İbne olmak iyi de, ne zaman kendinizden, sözetseniz, herkes sessizliğe gömülüyor ve bu konuyu kapatmanızı bekliyor. Bizim için seks hakkında konuşmak, bizim hakkımızda hiç konuşmamış ve hatta bizim kendi hakkımızda konuşmamıza izin vermemiş bu dünyada kendimizi tanımlamak çok önemli. Eğer insanlar bunu anlayamıyorsalar, çok aptallar.
Straıghtler, bizden, çocukları baştan çıkardığımız ve ahlaklarını bozduğumuz için, korkuyorlarmış. Biz hep böyle olduk onların gözünde, çocuklara doğru olanın her zaman bize doğru olarak belletilen olmadığını anlatmak istedik çünkü. Çocukların ahlaklarını bozma işinde ben de yer aldım: Sebastıan filmini de bunun için yaptım, genç erkeklerin önünde farklı bir seçenek olabilsin diye. Başka bir dünyaya açılan kapılar olabileceğini göstermek istedim.
"Beni" yaratmak çok önemlidir. Geçmişte yaşamış ünlü kişilere bakıp, "acaba gayler miydi?" diye düşünmek... Onların benzer cinsel tercihleri olmuş olabilir ama gay kavramı 20. Yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış bir kavramdır. Açıkçası, bu kavrama kendimi yakın hissetmedim hiç, bana, hep, yanlış bir iyimserlik sunuyormuş gibi geldi. Gay, ibne, homoseksüel (eşcinsel) bütün bu adlar sınırlayan etiketler. Bunlardan kurtulabilmeyi isterdim. Elbette biz karar vermeliyiz hangi isimleri, nasıl ve nerede kullanacağımıza. "Aynı cinsiyet ilişkileri" nasıl Belki de bu en iyisi.
Eğer hetero toplumun ötesine geçmek istiyorsanız, cinselliği yeniden yaratmak durumundasınız. Kendimi straıght arkadaşlarımın hayal bile edemeyeceği bir şekilde yaratmalıyım.
Birbirleriyle yıllardır konuşmayan insanların evliliklerini sürdürdüklerini gördüm. Konuşmadan birlikte yaşayabiliyorlar. Aynı cinsiyetten insanların birlikte oldukları dünyada, eğer artık konuşmuyorsanız, her şey bitmiş demektir. Birbiriyle hiç konuşmayan iki erkeğin birlikte yaşamalarının hiçbir anlamı yoktur, tabi eğer mülkiyet ilişkilerinin tuzağına düşmemişlerse.
Evet, aslında bütün erkekler eşcinseldir. Bazıları sonradan straıght olur. Straıght bir erkek olmak çok tuhaf olmalı, çünkü o durumda cinselliğiniz kaçınılmaz olarak ve umutsuzca savunmaya dönuktür. Irksal bir temizlik ideali gibi kof ve anlamsız. Kendimi düzdürene kadar, dengeli bir erkekliğe kavuşamadım. Korkularınızı aşabildiğinizde, gender'ın (toplumsal cinsiyet) bir hapishane olduğunun farkına varırsınız. Hetero seksüel erkeklerle karşılaştığımda biliyorum ki, eksik kalmış bir aşkı yaşıyorlar. Bir araştırmada çıkan sonuç, erkeklerin %50'sinin hayatlarının bir döneminde eşcinsel deneyimleri olduğunu açıkça gösteriyor. Fakat birçok erkek, kendi arzularının çok geç farkına varabiliyor ve artık her şey için çok geç olabiliyor: Çoğu evliliğe saplanıyor ve çoluk çocuğa karışmış oluyor. Böyle bir yaşama son vermek kolay olmadığından, kendi "erkek" kulüplerine gidiyor, futbol oynuyor ve tümüyle erkek bir çevrenin içinde sosyal hayatlarım yaşıyorlar.
Hetero toplumu istemeye istemeye kabul etmeye zorlanıyoruz ve bu, bizim için büyük bir talihsizlik. Sessizlik, gençlerin korku içinde yaşamaları anlamına geliyor. Belki de, heteroseksüellerin gerçekten protesto edecekleri bir şey yok, ne de olsa varoluşları yirmi dört saat aşağılama ve tecavüze uğramıyor. Bırakalım onları kendi aile yaşamlarının aksayan yanlarını saklamaya ve savunmaya devam etsinler, fakat bizim ilişkilerimizin tanınmadığı ve aşağılandığı gerçeğini -ki bu bir insan hakları ihlalidir- artık kabul etsinler.
Sonunda straight erkeklerin aşklarının boş ve anlamsız olduğunu farkettim, fakat gay barlardaki genç erkekler de değıldi benim hoşlandıklarım. Aslında aradığım tek şey gözlerde bir kıvılcımdı. Cinsel organlarla sınırlanmış bir cinsellik bana göre değıldir ve cinsellikte çekici olabilecek tek şeyin kamışlar olabıleceği gibi bir şeyi düşünmek bile beni dehşete düşürüyordu. Hiç porno magazinleri almadım, onlara bakmaktan hoşlanmış olsam da, benim için asla gerçek olanın yerini tutan şeyler olmadılar. Degişik insanlarla tanıştım, onlarla düşüncelerimi paylaştım. Herhangi bir insanın yerleşik bir ilişkiye arzulayabileceği düşüncesi bana garip geliyordu. Tabi, uzun süreli ilişkileri olan arkadaşlarım da olmuştu, ama bu, bir avantaj olarak mı görülmeliydi? Bu tıp ilişkiler yaşamımda çok sonraları olmaya başladı. Gene de, o zamanlar aşık olmadığım için asla pişmanlık duymadım. Biraz macera meraklısıydım. Tanıdığım herkes, birbirini tanırdı, birlikte olduğum herkes birlikte olmuştu. Hep birlikte yaşayan bir kuşak gibiydik, bir aile gibi değil. Bu işin heyecan verici yanı, farklı görüşleri ve deneyimleri olan yeni insanlarla tanışıyor olmamdı. Hetero toplum, yaptığımız tek şeyin, birbirimizin ağzına kamışlarımızı sokmak olduğunu sanıyordu. Oysa o kamışları ağzımıza almadan önce, düşüncelerimizi deneyimlerimizi paylaşıyorduk. Hetero toplumun bizim
varlığımızdan korkuya kapılması da bundandı, bizim bedenlerimiz yaşayan bedenlerdi. Bizi reddetmeleri ve bizden nefret etmeleri, bizim yaşam biçimlerimizden korkmalarından
kaynaklanıyordu.
Hiç şüphe yok ki, isyan eden bir kuşak, toplumun baskılarına bir panzehir olarak, grup seksleri ve alemleri de beraberinde getiriyordu. Hetero toplum, medyayı da denetim altında tuttuğundan, kendi ahlakına ve tek eşliliğe övgüler yağdırıyor ve bunu bize karşı kullanıyordu. Polisin "çürümüş" saunaları basması ve medyada bütün bunların duyurulması, memnuniyetle karşılanıyordu, ama saunaların varlığı da toplumsal baskıların bir sonucuydu.
60'ların ibneleri, ve sonrakiler, daha sonraları saygınlık kazanabilmek ve onaylanabilmek için kendilerini cilalayarak baskılara göz yummaya, ılımlı olmaya başladılar. Oysa ibne olmak, asla saygınlık getirmez, şık elbiseler içinde olsanız da. iyi ahlaklı şehir kraliçeleri, parlak ve son moda elbiseleriyle kendilerini onaylatabilme telaşı içinde herhangi bir şeyi değiştirmekten acizdiler. Tutucu ve geleneksel oldukça, sakladıkları yaşamları daha ümitsiz bir hal aldı. Buna karşı çıkmak için sesini biraz yükselten biri çıktığında, kendi topluluğumuzun "tek sesliliğini” bozmaya çalışmakla suçlandı.
Daha sonraları, Stonewall adı çalındı ve bizim ayaklanmamız bazılarının çay partilerine dönüştü. Oysa Stonewall. New York'ta Christopher Street'te, aynı adı taşıyan bir barın önünde 1969'un yazında yaşanan bir isyandır. Tarihte ilk kez, ibneler, taşlar ve şişelerle kavga çıkarıp arabaları yakmışlardı. Şimdiyse, aslında kapalı bir oda, bir centilmenler kulübü olan ve her türlü kararın, kendi iğdiş edilişinden zevk duyan cahil bir toplum için demokratik olmayan yollarla alındığı İngiliz hetero siyasetine kötü bir biçimde eklemlenmiş durumdayız. Kendi politikalarına göre başarının tek ölçütü tek sesli bir gay topluluğu oluşturabilmekti. Fakat bizim yaşamlarımız çoğuldur. Her zaman da öyle olmuştur. Cinsellik çeşitliliktir. Her orgazm kendi özgürlüğünü beraberinde getirir.
Kişisel ol(a)madığı sürece cinsel özgürleşmenin olamayacağını hissediyorum hala. Kendimizin kim olduğunu keşfedebilmek ıçin mücadele etmeniz gerekir. Yalnızca bir gruba katılmanın, ne olmak istediğimiz konusunda konuşmalar yapmanın bir anlamı yoktur.
AIDS'in ironik yanlarından bir de cinsellik hakkında konuşulmasına neden olması, ama dürüst olarak değil. Medyada hala dezavantajlı bir konumdayız. Virüs ortaya çıkalı on yıl kadar oldu ve HIV Vietnam'dakınden daha fazla insanın ölümüne sebep oldu. HIV pozitif olduğum 22 Aralık 1986 günü belli oldu. Kendimden korktum, diğer insanlar için potansiyel bir ölüm sebebiydim artık. Test sonuçlarını gizli tutmam istendi ve ben daha ilk gün bu durumu kamuya açıkladım. Hayatın akıp gidişini izliyorum şimdi, insanlar aşık oluyor ve ben artık bunun bir parçası olamıyorum. Başka bir dünyada yaşıyorum, kimseye ait olmayan bir dünyada. Toplama kampları bizim kafamızın içinde, gerçek olmalarına gerek yok. Ve biz, HIV pozitif olanlar da başka türlü bir toplama kampında yaşatılıyoruz. Ölümden, korkmuyorum, ama ölüyor olmaktan korkuyorum. Acı morfinle azaltılabilir, fakat toplum tarafından dışlanmanın getirdiği acı kolayca yok edilemez.
Yalnızlıkta bir teselli buldum. Hastane düşüncesi ve ölümümün toplumsallaşması beni mutsuz ediyor, tüm bu yeni insanlarla tanışmak zorunda olmak ve şen şakrak bir eğlenceye maruz bırakılmak beni dehşete düşürüyor. Barlardan da nefret etmişimdir hep. Oralara yalnızca genç erkekler için gittim, başka bir şey için değil, Hep bir münzevi gibi yaşadım. Sebastıan filmini çekerken, İtalyan kostüm tasarımcısı Umberto Tırellı, bir akşam yemeği sırasında el falıma bakıp bana: "Sen bir yabancısın Derek, vahşice öleceksin" demişti. En kötüsü hastalık değil, ölümümün kurumsallaşması.
Virüs 8O'ler boyunca yaşamlarımızın merkezine doğru bir yol açmaya başladı kendine, tıpkı yeni sağın Britanya yaşamına bulaşması gibi. İlk söylentileri 8O'lerın hemen başında duyduk, Berkeley'dekı arkadaşım Ron Wrıght'la 1983'ün Ağustosunda ilk ciddi tartışmayı yaptığımı anımsıyorum virüs hakkında. Ron, San Francısco'da sorunun çok ciddi olduğunu söylemiş ve hamamlardan uzak durmamı önermişti.
Sonra 1984'te arkadaşlarımdan biri zatürreden öldü. Hiç kimse, doktorlar bile, virüsün kurbanı olduğunu düşünmemişti. Aynı ayın bir öğleden soması Howard'la karşılaştım. On yıl önce Danimarka'da yaşamak için Londra'dan ayrılmıştı. Sağlıklılığın bir resmi gibiydi, bronzlaşmıştı ve gülümsüyordu. "Nasılsın, Harika görünüyorsun!" dedim. O zaman, insanlarla karşılaştığımda bu tıp sorular sormamam gerektiğini öğrendim. Gülümsedi. Çok hoş bir gülümsemesi vardı. "AIDS'im, Derek" dedi. Hiç şaşkınlık belirtisi göstermemeye çalıştım. Ne yapabileceğimi bilmiyordum. Yürürken gömleğim kaldırdı ve bana Kaposi'sını gösterdi, bu hastalığın semptomlarını ilk görüşümdü.
İyi tavsiyelere uyarak, birbirimizi arzu ettiğimiz gibi sevmekten vazgeçtik. Seksi, güvenli, daha sonra daha da güvenli ve en sonunda hiç yapmamaya başladık. Bütün düşüncelerim çok kökten bir değişikliğe uğruyordu. Hetero toplumun donuk ve kayıtsız olduğunu hep düşünmüştüm ve şimdi ne kadar da haklı olduğumu görüyordum. İsteyerek ya da kayıtsız kalarak hepimizi öldürdüler. Kıng's Cross metro istasyonunda insanların öldüğünü izledik haberlerde. Hiç hesapta olmayan bir ölüm şok eder insanı. Fakat böyle ölmek, bir bakıma, kolaydır da. Birkaç saniyede yanarak çok çabuk ölebilirsiniz. Ama HIV çok farklı. İntiharı düşünebilirdim. Hiç üzerinde düşünmemiş olmama karşın, gerçekleştirmenin zor olduğunu sanmıyorum. Ölüme yaklaştıkça, zamanı takmamayı öğrendim. İnsanlar acele ederek kazandıkları 30 dakikayla ne yapıyorlar ki? Öldüğünüzde zaman kaybolur.
*
Derek Jarman
(1942 - 1994)