Uzak İklimlerin Kokusu


  Uzun uzun koklasam yanan göğsünü senin
 Yayılmış ne kıyılar görürüm mutlu, engin. 
Bir değişmez güneşin ateşiyle aydınlık;

  Uzak bir ada, sarmış her yerini baygınlık. 
Bilinmedik ağaçlar. hoş meyvelerle zengin: 
Erkekleri hep sağlam yapılı, ince, gergin. 
Kadınların gözünde şaşırtan bir yalınlık.

Kokun beni o güzel iklimlere çeker de
             Bir liman görürüm hep, yelken, seren her yerde
  Nicedir yorulmuşlar çalkanıp duran suyla.

Havada gezen, burun deliklerime girer,
O yemyeşil demirhindilerin kokusuyla 
Gemici şarkıları içimde birleşirken.

Baudelaire Portraits











Başkaldırı / Baudelaire



 N’eyler ki Tanrı o küfür yükselmesinde 
Ki Başmeleklerine çıkmadığı gün yok ?
 Bir zorbadır ki uyur şarapla, etle tok, 
Korkunç ilentimizin o tatlı sesinde.

 Esriten bir ezgi hıçkırıkları, belli, 
Şehitlerin, işkenceye uğrayanların, 
Bütün o hazlarına malolmuş kanların 
Tadıyla gökler bir türlü yetinmeyeli!

 - Ah ! İsa, Zeytinler Bahçesi’ni bir kez an!
 Diz çöker, sadelikle yakarırdın yine 
Ona ki sefil cellatlar canlı etine 
Çivi çakarken gülüp dururdu yukardan.

   O gün ki tanrılığına tükürdü senin 
Aşağılık bir mutfak ve muhafız kolu,
   O gün ki duydun bütün İnsanlık’la dolu 
Kafana battığını bir sürü dikenin ;

 O gün ki uzanırdı gergin iki kolun 
Korkunç ağırlığıyla kırık gövdenin, kan 
Ve ter boşanıp giderdi solmuş alnından,
   Ki herkesin önüne hedef gibi kondun,
   
Düşündün mü o güzel, parlak zamanları, 
Hani geldin de sonrasız sözü tutmaya
   Uysal bir eşekçiğe binmiş giderdin ya
Çiçekler, dallar döşeli yollardan ağrı,


Hani, sarar da seni umut ve yılmazlık, 
Kırbaç çalardın bezirgan alçaklarına,
En sonunda baş oldun ya hani ? Bağrına 
işledi mi kargıdan çok önce pişmanlık ?

— Bense, kanıksayıp, çıkacağım elbette 
Düşle eylem kardeş olmayan bir dünyadan;
Kılıçtan ölenle birdir kılıç kullanan! 
Yadsıdı İsa’yı Saint Pierre... iyi etti!     

çeviri: Sait Maden

*
Nerval'in şiiri için: 

Nerval & Baudelaire

 "Balzac öldüğünde, ki beklenmedik, korkutucu bir ölüm değildi, Parislilerin ardından söylediği güzel sözleri hatırlamayan var mı? Henüz çok olmadı, — bugün 26 Ocak, tam bir yıl önce, — hayranlık uyandıran dürüstlükte, yüksek zekâya sahip ve bilinci daima yerinde olan büyük bir yazar, kimsenin haberi bile olmadan, gizlice sonsuza dek gittiğinde — öylesine gizlice ki onun bu ketumluğu aşağılamaya benziyordu — bulabildiği en karanlık sokakta ruhunu kendi eliyle teslim etti; — onun ardından da iğrenç din ve ahlak söylevleri geldi! — Nasıl da titizlikle tasarlanmış bir cinayet!" 


Poe'nun Öykülerin yayımlanması aynı zamanda Gerard deNerval'ın intiharının anma törenidir, intihar mı, yarı intihar mı yoksa Edgar Poe'nunki gibi bir üst-intihar mı? "Nasıl da titizlikle tasarlanmış cinayet" ifadesi, bu ölümdeki belirsizliğin ifadesidir zaten ve soru, Baudelaire'in bilinçli yaşamının sonuna kadar yani peşinde sürüklediği iple kendini boğduğu ana kadar, peşini bırakmayacaktır.



 Catul Mendes'in ağzından 1865 yılında bir gece, Baudelaire'i odasında yatağa yatırırken yaşadığı dokunaklı anı aktarmak gerekir. Karanlıktaki uzun konuşmaları şöyle biter:

"Birdenbire bir sır verir gibi kısık, neredeyse anlaşılmaz bir sesle: 'Gerard de Nerval'i tanır mıydınız? Hayır, dedim. Devam etti konuşmaya: 'O deli değildi. Asselineau'ya sorun. Asselineau, Gerard'ın asla deli olmadığını anlatacaktır size; deli olmadığı halde intihar etti, astı kendini. Biliyorsunuz bir batakhanenin yakınında, pis bir sokakta. Orada asılmış, kendini asmış! Neden ölmeye karar verdi de bayağı bir yer ve boynuna bir paçavra dolamayı seçti ki? Ölümü neşeyle veya en azından düşle başlatan, etkili, acı vermeyen, ustalıklı zehirler var...' Ağzımdan tek söz çıkmıyordu, konuşmaya cesaret edemiyordum. 'Yok canım, hayır, diye sesini yükselterek, neredeyse bağırarak devam etti, bu doğru değil, o kendini öldürmedi, öldürmedi kendini, yanıldılar, yalan söylediler! Hayır, hayır, o deli değildi, hasta değildi, o kendini öldürmedi! Ah! Yapacaksınız değil mi? Söyleyeceksiniz, onun bir deli olmadığını ve kendini öldürmediğini herkese söyleyeceksiniz, onun kendini öldürmediğini söyleyeceğinize söz verin!' Karanlığın içinde istediklerini yapacağıma dair titreyerek söz verdim. Konuşmaya devam etmedi. Bir an önce yatağıma uzanıp biraz dinlenmeyi düşünüyordum. Bir eşyaya çarpmak korkusuyla kıpırdamıyordum, bir de neyi, bilmiyorum ama öylece bekliyordum. Aniden bir hıçkırık sesi yükseldi, sanki büyük bir ağırlığın altında ezilmiş bir yürekten kopmuş gibi kısık ve boğuk. Elim ayağım kesilmişti korkudan. Paramparça olmuştum, aynadaki, karşımdaki karaltıyı görmemek için gözlerimi kapattım.

Uyandığımda, Baudelaire burada değildi artık..."


*
Michel Butor
Sıradışı Bir öykü

NERVAL

              "Gece Siyah ve Beyaz Geçecek: Beni Beklemeyin"


      Rue de la Vieille Lanterne, iki adım ötemde, Chatelet'deymiş: Merdivenli, dar, farelerin cirit attığı bir sokak. 

"Gece siyah ve beyaz geçecek" diye teyzesine bir pusula gönderen yenik, yorgun şair: "Beni beklemeyin".

      Morg kayıtlarına göz attım, yakından bildiğim bir metin, Ahmet Oktay'ın şiiri için çevirdiğim satırlar. İntihar sebebi: Bilinmiyor.

      Hiçbir intiharın asıl gerekçesi bilinemez: Karmaşık köklü, yumak gövdeli, çokdallıdır. Cesedi St. Michel morguna getirmişler. Bilmiyordum: Bizim evin tam karşısında, biraz aşağıda, Seine kıyısındaymış - hâlâ duruyor olsaydı bina, 1855'te duruyormuş, penceremden onu seyrediyor olacaktım. 30'u günü Nötre Dame'dan kaldırılmış Gerard'ın cenazesi.

      Gerard Labrunie: Geçen yüzyılın en koyu şairi - Lautreamont'la birlikte. Ondaki siyah başka hiç kimsede bu kadar kesinleşmemiştir, Lautreamont'unki kalın bir sistir sonuçta: Nerval'inki düpedüz taş duvar.

    Nerval'den Rimbaud'ya ve Gauguin'e, Avrupa'nın püskürttüğü bireylerin, belki Lord Byron ve Hölderlin gibi Yunan beldesinden sökmeye çalıştıkları ütopyalara da bağlanarak, uzaktan ne umdukları, merkezden neden firar ettikleri üstüste yerleştirilebilir mi?

    Nicedir bunun çabası veriliyor biliyorum. Gelgelelim, masabaşından bir yere kadar görülebiliyor krizin çehreleri. Bugünün Doğu'suna, dünün Doğu'suna Nerval'in yaklaşabildiği oranda yaklaşabilmiş kaç kişi var: Roditi mi, Goytisolo mu - gelip geçerken içinden süzüldükleri dünya onlara nüfuz edebilmiş midir?

    Nerval'in burada ördüğü duvarı anlamlandırmak da çok güç, biliyorum. 1840'a kadar onu neler sallamıştı? 1841 krizinden başlayarak yokuş aşağı onu sürükleyen etmenler, iç etmenler hangileriydi, onu ikidebir ayağa kaldıran güdü nasıl kan topluyordu?

    Nerval, dörtdörtlük bir imgelem motoruyla yazmış yazacağını. Düşselliğin tutulması, rasyonel söylemi kendi sınırına yaklaştırıveriyor. "Je suis le Veuf, le Tenebreux, l'Inconsole" - bu dizeyi yüz yıldır binlerce yorumcu didikledi: Anlamı hâlâ içinde kilitlidir. Şiirsel sözün bu kristal haline Baudelaire'de, Rimbaud'da bile rastlamayız: Nerval'de her zaman şiirden, edebiyattan fazla, öte bir töz bekler.

    En doğrusu, belki de ona kendi yolundan yaklaşmayı denemek. Bilmem kimin harcıdır?

    Kim kendi gecesini simsiyah ve bembeyaz kılmayı göze alacaksa onun.

*

E.B.
  

The Death of Nerval (La mort de Nerval)


  
*
Louis Marcoussis
(1878-1941)

Aurelia

Gerard de Nerval’in sağında, solunda, önünde, arkasında seçebileceği bir sürü uçurum açılmıştır. Bu korkunç çekiciliklerin dengesi Nerval’i o yaşantısının son beş yılının ve Aurelia'nın konusudur.
Ölümünden sonra arkadaşları onun kimliğini saptamak için geldiklerinde, Aurelia, Gerard de Nerval’in giyisileri içindeydi. Aurelia’nın metni, yaşam ve düş arasındaki çatışmanın öyle bir betimlemesiydi ki, -bu iki sözcük Goethe’de olduğu gibi edebi anlamlarında değil, öz anlamlarında kullanıldılar- yaşama son veren eylem için, intihar için, isteyerek ve tutkulu bir biçimde yazılmış önsöz niteliğini taşımaktaydılar. Bu, tereddütler içinde bocalayan bir ruhun aydınlanma ve kutsanma çabasıydı, Bengal’in bütün ışıklarında aydınlanan bir cesedin, hemen hemen umutsuz bir vakkanın neredeyse tıbben incelenmesiydi. Herkesin kutsal bir anlam yüklediği bu metni, Nerval'in, ölümünden, kendisinden başkasını sorumlu tutacak her türlü şaşırtmacayı ortadan kaldırmak için yazdığı söylenir. Aurelia, Nerval'in seçtiği ölüm gibi, bir yok oluşun, bir etten kemikten sıyrılışın, bir paltamanın öncülüğünü yapan çağrıdır, Aurelia, bize, bulunduğumuz düzlemde yazılmamış bir metin izlenimi verir; kimi zaman düş gücümüzün ortalarında yer alır, kimi zaman da büyük acılarımızın derin noktalarında değil ama ortalarında bir yerde yazıldığını duyumsatır. En yüksek noktadan en alttakine sürekli geçişler nefesimizi keser ve Narval'in bize sunduğu mekânları, yani bakımevlerini, yani tımarhaneleri, neredeyse “huzur” evleri olarak görmemizi sağlar. Bu cehennemi dünyanın ve de özellikle Paris’in heyecan verici bileşimine okuyucunun dikkatini çekmek gereksizdir çünkü, ne zaman bu buğu dağılsa, yabancı olmadığımız bir dekor netleşir. Şafak vakti Montmartre’dan bir tufan yükselirken Paris’in horozları öttüğünde, bu yazgılarla paramparça olmuş bedende Paris’le ilgili ne kaldıysa buna dikkat çekmek gereksizdir. Aniden inen sessizlikle bir köyün ya da Valois’daki bir ırmağın birden belirişine, okuyucunun dikkatini çekmeye gerek yoktur. Ben okurun dikkatini sadece, son sıralarda Aurelia üzerine yayımlanan çalışmaların yanlış yorumları üzerine çekmek istiyorum. Bu çalışmaların en dikkatli ve özenli olanı, geçen yıl, Pierre Audiat’nın Champion Yayınevi’nde çıkan incelemesidir. Pierre Audiat’nın ortaya koyduğu şekliyle, Aurelia'run öyküsü, ilk bakışta, aceleyle düşünülmüş ve yazılmış bir metin olmadığı yolundadır... Aurelia , Nerval'in daha önce de kullandığı bir dizi olayı ve betimlemeyi içerir... Nerval'in anlattığı olayların kronolojisi gerçek değildir... Ancak, P. Audiat’nın da amacı "efsane romanlarının, insanın kendi sırlarını açtığı romanlardan daha çok gerçeği içerir göründüklerini" ispatlamaktır. Daha da ileri gideceğim. Aurelia‘yı, Nerval'in alçakgönüllülükle kendini sanatına emanet edişini görerek okumak, mesleğine güvenişini, edebî bir yazın biçimini itiraflara tercih edişini hissederek okumak, bana çok daha heyecan verici geliyor. 

Aurelia'nın muhteşem bir şiir dersi olduğunu düşünüyorum. Şair, ters çevrilmiş bir yazıyı aynadan okuyan biri gibi yaşamını okuyor; yazısına ve edebî gerçeğe, yetenek dediğimiz bir düşünceyle, yaşamda her zaman olmayan bir düzeni aksettirmeyi biliyor. Gerard de Nerval, şiirsel bir yaşamın öğelerinin, metinde bolca ancak beceriksizce sıralandığını kabul edebiliyordu. Ona başka bir kadının acısını unutturmak üzere gelmesi gereken kadın, acı veren kadından önce gelmişti, sonra değil... Olacağı önceden haber veren düşler kimi zaman olaydan sonra görülmüşlerdi. Gerçek şair, insanların zaman içinde yaşadığını ve yaşantılardaki olayların neden-sonuç ilişkisinden oluştuğunu bilmeyen Tanrı’nın ve adalet duygusunun canlandırdığı bir insandan başkası değildir. Nerval, Aurelia’yı zenginleştirerek, biçimlendirerek sadece yaşamı iyi anladığını belirtmek istemişti. Bir yazarın -belki de bu onun için yegâne hoşluktur- kendi içindeki yaratıcı tanrı Demiurgosa güvenir gibi, yeteneğine güvenmesi hoş bir şeydir; çünkü, yetenek, yetenekli olma sevinci, Nerval’in üstündeki dehalara üstün gelmiştir; bu yüzden, Aurelia, bizim anlaşılmaz, tutarsız düş yorumlarımızı sunmak yerine, tam bir mantık, sonsuz mutluluk ve onama metni olduğu izlenimini verir. Günümüzde “fröydcülük” sözcüğünün Freud’den değil de Freudeî’den, yani mutluluk -sevinçten, geldiğini bilmeyi yeğleriz. Yaptığı işin içeriğiyle bağlantılı olarak ölen bir sanatçı, ölürken nasıl yücelirse, Nerval’e olan hayranlığımız da, onun özel hayatının en şeytansı, en uç noktasında, mesleğinin sevincini ve tutarlılığını yaşamıyla birlikte korumasını görmemizle birlikte artar.

 Jean Giraudoux (1918 - 1944)

*

Blogda Aurelia: 

GİTMEK


    ' Bu bir kitap değildir" diye başlıyor Gauguin "Önce ve Sonra"ya, bu leitmotiv zaman zaman çıbanbaşı gibi çıkıyor anılarının ortasında - Magritte o cümleyi tanımamış olabilir mi?

  1903'te tamamlamış kitabı, "Nereden Geliyoruz? Neyiz biz? Nereye Gidiyoruz?"dan altı yıl sonra. Resmin soruları, geçen yüzyıl sonunun en ağır soruları: Bu yüzyılı önceden çentikleyen işaretler: Ama kimi yanıtlar apaçık, kimileri dölüt halinde bekliyorlar orada; göz, zihin, bellek sökmeli(ydi) onları, yaşadığımız çağın altüst edici özelliklerini, kendini altüst edişini anlayabilirdik, anlayabiliriz.

    Uygarlığı terkediyor Gauguin, sağlam göç gerekçeleri derlemiş. Avrupa uygarlığı, ne kadar sallanacağını bazı öznelerinden öğrenebilirdi: Rimbaud'dan, Nietzsche'den, bir de Tahiti'ye giden bu adamdan. Onunkisi de bir firar değil özünde: Kaçıyor gibi gittiği doğru; eşikten atlama hizasını en yakın dostunda, Van Gogh'da okumuş - "önce" o var, birkaç sayfada, "olay"ın  tek gerçek tanığı çıplak, çiğ, yaralayıcı bir anlatımla söylenmesi gerekeni söylüyor.

 Öcü'yü görmüş Gauguin. Bir sonuç, bir seçenek Vincent'in ki: Şakül'den inhiraf, ağır bir intihar. Onun büyük enerjisi bunu seçmesinde, sonuna gidişte. Gauguin'in enerjisi de büyük: Şimdi gitmeliyim: Dünyanın ucuna. Böylesine gitmek, az rastlanan bir köktencilik. Çağdaşları arasında, öteki dünyayı tek tanıyan odur.



     Ocü'yü tanımlıyor Gauguin: Anladığı ama adlandıramadığı birşey değil kötülük. Onun bünyesinde Ahlâk var, farketmiş bunu: Gücünü eritebilecek bir kentli etikası: Para'ya, Polis'e, Vatan ve Aile'ye, kendi deyimiyle "göt meseleleri"ne dayanıyor. Bütün bu ikiyüzlülüğün, Van Gogh'da asit etkisi yaratan bu kem dünyanın bir tersi var: Yola çıkmış, uzakları seçmiş ve istemiş.

     İki hırçından biri kendini yoketmekte karar kılıyor; hırçınlığın ötesi bu: Van Gogh düpedüz kuduruyor. Ya da, Artaud'nun dediği gibi, Toplum onda (ve başkalarında) kuduruyor.
     
Gauguin'de kendini sevme gücü yüksek; haklılığına inançlı; yok edilmeye hazırlanıldığını görüp tası tarağı topluyor. Resminin büyüklüğünü hemen hemen kimse farketmiyor. Sergi katalogu için Strindberg'den önsöz istiyor, kuzeyli hırçından dörtdörtlük bir yanıt geliyor mektubuna - o metni Türkçeye getirtmek isterim, bizim ressamımız ve yazarımız için de ibretlik bir yanı olduğunu düşündüğüm için.

     Ne diyor Strindberg? Aslında, güçlü bir resimle karşılaştığını kavramış, gelgelelim kapıdan içeri giremiyor. Olanca açıklığıyla ifade ediyorum: Yazmam ben, diyor, yazamam: Resimlerinize ulaşamıyorum. Kendi de resim yapan; izlenimcileri ilk keşfedenler arasında yer alan biri: Nietzsche'yle yazışıyorlar da, Van Gogh'u göremiyor - olabilir.
     
Yapayalnız Gauguin. Tek dostu paramparça etmiş kendini Yalnızlığını hâlâ tutamıyoruz gerçekte - resimleri başköşedeymiş, ne değişir?

E.B.

"Nereden Geliyoruz? Neyiz Biz? Nereye Gidiyoruz?"

Nevermore'dan detay


 Gauguin, Cosmopolis dergisinin 1897 Mayıs sayısını görmüş müydü? Tahiti'deki, ölümüyle tamamlanacak son sürgününde Paris'le bütün ilişkilerini koparmamış olduğu biliniyor - örneğin Mercure de France'a abone (üstelik derginin hissedarı da), okuduğu her şey hırslandırıyor, tuvale saldırtıyor onu. "Bir Zar Atımı" çıktığında Mallarme de göndermiş olabilir Cosmopolis'i: Gauguin'in 'kargalı portresi' 1899'dan, biribirilerini önemsiyorlar. Bir ayrıntı daha: Gauguin'in "Nevermore" resmi de 1897 tarihini taşıyor - büyük olasılıkla, Poe'nun şiirini Mallarme aracılığıyla tanımış olmalı Tahiti'deki yorgun, hasta, umutsuz adam.

 Belinda Thomson, ressamın 1897'de "Nereden Geliyoruz? Neyiz Biz? Nereye Gidiyoruz?"u yapmaya karar verdiğini vurguluyor. Gauguin, gövdesinde açığa çıkan sifilis, kızının korkunç ölümü, yalnızlığı, Paris'e beslediği öfke, Tahiti'nin gözünün önünde yokoluşu ile ağır yaralı durumda: Ölmeye yatacağına intihar etmeyi yeğliyor. Ama son bir yapıt, bir başyapıt (sic!) çıkardıktan sonra. Boyalar, fırçalar ısmarlıyor Fransa'ya; onlar gelesiye bir eskiz yapıyor, arkasından da yaratıcılık yaşamının en büyük (139x375 cm. boyutlarında), en cüretli işine başlıyor - tabloyu bir ayda tamamlayacaktır.



   Tablo bittiğinde, nereye gideceğini biliyor Gauguin: Yanına bir şişe arsenik alarak dağa çıkıyor, aşırı dozda yükleme olduğu için gövde zehiri kusuyor, güç belâ atölyeye dönen ressam, yatağında hiç kıpırdamadan günlerce tablosuna bakıyor;  Thomson'dan aktarıyorum. 1903'e dek yaşamıştır sefilleşen koşullar altında. Tahiti'deki papaz tören yapmayı yadsımış, bazı tablolarını hemen oracıkta yakmışlar. Küçük fırça hareketleriyle işte hayatının son dönemi.   
                
    Gauguin'le XIX. yüzyıl kapanıyor, denilebilir mi?, Cezanne'la birlikte, XX. yüzyılı başlattıkları söylenebilir: Braque'ı, Picasso'yu, Kübizm'i; öbürü Dışavurumculuğu Fovizm'i hazırlamış, doğurmuştur. Batı resminde egzotik arayışın (sözgelimi Picasso ve arkadaşlarının Afrika heykelini keşiflerinin) kaynağında da Gauguin'i görüyoruz. Ama asıl yolunu açtığı dünya: Renk ve form adına kırdığı sınır çemberinin dışındadır - bir özgünleşme yolu.

    Başyapıta dönecek olursak: "Nereden Geliyoruz?" ile "Bir Zar Atımı"nın aynı yıl gerçekleşmiş olmalarında rastlantıdan ötesini görmek, okumak gerekir. Biri ötekinin karşılığı mıdır? Hayır, böyle yaklaşınca tutarlı bir yörünge kuramayız; koşutluğu farklı bir zamanda kurcalamak sağlıklı olur.

  
  "Nereden Geliyoruz?"un, plastik güzergâh açısından ataları, komşuları bellidir, hüdainabit bir yapıttan sözedemeyiz: Genel yapısı gözönünde tutulduğunda, sanat tarihçileri Puvis de Chavasnes'ın "Inter Artes et Naturem"ıyla (1890) bağlantıları göstermişlerdir; figür bakımından da kimi alıntılar gündeme getirilmiştir (Rembrandt, Monet, vb.). Esin kaynakları ne olursa olsun, "Nereden Geliyoruz?" Gauguin'in kişisel damgasını en ince ayrıntılarına dek taşır gene de - kesinkes ikincil bir yapıt sayamayız onu.

 Gelgelelim, "Bir Zar Atımı" düpedüz önce'siz, öncülsüz bir şiirdir: Mallarme'nin çağdaş yazın üzerindeki etkisinin gücü, herhalde bundan, Gauguin'in çağdaş resim üzerindeki etkisinin gücünden kat kat fazla olmuştur.

    Bu iki yapıtın tek ortaklığını gerçekleştirildikleri yıla odaklayacak değilim şüphesiz. 1897'de bir fetiş görmüyorum; bir eşik bu tarih: Yeni bir çağ başlıyor orada, peşpeşe ve içiçe gelişecek onlarca kolektif yeniliğin ilk doğum sancıları duyuluyor artık. Mallarme'nin şiiri bir köprü: Onunla başlayan çok şey var da, onunla biten bir dünya olduğuna da dikkat kesilmek gerekiyor: Avrupa uygarlığı, beşiği Eski Yunan'dan alıp üçbin yıl oyunca taşıdığı imgelere, simgelere, arketiplere ve izleklere bir son senfonik dokunuş getiriyor "Bir Zar Atımı"yla - bu gecenin sonunda eldeğmemiş bir karanlık bekliyor.

"Nereden Geliyoruz?" - Gauguin'in ilk sorusuyla bütün bir metafizik program açılıyor önümüzde. Bir yer soruluyor: /Yer/i bilinmediği için. Tablonun neresinde bu soru? İçinde, sol üst köşede yazılı durduğunu söylemek işin içinden sıyrılmak olur. (O üç satırı tabloyu bitirdikten bir süre sonra, başarısız intihar girişiminin ardından eklediğini biliyoruz). Tıpkı "Nereye Gidiyoruz?" gibi, bu sorunun karşılığının da tablonun dışında, ötesinde kaldığını ileri sürmek başka bir çözümsüzlük. İki 'yer'i birden, aynı yerde, tablonun içinde aramaktan geçiyor bize kalan tek çözüm yolu - belki orta-sorunun içinden: "Neyiz biz?".

    Gauguin'in resminin arkasında simgeci anlayışın, alegori geleneğinin yükünü görmek ve göstermek güç olmamalı - işin bu yüzünü aydınlatma görevini uzmanlar gereğince yerine getirmiştir. Ressamın, özellikle Tahiti'ye gidişiyle birlikte, yapıtına yazıyı eklemleme çabasının belirginleştiği üzerinde de herhalde durulmuştur. Ne ki, bu üç soruyu, sözgelimi "Ne o, kıskandın mı?" (1892) ile aynı düzlemde değerlendiremeyiz: Tabloyu, tablodaki durumu vaftiz etmenin ötesinde, adlandırma kaygısını aşan bir içerik geliyor burada önümüze - bu içeriği bize engelleyen birşey var.

Gauguin - "Zevk Evi"




Gauguin'in 1890-1901 arası Tahiti'deki kulübesinin kapısı için yaptığı oyma tahta panolar - Sanat, Hayat'la bunca çakıştığında arı bir görünüm kazanıyor.

 "Zevk Evi"nin kapısının etrafını ve cephesini kuşatan tahta kuşaklarda bir cennet mekân tasarısı canlanıyor: Aşk, Doğa, Ten'in utkusu.

 "Gizemli Olunuz" diyor kadınlara Gauguin:  

"Âşık Olunuz ki, Mutlu Olasınız".



Tahiti'de, ömrünün son perdesini oynamak için döndüğü öteki dünyada, ardında bıraktığı ölü dünyadan böyle soyunuyor ressam. Hristiyanlığın yaklaşık iki bin yıldır süren ağdalı estetika'sından demir almış bir göz bu - mirasa kafa kaldırıyor: Freskoların, retablelerin geçmişe ağdığı an.

Gauguin'le gerçekten yeni bir çağ açıldığını gösteriyor, "Zevk Evi"nin kapı kuşakları. Rönesans kapılarından beş yüzyıl sonra, artık, yeni bir parametre ile karşıkarşıyayız.

Altını, gümüşü, bronzu, kristali, mineyi çalışmış Doğu ve Batı uygarlıkları, Gauguin'le Okyanusya'dan, Matisse-Braque-Picasso üçlüsüyle Afrika'dan yeni, sert bir rüzgâr alacaklar Modernlerin tahtayı bir daha keşiflerinde manifesto niteliği göze çarpıyor. El ağaca, Doğa'ya dönerken bütün rokoko yükünden, rüküş süsçülüğünden çekip çıkarıyor Sanatı.

      Gauguin'in ıhlamuru oyan elleri bir başlangıç. Beuys'a kadar herkes biraz da bu davranıştan devralmıştır devralacağını.


E.B.

Baudelaire ve Poe


"Ne yani! Beni de suçluyorlar, Edgar Poe'yu taklit ediyormuşum! Poe'nun eserlerini neden bu kadar sabırla dilimize çevirdiğimi biliyor musunuz? Bana benziyordu çünkü. İlk defa onun bir kitabını okumaya başladığımda, korku ve coşku duyarak, benim düşündüğüm konuları, üstüne üstlük benim tasarladığım cümlelerle yirmi yıl önce yazdığını gördüm."


"Size eşi benzeri olmayan, neredeyse inanılmaz bir şey anlatabilirim. Poe'nun öykülerinden bazı bölümleri ilk defa okuyuşum 1846 veya 1847 yıllarındaydı: Hiç yaşamadığım bir sarsıntı hissettim. Yapıtları ancak ölümünden sonra tek bir kitapta toplanıp basıldığından Paris'te yaşayan Amerikalılarla Poe'nun yönettiği gazetelerin koleksiyonlarını ödünç almak için sabırla dostluk kurdum Bunları okuduğumda bulduğum, ister inanın ister inanmayın, benim de aklıma gelen, ancak belirsiz ve  karışık olan, düzenleyemediğim şiir ve öykülerdi, Poe,  düzenlemeyi ve mükemmele ulaştırmayı başarmıştı"


"Bende inanılmaz bir sempati uyandıran Amerikalı bir yazar buldum,  hayatı ve eserleri hakkında İki makale yazdım"


Beni kuşatan bu korkunç yalnızlığın ortasında Edgar  Poe'nun dehasını neden böylesine iyi anladığımı ve onun berbat  hayatını neden böylesine iyi yazdığımı şimdi anlıyor musun?"

Po(e)rtre

        
 Edgar Allan Poe, The Fail of the House of Usher'i 1839 yılının Eylül ayında, Burton's Gentleman’s Magazine'de ilk kez günışığına çıkarmış; sağlığında altı kez daha yayımlamış öyküyü: Dergi, kitap ve derlemelerde. Avrupa’ya, Baudelaire’in çevirisiyle 1855’de gelmiş Usherların Çöküşü. Eliot’ın kaşı çatık yorumu bilinir: Fransa’da Poe’nun abartılı bir önem kazanmış olmasının nedeni, Baudelaire’in ve Mallarme’nin onu hak ettiğinden yüksek bir konuma yerleştirmiş olmalarıdır. Paylaşılabilir mi Eliot’ın yargısı, bilemiyorum; bildiğim, Poe’nun yapıtının, genelde, farklı düzlemlerde okumalara açık (yatkın) bir özellik barındırdığı: indirgendiğindeyse bir korku ve düşlem yatağı olarak algılandığına, aşırıyorumlandığında, yetkin bir anlatım ekonomisinin temsilcisi sayıldığına tanık oluyoruz.

    Türkiye’de, öteden beri yankı uyandırmış bir yapıt, Poe’nunki. Elimizin altında ne yazık ki eksiksiz bir kaynakça çalışması yok hâlâ. Şürleri, anlatıları farklı çevirilerle sunuldu okura; buna karşılık çoğu, “marginalia” kapsamına giren 1540 sayfalık Essays and Reviews’una bugüne dek pek az yaklaşıldı. Memet Fuat’ın Morg Sokağı Cinayeti (1954), Mehmet Akter’in Altın Böcek (1955) derlemelerinden bu yana okurun yaygın ilgisini gören, Nisan ve Adam öykü dergilerinin özel bölümleriyle enikonu kuşatılan Poe’nun yapıtının ülkemizde, dilimizde bıraktığı ilk izlerden birine Yahya Kemal’in Hâtıralarım'ında rastlandığına daha önce değinmiştim: “Morg Sokağı Cinâyeti unvanlı bir hikâye de üzerimde derin bir tesir bırakmıştı. önce cinâî bir roman telâkki ettiğim bu hikâyenin Edgar Poe’nun şâheseri olduğunu böyle pek geç öğrendim.”

    Kitaplık dergisine, Edebiyat-Müzik ilişkisi bağlamında Usherların Çöküşünü önermemin uzun ve biraz kişisel bir arka hikâyesi olduğunu söylemeliyim. 1990 yılında Başkalaşımların ikinci cildine Hatay'da Bir Rolls Royce ile başlamamın ardından, o öyküye Uzandım: Po(e)rtre başlıklı, 49 parça olarak tasarladığım metnin ilk 10 parçasını yazdıktan sonra durakladım. Dört yıl sonra, Bilar'dan bir Çağrı üzerine düzenlediğim beş haftalık Edgar Allan Poe seminerini satır satır Usherların Çöküşü'nü sökmeye ayırdım. Arada, Gesualdo-Bir Tema için Çeşitlemeleri bitirmiştim; benzer bir yapı kurma niyetiyle, Poe’nun öyküsünü türevleriyle kuşatmaya yöneldim: 

Edgar Poe'nun Mezarında (Mallarme)

Tam kendi olunca en sonu ölümsüzlükte,
şair, yalın kılıç, meydan okuyor çağına.
ürkmüş dünya, şaşıyor nasıl duymadığına
ölümün çanlar çaldığını bu garip seste.

İrkildiler duyunca, kör dev gibi, meleğin
daha saf bir anlam kattığını kaba sözlere,
dediler: sarhoş, bir büyü katmıştır içine
o içtiği aşağılık kara kara içkilerin.

Yazıklar olsun! duygusuz toprak ve buluttan
bir heykel yuğurmazsa düşüncemiz yaşayan
pırıl pırıl donansın diye mezarı poe'nun.

Bir gök belasından arta kalan durgun kaya,
şu granit bari, gelecekte karşıkosun
sürü sürü, kara kanatlı, kör kuşlara."
çeviri:
 sabahattin eyüboğlu.

BAUDELAİRE'DEN POE

I

...Acımasız Kader’in azgınca, giderek daha azarak peşine düştüğü bahtsız usta; sonunda ezginden tek bir nakarat kalır geriye, sonunda umudunun kasvetli ezgileri şu melankolik nakaratı benimser: 

Asla!

Bir daha asla!

Edgar Poe, Kuzgun

Tunç tahtının üzerinde dünyayı umursamayan Mukadderat Acı safra emdirir sünger gibi onlara, Ve Zorunluluk kıvrandırır kıskacında.

Theophile Gautier, Karanlık


Şu son zamanlarda, mahkemelerimizin karşısına bir bahtsız çıkarıldı; alnı az rastlanır ve eşi benzeri olmayan bir dövmeyle süslüydü: Şanssız! Alnında, tıpkı bir kitabın adını taşıması gibi, hayatının damgasını taşıyordu, ve iri harflerle yazılmış bu tuhaf yazının gerçeğe zalimce uygunluğu sorgu tarafından kanıtlandı. Edebiyat tarihinde benzer alınyazıları, hakiki cehennem azapları vardır - esrarengiz harflerle yazılmış talihsizlik kelimesini alınlarının yılankavi kıvrımlarında taşıyan insanlar.


Onlar kefaretin kör meleğinin elindedir ve başkalarına örnek olsunlar diye bu melek onları var gücüyle kırbaçlar. Hayatlarının yetenek, erdem ve iyilik örneği olması boşunadır; toplum onları özel olarak aforoz etmiştir ve zulmünün neden olduğu zaafları nedeniyle onları suçlar. -Hoffmann’ın kaderi yatıştırmak için yapmadığı ne kalmıştı, Balzac feleği başından savmak için neler yapmadı ki?- Zarif ve meleksi yaradılıştaki insanları, arenalara atılan kurbanlar gibi, düşmanca ortamlara taammüden atan, mutsuzluğu beşikten itibaren hazırlayan şeytansı bir Tanrı mı var? Kendi yıkımlarının arasından ölüme ve zafere yürümeye mahkûm, sunakta kurban edilmeye adanmış kutsal ruhlar mı var? Karanlığın kâbusu bu seçkin ruhlara ilelebet musallat mı olacak? Boş yere çırpınıyorlar, Karanlığın öngörülerine, kurnazlıklarına karşı bu dünyada kendilerini boş yere yetiştiriyorlar; boş yere tedbirlerini artıracaklar, bütün delikleri tıkayacaklar, talihin mermilerine karşı pencereleri boş yere kıtıkla dolduracaklar; Şeytan kapının kilit deliğinden girer; bir delik, zırhlarının kusuru olur ve aşırı yetenek de çektikleri cehennem azabının tohumu. Kartal, kırmak için kafalarını, gökkubbenin yükseklerinden Açık alınlarına bırakacaktır kaplumbağayı Çünkü zorunludur ölmeleri... Yazgıları vücutlarının her zerresine yazılmıştır, bakışları ve tavırlarında uğursuz bir parıltıyla ışıldar, kanyuvarlarının her biriyle birlikte dolaşır damarlarında.

Çağımızın ünlü bir yazarı, şairin ne demokratik, ne aristokratik bir toplumda, ne bir cumhuriyette ne de mutlak ya da ılımlı bir monarşide kendisine yer bulabileceğini kanıtlamak için bir kitap yazdı. Ona kim kesin olarak karşı çıkabildi? Onun tezine dayanak olarak bugün yeni bir ermişin yaşamöyküsünü getiriyorum, kurbanlar listesine yeni bir aziz ekliyorum; şiir ve tutku zengini bu ünlü bahtsızlardan birinin hikâyesini, alçalmış ruhlar arasında dehanın zahmetli çıraklığını yapmak için başka birçok bahtsızın ardından bu dünyaya gelmiş birinin hikâyesini yazacağım.


Edgar Poe’nun hayatı içler acısı bir trajedi!. Ölümü, bayağılığı yüzünden korkunçluğu artmış, ürkütücü çözüm! Okuduğum bütün belgelerden, Amerika Birleşik Devletlerinin Poe gibi, daha hoş kokulu bir dünyada nefes almak için yaratılmış bir varlığın hummalı bir sıkıntıyla baştan başa dolaştığı geniş bir hapishane, gaz lambalarıyla aydınlatılmış büyük bir barbarlık olduğu ve onun şair ve hatta ayyaş olarak iç dünyasının, ruhsal yaşamının bu sevimsiz atmosferin etkisinden kaçmak için yaşam boyu süren bir çabadan başka bir şey olmadığı inancını edindim. Demokratik toplumlarda kamuoyunun merhametsiz diktatörlüğü! Ahlaki hayatın sayısız ve karmaşık durumlarına toplum yasalarının uygulanışında bu kamuoyundan ne merhamet, ne hoşgörü ne de herhangi bir esneklik dileyin. İnançsız sevgiden ve özgürlükten yeni bir despotluğun, yırtıcı duyarsızlığıyla Jagannatha’nın putuna benzeyen bir hayvanlar despotluğunun ya da zookrasinin doğduğu söylenebilir. Bir biyografi yazarı -çok iyi niyetlidir bu namuslu yazar- Poe’nun, dehasını düzene sokmak ve yaratıcı yeteneklerini Amerikan toprağına daha uygun bir biçimde uygulamak islemiş olsaydı, paralı bir yazar -a money making author- olabileceğini bize ciddi ciddi söyler; bir başkası -bu, katıksız bir edep düşmanıdır- Poe’nun dehası ne kadar hayranlık verici olursa olsun, keşke sadece yetenekli olsaydı, der; yetenekten es geçmek dehadan es geçmekten her zaman daha kolaydır. Gazete ve dergiler yönetmiş ve şairin arkadaşı olan bir başkası, Poe’yu çalıştırmanın zor olduğunu ve herkesin anladığının çok ötesinde bir üslupla yazdığı için ona diğer şairlerden daha az para vermek zorunda kalındığını itiraf eder. Joseph de Maistre’in deyişiyle, ambar kokuyor ortalık!

Klaus Schulze - Georg Trakl


Ne zamandır odamda çalıyor, Schulze'nin Trakl ismini verdiği elektronik parçası (X, 1978), (şimdilerde GYBE'nin yeni albümü Luciferian Towers'ı dinlemedeyim),

Trakl'ın Geceye Şarkı'sı eşliğinde paylaşıyorum:

Geceyarısının derinliğinde, sen ...


Georg Trakl (1887 - 1914)


    Birçok 3 Şubat doğumlu gibi sislerden çıkıyor Trakl; 1887, Koyu renklere, çamura, kana, dikenlere açıyor pencerelerini. Sevmeyi yasaklıyor kendine, kızkardeşini severek. Afyon tanrısına yakarıyor en gece gündüzlerinde bile: 

Yetinmiyor çünkü, karanlığın çekirdeğine inmekle. Ölümün köpüğünde duruyor gövdesi; patlamaya, yitmeye son kertede yakın.







 

 Ve evren bir tabut oluyor, diyor 1914 Temmuz'unda: Bu yolculuk bir düş.

    Bir taş cehennemde öldü yüzüm, diye yazıyor son şiirinde, bir ay sonra.







YAZMAMAK

YAZININ EN UCU

Yazmamak, yazamamak, yazmayı bırakmak: Üç durum. Aynı paydanın farklı payları. Edebiyat, Yazı/n tarihleri, doğal olarak, yazmayanları içermez: Onları yapmadıkları şey nedeniyle tanımayız. Yazmayı reddettiğini söyleyenlerle karşılaştığım olmuştur, bilemem, bilemezler: Yazabilecekken mi, bilinçli bir kararla, yazma edimine, uğraşma sırtlarını dönmüşlerdir? Kırılmaz bir paradoks bekler orada: Yazmadıkça yazmama kararı verilemez. Öyle ya: Yazabilirdim - nereden biliyorsunuz? Bu ‘hayalet ordusunun tek somut (ama çok güçlü) temsilcisi Sokrates: Konuşmayı seçen, yazmaya diklenen adam. Yazabileceğini Platon yazdığı için görüyoruz ya, benim gözümde paradoksu kırmaya yetiyor “söz”ü. (İzini süren Lacan’ın arkasında iki koca Yazılar cildi bıraktığını görmezden gelemeyiz).

   Yazamamak, yazmış olanların karşısına çıkan, içinde beliren, masalarında doğan ve büyüyen düğüm. Her yazı/n tarihi için bir son bölüm eklenebilir bu konuda: 25 yıl kalemi eline almayan Racine’den "Elveda"yla noktayı koyan Rimbaud’ya, şiir yazmayı bırakan Hofmannsthal’dan Denis Roche’a, kalemi arada bırakan Valery’den hepten bırakan Roger Laporte’a geniş bir aile. Gelgelelim, “kararlarla sınırlanamayacak bir durumun sularındayız: Yazamayışlarına yazarak direnmeye çalışanlar canalıcı bir kategori; Beckett’ten Vüsat O. Bener’e bir başka geniş aile.

   Kendi payıma, yazamamak ile yazmamak arasındaki bir bölgede gerçekleşen duruşları ayırıyorum - sözgelimi Valery yapıt vermeye ara vermiştir, yazmayı bırakmamıştır. Hofmannsthal ve Roche nesir yazmayı sürdürmüşlerdir. Rimbaud’nun son mektupları, genç yaşta ölmeseydi döneceğini düşündüren ifadeler taşır. Sonuç olarak, yazmayı hepten bırakan tek örnek, 1982’de noktayı koyan Roger Laporte’dur (1925-2001) - bilebildiğim kadarıyla tabiî.

  Yazmamak, Sokrates’te bir susma niyetine bağlı değildi: Onunkisi bir araç olarak yazıya güven duymamaktan kaynaklanan seçimdir: Ünlü Phaidrosunda altedilmesi pek güç gerekçelerini sıralar. Sözlerinin yazıya aktarılışı bir çelişki yaratmamıştır: Bütün diyaloglar Platon imzasıyla okura ulaşmıştır, orada Sokrates hâlâ bir “konuşan” kimliğiyle karşımızda duruyor.

 Yazamamak, az ya da çok kilitlenmek. Binbir türlüsüyle karşılaşıyoruz, geçmişe bakışımızı çevirdiğimizde. ‘Deşifre’ edilmesi, dolayısıyla yorumlanması kolay olmuyor herbir örneğin. Yazarken, yakın ve uzak çevremde ciddî tutukluk biçimlerine tanık oldum; gördüklerim kural aranamayacağını düşündürdü bana: Yazamamak, derin yazma sıkıntıları çekmek, her seferinde farklı sorunların işin içine karıştığı apayrı denklemler ortaya koyar - bütün yazı serüvenleri nasıl biricikse, bütün yazamama halleri öyle benzersizdir.

Karabasan / Fussli




"Karabasan"la  1973'de tanışmış, orta boy bir röprodüksiyonunu bulup çerçeveletmiştim. Yıllar yılı, Ankara'ya, Ankara’dan İstanbul’a, çalışma odalarımın duvarlarından bana baktıydı Daimon.    
                                                                                  
"Ama İblis, ama "uykularıma dadanan geçimsiz melek" "Yeni melek" ile "ikiz melek" arası, kılıktan kılığa girerek, uykuma ve uykusuzluğuma bekçi olan o Daimon'u, kaç kez aynadan bana gülümserken gördüğümü aktarmalı mıyım?"

Aslını görüp göremeyeceğimi sık sık kafamda kurmuş, Füssli'nin resmin iki ayrı versiyonunu yapmış olduğunu öğrendikten sonra ise o asılılardan hangisini (Detroit’teki 1782’dendir) "asıl" saymam gerekeceğini düşünerek, bunca yıldır yanıbaşımda duran röprodüksiyonun belki de ‘asıl’ olmaya yüz tutmuş olduğuna varmıştım.

    öyle ya - “Karabasan”a kim benim kadar bakmış olabilirdi? Müzenin bekçisi mi?

    Yoksa: Goethe mi?

Detroit'teki versiyon

     XVIII. yüzyıl Avrupa sanatının majör figürlerinden biri değildir Füssli. Resminin yazınsal tadı, plastik değerine göre çok daha fazla öne çıkmıştır. Bunda, Blake ve Goethe’yle kurduğu dostlukların payı olmuş mudur, bilemiyorum. Özellikle Shakespeare’in oyunlarını konu edinen yapıtlarına bakarak, onu Blake ile birlikte, çağının en özgün illüstratörü olarak konumlamak, hakbilir bir davranış olur sanıyorum.

     Ya Karabasan - onu nereye yerleştirebiliriz? Füssli üzerine yazılmış birkaç monografiye rastladım kaynakçalarda; onları okumuş, dahası görmüş değilim; görmek, okumak isteği de duymadım açıkçası. Gene de sorular takılıp kalmıştır aklımda, ola ki onları yanıtlayabilirdi bu monografiler:

     “Karabasan”ın Shakespeare ile doğrudan bir ilişkisi kurulabilir mi(y di)?

     Faust’u (1775) ne zaman okumuştu Füssli (1741-1825)?

     Londra da yaşadığı yıllarda, Blake ve ‘melek’leri üzerinde ne denli etkisi olmuştu?

     Bu (yanıtları belki de çoktan verilmiş) sorular beni uzun uzadıya kurcalamış olsaydı, büyük olasılıkla üzerine giderdim onların. Ama ne kaynaklarını öğrenmek için yanıp tutuştum Karabasan'ın, ne de sanat tarihinde tuttuğu yere ilişkin abartılı bir konumlama çabasına giriştim. Sonuç olarak o resimde beni böylesine çeken ana özellik kendisinden çok “aura”sına aitti.

    [Gene de, bir tür ‘kişisel sapma’dan söz etmeliyim bu noktada: Modernlerin nicedir yer’ine yerleştirip ondan uzaklaştıkları Romantizm, kara kanadı ile benim gözümde çekiciliğini korudu hep. Caspar David Friedrich’in resminden Schubert’in müziğine, Nerval’in şiirinden Novalis’in ansiklopedistliğine, akımın siyahlarıyla bir duyarlık akrabalığı taşıdığımı, bu duyarlığın aşılmış olduğunun genel kabul gördüğünü göre duya, söylemekten çekinmedim.]

    “Karabasan”ı seçerken, bütün bunlar yönlendirdi beni.


Okumak

"Aynı kitaba da, aynı sayfaya da dönmeyiz asla, çünkü, değişen ışığın altında biz de kitap da dönüşümden geçeriz ve anılarımız ışık alır, kararır, gene ışık alır ve hiçbir zaman kesin olarak öğrendiğimizi ve unuttuğumuzu, bizde kazılı kalanı bilemeyiz”. Alberto Manguel


1972 yılını kimi ana romanları okumaya ayırdıydım: "Şato", "Gecenin Sonuna Yolculuk", "Ses ve Öfke", Proust, Joyce, Yourcenar -her okuma tamamlandığında, Bilge Karasu'yla saatlar boyu oturur konuşurduk, hep söylemişimdir: Ben ondan yalnızca 'yazma sanatı' ile ilgili pek çok şey öğrenmedim, 'okuma sanatı' konusunda da kılavuzum olmuş olmasını büyük talihim sayarım. Onca anıdan biri, yeterince ipucu verecektir:
 
72 güzünde, kendi kendime Musil'in "Niteliksiz Adam"ını okumaya karar verdiğimde, Bilge zarif bir biçimde bunun 'erken' olduğunu imâ etti; anladım ve tepki verdim: "Ne yani", dedim, "benim Musil'i anlayamayacak bir durumda mı olduğumu düşünüyorsun?". Sabırlı üslûbuyla, "hayır" dedi, "öyle düşünmüyorum, demek istediğim şu: Bazı kitapların okunması için bazı yaşları beklemek bana şimdi daha doğru geliyor" - sonra ekledi: "Zamanında ben de zamansız işler yapmışımdır, hiç değilse sen yapma diye uyarıyorum".
 
Onu dinlemektense, kafamın dikine gitmeyi yeğledim. "Niteliksiz Adam"m ilk cildini ıkına sıkına 180. sayfasına gelebildim sonuçta. Bilge'ye gittim ve ona "haklıymışsın" diyeceğime, "Niteliksiz Adam"ın şişirilmiş, son derece durgun, cüssesini hak etmeyen bir yapıt olduğunu anlatmaya kalkıştım. "Dilerim" demişti, hiç unutmuyorum: "İleride bu konuya dönme olanağımız olur".

   Oldu. Tamıtamına on yıl sonra, 1982'de, L'Arc dergisinin Musil özel sayısında bir incelemeyi okumam gerekti; "hünsalık" konusuna eğilen bu çözümlemede romandan kimi parçalar alıntı olarak kullanılmıştı; gözlerime inanamadım: Dudak uçuklatıcı bir yaklaşım, sıkı bir anlatım, kor parçası kelimeler beni yeniden "Niteliksiz Adam"a götürdü. Romanı olağanüstü haz alarak okurken Bilge'ye uğramadan edemedim: "O zaman ne dediğini anlayacak hizada değilmişim, şimdi şunu görüyorum: 20 yaşımdayken kapısını aralayamadığım romanı 30 yaşımda keyifle okuyorum, ama onu adamakıllı anlayabilmem için sanırım bir de 50 yaşımda okumam gerekecek".

   Gözlüğünün altındaki ışık büyüdüydü.

Sonsuz Nişan: YAZI


     Kafka'nın Milena ve Felice’ye yazdığı mektuplar öylesine didiklenmiştir ki, Kundera’nın "Kafka'yı Kafkalogların elinden kurtarmak gerekiyor" düşüncesini tartmadan benimsememek için bir neden bulmak güçtür. Oysa insanoğlu yorumlar. Sanıyorum, karşı çıkılması doğal olan, yorumun tekelci yanıdır.

     "Kadınların mektup yoluyla bağlanabileceği doğru mudur?" sorusu Kafka’ya aittir. Milena’ya ve Felice'ye neden yazdığı üzerinde düşünülürken, şüphe yok ki, genç bir adamın nişanlılarına mektup yazmış olması değildir, kışkırtıcı olan: Ergin Günçe’nin ince humour’uyla bakarsak, "onun niyeti zaten mektup yazmak” mıdır yalnızca; Deleuze/ Guattari’yle birlikte söylersek, nişanlı olmayı hem birleşmemek, hem de ayrılmamak için ülküsel bir konum sayıp, oradan mektup yazarak “beslenmek" midir derdi gücü; yoksa, Blanchot’nun dediği gibi mesafenin güvencesini seçmek mi?

    Ulaşabildiğim bütün mektuplarını da, günlüğünü de bu gözle okudum Kafka’nın. Ayrıntılarda peşine takıldıkları ayırtılar ne denli farklı olursa olsun, yorumcular mektuplar çerçevesinde ortak bir eksende buluşturan anahtarı yazarın kendisi verir: Birlikte olmamakta, çünkü yazısının gerektirdiği dünyayı ve yaşama düzenini paylaşmayı göze alamamaktadır; bütün bütüne kopuşu kabullenemediği için ‘nişan’ın etrafında, mektupların yarattığı mesafeyi koruyarak yola devam etmek istemektedir.

             Bana öyle geliyor ki yazar ile mektup yazarını yan yana getirirken nirengi noktasından yola çıkıp bir kesişme arayarak en sağlam çözüme varabiliriz: Nişan ve Mesafe

II

Giocometti'nin Köpeği



Derin bir yalnızlık duygusu!..

 Sizi terkedip gitmeyen ve hep sizde kalan... Bir sokağın ortasında hızlı hızlı ilerlerken, insanların nefeslerinin bir vızıltı gibi suratınızı yalayıp geçtiği ve kendi yaralı yanlarına çekildikleri yalınlıkta... Ağır aksak bir tını gibi uzaklaşan bedenlerin ve tüm görüntüleri emen sihirli bir  aralıkta, bir köşebaşında boynunu bükmüş, sıska ve aylak bir köpek, ayak sesleriyle başınızı döven ve yalnızlığın paydasında bütünleştiğiniz Giacometti'nin köpeği... Her ne kadar başta, yoksullukla yalnızlığın göstergesi olması istenmişse de, bacak eğrisinin, belkemiği eğrisini karşıladığı düşünülürse, bu köpek  sanki uyumlu bir paraf gibi çizilmiş, ancak bu paraf en yüce yalnızlık övgüsü olmuş gene. Giacometti o köpeğin kendisi olduğunu söyler. Bir keresinde sokakta kendimi böyle gördüm der, köpek olarak!..

J.Genet

*

Çığlık Mektuplar

    Hölderlin’in mektupları arasında "delilik dönemlerinin örnekleri, bu dönem hayli uzun sürmüş olmasına karşın, pek az yer tutar. Oğlunu kaba, ona hayli hoyrat davranan bir marangozun yanına veren anneye yazılmış bu mektupların öncekilerden en önemli farkı, bitiriliş biçimleridir. Okurken insanın gözlerini yaşartacak ölçüde kırılgan, zayıf, ürkek bir üslup eleverir bu kekeme mektuplar. Hemen her mektubu “itaatkâr oğlunuz Fritz" “fazlasıyla itaatkâr oğlunuz" diye bitirir Hölderlin: Korkmakta, nedenini de bedelinin sınırlarını da artık anlayamadığı bir büyük suçundan dolayı sanki bağışlanmayı beklemektedir.           
                                
    Şüphesiz çok daha farklı bir konumdan Artaud’nun “Rodez Mektupları” da iniş anlarında buna benzer bir boyuneğme dışavurur. Yazın dünyasına ilk adımını Jaeques Riviere’e yazdığı birkaç çığlık-mektupla atan Artaud, gerçeküstücü hareketin ortasındayken kaleme aldığı “Papa’ya Mektup" gibi ünlü örneklerde ünlemin üst nota basamağına çıkıp oturmamış mıdır sözüyle? Rodez’den yazdıklarında üst ve alt noktalara doğru hızla inip çıkan bir sestir Artaud: Neredeyse yalvarır kimi zaman, özellikle de Ferdieres’e yazdığında; kimi zaman da, belki Van Goğh’u düşünerek, bütün sınırlarından taşıverir. Rodez sonrasında yazacağı en ağulu şiirsel metinler gene mektup biçiminde olacaktır.                 
    
Hölderlin, Van Gogh, Artaud: Aklın sınırlarını zaman zaman zorlamış, zaman zaman da tümden bu sisli dorukların mektupları, hançereden kopup gelen şaşılası bir tını barındırır. Ama en çarpıcı, çünkü en ayrıksı Örnek, 1888'in son aylarında Nietzsche’yle Strindberg arasında gerçekleşmiş yazışmadır. 3 Ocak 1889 günü, Nietzsche’nin çatlayışını izleyen dakikalarda Stockholm’e postaladığı “Dİonisos Sezar" imzalı kartpostalla sona eren bu kısa mektuplaşma serüveni bir çağın çöküşünün işaretidir bir yandan da.
     
 Bireylerini yataklarından taşmaya zorlayan Avrupa toplumları, insanların çığlıklarına uzun süre sağır kalamayacaktır: Nietzsche hastaneye kaldırıldığında "the right man in the right place" diyen zihniyetin temsilcilerini iki dünya savaşıyla tımarhaneye dönecek bir yaşlı kıta beklemektedir.

Paradoks gibi gelebilir: Pek az kişinin yüreğini dağlayan, kulaklarını tırmalayan bu çığlık-mektuplara büyük çoğunluğun sağır kalması, eleverilen gerçeğin çıplaklığında görülememesine yol açmakla kalmaz, tam da gecikildiği anda, içerdikleri gerçeğin bize çarpmasını da kaçınılmaz kılar.

Giocometti'nin Kedisi ve Köpeği



   "Diego'nun kedisini sabahları kalkmadan önce, yatak odasını kat ederek yatağıma doğru gelirken o kadar çok görmüştüm ki, kafamda aynen yer etmiş. Bana düşen bütün iş onu yapmaktan ibaretti. Fakat benzerlik iddiasına bile ancak kafa kalkışabilir, çünkü onu yatağıma doğru gelirken hep başından ve önden gördüm."






   "Bir yerde görmüş olduğum bir Çin köpeği uzunca bir zaman belleğimde kalmıştı. Bir gün Vanves Sokağı boyunca yağmurda, kafamı eğmiş, duvarların kenarından, belki biraz da hüzünlü yürüyordum, tam o sırada kendimi bir köpek gibi hissettim. Böylece o heykeli yaptım. Fakat kesinlikle bir benzerlik değildir. Sadece üzgün burun benzerlikten bir iz taşır. Zaten gerçek benzerlik sadece insanların kendileridir. Onlara bakmaktan asla yorulmam. Louvre'a gittiğim zaman, resimler veya heykeller yerine insanlara bakacak olursam, sanat eserlerine artık asla bakamam ve oradan ayrılmak zorunda kalırım."

Mektuba Ağıt


 Mektup hayatımızdan bütünüyle çekilip uzaklaştı sonunda. Arkasında, Kafka’nın deyimiyle (Ferit Edgü’nün kulakları çınlasın) "hayaletleri bırakarak." Telefon sakatlamıştı mektubu, cep telefonu ve mesajlar felce uğratmıştı, elektronik posta infaz işlemlerini tamamladı: İnsanlar kıpkısa ve yanyana özensiz bir dille, yalnızca haberleşiyorlar artık, mektup haberden çok havadis ağırlıklıydı oysa, hayatın derin tabakalarına iner ve sesini oradan çıkarırdı. Şimdi sessizlik zamanı.

    Mektuplaşma alışkanlığına ucundan yetişmiş son kuşağın bir üyesi olarak, hiç değilse gönül borcumu ödediğim, Gönderen'i yazdığım, Mazruf'u kotardığım için mutluyum. Sırada bekleyen, bir dizi Gönderilen toplamı var. Böylelikle bitmiş mi olacak mektup dünyasıyla ilişkim; hayır: Yıllardır, bana yazılmamış, gönderilmemiş mektupları okumayı sürdürüyorum. Geçen yıl, Beckett'ın üç ciltte toplanacağı duyurulan mektuplarının ilk cildi yayınlanınca, onları posta kutumda bulmuşçasına sevindim. Geçen ay, Herşeyin Sonundayım yayımlandı: Tezer Özlü-Ferit Edgü mektuplaşmalarını (Sel Yayınları) bir oturuşta baştan uca okudum, canım yandı - olsun, bizler kitap okurken bir tek ruhumuzun okşanmasını bekleyemeyiz, canımızı acıtan pek çok kitaptan insan olma koşulunun sınırlarına uzandığımızı herhalde unutmadık.

    Herşeyin Sonundayım, yarı çıplak mektuplardan oluşuyor. Yanlış anlaşılmasın, erotik gönderme sözkonusu değil burada: Olduğu gibi yazan iki dost, oldukları gibi görünmekten kaçınmamış iki insan, iki yazar iki uç arasında tahteravalli, biribirilerine açılmış, biribirilerinde dinmeyi karşısındakini dinleyerek denemişler: Yoğun, çetrefil, bazan da yalınkılıç seslenmeler. Açılmaktan hiç çekinmemiş Tezer Özlü'yle, aralanmaya bile genellikle yanaşmayan Ferit Edgü'nün, yapıtlarına da ışık kesitleri düşüren mektupları önemli belgeler.

         Öğrendiğim kadarıyla, Pessoanın Ophelia’ya Mektupları pek ilgi toplamamış. XX. yüzyılın en karmaşık aşk hikâyelerinden birine nasıl kayıtsız kalıyor has okur? Şimdi, Balzac'ın “Yabancı Kadına Mektupları” devreye girecekmiş, bu ilgisizliğe karşın: Yazarın Madam Hanska’ya mektuplarından bir seçki. Buysa, XIX. yüzyılın en karmaşık aşk hikâyelerinden biri. Yoksa, genç sevgililer de mi mektup yazmıyor bugün? Söylemesi ayıp biliyorum, ama biz ki yirmi yıldır evliyiz, eviçi yazışmalarımızdan vazgeçmedik hiç: Söze vurulamayanın yerini alır yazı. Ateşi çoktan sönmüş ocağın karşısında neden oturulur anlamam, onu canlı tutmaya odun gerek.

         “Nişanlı Mektuplaşmaları” üzerinde epey oyalanmıştım Gönderen’de: Kierkegaard’ın Regina’ya, Kafka’nın hem Felice’e hem Milena’ya, Pessoa’nın Ophelia’ya yazdıkları benzeş dramların yatağıdır. Şüphesiz, nişan bozmayanlar yok değildir. Anamın babamın nişanlılık dönemi yazışmalarını, burada vasiyet ediyorum, yarım yüzyıl, daha geçsin, henüz doğmamış torunum yayımlasın, o tomar korumam altındadır.

        Mektuplarını korumamış, genellikle boşluğa savurmuş toplumlardan bizimkisi. Onlar, oysa» sandığımız insanların sandığımız gibi olmadıklarının, görüldükleri kadar olmadıklarının kanıtları. Her mektup bir canlı organizmadır, yazılış tarihinden çok sonra bile bu özelliğini korur: Biyolojisi, psikolojisi, kronolojisi, gen haritası ile.
        
önümde Bir Yaşamın Mektupları duruyor: George Sand'ın 434 mektubunu içeren, 1250 sayfalık bir toplam. Sand, yirmi bini aşkın mektup yazmış 74 yıllık yaşamında, çoğu korunmuş, “Bütün Mektupları” 26 oylumlu ciltte yayımlanmış. Soluklu, etine buduna, özenli metinler, seçkiden seçip okuduklarım. Yazar, dost, kadın, âşık, ana: Hepsi birarada, içiçe. Flaubertle yazışmalarının tümünü okudum, her insana, yazara böylesine dürüst, cüretkâr, sıcak bir dost yeter de artar.

          George Sand, ömrünün ikinci yansını büyük şehirden uzakta, kır evinde geçirmişti. Flaubert, Rouen ayısı, o da birbaşına, Paris'e mesafeli yaşamıştı, bundandır mektupları çok önemlidir. Sand’ın Flaubert’le yazışmaları (tıpkı Musset’yle ve Hugo’yla çapraz mektupları gibi) bağımsız bir kitapta buluşturulmuştu. Canalıcı bir başka mektup seçkisi de, Flaubert’in “Bir Yazar Yaşamına Önsöz’ü -tek kelimeyle bir başyapıt.

    Bu örnekleri yalnızca mektup, iki kişi arasında kalması gerekecek Özel iletiler saymak yanlış değerlendirme olur: Bir yanlarıyla, yazarların günlükleri gibidirler, “ilerleyen yapıt”ın sancılarını, doğurduğu ikilemleri, heyecanları taşıyan iç soruşturma belgeleridir onlar.
    
“Mesafe” doğurmuştu mektubu; telefon, e-posta, sms mesafeyi yokedince öldü diyebiliriz. Mesafenin fiziği açısından diyelim ki kaçınılmaz sayılsın bu sonuç, metafiziği açısından doğrulanabilir mi varılan nokta? Onca haberin, haberleşme çılgınlığının gerisinde bir-başımıza, neredeyse ıssız, biribirimizden kopuk yaşamaya mahkûm kılınmışız. Kim kime iş havadislerini verecek bundan böyle? Kim kime, özel ulak, ses çıkartacak: Öfkesini, coşkusunu, bir taşkınlığını değilse ötekini yansıtacak?

KAFKA /YAZMAK


     Düzenli, kararlı bir deyiş Kafka’nınki. Deyişbilimcinin gözünde belki de soğuk, yaban dilde yazdığı için de Çevresi kalın bir çizgiyle kapatılmış, sınırlandırılmış bir söylev. Deyiş birimi gibi konu birimi de hayli ince bir aritmetige dayanıyor bu yazının: Hayvan dünyasını, giderek hayvanlaşmayı hedef aldığında bile “ölçülü” tutuyor sesini; Bachelard’ın da değindiği gibi, Lautreamont’daki yırtıcılığın yerini yumuşak, dingin bir başkalaşma kipi alıyor Kafka’da. Bu durulma eğilimi özellikle yaşamının sonralarına doğru belirginleşmeye başlıyor. 1921’de Klopstock’a yazdığı mektuptaki “Hayvan dünyasını tam zamanında tanımaya başladım” tümcesinin altında sadeliği, bilgeliği arama kaygısı, Doğu söylencelerine özgü yumuşak bir ermişlik edâsı seziliyor. Ya daha önce; 1912’den başlayarak herbir ucundan yırtılmağa koyulan sesin, usul usul çürümeye yüz tutan gırtlağın örttüğü gerçek kimlikte gizlenen nedir öyleyse?

     Yazışmalarının başlangıç evresinde, Felice Bauer, Kafka'dan “ölçülü ve sınırlı” olmasını diliyor, neyi vurguladığı açıklık taşımayan bir mektubuyla. Kafka’nın karşılığı sert olacaktır: “Yüreğim (öteki organlarıma göre) bütünüyle sağlıklı; ama bir insanın kötü yazının karaduygululuğuna olduğu gibi iyi yazının mutluluğuna dayanması da pek o kadar kolay değil. Yazmak olgu suyla ilişkimi değerlendirebilseydiniz, bana 'ölçü ve sınır’ öğütlemekten vazgeçerdiniz”: Bu yumuşak kabuklu yaranın bir kanama yeri var demek ki. “Yazı" denildi mi, sanki ürperiyor Kafka; Baba'nın en eski yasağına Oğul’un en eski başkaldırı yoluyla karşı durduğu yer bu: Baba, Oğul yazısını sürekliliği içinde denetleyen, Aile adına, Kurum adına yazıya Çin Seddi ören merci çünkü. Kafka, tek güçlü kalacağı yer’e büyük bir tutkuyla sarılırken, yaşamının düğümlenme noktası olarak belirliyor yazıyı: “İnsanın zayıflığı her şeye sınır koymaya pek düşkündür” diye sürdürüyor aynı mektubu: “Üzerinde ayakta durabildiğim tek noktaya bütün varım yoğumla bağlanmam gerekmez mi? Yazdıklarım bir hiç oluşturabilir, ama bu, kesinkes, ben bir hiç olduğum içindir”.

    Aynı kaygı kargısı F.B. Kafka’nın “yazmaya eğilim duyduğu” bir başka mektubunda dile getirdiğinde saplanıyor o kırılgan, “çıplak 55 kilo ağırlığındaki” gövdeye. Sarsılarak yanıtlıyor Kafka: “Eğilim değil, eğilim sözkonusu değil, yazmaktan başka neye yararım ben. Bir eğilim yokedilebilir, hiç değilse azaltılabilir. Yazmak demek, ben demek. Elbette ben de yok edilebilirim, ama ne kalır senin elinde?”. Kafka: Zorla, zorlukla yazabilen; yazdığıyla hemen hep doyumsuzluğun eşiğine gelen; son geldiğinde de yazıyı silmeye, yakmaya yönelen Pâlempsesios-bir fare: “Büyük bir evin köşesinde yaşayan bir fareyim ben; yılda en çok bir kez halının üstünden geçmesine göz yumulan bir fare": Marthe Robert’in ustalıkla vurguladığı gibi, Kafka’nın çileye üzerine kocasının cinsel gizilgücünü anımsayan Milena’ya yazılmış birkaç sözcük...

    Mektupların çoğu kez örtmeye, tıkamaya çalıştığı gedik iyice göz önüne getirildiğinde daha da karmaşık bir vurgu beliriyor Kafka'nın yazıyla kurduğu yakıcı ilişkide: iki yanlı bir bağlanmanın içinde yapıyor seçimini: Bekâr kalmayı yeğliyor çünkü yalnızlığı seçiyor; yalnızlığı yeğliyor çünkü yazısının temel (olduğunu varsaydığı) koşulu bu; yazmak zorunda çünkü bunun yaşamasını sürdürmenin tek yolu olduğunu biliyor:

     Yazmak istiyorsa yaşamalı.
     Yazmak istiyorsa yalnız kalmalı.