Sofu'luktan Sefihliğe, Kilise'den Geneleve: Bataille

 Leiris onu şöyle tarif eder:

Georges Bataille’la karşılaştığımda, o çoktan sefih bir hayat içindeydi. Alemlere dalmış, içkici ve kumarbaz biriydi. Dar çevrelerde kumar oynuyor ve korkunç kaybediyordu.”

 İnancını yitirmesi sadece kesin değil, şiddetli de gözükmektedir.
Bataille bir hali terk edip zıddını benimsemiştir.

 1922’de sofu,

 1924’te sefih.

 Sefih Bataille genelevlerin müdavimi olmuştu. Ne zaman? Hangi koşullarda başladı bu? Ne kendisi ne de dostları bu konuyu açıklamıştır. Gerçek olan şudur ki, genelevler, daha 1923 yılında ya da en geç 1924 başında onun yaşamında temel bir yer işgal etti, oralara devamlı olarak gitmeye ve “servet” dökmeye asla ara vermedi. O dönemde bu ender bir durum olmadığından, Bataille’ı ayırt edici bir özellik değildi (sadece Breton genelevleri yasaklıyordu; fakat Aragon ile Drieu sık sık gidiyordu). Çok geçmeden bu konuda eleştirildiğine göre, farklı bir şey yapıyor olmalıydı. Savunulamaz bir şekilde, şoke eden bir tarzda... Belki de sadece bir “takınaklının yapabileceği gibi: “Breton’un benden duyduğu dehşeti anlıyorum. Bunu ben teşvik etmedim mi? Takınaklı olduğum doğru değil mi?”


"Genelevin çıplaklığı kasap bıçağını gerektirir."

Genelevlerde Bataille zevk bulur; “pis” ve savunulamaz bir zevk: Bu yerleri ve müdavimlerini niteleyen karanlığın, çirkinliğin ve müstehcenliğin seviyesine inmemiş birinin asla erişemeyeceği bir şey. Bataille’ın birkaç yıl önce kiliselerde aradığı dipsiz uçurum yanıltıcıdır, yanıltıcıdır çünkü Tanrı cevap verir: (sadece görünüşte bir uçurumdur);

"Kerhane benim gerçek kilisemdir; bana gerçek tatmin veren tek kilise"

“Her türlü görgü kuralını alaya aldığım ve en aşağı şeylerden zevk bulduğum için dostlarımdan farklıyım. Sinsi bir ergen gibi, yaşlı biri gibi yaşamaktan utanmam ben. Çıplak kadınlarla dolu bir batakhanede, sarhoş ve kıpkırmızı bir suratla mumu söndürmek: Beni orada asık suratlı ve dudaklarımda kaygılı bir kıvrımla gören biri benim haz aldığımı hayal edemez. Ben kendimi tek kelimeyle kaba biri olarak görüyorum ve hedefime erişemediğimde, en azından gerçek bir yoksulluğa gömülüyorum."


Genelev özgürlüktü: Ayakları dibinde diz çökmenin bir haçın karşısında diz çökmekten daha gerçek olduğu çıplak bedenlerin özgürlüğü; onur kırıcı bir alışverişe teslim edilmiş bedenlerin özgürlüğü. Genelevlerin özgürlüğü, kapılarını açıp içeri girmenin bedelinden daha fazladır. Nasıl bir dehşete açıldıklarını da görmek gerekir ve bu dehşet ilahidir. İlahidir, çünkü utanç vericidir, çünkü savunulamazdır. Mama, sanki hiç sınır tanımazlarmış gibi arzuya sonsuza dek hazır, dokunulan ve sahip olunan kadınların sahte cinsel hazzını düzenleyen Tanrı’dır. Fahişe, teninin altında boşluk olduğundan, uzanmış yatan bedenden daha alçak bir gökyüzü -Tanrı değil, boşluk- olduğundan, herhangi bir kadından daha derin olan, çilekeş bir gece gibi açılan Tanrı’dır.

“Genelevde sayısız kadın soydum. İçtim, kafam kıyaktı, mutluydum ama mazur görülemezdim.

“Özgürlük sadece genelevde vardır... Genelevde pantolonumu ve donumu çıkartabilir, patroniçenin yardımcısının dizlerine oturup ağlayabilirim. Bunun da bir önemi yoktu, sadece bir yalandı, yine de sefil olasılıkları tüketip atıyordu.”


NOBODADDY

*Nobody (hiç kimse) ile daddy'nin (baba) birleşmesiyle oluşan bu kelime burada
 -ve William Blake’e göre- Tanrı Baba’yı belirtmeye yarar.


“Göğün yırtılıp açılmasını umdum [...]. Umdum, ama gökyüzü açılmadı. Açlığın etini kemiğini kemirdiği, büzülmüş bir av hayvanı gibi sinmiş bu bekleyişimde bir gizem var. Tamamen saçma bu: ‘Hayvan Tanrı’yı mı paramparça etmek isterim?’ Sanki gerçek bir av hayvanıymışım gibi, ama ben ondan daha fazla hastayım. Çünkü kendi açlığım beni ilgilendirmiyor. Yemekten ziyade, yenmek istiyorum. Aşk beni çiğ çiğ kemiriyor: Tek kurtuluş hızlı bir ölüm. İçinde bulunduğum karanlıkta bir cevap bekliyorum. Belki de, öğütülemediğimden, unutulmuş bir atık olarak kalacağım! Bütün bu bitkin düşüren hareketliliğe hiçbir karşılık yok:

 Sadece boşluk. Oysa ki... Tanrı yok, yakaracak Tanrım yok benim.”


Tanrı yok. Yakarı boğazda düğümleniyor. İşitecek kimse olmasa bile daha az korkunç değil. Çığlık, ardında bıraktığı boşluk ölçüsünde: uçsuz bucaksız.

Bataille’ın mistik biri olduğu çok söylendi. Savaşın onun için bir tür ikinci inanç değişikliğine denk düştüğü de söylendi. Bataille savaştan önce aktif biriyken, savaş ilan edildiğinde düşüncelere dalan bir münzevi olur. Hakikat ise daha karmaşıktır. 1937 yılında Alexandre Kojeve’e kendini “işi gücü olmayan bir olumsuzluk” olarak tarif eder. Bir Hegelci olan Kojeve açısından bir olumsuzluğun ne olduğu derhal anlaşılabilir: Hegel’e göre eylem olumsuzdur. Ama bu durumda, aniden uğraşacak bir şey bulamayan bir eylem nedir? Kuşkusuz ki, düşünceye dalma değildir. Bir mistiklik hiç değildir. Harekete geçme araç ve gerekçelerinden mahrum kalmış bir faaliyet, zamanı erteler; bu savaş zamanı (dolayısıyla faaliyetlerin en şiddetlisi) bile olsa, erteler, gerçeklikle ilişkisini keser.

Bataille, yapacak bir iş bulamayan bir olumsuzluğun ne olabileceğini Hegel’in de tasavvur etmiş olduğundan kuşkuya düşmese de, bu olasılığı Tarih’in sonuna yerleştirmemesinden, bunun onun tüm sistemini çürüttüğü sonucunu da çıkarmaz. Bataille’ın düşüncelere dalan biri olması, savaşla birlikte meydana gelen bir şey değildir. O, zamanla “kendinden geçen” (zamana ilgisiz) biridir. Yararlı zaman, bekleme zamanı, projelerin zamanı, sonların zamanı, savaş (bu bakımdan da hâlâ aydınlatıcıdır) tarafından ek-statik bir zamana, soyut bir zamana dönüşmüştür: Bir ölüm kalım mücadelesinin sınırsız zamanıdır, yaşamın ve ölümün iki zamanı arasında, ne tam olarak biri ne tam olarak diğeridir (Tanrı ya da hiçlik, ölüm zaman değildir).

Suçlu denen bu tuhaf kitabı yazmaya başlayarak (bu gerçekten bir kitap mıdır, yoksa, göreceğimiz gibi, bir günlük müdür; günlükse, karmakarışıktır), Bataille bir ölüm kalım mücadelesinin hiçliğinin öyküsünü yapmaya girişir:

“Mistik bir deneyimi tarif etmek istiyorum." Ve bu deneyimin kendi vecd halleri vardır. Bunlar nitelik bakımından şehvetinkilerden farklı değildir; sadece daha yoğundur. Kendinden geçmeyi (zamanın köleleştirici hükümdarlığını anlık olarak ortadan kaldırma kapasitesi) Bataiile, Yüz parça işkencesine bakarken olduğu gibi, en bulanık tercihen en kanlı heyecanlarda (ağzın köpürdüğü, yaralayan heyecanlar) olduğu gibi vecd arayışındadır: Bir avcı kuşun daha küçük bir kuşu boğazlaması; dize saplanan bir bıçak... kendinden geçme midir? Bir mistiğin kendinden geçmesi bu mudur?


“[...] kendimi aniden tartışmasız bir yoğunlukla, ereksiyon halindeki bir cinsel organ gibi hissediyorum [..:]• Bizzat vücudumun ve kafamın dev gibi, çıplak ve kan dolmuş bir penisten başka bir şey olmadığı fikri bana öyle saçma geldi ki gülmekten bayılacak gibi oldum. Vücudumdaki gerilim öyle güçlüydü ki, gidemezdim bile. İşkence altındaki biri gibi, gözlerim şaşkınlık içindeydi ve başım arkaya devrilmişti. Bu durumda, işkencenin, kendinden geçmiş bakışın, çırılçıplak bırakılmış kan içindeki kaburgaların acımasız temsiliyle acı verici bir şekilde kasıldım [...]”


Bu sahneye kısmen daha az yoğun olan bir diğer sahne bir yıl sonra karşılık verir:

“[...] Hayal edebileceğim en bulanık imgeleri zihnimde canlandırmaya başladım. Orjiden ziyade kâbusa bağlı olan, tarifi imkânsız, fakat şiddetli öfke hareketlerinin desteklediği bir hale girdim... Tuvalete girdim ve güçlü bir dışkılamanın beni rahatlatmasını umarak oturağa oturdum: Çırpınıp kasılarak kıvrılıp büküldüm, bağırabilirdim, ama kendimi aynı gerginlikle, aynı susamışlıkla  bir kez daha odamda buldum. Bunun üzerine, çıplak bedenim yeniden yay gibi büküldü, -bir yıl önce olduğu gibi- işkence gören adamın allak bullak olmuş görüntüsü yeniden oluştu ve ani irkilmelerle sıçrayarak yere düştüm."

Şehvetten daha yoğun olan bu tür durumlar Tanrı’dan da daha yoğundur (bunların Tanrı olduğu da söylenebilir: Tanrı’nın yokluğu kadar yırtıcı, boyun eğmeyen çığlık kadar açgözlü; hiçbir adalete başvurmayan biri kadar boğulmuş). Bataille’ın hayal edilebilir bütün parçalanmaları kendine yöneltirken keşfettiği şey -savaş, Bataille’ın gözden geçirdiği akkor halindeki bütün zamanların hallerine ilave birkaç temsilden başkasını asla sunmaz- vecdin Tanrı’dan vazgeçecek kadar asla daha az olmadığıdır (tanrısallığı da daha az şiddetli değildir). Kendini mistik gören için Tanrı olmazsa olmaz değildir; Tanrı sadece ölmekle kalmamıştır, hiç var olmamıştır: Hıristiyan mistiklerin kendinden geçmeleri, daha az hayali değildir.

Bataille’ın kendini mistik ilan etmedeki ısrarı kışkırtıcı bir ısrardır; bu kelimeyi sevmediğini gizlemediğinden daha da kışkırtıcıdır: "[...] -genellikle bağlı kalınan- ‘inançsal’ deneyimlerden çok, hangisi olursa olsun herhangi bir inanca -muğlak bağlarla da olsa- bağlılıktan kurtulmuş kendi içinde deneyimi tahayyül ediyorum. Kafa karışıklığına düşmeden bağlı kalamayacağım ‘mistik’ kelimesinden vazgeçmemi doğrulayan şey budur...” Fakat her şeyin ötesinde, Tanrı’yı olası kelimelerin sonuncusu olarak, ötesinde sessizliğin başladığı şey olarak belirtmek gibi bir avantajı vardır... Tanrı kelimelerin sonuncusu olduğundan, “ötesindeki her kelimenin eksik kalacağını ifade eder. Ve (diğer kelimeler arasında; çünkü artık onlarda farklı değildir) bu kelimenin düştüğü 
sessizlikle birlikte işkence başlar.

Bütün öte kelimeler tıpkı Tanrı'nın eksik olması gibi eksik olacaktır. Bataille'ın kendi içinde keşfetmeye çalıştığı şey, Tanrı'nın şu ana dek gizlediği şeydir. Burada tarif edilen deneyim türlerini Tanrı'nın onlara imlettiği şeye bağlamak vahiy olarak onların rolünü engeller. Mistik "istediğini görür." Ve en fazla "bildiğini" keşfeder. Hile yapar. Rol yapar. Şiirselleştirir. Tanrı'nın "mest ettiği" yerde, yokluğu eziyet eder. Tanrı'yla birlikte, Bütün'den, kurtuluştan, yetkinlikten, kısacası onun bütün göz boyamalarından kurtulmak ve insanı bu tür durumları hissetmeye ve denemeye yönelten şeyler arasında sadece onu en çıplak bırakanı bilmek gerekir, çünkü böyle bir durumun kendinden başka otoritesi yoktur. Hiçbir şey onu doğrulamaz ve hiçbir şey ona anlam vermez: “Eğer canım isterse, mistik haller benim için mümkün olur. Her türlü inançtan uzak durmayı sağlarsam, her umuttan yoksun kalırsam, hiçbir şey beni bu hallere erişmeye mecbur edemez.”


W.B.

GEORGES BATAİLLE



Elli yaşına gelirken nasıl bir Bataille portresi çizilebilir (1947'de ellisindedir) Onun hakkında Leiris’in, Piel’in, Klossowski’nin ve Rey’nin art arda yaptığı tablodan pek farklı değildir. Keza 1948 yılında onunla karşılaşan Françou Perroux’nun çizdiği tablodan da farklı değildir: 

"Daha ilk bakışta, Georges Bataille’ın yüzü yüreğime işlemişti; bizi gündelik bataklıklardan çekip kendi yolumuza yerleştiren ateşli 'araştırmacıların, aşırı şiddetli şahısların yüzü vardı onda."

 Demek ki yüzündeki öfke ve taşkınlık belirgin biçimde varlığını koruduğundan, onunla ilk kez karşılaşan biri bunları da onun güzelliğine ekliyordu. Ondan etkilenmiş olan Perroux bu güzelliği “ürkütücü” diye nitelemişti.

Kuşkusuz yine de kişiliğinin belli belirsiz aydınlığını (bu giderek artacaktır) dikkate ele almak gerekecektir. Bataille bir “sefih”ti (hâlâ da öyledir); hep olduğunu söylediği "deli" ve öfkeli biriydi; François Perroux’nun onda gördüğü gibi “taşkın” kişi, paradoksal bir şekilde, istikrarlı ve sabırlı biriydi; Bataille’da “heyecanlı” bir güzellik asla yoktu, örneğin her zaman yavaş konuşuyordu, yavaş ve ölçülü, ayrıntıların titizliğini önemseyen biriydi. Yıllar içerisinde daha da etkili konuşan biri oldu; sesinin güzel olduğunu herkes söylüyordu: Sesinin hafifçe titrek tınısı çok özel konuşma tarzına eklenince, çoğu kişi için bu onun belirgin baştan çıkartıcı yönüydü. Herkes bunu söyler, ama kimse Maurice Blanchot’dan daha iyi söylemez: Belki de aslında sadece Bataille gerçekten konuştu, Bu konuşma tarzı (ani ışıltıların geçtiği uyuşma anlarına riayet etse de) bezginlikten ya da yapmacıklıktan yavaş değildi; yarattığı etkileri dert edinen bir hitabetin olması gerektiği gibi yavaştı.




Yavaştı, çünkü belki de sadece Bataille konuşurken arıyordu. İnsanın ne söyleyeceğini bilerek konuşmaması enderdir; konuşmaya başlar başlamaz cümle —ve cümleyle birlikte, taşıdığı fikir— tamamen oluşmadan konuşmak enderdir. Bataille ise, tersine, kendi kendini keşfeden bir konuşma riskine kendini ve dinleyenleri maruz bırakıyordu. Söz böyle dile geliyordu; amaçlarında belirsiz, genellikle tereddütlü, kimi zaman göz kamaştırıcıydı; kendi yetersizliklerini kabul ederek uygun imgeyi ya da bunu destekleyen anıyı imdada çağırıyordu; kendisi için bile neredeyse her zaman öngörülemezdi. Kimi zaman böyle bir cümle bulmayı umduğu anlamın içinde bütünüyle ertelenmiş kaldığı gibi, bir amacının olmaması da mümkündü; o zaman bir el kol hareketi bu cümleyi tamamlıyordu, daha doğrusu, ertelenmiş bırakıyordu. Diane Bataille, daha ilerde söyleyecektir:

"Bataille, gecenin geç vakti... genellikle Tanrı’dan -çünkü belli ki sohbetlerinin en değişmez konusu, en sıklıkla zihnini meşgul edeni buydu- konuşurken olduğundan hiç daha fazla göz kamaştırıcı olmamıştı."

 "...cümlelerini kasıtlı olarak bir el kol hareketiyle bitiriyordu...” (J.-J. Pauvert); 

“Kimi zaman cümlesini tamamlamıyor, elinin ve bakışının bir hareketiyle onu sürdürüyordu” (Femande Schulmann). Femande Schulmann’ın yaptığı Bataille portresi de (kuşkusuz daha geç tarihlidir, 1955’e doğru) bütünüyle aktarılmayı hak eder:

Georges Bataille’s grave

GEORGES BATAİLLE
1897  -1962

Georges Bataille’s grave, Vézelay, 2013. photo: Tereza Zelenkova


Acephale


Çizim: Andre Masson

Acephale dindardır, "şiddetle” dindardır; aynı zamanda da paradoksal olarak dindardır. Bataille Nîetzschecidir ve Nietzsche gibi, Hıristiyanlığa tamamen düşmandır. Dolayısıyla bu yeni dinin anlamı asla Hıristiyanlıkta aranmamalıdır. Daha ziyade, Aztek tanrılarında, Bataille’ı güçlü bir şekilde etkilemiş olan bu “acımasız ve kötü niyetli” tanrılarda, ölümün en şiddetlisine yakın olmakta tüm diğer halklardan daha fazla mutluluk bulan bu halkın uyguladığı ritüel kurbanlarda, keza Fou Tchou Li’nin katlandığı Çin işkencesinde (Yüz Parça İşkencesi), Mauss’tan alınma üretken olmayan israf kavramında, Bataille’ın daha önce sözünü etmiş olduğu potlach’larda... kısacası, insanı zorlayarak içinde varlığı uyandıran ve onu dünyada en yoğun varlık haline taşıyan şeyde aramak gerekir. İnsanı bu hale sadece en dizginsiz erotizm, en, karanlık ölüm taşır. Acephale bir din olmuşsa (ya da olmaya çalışmışsa), ölüme başka hiçbir dinin vermediği bir yeri vermek istemesi anlamındadır. Herkes ölümden kaçsa da herkes ona son bir anlam verse de, herkes onu varlığın -ya da ruhun- bir sonraki evresine doğru bir geçiş olarak görse de, Acephale, tersine, ölüme varlığın kaçınılmaz yok oluşu anlamını verir. Bataille’ın kuşkusuz arzuladığı şey, her birimize vaat edilmiş olan ölümün dehşetinin herkesin içine dehşet verici bir paskalya yortusu gibi inmesidir ve o zamana dek bastırılmış olan coşku ve enerjilerin bu dehşetin düzeyinde ortaya çıkmasıdır.


*
Michel Surya
BATAİLLE

*
İlgili okuma:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/06/Acephale (Masson & Bataille)

Goya

“Bir çığlıkla kollarını ileri atarak ölmekte olan adamın görüntüsü, Üç Mayıs diye adlandırdığımız kurşuna dizme sahnesi, bizzat ölümün görüntüsüdür, insan bunu asla bilemez, çünkü ölüm, meydana gelirken, kendinin bilincini ortadan kaldırır. Goya Üç Mayıs'ta ölümün bu anlık ışıltısını yakalar, ki bunun şimşek gibi parlaması ışığın parıltısını aşar: Bu ışıltıda yoğunluk görüntüyü imha eder. Resmin ifade gücü, hitabeti hiç bu kadar öteye gitmiş midir? Fakat bu çığlığın buradaki etkisi mutlak bir sessizliktir, daha doğmadan boğulmuş bir feryattır.”


Üç Mayıs 1808, Goya

‘Sanatların en özgürünün politik bir resimle zirveye erişmiş olması tuhaftır. [...] İspanyol halkının özgürlüğü için mücadelenin bir sanatçıyı esinin en üst derecesine ilk kez taşımadığı doğrudur. Dos de Mayos'ta kurşuna dizilenler, büyük bir çığlık atarak gözleri açık ölenler, kuşkusuz ki Goya’nın başyapıtıdır. Ve Prado Müzesindeki bu tuval, son faşist ‘mabedin’ tam kalbinde, Madrid’te, bütün zamanların ve bütün ülkelerin ‘direniş’ini yüceltmeye devam ediyor.”


İlgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/2-ve-3-mays-1808-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/08/savasn-felaketleri-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/massacre-in-korea-pablo-picasso.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/the-execution-1995-yue-minjun.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/04/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/02/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/04/3-mays-1808-goya.html

Georges Bataille / Edebiyat ve Kötülük


İnsanların hayvanlardan farkı yasaklara uymalarıdır; ne var ki yasaklar iki yanlıdır. İnsanlar bir yandan yasaklara uyarken diğer yandan da onları çiğnemek durumunda kalırlar. Yasakları ihlal etmelerinin nedeni bilgisizlikleri değildir: Bu tavır kararlı davranıp cesaret göstermeyi gerektirir. Yasakları ihlal etmek için gerekli olan cesaret insanın kendini gerçekleştirmesidir. Bu aynı zamanda edebiyatın da kendini gerçekleştirmesidir ve edebiyat ayrıcalıklı bir tutum içine girerek meydan okur. Otantik edebiyat Prometheus'çudur. Otantik yazar, etkin toplumun temel yasaklarına karşı çıkma cüretini gösterir. Edebiyat, temel bir düzenliliğin ve sakınımlılığın kurallarını tartışma konusu yapar. 

Yazar suçlu olduğunu bilir. Hatalarını kabul edebilir. Seçilmişliğin göstergesi olarak coşkuyu talep etmeye hakkı olduğunu iddia edebilir.

Günah, mahkumiyet zirvededir.  

Bu kitapta incelenen sekiz yazarın, Emily Bronte, Baudelaire, Michelet, William Blake, Sade,  Proust, Kafka ve Genet'nin tuttukları yolda da işte bu tehlikeli, ama insana özgü kararlılığı da içinde barındıran suçlu bir özgürlüğe duyulan özlemi hissediyoruz.

 (Edebiyat ve Kötülük, Georges Bataille)

Georges Bataille / Michel Surya

SATYRİCON (Petronius & Fellini)


  En sevdiğim kitaplardan biri Nero’nun sarayındaki soylulardan biri olan Petronius Arbiter’in Satyricon'uydu. Bize sadece bölümler halinde ulaşabilmiş. Bazı öykülerin başı, bazılarının sonu yok. Bazılarının ne başı ne sonu var, sadece ortaları kalmış. Fakat eksik olan kısımlar beni daha çok heyecanlandırıyordu, çünkü bunlar düşgücümü harekete geçiriyordu.

      Bazen bizden sonraki kuşakların 4000 yılında, gizli bir mahzende 20. yüzyıldan kalma, kaybolduğu sanılan bir film bulduklarını hayal ediyorum. Arkeologlardan biri Satyricon’u izleyince, "Yazık," diye yakınır. "Başı da, sonu da, ortası da eksik. Tuhaf. Bu Fellini nasıl bir insandı acaba? Belki de deliydi."

      Bir film için Petronius’un Satyricon'u gibi bir kaynak seçerseniz bu, film gelecekten değil geçmişten de bahsetse bilimkurguya benzer. Bu dönem bize uzaktır ve bilinmeyen gelecekten daha az yabancı değildir.
                  
     İnsanın kendisini tümüyle tasarladıklarına bırakabildiği bir tarihi film çekmek harika. İçinde bulunduğumuz zamanın kurallarına bağlanmadan düşgücü zenginliğini araştırma olanağım vardı. Zamanımızda geçen bir olay atmosferi, mekanları, kostümleri, tavırları, yüzleri keyfimce değiştirmeme izin vermez. Olay akışı ve gerçeğe bağlılık beni sadece düşgücüme hizmet ettikleri sürece ilgilendirir. Fakat gerçeği, daha doğrusu gerçek yanılmasını her zaman oluşturmak gerekir, çünkü seyirci başka türlü ayin duyguyu paylaşamaz.

     Satyricon’da bize hayal edemeyeceğimiz kadar uzak olan bir zamanı gösteriyorum. Gerçi eski Roma tarihsel mirasımızın bir parçası, fakat orada yaşamın aslında nasıl olduğunu bilmemiz mümkün değil. Gençliğimde Satyricon'daki eksik bölümleri kendi öykülerimle tamamlardım. Hastanede yatarken tekrar Petronius’a döndüm. Tekdüze, moral bozucu ortamımdan kaçma olanağı veriyordu bana ve Satyricon üzerinde daha yoğun düşünmeye başladım. Kendimi, eski bir vazonun parçalarını birleştiren ve bu arada eksik parçaların nasıl görünmüş olabileceğini tahmin etmeye çalışan bir arkeolog gibi hissediyordum. Roma da dağılmaması için hep restore edilen ama gizlerini kendine saklayan eski bir vazo gibidir. Kentimin pek çok katmanı altında nelerin gizli olabileceği düşüncesi beni büyülemiştir.


Fantasy fun on the Paris Metro / Gaston Goor



Study / Bitirme Filmim

Man: Some say your work is pornographic?
ANDY: Oh yeah, İsn't that great!




Man At Bath (2010, Christophe Honore)















Satyricon / Gaston Goor


Popol Vuh

Werner Herzog


“Cennette çölü geçerken gölgeniz hiç görünmez.”



Mayaların kutsal kitabı Popol Vuh. (Anlamı zamanların kitabı ya da olayların kitabı) İnsanlık tarihinin en eski kutsal metinlerinden biri kabul ediliyormuş:

Yaradılış (POPOL VUH)

Bir zamanlar dünyanın derin bir sessizliğe teslim olduğu, sükûnetin, dinginliğin etkisinde kaldığı yeryüzünün ufak ufak salındığı yalnız ve manasız bir şekilde durduğu söylenirdi. Bu da ilk ispat ve ilk sözlerdir. İnsan yoktu. Vahşi, evcil hayvan, balık, yengeç, ağaç yoktu. Kaya, mağara, vadi, öbek öbek çimenler, çalılıklar yoktu. Orada sadece gökyüzü vardı. Dünyanın yüzü görünmezdi. Gök kubbenin altında bir tek denizler toplanmıştı. Hepsi bu kadardı. Gök kubbenin altında olup şekil almış. azıcık da olsa işitilebilir, hareket eden veya akan veya koşuşturan hiçbir şey yoktu. Etrafta bir tek hiçlik vardı. Sadece sular bir araya gelmişti. Yalnızca deniz yerini almıştı, kabaran tek bir deniz vardı. Aslına bakılırsa başka türlü var olan hiçbir şey yoktu. Sadece dişi ve erkek yaratıcı vardı.
Yaratıcı ve Yapıcı. Çocukları taşıyan Yapıcı ile çocukların babası Yaratıcı. Uçsuz bucaksız suların üzerinde dururdu Bilgelik ve kudret onların özünü oluştururdu. Ayrıca orada gerçekten bir Cennet ve Cennetin Kalbi vardı. Bu, Tanrı'nın adıydı. O'nun ismi bu şekildeydi. 

Tanrı, sözlerini Yaratıcı ve Yapıcı ile paylaştı. Karanlık ve gecenin hüküm sürdüğü yerde Yaratıcı ve Yapıcı ile konuştu. Kendi aralarında konuştular, düşünüp taşındılar. Birbirlerine nasihatler vererek fikirleri arasındaki uyuşmazlıkları giderdiler. Orada, günün ağarması ve insan kavramları gün yüzüne çıktı. Bunun ardından tabiatın yeşermesi canlıların türemesi ve gece ve gündüz boyunca insanoğlunun var olması hakkında kararlar alındı. Huracan isimli Cennetin Kalbi olan yaradanın kudretiyle anlatılanların hepsi gerçekleşecekti. Huracan'ın ilk belirişi "Şimşek" ile oldu. İkincisi "Yıldırım" üçüncüsü ise "Yeşil Işıltıydı.". Cennetin Kalbi bu üç imge ile kaplandı. Ardından Yaratıcı ve Yapıcı'ya ışık ve hayatı masaya yatırma sırası geldi. Hayatın ve ışığın tohumu ne şekilde atılacaktı?. Bizlerin gözeticisi ve koruyucusu kim olacaktı? Bir şekilde gerçekleşecekti!. Bunun üzerine kafa yoracaksın!. Yeryüzündeki sular çekilerek azalacaktı!. Dünya şeklini alacak dengeye ulaşacak, böylece hayat başlayıp cennette de dünyada da ışık olacaktı. İnsanoğlu ne bir ihtişam, ne bir nam ne de bir görkem olmadan yaratılacak, hayata gelecekti. Böyle bir karar verdiler.

IAMX / Chris Corner

IAMX - Dead in this house

I place a delphinium, Blue, upon your grave



Gökmavisi denizlerde
İnci avcıları

Ölüler adasını yalayan
Derin sular

Mercan limanlarda
Amfora altın döküyor

Kıpırtısız denizdibinin üzerine
Orada yatıyoruz

Unutulmuş gemilerin kabaran
Yelkenleriyle yelpazelenerek

Derinlerden gelen
Hazin rüzgarlarla savrularak

Yitik Oğlanlar
Sonsuza kadar uyuyorlar

Candan bir kucaklaşmada
Tuzlu dudaklar değiyor birbirine

Denizaltı bahçelerinde
Serin mermer parmaklar

Antik bir gülümseyişe dokunuyor

Denizkabuğu sesleri
Fısıldaşıyor

Derin aşk med cezirle
sonsuza kadar sürükleniyor

Onun kokusu
Ölümüne yakışıklı

Güzelliğinin yazında

Blue jean'i
Ayak bileklerinde

Hortlaksı gözümde mutluluk

Öp beni dudaklarımdan
Gözlerimden

Adımız unutulacak zamanla

Kimse işlerimizi hatırlamayacak


Hayatımız bir bulutun
son izleri gibi kaybolacak

Ve güneşin ışınlarıyla kovalanan bir sis gibi
Dağılıp gidecek

Çünkü bir gölgenin geçişidir zamanımız

Ve hayatlarımız, kıvılcımlar gibi,
Ekin saplarının arasından çakıp gidecek.

Mezarının üstüne bir hezaren bırakıyorum,
Mavi.

Çeviri: Meltem Ahıska
...


Blue




İmge, ruhun hapishanesi, senin kalıtımın, eğitimin, kötülüklerin, heveslerin, niteliklerin, psikolojik dünyan.

Yürüdüğüm göğün ardına geçtim. Bulmaya çabaladığın nedir? Mutluluğun sırrına erilmez mavisi. 

Boşluğun astronotu olmak için, sana güven vererek hapseden rahat evini terk et.

Unutma, 


Gidiyor olmak ve sahip olmak sonsuz değil. Giriş, gelişme, ve sonu doğuran korkuyla savaş. Mavi için sınırlar ve çözümler yoktur. 

Zaman, ışığı bize ulaşmaktan alıkoyandır.

DEREK JARMAN


İbne olmak iyi de, ne zaman kendinizden, sözetseniz, herkes sessizliğe gömülüyor ve bu konuyu kapatmanızı bekliyor. Bizim için seks hakkında konuşmak, bizim hakkımızda hiç konuşmamış ve hatta bizim kendi hakkımızda konuşmamıza izin vermemiş bu dünyada kendimizi tanımlamak çok önemli. Eğer insanlar bunu anlayamıyorsalar, çok aptallar.

Straıghtler, bizden, çocukları baştan çıkardığımız ve ahlaklarını bozduğumuz için, korkuyorlarmış. Biz hep böyle olduk onların gözünde, çocuklara doğru olanın her zaman bize doğru olarak belletilen olmadığını anlatmak istedik çünkü. Çocukların ahlaklarını bozma işinde ben de yer aldım: Sebastıan filmini de bunun için yaptım, genç erkeklerin önünde farklı bir seçenek olabilsin diye. Başka bir dünyaya açılan kapılar olabileceğini göstermek istedim.

"Beni" yaratmak çok önemlidir. Geçmişte yaşamış ünlü kişilere bakıp, "acaba gayler miydi?" diye düşünmek... Onların benzer cinsel tercihleri olmuş olabilir ama gay kavramı 20. Yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış bir kavramdır. Açıkçası, bu kavrama kendimi yakın hissetmedim hiç, bana, hep, yanlış bir iyimserlik sunuyormuş gibi geldi. Gay, ibne, homoseksüel (eşcinsel) bütün bu adlar sınırlayan etiketler. Bunlardan kurtulabilmeyi isterdim. Elbette biz karar vermeliyiz hangi isimleri, nasıl ve nerede kullanacağımıza. "Aynı cinsiyet ilişkileri" nasıl Belki de bu en iyisi.

Eğer hetero toplumun ötesine geçmek istiyorsanız, cinselliği yeniden yaratmak durumundasınız. Kendimi straıght arkadaşlarımın hayal bile edemeyeceği bir şekilde yaratmalıyım.

Birbirleriyle yıllardır konuşmayan insanların evliliklerini sürdürdüklerini gördüm. Konuşmadan birlikte yaşayabiliyorlar. Aynı cinsiyetten insanların birlikte oldukları dünyada, eğer artık konuşmuyorsanız, her şey bitmiş demektir. Birbiriyle hiç konuşmayan iki erkeğin birlikte yaşamalarının hiçbir anlamı yoktur, tabi eğer mülkiyet ilişkilerinin tuzağına düşmemişlerse.

Evet, aslında bütün erkekler eşcinseldir. Bazıları sonradan straıght olur. Straıght bir erkek olmak çok tuhaf olmalı, çünkü o durumda cinselliğiniz kaçınılmaz olarak ve umutsuzca savunmaya dönuktür. Irksal bir temizlik ideali gibi kof ve anlamsız. Kendimi düzdürene kadar, dengeli bir erkekliğe kavuşamadım. Korkularınızı aşabildiğinizde, gender'ın (toplumsal cinsiyet) bir hapishane olduğunun farkına varırsınız. Hetero seksüel erkeklerle karşılaştığımda biliyorum ki, eksik kalmış bir aşkı yaşıyorlar. Bir araştırmada çıkan sonuç, erkeklerin %50'sinin hayatlarının bir döneminde eşcinsel deneyimleri olduğunu açıkça gösteriyor. Fakat birçok erkek, kendi arzularının çok geç farkına varabiliyor ve artık her şey için çok geç olabiliyor: Çoğu evliliğe saplanıyor ve çoluk çocuğa karışmış oluyor. Böyle bir yaşama son vermek kolay olmadığından, kendi "erkek" kulüplerine gidiyor, futbol oynuyor ve tümüyle erkek bir çevrenin içinde sosyal hayatlarım yaşıyorlar.

Hetero toplumu istemeye istemeye kabul etmeye zorlanıyoruz ve bu, bizim için büyük bir talihsizlik. Sessizlik, gençlerin korku içinde yaşamaları anlamına geliyor. Belki de, heteroseksüellerin gerçekten protesto edecekleri bir şey yok, ne de olsa varoluşları yirmi dört saat aşağılama ve tecavüze uğramıyor. Bırakalım onları kendi aile yaşamlarının aksayan yanlarını saklamaya ve savunmaya devam etsinler, fakat bizim ilişkilerimizin tanınmadığı ve aşağılandığı gerçeğini -ki bu bir insan hakları ihlalidir- artık kabul etsinler.

Sonunda straight erkeklerin aşklarının boş ve anlamsız olduğunu farkettim, fakat gay barlardaki genç erkekler de değıldi benim hoşlandıklarım. Aslında aradığım tek şey gözlerde bir kıvılcımdı. Cinsel organlarla sınırlanmış bir cinsellik bana göre değıldir ve cinsellikte çekici olabilecek tek şeyin kamışlar olabıleceği gibi bir şeyi düşünmek bile beni dehşete düşürüyordu. Hiç porno magazinleri almadım, onlara bakmaktan hoşlanmış olsam da, benim için asla gerçek olanın yerini tutan şeyler olmadılar. Degişik insanlarla tanıştım, onlarla düşüncelerimi paylaştım. Herhangi bir insanın yerleşik bir ilişkiye arzulayabileceği düşüncesi bana garip geliyordu. Tabi, uzun süreli ilişkileri olan arkadaşlarım da olmuştu, ama bu, bir avantaj olarak mı görülmeliydi? Bu tıp ilişkiler yaşamımda çok sonraları olmaya başladı. Gene de, o zamanlar aşık olmadığım için asla pişmanlık duymadım. Biraz macera meraklısıydım. Tanıdığım herkes, birbirini tanırdı, birlikte olduğum herkes birlikte olmuştu. Hep birlikte yaşayan bir kuşak gibiydik, bir aile gibi değil. Bu işin heyecan verici yanı, farklı görüşleri ve deneyimleri olan yeni insanlarla tanışıyor olmamdı. Hetero toplum, yaptığımız tek şeyin, birbirimizin ağzına kamışlarımızı sokmak olduğunu sanıyordu. Oysa o kamışları ağzımıza almadan önce, düşüncelerimizi  deneyimlerimizi paylaşıyorduk. Hetero toplumun bizim
varlığımızdan korkuya kapılması da bundandı, bizim bedenlerimiz yaşayan bedenlerdi. Bizi reddetmeleri ve bizden nefret etmeleri, bizim yaşam biçimlerimizden korkmalarından
kaynaklanıyordu.

Hiç şüphe yok ki, isyan eden bir kuşak, toplumun baskılarına bir panzehir olarak, grup seksleri ve alemleri de beraberinde getiriyordu. Hetero toplum, medyayı da denetim altında tuttuğundan, kendi ahlakına ve tek eşliliğe övgüler yağdırıyor ve bunu bize karşı kullanıyordu. Polisin "çürümüş" saunaları basması ve medyada bütün bunların duyurulması, memnuniyetle karşılanıyordu, ama saunaların varlığı da toplumsal baskıların bir sonucuydu.

60'ların ibneleri, ve sonrakiler, daha sonraları saygınlık kazanabilmek ve onaylanabilmek için kendilerini cilalayarak baskılara göz yummaya, ılımlı olmaya başladılar. Oysa ibne olmak, asla saygınlık getirmez, şık elbiseler içinde olsanız da. iyi ahlaklı şehir kraliçeleri, parlak ve son moda elbiseleriyle kendilerini onaylatabilme telaşı içinde herhangi bir şeyi değiştirmekten acizdiler. Tutucu ve geleneksel oldukça, sakladıkları yaşamları daha ümitsiz bir hal aldı. Buna karşı çıkmak için sesini biraz yükselten biri çıktığında, kendi topluluğumuzun "tek sesliliğini” bozmaya çalışmakla suçlandı.

Daha sonraları, Stonewall adı çalındı ve bizim ayaklanmamız bazılarının çay partilerine dönüştü. Oysa Stonewall. New York'ta Christopher Street'te, aynı adı taşıyan bir barın önünde 1969'un yazında yaşanan bir isyandır. Tarihte ilk kez, ibneler, taşlar ve şişelerle kavga çıkarıp arabaları yakmışlardı. Şimdiyse, aslında kapalı bir oda, bir centilmenler kulübü olan ve her türlü kararın, kendi iğdiş edilişinden zevk duyan cahil bir toplum için demokratik olmayan yollarla alındığı İngiliz hetero siyasetine kötü bir biçimde eklemlenmiş durumdayız. Kendi politikalarına göre başarının tek ölçütü tek sesli bir gay topluluğu oluşturabilmekti. Fakat bizim yaşamlarımız çoğuldur. Her zaman da öyle olmuştur. Cinsellik çeşitliliktir. Her orgazm kendi özgürlüğünü beraberinde getirir.

Kişisel ol(a)madığı sürece cinsel özgürleşmenin olamayacağını hissediyorum hala. Kendimizin  kim olduğunu keşfedebilmek ıçin mücadele etmeniz gerekir. Yalnızca bir gruba katılmanın, ne olmak istediğimiz konusunda konuşmalar yapmanın bir anlamı yoktur.

AIDS'in ironik yanlarından bir de cinsellik hakkında konuşulmasına neden olması, ama dürüst olarak değil. Medyada hala dezavantajlı bir konumdayız. Virüs ortaya çıkalı on yıl kadar oldu ve HIV Vietnam'dakınden daha fazla insanın ölümüne sebep oldu. HIV pozitif olduğum 22 Aralık 1986 günü belli oldu. Kendimden korktum, diğer insanlar için potansiyel bir ölüm sebebiydim artık. Test sonuçlarını gizli tutmam istendi ve ben daha ilk gün bu durumu kamuya açıkladım. Hayatın akıp gidişini izliyorum şimdi, insanlar aşık oluyor ve ben artık bunun bir parçası olamıyorum. Başka bir dünyada yaşıyorum, kimseye ait olmayan bir dünyada. Toplama kampları bizim kafamızın içinde, gerçek olmalarına gerek yok. Ve biz, HIV pozitif olanlar da başka türlü bir toplama kampında yaşatılıyoruz. Ölümden, korkmuyorum, ama ölüyor olmaktan korkuyorum. Acı morfinle azaltılabilir, fakat toplum tarafından dışlanmanın getirdiği acı kolayca yok edilemez.

Yalnızlıkta bir teselli buldum. Hastane düşüncesi ve ölümümün toplumsallaşması beni mutsuz ediyor, tüm bu yeni insanlarla tanışmak zorunda olmak ve şen şakrak bir eğlenceye maruz bırakılmak beni dehşete düşürüyor. Barlardan da nefret etmişimdir hep. Oralara yalnızca genç erkekler için gittim, başka bir şey için değil, Hep bir münzevi gibi yaşadım. Sebastıan filmini çekerken, İtalyan kostüm tasarımcısı Umberto Tırellı, bir akşam yemeği sırasında el falıma bakıp bana: "Sen bir yabancısın Derek, vahşice öleceksin" demişti. En kötüsü hastalık değil, ölümümün kurumsallaşması.

Virüs 8O'ler boyunca yaşamlarımızın merkezine doğru bir yol açmaya başladı kendine, tıpkı yeni sağın Britanya yaşamına bulaşması gibi. İlk söylentileri 8O'lerın hemen başında duyduk, Berkeley'dekı arkadaşım Ron Wrıght'la 1983'ün Ağustosunda ilk ciddi tartışmayı yaptığımı anımsıyorum virüs hakkında. Ron, San Francısco'da sorunun çok ciddi olduğunu söylemiş ve hamamlardan uzak durmamı önermişti.

Sonra 1984'te arkadaşlarımdan biri zatürreden öldü. Hiç kimse, doktorlar bile, virüsün kurbanı olduğunu düşünmemişti. Aynı ayın bir öğleden soması Howard'la karşılaştım. On yıl önce Danimarka'da yaşamak için Londra'dan ayrılmıştı. Sağlıklılığın bir resmi gibiydi, bronzlaşmıştı ve gülümsüyordu. "Nasılsın, Harika görünüyorsun!" dedim. O zaman, insanlarla karşılaştığımda bu tıp sorular sormamam gerektiğini öğrendim. Gülümsedi. Çok hoş bir gülümsemesi vardı. "AIDS'im, Derek" dedi. Hiç şaşkınlık belirtisi göstermemeye çalıştım. Ne yapabileceğimi bilmiyordum. Yürürken gömleğim kaldırdı ve bana Kaposi'sını gösterdi, bu hastalığın semptomlarını ilk görüşümdü.

İyi tavsiyelere uyarak, birbirimizi arzu ettiğimiz gibi sevmekten vazgeçtik. Seksi, güvenli, daha sonra daha da güvenli ve en sonunda hiç yapmamaya başladık. Bütün düşüncelerim çok kökten bir değişikliğe uğruyordu. Hetero toplumun donuk ve kayıtsız olduğunu hep düşünmüştüm ve şimdi ne kadar da haklı olduğumu görüyordum. İsteyerek ya da kayıtsız kalarak hepimizi öldürdüler. Kıng's Cross metro istasyonunda insanların öldüğünü izledik haberlerde. Hiç hesapta olmayan bir ölüm şok eder insanı. Fakat böyle ölmek, bir bakıma, kolaydır da. Birkaç saniyede yanarak çok çabuk ölebilirsiniz. Ama HIV çok farklı. İntiharı düşünebilirdim. Hiç üzerinde düşünmemiş olmama karşın, gerçekleştirmenin zor olduğunu sanmıyorum. Ölüme yaklaştıkça, zamanı takmamayı öğrendim. İnsanlar acele ederek kazandıkları 30 dakikayla ne yapıyorlar ki? Öldüğünüzde zaman kaybolur.



*
Derek Jarman
 (1942 - 1994)

Amor Vincit Omnia


The Last of England'dan bir sahne
 (Derek Jarman, 1988)



Amor Vincit Omnia (Caravaggio, 1602)

The Clearing with Derek Jarman

Angelic Conversation





Angelic Conversation 
(1985, Derek Jarman)





Güneşin sabırsız gençleri

Sayısız renkle yanan

Taraklar geçiriveriyorlar saçlarından

Banyo aynalarının karşısında

Birbirilerinin içinde eriyerek ve modaya uygun düzüşüyorlar

Zümrüt yeşili lazer ışınlarının içinde dans edip

Nükleer üreticilerden fışkıran spermlerle

Sayfiye çarşaflarının üstünde çiftleşiyorlar

Ne günlerdi onlar.


*
Blue'dan

Angelic Conversation



Med cezirle birlikte karanlık çöküyor

Yıl takvimden kayıyor

Öpüşünün alevi yükseliyor

Gecede çakılmış bir kibritin

Alevi yükseliyor ve sönüyor

Uyuklamam bölündü






Bir daha öp beni

Öp beni

Bir daha öp beni  Bir daha



Yetmiyor hiç

Obur dudaklar

Veronika mavisi gözler


Mavi gökler



Angelic Conversation
(1985)

Ben bir Gay Değilim





Bir erkeğimsiyim

Göte dalan

Büyük çük düşkünü

Pek menfi davranışlı

Kıç yalayan bir Psikoibne

Mahremiyet sineklerini taciz eden

Lezbiyen oğlanları düzen

Sapkın bir heterocin

Ölümle

sidik yarıştıran

Ağzına alan

Normalmiş gibi davranan

Taşak sızlatan kötü tavırları

Delikanlıca nemfoman bir politikası

Akrabalarla cinsi münasebet ve

Yakışıksız terminoloji kabilinden


Cüretkâr cinsiyetçi arzuları olan

Lezbiyen bir erkeğim

Ben bir Gay Değil'im

*
Blue, Derek Jarman 




Gay kavramı 20. Yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkmış bir kavramdır. Açıkçası, bu kavrama kendimi yakın hissetmedim hiç, bana, hep, yanlış bir iyimserlik sunuyormuş gibi geldi. Gay, ibne, homoseksüel (eşcinsel) bütün bu adlar sınırlayan etiketler. Bunlardan kurtulabilmeyi isterdim. Elbette biz karar vermeliyiz hangi isimleri, nasıl ve nerede kullanacağımıza. "Aynı cinsiyet ilişkileri" nasıl Belki de bu en iyisi.

Eğer hetero toplumun ötesine geçmek istiyorsanız, cinselliği yeniden yaratmak durumundasınız. Kendimi straıght arkadaşlarımın hayal bile edemeyeceği bir şekilde yaratmalıyım.

 aslında bütün erkekler eşcinseldir. Bazıları sonradan straıght olur. Straıght bir erkek olmak çok tuhaf olmalı, çünkü o durumda cinselliğiniz kaçınılmaz olarak ve umutsuzca savunmaya dönüktür. Irksal bir temizlik ideali gibi kof ve anlamsız. Kendimi düzdürene kadar, dengeli bir erkekliğe kavuşamadım. Korkularınızı aşabildiğinizde, gender'ın (toplumsal cinsiyet) bir hapishane olduğunun farkına varırsınız. Hetero seksüel erkeklerle karşılaştığımda biliyorum ki, eksik kalmış bir aşkı yaşıyorlar.

 Gay barlardaki genç erkekler de değildi benim hoşlandıklarım. Aslında aradığım tek şey gözlerde bir kıvılcımdı. Cinsel organlarla sınırlanmış bir cinsellik bana göre değildir ve cinsellikte çekici olabilecek tek şeyin kamışlar olabileceği gibi bir şeyi düşünmek bile beni dehşete düşürüyordu. Hiç porno magazinleri almadım, onlara bakmaktan hoşlanmış olsam da, benim için asla gerçek olanın yerini tutan şeyler olmadılar.

Aids


Virüse karşı savaşı kazanamayacağım. 'AIDS'le yaşamak' gibi sloganlara rağmen. Virüse sağlıklılar el koydular, böylece onlar şarap rengi deniz üzerindeki Ithaka'ya ulaştırmak için larvalarına yorgan sererlerken, bizim AIDS'le birlikte yaşamamız gerek. Bu duyuları keskinleştiriyor ama başka bir şey kayboluyor. Teatrallikte boğulan bir gerçeklik duygusu. Kör düşünmek, kör olmak. Arkadaşlarım o kobalt mavisi nehri nasıl geçtiler, sandalcının parasını neyle ödediler? Bu kuzgun karası göğün altında, çivit mavisi kıyıya doğru yola çıktıklarında kimileri gözleri geride kalarak ayakta öldü. Siyah arabayı çeken cehennem tazılarıyla Ölümü gördüler mi, mavi-siyah berelenmiş, ışığın yokluğunda giderek kararırken, borazanların kulak paralayan sesini duydular mı?

Derek Jarman and his partner Kevin Collins, also known as
H.B. in Jarman’s last film Blue (1994).


Virus amansızca kol geziyor. Artık hiçbir arkadaşım yok ki, ölmüş ya da ölmekte olmasın.
Mavi bir ayaz gibi yakaladı onları. İşteyken, sinemadayken, yürüyüşlerde ve de plajlarda. Kilisede diz çökmüşken, koşarken, uçarken, susarken ya da slogan atarken. Gece terlemeleri ve şiş bezelerle başladı. Sonra yüzlerine siyah yaralar yayıldı, tüberküloz ve zatürreenin ciğerlerine, toksoplazmanın beyinlerine indirdiği balyoza karşı nefes almak için mücadele verirken. Refleksler karıştı tropikal ormanlardaki sarmaşıklar gibi başa yapışmış saçlardan ter boşandı. Sesler kaymaya başladı ve sonra tamamen kayboldular. Kalemim fırtınada bir o yana bir bu yana savrularak kağıdın üzerinde bu hikâyeyi kovaladı. Duyarlılığın kanı mavidir. En mükemmel ifadesini bulmaya adıyorum kendimi.

*
Blue'dan