
Yüksel Arslan'ın bir Arture'siyle devam edelim:

ARSLAN. - Suçlulardan sonra, intiharlarla ilgilendim. En sonunda, konu üstüne birkaç tane kitap buldum. Birkaç klasiği okudum.

Herakleitos’un intiharı çok önemli. Ephesos'taymış, hastaymış, hekim falan istememiş! Vücudunu inek gübresiyle kaplamış ve güneşin altına uzanmış. Uyumuş. Ve köpekler onu çiğ çiğ yemişler!

- Onun ölümüne ilişkin farklı farklı hikâyeler var.

ARSLAN. - Biliyorum. Biliyorum. Ama herkes onun vücudunu ya gübreyle ya da çamurla sıvadığını, sonra da köpekler tarafından parçalandığını ileri sürüyor. Öte yandan, Hindistan’da, çok yoksul insanlarda rastlanan bir intihar biçimi bu, onlar da vücutlarını çamura bulayıp kuruyorlar, ardından da kendilerini yakıyorlar! Ama ne adam şu Herakleitos!

- Haklısınız. Herhangi bir beynin hayatı kavramada hâlâ ondan daha ileriye gidemediğine inanıyorum. Benim için bir ışık o. Onun düşüncesinin gücü, sağlamlığı asla aşılamadı.
(Bir meşenin gölgesine oturuyoruz. Devam ediyorum:)

İntihar edenler genellikle düş kırıklığına uğramış hayat aşıkları oluyor. Cioran’ın bir yergisinde söylediği gibi: “Yaşamak için hiçbir nedenleri olmayan ötekilerin neden ölmek için bir nedenleri olsun ki?” Bu bir ozan hastalığı! Örneğin, insan sevdiği zaman ortaya çıkan ışığı dile getirmeyi çok iyi bilen Andre Frederique: “Kadınların gölge teni tan kokuyor...”

ARSLAN. - Acı çeken insanların bazıları için ölüm şiirsel bir şey oluyor. Gabriel Deshaies bir şizofrenin şu sözlerini aktarıyor: “Ölüm, tıpkı superileri, nympha’lar gibi yeryüzündedir. Hayat göksel bir şeydir, bir hayli kötü kalpli bir kadındır o. Ölümse çok güzel bir kadındır, kara bir kadındır.” 

- Yıkılmış insanlarda bu tür izlenimlere rastlanıyor. Paul Celan kendini Seine’e atmadan önce “boş konuksevmezlik”ten söz etmiş. Birçok hasta acılarının başka türlü sözlerle ifade edilmeyeceğini biliyor. Peki ama siz nasıl ele aldınız konuyu?

ARSLAN.-75. İnsan (A 434) özellikle kendilerini asan insanlarla ilgili. Arture'ün ortasına, bir manzara, bir de kendini bir ağaca asan bir adam çizdim. Toprakrengi bir zeminde, mavi bir gökyüzünün altında. Hava güzel. Bu bulaşıcı bir “intihar".


- Açıklar mısınız bunu bana?

ARSLAN. - Bu durumu eski bir kitapta okudum, Aubry’nin bir kitabında, onun betimlemelerinden hareketle çizdim bu manzarayı. “Kentin yakınlarında" kendini bir armut ağacına asan bir adam bu. Gazetede ondan söz ediliyor. Derken, bir kendini asma salgını baş gösteriyor. Onu izleyen haftalarda birçok insan kendini aynı ağaca asıyor.

 - Böyle yerler, böyle dönemler olmuş gerçekten de. Bretagne’da, biri kendini bir köprüden atmaya görsün, bir-iki ay boyunca onunkinin tıpkısı intiharlara rastlanmış. Taklit intiharlar. Bir de, nasıl desem, neredeyse kalıtımsal intiharlardan söz edildiğini duydum: Biri babasıyla ya da dedesiyle aynı yaşta aynı şekilde ve genellikle aynı yerde intihar ediyor.

ARSLAN. -  Bu konuda bir sürü acayip hikâye var. Asılmış adamımın iki yanına onun intiharının bulaştığı, asılmış, tuhaf adamlar çizdim, Balthazard'ın adli tıp kitabında fotoğraflar buldum, ölümün mekanizmasını incelemek için kendini asan insanlarda ipin durumunu gösteriyor. İnsanın kendini öldürmesi kimi zaman çok karmaşık şekillerde gerçekleşebiliyor, kesinkes kararlı olmak yetiyor. Vücut ne konumda olursa olsun intihar edebiliyor.

E.B.


noksan'da

Cehennemin Kapısı (Rodin)

“Açıl Susam Açıl”. O günlerde, Nazif Topçuoğlu'yla birlikte İstanbul'un kapılarını yoklamaya sokaklara döküldük. Bir akşamüstü, Rumelihisarı’nın bir sır gibi yıllar yılıdır kendine kapanmış arka kapısına sokulduydum. Beni en çok dilsiz, sesine sözüne ulaşmayı başaramadığım kapıların ürperttiğini anladım.

Birkaç yıl sonraydı, Floransa’da, gidip Lorenzo Ghiberti’nin elinden çıkma bronz kapının önünde durduğumda, konuşkan kapı bir an bana aralandı sandım. Aylarca, onun ağzından dile gelmeye, onun sözdizimiyle giyinmeye ve monoloğunu kurmaya çalıştım, olmadı, metni belirsiz zamanlara bekleme salonuna aldım.


Ghiberti’nin kapısı çoğuldur aslında: “Cennetin Kapıları” on petekten oluşur, tıpkı Dante’nin Commedia’da Cennet’in onuncu katına doğru arşa tırmanışındaki gibi. Çeyrek yüzyıl sürmüştür bu kapının yapımı; öncesinde, Ghiberti’nin bütün vaktini Vaftizhane’nin kapılarına harcadığı düşünülürse, yaşamını bir kapıyapıcı olarak geçirdiği anlaşılacaktır.

Eski Ahid’den sahneler yeralır “Cennetin Kapıları”nda. Peteklerin herbirinde, kabartma tekniği bronza öylesine belirgin bir derinlik kazandırmıştır ki, gerçekten de herbirinden içeri girilebileceği sanısına kapılabilir kapının karşısında duranlar. Oysa açılmaz kapı: Kimsenin kilidini, anahtarını görmediğini biliyoruz: Rodin’in “Cehennemin Kapısı”nı, Ghiberti’ye nazire yaptığı söylenegelmiştir. Ne birinin, ne ötekinin Araf kapısıyla ilgilenmemiş olması dikkat çekici görünüyor bana. Divinia Commedia’nın en görsel parçalarından biridir Dokuzuncu Kanto; “Yarın karşısındaki giriş kapısı”na Vergilius’la birlikte yaklaştıklarında gözleri kamaşır Dante’nin:

“İlerledik; ilk basamak mermerdi, temiz mi temiz, 
kaygan mı kaygandı, bir aynada gibi gördüm onda kendimi.
İkinci basamak karaya çalıyordu, enine boyuna çatlaklarla dolu 
kireçli sert bir taştan oluşmuştu.

En üstte yükselen üçüncü basamak, sanki tutuşmuş somakiydi, 
damardan fışkıran kan gibiydi.
Tanrı’nın meleğinin iki ayağı da
bu basamakta duruyordu,
melek elmas taşı sandığım eşikte oturuyordu"

Kilitli, altın ve gümüş çifte anahtarlı, melek-bekçili, sınavlı (kapıdan geçenin, Lût Peygamber ve ailesi için geçerli olduğu gibi geri dönüp bakamayacağı) bu kapı, Düşe ya da Kâbusa açılmadığı için mi, Jacques Je Goff oylumlu tarihini yazasıya hiçbir kapıyapıcıyı kurcalamamıştır - sorup geçiyorum.


Rodin’in üzerinde en uzun süre (1880-1917) çalıştığı, bitiremediği yapıtıdır “Cehennemin Kapısı”. Rönesansla bir söyleşi köprüsü kurma amacından çok geçmeden kopmuştur son klâsik usta, bir ayağını içine gömdüğü Asri Zamanların batak zemininden çekip çıkardığı kaos fikrini bronza geçirmeye yönelir. Kapının doruğunda, sayısız çeşitlemesini yaptığı

  “Cennetten Kovulmuş Âdem”ler; 



taç bölümünde, başlangıçta Dante’yle özdeşleştirdiği, zamanla modern insanı simgelediğini farkettiği “Düşünen Adam -Rodin,  Commedia'daki “Cehennem Kapı”sının üstündeki yazıyı sökmüş, yontu dilinin en büyük monologunu kurmak için çevirmiş gibidir.


Ghiberti’deki derinliğin, üçüncü boyutun devamını, Rodin’in kapısında dördüncü bir boyutun getirdiğini okuyabiliyoruz: Kıyametçil bir karmaşa. Kapının iki tarafına döşenmiş sonsuz düşüş eksenlerinde Zaman kayboluyor.

Rodin's Thinker (Edvard Munch)

Yakup ve Melek (1940, Jacob Epstein)


Jacob Epstein'ın bu heykelinde, Eski Ahit’in ilk kitabı Tekvin'de geçen bir öykü betimlenmiştir: Yakup, doğum sırasına göre daha büyük olan ikiz kardeşi Esav’ın hakkı olmasına rağmen yaşlılıktan gözleri görmeyen babaları İshak'ı kandırıp "ilk oğul olarak kutsanmayı başarır.

Hilesi ortaya çıkınca ölene kadar bir korkak olarak yaşamakla lanetlenen Yakup, Tanrıya dua ederek bağışlanmak ister. Aniden önüne çıkan gizemli bir yabancı Yakup’u yakalar, yalvarmalarına kulak asmaksızın onu sürükler ve güreşmeye başlar. Mücadele tüm gece sürer. Çoğu kaynakta bu yabancının şafak söktükten sonra kimliğini açıkladığı, pes etmeyip güreşmeye devam ettiği için günahı bağışlanan Yakub’un “İsrail” adıyla kutsandığını müjdeleyen bir melek olduğu yazar. Bazı kaynaklara göre de Yakup, mücadele ettiği gizemli yabancının Tanrı olduğunu öğrenir.




Epstein, Yakup'u neredeyse pes etmek üzereymiş gibi gösterir. Heykelin formunu kullanılan malzemenin doğasının belirlediğine inanan Epstein bu yapıtta su mermeri tercih etmiştir. Yarı saydam nitelikli su mermerinin kahverengi ve pembe damarları, insan vücudundaki damarları çağrıştırır. Heykel farklı yorumlara açık bir kapı bırakmıştır: Güreşen iki erkeğin birbirine sarılışları homo-erotik çağrışımlar içeriyorsa da melek Yakup’a sarılıyor, onu destekliyor ya da yeniyor olabilir. Heykel, henüz kariyerinin başındayken yaptığı nü eserlerin ahlak dışı bulunduğu Epstein’ın yaratma ve toplumda kabul görme mücadelesini yansıtmaktadır. Heykelin İkinci Dünya Savaşı sırasında yapıldığı dikkate alınırsa ABD’ye göç eden Polonya Yahudisi bir aileden gelen Epstein’ın Yahudilerin çektiği azaba gönderme yaptığı da söylenebilir.


*
 Sanatın Öyküsü