VENEDİK’TE ÖLÜM
Visconti'nin Venedik'te Ölüm (1911) adlı kısa romanından uyarladığı film, geçmiş bir dönemin kılı kırk yararak yeniden yaratılmasına, sinema dilinin eşsiz kullanımına, Gustav Mahler’in nitelikli müziğine bağlı olarak herkesin beğenisini kazanmış ve olağanüstü güzel bulunmuştur. Yine de kimi zaman acımasız, sert eleştirilere uğradığı da olmuştur. Neill Sinyard açıkça şöyle belirtmektedir:
Venedik’te Ölüm (1971) filmi yirminci yüzyıldaki üç büyük sanatçının akıl buluşmasını gösterir: yazar Thomas Mann, besteci Gustav Mahler ve film yönetmeni Luchino Visconti. Bu birleşme aşırı denebilecek kadar yoğun olmuş, D.H. Lawrence’ın deyimiyle ‘kendisinde dirimsel yaşamın şimdiye kadar ortaya koyduklarından çok daha güzel bir şeyler bulunduğunu belli belirsiz duyumsayan’ bir yazardan; tüm müzik tarihini omuzlarında taşıdığını düşünen bir besteciden; ticaret dünyasının eline geçmiş bir sanayi dalında üst düzeyde bir sanat filmi çekmeye kalkan eğitimli ve aristokrat bir yönetmenden oluşan sindirimi güç bir kültür çorbası kotarılmıştır. Sonuçta karşımıza kendine biçtiği değer açısından dayanılmaz olan ve işin içine bu özentiyi temize çıkaracak yeteneğe sahip oyuncular girdiği için zorla saygı uyandırıp dikkat çekmeye çalışan önemi kılmış bir film çıkmıştır.
Sinyard bu filmin “aslında Birinci Dünya Savaşı öncesi sanatlarının en parlak yönlerinden birini yani bir tür sanatsal değiş tokuşu barındırdığını ve Visconti’nin sözleriyle ‘kültürel değişimi devrimin çok parçalı yapısını kavradığını "kendi tarihimizin izini sürebilmek için bunu anlamak zorunda olduğumuzu" da belirtmiştir.- Bununla birlikte Nowell-Smith filmin yerleşik sanat yapıtlarıyla, alçakça demese de, düşmanca bir tutumla nasıl ilişkilendirildiği sorusunu ele alır:
Kültür özellikle geri dönüşlerde vardır... ama sorunsal olarak değil, edilgen bîr biçimde benzeştirilmiş bir "değer" olarak görülür. Visconti, Ascehenbach'ın kafasındaki, Mann’ınsa kültürel ve cinsel ikilemiyle ilgili yorumundaki ikiz odaklarla birlikte romanın yapısal söylemini kaldırarak öyküyü bir açıdan bulutların üzerinden alıp yeryüzüne indirmiş ve Aschenhach’ın takıntısının özdeksel daha doğrusu sözde varlıkbilimsel içeriğini açığa çıkartmıştır... Mann’ın söyleminin başka bir yazarınkinin tersine önemli ve türetmeye değer bulunmasını gerekli kılan neden bütünüyle ve kesinlikle silinip gitmiştir. Söz konusu film sanatsal değerlere duyulan saygıyı sömürmekte, sömürünün sürekliliğini sağlamakta ve bu Sanatın biraz olsun ciddiye alınması gerektiği konusunda hiçbir neden öne sürmemektedir.
Visconti gerçekten de zorlu bir işe girişmişti ve bedelim ödemek zorundaydı. Sinyard’ın yorumunun ayrıntılarına girilirse, Visconti'nin iki devin iki devin omuzlarına tırmanan bir dev olduğu söylenebilir. Gerçi Mahler bağlantısı aslında Mann’dan kaynaklanmıştı ama dengeyi sürdürmek neredeyse olanaksız olup çıkmıştı. Besteciyi on dokuzuncu yüzyıl başlarının kültür kahramanı olarak görüyordu.
THOMAS MANN |
Mann Dalmaçya'da Brion kentinde eşi Katja ve erkek kardeşi Heinrich ile birlikte dinlencedeyken, bestecinin sağlık durumuyla ilgili günlük raporları izliyordu. Mahler 18 Mayıs 1911'de öldüğünde, Mann gazeteden bu haberi kesip saklamıştı. Aynı hafta Venedik'e gitmişlerdi. Venedik’te Ölüm'ün esin kaynağı işte bu yolculuk olmuş; Mahler’ ın kişisel özelliklerinden çoğu da kahraman Gustav von Aschenbach’a yüklenmişti.
Mann, bu romanın kahramanını yazar olarak yaratırken, besbelli ki öyküyü bir erkek ve bir sanatçı olarak kendi deneyimleriyle ilişkilendirmek istemişti- Venedik'te kaldığı otelde on üç yaşında, genellikle mavi denizci giysileri giyen oğullarıyla birlikte Polonyalı bir aile konaklıyordu. Mann oğlanın durgun güzelliğine hayran kalmıştı. Mann'ar Bolzano'ya gitmişler, döndüklerinde Polonyalı ailenin hala otelde olduğunu görmüşlerdi; yazar kendini gözleriyle çocuğu izlerken buluvermişti, Bir akşam sapsarı, sırıtık suratlı “iğrenç” bir Napolili şarkıcı otel yerleşimine girmiş ve biraz karışıklık yaratmıştı. Ortalıkta kolera söylentileri dolaşıyor ve Cook yolculuk acentesi görevlisi Venedik'ten ayrılmalarını önerip duruyordu. Gerçi belediye yetkilileri bu konuda sessiz kalmayı yeğliyordu ama daha şimdiden birkaç kişi ölmüştü. Bu ve Mann'lerin Venedik'teki konuklukları sırasında yer alan birçok ayrıntı romana girmişti.
Aschenbach'ın kişiliği birçok açıdan Mann'ın kendisiyle ilintilidir. Kurmaca yazar, Mann'ın sözcüklerle çizdiği Schiller ve La Fontaine resimlerini andırır yapıtlarıysa Mann'ın kendi tasarımlarıdır. Aschenbach'ın yapıtlarını konu alan bazı yorumlar, Mann'ın kendi yazıları için ettiği sözlerin yankısı gibidir. Romanda cinsel yönelimlerinin ipuçları da ortaya çıkar. Mann günlüklerinde ergenliğe ulaşmamış oğlan çocuklarına duyduğu ilgiyi dile getirmiştir.
Kuşkusuz bu özelliğinin ayrımına varınca büyülenir gibi olur ve bu da yaratıcı yapıtlarını bir ölçüde uyarıcı bir biçimde etkilemiştir. Öte yandan Mann bu özelliğini, tıpkı ufak tefek bedensel rahatsızlıkları konusunda yaptığı gibi abartmış olabilir.
Mann sanatçıya, yeni bir şeyler yaratma yetisine sahip olan ama bunun karşılığında yüksek bir bedel ödemek zorunda bırakılan ayrıksı bir birey ve kültürünün aşırı olgunlaşmış temsilcisi gözüyle bakıyordu. Özellikle kentsoylu bir sanatçı kendini toplumsal yapısından koparamaz ama buna da bütünüyle yabancılaşır. Bu ikilem yüzünden kişisel mutluluğa erişemez, sanat yapıtlarıysa yalnızca bunun yerine koyulmuş kötü bir karşılayıcıdır. Sanat tepileri genellikle, bir tür tinsel ya da bedensel kirlenmeden kaynaklanan bir hastalığı, bir zayıflığı maskeler ya da bunlardan fışkırır. İnsandaki en soylu nitelikler, onun yozlaşmaya yönelik eğilimlerinden ayrılamaz.
Venedik'te Ölüm filminde Visconti cinsel sevi ve ahlâk anlayışıyla, tensellik ve tinsellikle, sanat ve yaşamla olan ilişkilerine açıklık kazandırmaya çalışmaktadır. Roman bu karşıtlıkları uzlaştırmanın güçlüğünü konu alır. Ölüm arzusunun pençesine düşmüş bir sanatçıyı, kaçınılmaz bedensel çürüme karşısında saygınlığını korumaya çabalayan eğitimli, aydın bir insanı anlatır. Ölüm karşısında töretanımaz, baştan çıkarıcı bir sevda biçiminde belirir. Kentsoylu törelliğe meydan okuma serüveni, ruhla duyular arasında birlik kurma çabası yalnızca, kafasında yer eden şu yaşamla ruh arasındaki çelişkiyi arttırır. Bununla birlikte sanatın değeri güçlü bir biçimde doğrulanmış olur.
Ana konu, Roger Wiehe’ye, “bir sanatçı olarak Aschenbach’ın artık bir dengeye, uyuma ve denetime güvendirilmemesi; içindeki tepiyle karmakarışık olmuş düzensiz bütünlüğe meydan okumak zorunda bırakılışı, bir sanatçı olarak bu tepiye boyun eğip sanatsal yanılsamaların acı verici ama aynı zamanda düzeltici ve insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için kaçınılmaz olduğunu anlaması ve sözü edilen düzensiz bütünlükle yeniden kaynaşması” gibi görünmektedir.
Ana konu, Roger Wiehe’ye, “bir sanatçı olarak Aschenbach’ın artık bir dengeye, uyuma ve denetime güvendirilmemesi; içindeki tepiyle karmakarışık olmuş düzensiz bütünlüğe meydan okumak zorunda bırakılışı, bir sanatçı olarak bu tepiye boyun eğip sanatsal yanılsamaların acı verici ama aynı zamanda düzeltici ve insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için kaçınılmaz olduğunu anlaması ve sözü edilen düzensiz bütünlükle yeniden kaynaşması” gibi görünmektedir.
Aschenbach’ın sanatsal gelişiminin ona “neredeyse abartılmış bir güzellik, yüce bir anlık, bakışımlılık ve yalınlık duygusu Kazandırdığını, bunun da yapıtlarına klasiklik, bilinçlilik ve incelikli bir ustalık damgası vurduğunu” belirtir. Roman ilerledikçe Aschenbach hep kafasından uzak, her şeyden çok da sanatının dışında tutmaya çabaladığı yaşam ve sanatın tüm yönleriyle kendini karşı karşıya bulur. Venedik’e geldiğinde, genç görünmek için yaşına uymayan giysilere bürünüp süslenmiş yaşlı adamı son derece iğrenç bulmuş ama ölümünden hemen önce kendisi de aynı amaçla aynı biçimde süslenip püslenmiştir. Onu ters-yüz edip değişmeye sürükleyen şey nedir? Aschenbach kumsalda bir oğlan çocuğu yani Tadzio’yu görür. Bu çocuk yaşlı yazarın gözünde “güzelliğin özüdür; tanrısal düşünce gibi biçimlenmiş, akıllarda yaşayan imgesiyle benzeri ender ve kutsal, yalın ve duru bir kusursuzluk, tapınılmak için orada duruyordu.” Romanın ortalarına doğru yazar güneşin etkisiyle kendinden geçer gibi olur ve düşler dünyasına kayarak genç Phaedrus’a ders veren yaşlı Sokrates düşlemleri kurmaya başlar:
Çünkü güzellik, sevgili Phaedrus, yalnızca güzellik hoştur ve hemen görülüverir. Dikkatini çekerim, düşüncenin duyularımızla algılayabildiğimiz ya da algılamaya katlanabildiğimiz tek biçimi budur. Eğer yüce gök, eğer sağduyu, erdem ve gerçek, duyularımız aracılığıyla bize seslense ne oluruz? Bir zamanlar Zeus’un Semele’ye yaptığı gibi sevda da bizi yakıp kül etmez mi? Demek ki güzelliktir —sevgiliyi düşünceye ulaştıran yol— ve güzellikten başka bir yol, bir araç yoktur, benim küçük Phaedrus'um.
Tam Aschenbach ölmek üzereyken bu düşlem bir kez daha kendini gösterdiğinde, bilge Sokrates ozan rolüne girer ve “önyargıdan uzaklaşıp biçimlenmek üzere geri dönüşüyle,” “esrimeyle arzulara” yönlendiren biri olarak görünür. Bu yol kesinlikle uçurumun dibinde son bulacaktır ama “ doğamız yüzünden kusursuzluğa değil, aşırılığa yatkın olan biz ozanlar için” başka bir seçenek var mıdır?
Bu ikinci düşlem ve süslenerek umutsuzca yeniden gençliğe dönme çabasına öncülük eden şey şiddetli Dionysos karabasanlarıdır: baskılanmış “Yabancı Tanrı” güzel bir genç görünüşüne bürünüp öç almak üzere geri dönmüştür. Aschenbach’ın zihinsel evreninin dışavurumu olarak Sokrates düşlemleri ve karabasanlar kusursuz düzenle karmakarışık çılgınlığı simgelemektedir. Bununla birlikte Aschenbach ’ın kafasındaki Socrates’in de belirttiği gibi kendilerini doyuma ulaşmanın tek doğru yolu olarak gösteren düşlemlerle karabasanlar insanı kolaylıkla birinciden ikinci duruma yani güzelliğe beslenen Platonik sevdadan alıp tenselliğe ve taşkınlığa götürür. Birinci durumda oğlana duyduğu ilgi bütünüyle estetik olabilir ama temelde bu yine de güzelleştirilmiş arzudur. Bu da cinsel sevi tepisinin kafasının düzenine gizlice egemen olmasına yol açar. Sokrates düşlemlerine kapılıp gitmesi, Aschenbach’ın estetik dünyasına sığınarak kurduğu dengeyi kaçınılmaz olarak yerle bir ediverir. Bir anda kendini budalaca, “ancak” ruh dünyasına ait olan bir şeyin aslında yalnızca bedenle buluşturulabileceğini düşlerken buluverir. Atılan bu tür bir yanlış adımdan sonra, doyum arayışına girmek insanı yalnızca ölümün hiçliğine sürükler.
Mann’ın Venedik'te Ölüm adlı yapıtı, Birinci Dünya Savaşı Avrupa’sının kültürel ve tinsel durumunu ilk elden gösteren bir yanıttır. Yüzyılın sonunda Avrupa sanatıyla zihinsel yaşamı kısıtlamalardan başlayıp aşırılıkla anlatım araçlarının köktenleştirilmesine kadar uzanan bir dizi yeni kavrama doğru yol alıyordu: müzikte Arnold Schönberg’in uyumsuz sesleriyle, Igor Stravinski’nin ritimde gerçekleştirdiği devrim; resimde Vasili Kandinski’nin soyutlamaları, Paul Klee’nin dışavurumculuğu, Picasso’yla Braque’ın kübizmi; tiyatrodaysa Edward Gordon Craig’in, Adolphe Appia’nın, Vsevolod Meyerhold’un ve başkalarının kuramlarıyla denemeleri vardı. Anlatım sanatıyla eğlence dünyası alanlarında olağanüstü bir hızla ilerleyen sinemayla birlik-doğalcılık yükünden kurtulan edebiyat ve tiyatrodaki yenilikçiler, biçem kazandırılmış daha soyut anlatım araçları bulmaya başlamışlardı. Bütün bunlar az çok Ludwig Wittgenstein’ın dil felsefesi, Albert Einstein’ın görecelik kuramı, Sigmund Freud’un ruh çözümlemesiyle; kendini emekçi akımların doğuşu biçiminde gösteren toplumsal gelişimlerle; bloklar halinde örgütlenen ve ellerinin altında benzeri görülmemiş yıkıcı bir güç bulunduran ulus devletler dizgesi içinde kopması yakın bir kıyametle aynı zamana denk geliyordu. İnsan arayışlarının önünde açılmış gibi görünen bir dizi yepyeni bilimsel ve uygulayımsal olay karşısında büyük bir coşku duyuluyor, düşler kuruluyordu; ama aynı zamanda yaşamın temeli ve değerleri olarak bilinen kültürün yok olup gideceğinden de ürkülüyordu. Birçok kişi açısından Avrupa uygarlığı yıpranmış ve gerilemişti, geleceğindeyse düşünsel bir boşluğa yuvarlanmak vardı.
Demek ki Venedik'te Ölüm, Dominick La Capra’nın anlatımıyla, “geleneksel biçimlerin yalnızca kökeninden edilmekle bırakılmadığı (ama) aynı zamanda verimsizliğin ve tükenişin eşiğine getirildiği” bir duruma ilişkin oluşu açısından çöküşü anlatmaktadır. Batı uygarlığının zayıflama tehlikesi, kendini öncelikle kahramanın bezginliğinde, ikinci olarak da yaşamın altını oyan "Asya Kolerası"nda gösterir. Kahraman da yetkililer de hastalığa karşı yeterli önlemler almayı başaramaz çünkü biri kendini tensel özlemlerine kaptırmıştır, -ötekilerse hemen çıkar sağlama içindedirler. Mann bu bağlamı kurduktan sonra kentsoylu sanatçıların yaşamla ve insanı kendinden geçiren anlık olaylarla baş döndürücü geçiciliğin oluşturduğu ayrışması karışımla yüzleşememesine odaklanır. Aschenbach, yazarın “Wun der der wiedergeborenen Unbefangenheit” dediği şeye ulaşmıştır. LaCapra bu kavramı şöyle çözümler;
Unbefangenheit, içinde çifte olumsuzluk barındıran bir terimdir, Un öneki bir eksikliği, bir yokluğu tanımlar. Befangenheif se çekingenlik, özbilinç ve önyargı anlamına gelir. Unbefangenheit sözcüğüne karşılık olarak doğuştan gelen masumiyetin yitirilmesini değil, sonradan kazanılan ve hep meydan okumaya ya da kayba uğrayan çekingenlik ya da özbilinçliliğin eksikliği anlamını öneriyorum. Bu, kültürle sanatın içinden ve bunlardan süzülerek çelişkili bir biçimde türetilen kendiliğindenliktir. Ayrıca insan bu arayışı ister başka bir yanılsama ister üst düzeyde çocuksuluk olarak değerlendirsin bu onun Mann’a genel anlamda duyduğu tepkiyi de etkiler.
Bu kavram, kendiliğinden, hiçbir çaba harcamaksızın yaratabilen ve gelenekle kendi üstün yeteneğinin kanatlarında taşınan bir sanatçının romantik ülküsünün belirimidir. Novalis buna “tasarlanmış rastlantısal yaratıcılık" der ve söz konusu durumu çünkü “o anda esinlenerek, doğaçlama, beklenmedik bir biçimde ve rastlantıyla ortaya çıkmış gibi görünen şey..., bilinçli sanatsal amacın en yüce ürünüdür,” sözleriyle açıklar. Sayısız sanatçının kafasından çıkmayan bir ülküdür bu. Mann da kuşkusuz bilinç baskısından kurtulmuş bir sanatçı olmak istiyordu ama Schiller’in deyimiyle duygusal değil çocuksu olan sanatçılara gittikçe düşmanlaşan bir çağda yaşıyordu. Çocuksular, kendileriyle içinde yaşadıkları toplum arasında bir uyuşmazlık deneyimi yaşamamış olanlar ve sanata kendilerini anlatmanın doğal yöntemi gözüyle bakanlardı; öbürleriyse onmaz bir biçimde yabancılaşanlardı; bunlar sanatı, yaşamla toplumu eleştirme aracı ve yitirilmiş birliğe duyulan özlemi getirme yöntemi olarak görüyorlardı.
Duygusal olarak nitelendirilebilecek bir sanatçı olan — Mann, içinden geçtiği kültürel tarih sürecindeki bir nokta üzerinde kafa yoruyor ve aslında kendini biçimlendirdiğini düşünmesi için önemli bir gerekçeye ve yürekliliğe sahip olduğunu sanıyordu. Ama bu konuma şaşmak için izlediği yolun sanatta çağdaşlaşmayla ilgisi yok denecek kadar azdı. Yapısında yenilikçilik yoktu; o yalnızca sona kalmış biri rolündeydi. En büyük yeteneği —en azından şu anda tartışılan konu açısından— bu durumun ayrımında olmasında ve söz konusu çatışkıdan belli başlı yapıtlarının bazılarının biçimini ve içeriğini türetme becerisine sahip olduğunu bilmesinde yatmaktadır. Dolayısıyla Mann kendini sorgulayarak ve kültürel tarihteki işlevini irdeleyerek, bir tür “yeniden kazanılan yansızlık” ya da “yeniden doğan özgürlük mucizesine” kavuşmayı başarmıştır. Öyküsüyle konularını, kendisiyle durumunu bir perspektife oturturken kullandığı çapraşık gizli alay ona durumun elverdiği tek kılıf gibi görünmüştür. Aschenbach’ın tükenişe uğradığı yerde Mann’ın başarıya kavuşup kavuşmadığını sorgulayan LaCapra şu sonuca ulaşmıştır:
Alaycı ve taşlamalı davranışlar neredeyse istem dışı gerçekleştirilmiş gibi görünmekte ve akla yeniden doğmuş bir taşkınlığı getirmektedir, bu taşkınlıksa özgün sayılabilecek bir duruma değil kültürel edinimlere çocuksu bir geri dönüştür... Venedik’te Ölüm kitabı açımladığı sorunları bütünüyle aşabilmiş ya da bulgulara dayalı bir yöntemle bunların benzerlerini tam olarak türetebilmiş değildir. îkili eylemle belirli birtakım sınırlayıcı olasılıkları devinime geçirmiş ve bunlar için ters etkili bir etmen ya da bir tür panzehir olup çıkmıştır, çünkü gizli alayla taşlamaların karmaşık kullanımının nasıl aşırılığa varabileceğini ve bunlarla yok edilemeyeceğini gösterir. Gizli alayla taşlama bu anlamda mutlak açmazın rizikosu olmadığı gibi yeniden kavuşulmuş suçsuzluk ya da günahlardan kurtuluş aracılığıyla aşılabilecek olumsuz kültürel öğeler de değildir. Bunlar, birtakım sorunlara yol açsa da, belirli bir biçimde kullanılarak “yeniden doğan taşkınlığın” parçası olabilirler.