Le Tourbillon / John Zorn


Sözcükler

Dil dokunduğu her şeyi kaçınılmaz olarak yabancılaştırır.

Dilin bittiği yerde susmak gerekirmiş, oysa ben dilimi çoktan bitirdim, dilimin üstündeyim, sözcüklerin gerçek olmadığına idrak ettikten sonra dillenmeye başladım zaten, bundandır kendi dilime yabancılığım, bundandır dile yabancılığım, bundandır anlaşılmazlığım. "Sözcüklerin bir anlamı olduğunu sananlar, domuzdurlar" demişti Artaud. Eklemek gerekir: Sözün egemenliğinde yaşayan bu domuzlar, akıllı bile değildirler. Bir sözü sonuna kadar düşünebilecek psikolojik cesareti gösterebilseler, o sıcak vajina gübresini terkedip kendilerini yeniden doğuracaklar. Boş konuşuyorum, boşuna konuşuyorum, kendimi bile aldatamıyorum. Her sözcük soğuk bir penisin sıcak bir vajina arayışıdır. Ben bu işte yokum. Gübreye her girişim, bir an önce çıkış yapma isteğimdendir. Ben hiç bir işte yokum. Ben yokum.

Beni Dil ötesinde gör.


İlgili Okumalar:


HİÇ


H. İbrahim Türkdoğan
Sınır Ötesi Tümceler

DİL

Dil.
H.İbrahim Türkdoğan









CİNSELLİK

Cinsellik.
H. İbrahim Türkdoğan






ÇİMEN YAPRAKLARI


"Miras bırakıyorum kendimi toprağa, canım çimen olarak çıkayım diye,
Beni görmek isterseniz yeniden bakın ayakkabılarınızın tabanına..."


çeviriler: Fahri Öz

Neler geçiyor aklımdan seni düşününce, Walt whitman...

SANA...


Eğilip gönlümce aylaklık ediyorum bir yaz çimenini inceleyerek...



Aylaklık ediyorum ve davet ediyorum ruhumu, 
Eğilip gönlümce aylaklık ediyorum bir yaz çimenini inceleyerek.

Sen deniz! Kendimi sana bırakıyorum...



Sen deniz! Kendimi sana bırakıyorum—tahmin ediyorum ne demek istediğini,

Sahilden izliyorum davetkâr kıvrık parmaklarını, Biliyorum bana dokunmadan geri dönmeyi reddediyorsun, Sarmaş dolaş olmalıyız birlikte, soyunuyorum, acele ediyorum karadan uzaklaşmak için,

Altıma yastık koy yumuşacık, salla beni dalgalı uykunda, Şehvetli sularınla ıslat, karşılığını verebilirim sana.

Arzu, arzu, arzu,
Hep doğurgan arzusu dünyanın

Şu muğlaklığın ötesinde zıtlık ilerleme demektir; her zaman madde, çoğalma, her zaman cinsellik,
Her zaman kimliğin dokunması demektir, her zaman üstünlük, her zaman üremesi hayatın.


Çimen Nedir?



"Bence bir çimen yaprağı küçük değildir yıldızların yolculuğundan"

Borges'in Whitman'ı

Walt Whitman'ı Cenevre'de Johannes Schlaf'ın Almanca çevirisi aracılığıyla (“Als ich in Alabama memen Morgengang machte " - "As I have Walk'd in Alabama my morning walk") tanıştım. Hiç kuşkusuz, Amerikalı bir şairi Almanca okumak o zaman çok saçma gelmişti ve hemen Londra'dan bir Çimen Yaprakları istetmiştim. Gönderilen kitabı hâlâ anımsıyorum, yeşil ciltliydi. Whitman'ı bir süre yalnızca büyük bir şair olarak değil, tek şair olarak gördüm. Daha doğrusu, 1855'e kadar dünyanın bütün şairlerinin eninde sonunda Whitman’a vardığını, ona öykünmemenin cahillikten başka bir şey olmadığını düşünüyordum. Böyle bir sanıya, daha önceleri de, şimdi artık hiç katlanamadığım Carlyle'ın düzyazısı ve Swinburne'ün şiiri karşısında kapılmıştım. İçinden geçtiğim evrelerdi bunlar. Daha sonraları da, belli bir yazardan müthiş etkilendiğim benzer deneyimler yaşayacaktım.

1919-20 kışını Sevilla'da geçirdik. İlk şiirim de Sevilla'da yayınlandı. “Denize Övgü” adlı şiirim, Grecia dergisinin 31 Aralık 1919 tarihli sayısında çıktı. Şiirde, Walt Whitman olabilmek için elimden geleni ardıma koymuyordum:

Ey Deniz! Ey mitos! Ey güneş! Ey sonsuz dinginlik! Biliyorum neden sevdiğimi seni, ikimiz de çok yaşlıyız yüzyıllardır tanıyoruz birbirimizi...

Ey Proteus, senden doğmuşum ben-İkimiz de zincire vurulmuş, yollara düşmüşüz,
yıldızların özlemindeyiz ikimiz de, ikimiz de umut ve Düş kırıklığı yüklüyüz...!


Bugün artık deniz neredeyse aklıma bile gelmiyor, yıldızların özlemini çektiğimi düşünemiyorum bile. Yıllar sonra, Arnold Bennett'ın “üçüncü sınıf muhteşem” deyimini gördüğümde, ne demek istediğini hemen anlayacaktım tabii. Yayınladığım tek şiir bu olduğundan, birkaç ay sonra Madrid’e gittiğimde orada herkes bir deniz şairi gözüyle baktı bana.

Ot Sapları / Upton Sinclair

Upton Sinclair'in
 bir yazısından:


 Whitman'ın eserine koyduğu «Ot Sapları» adı insan ruhuna sembol olarak 
en bayağı ve en göze çarpmaz doğa ürününü seçtiğini ifade eder. 
Şair kendisi bu ot saplarından biriydi.



Walt Whitman’ın ana babası Long Island’ın uzak bir köşesinde çiftlik sahibiydi. Sonra baba marangoz olunca, daha o zaman ufak bir şehir olan Brooklyn’e göç ettiler. Oniki yaşındayken Walt bir büroda müstahdem oldu. Çok okuyordu, mürettiplik öğrendi, sonra öğretmen ve hatip oldu. Abolitionist, içki düşmanıydı ve kafasında daha bir çok «heves ve merak» vardı. Ağır, biraz inatçı bir delikanlı olarak ordan oraya dolaşıp çeşitli insanlar tanıyor, hayatı ilgi ile seyrediyor ama büyük başarı umudu beslemiyordu. Redaktör olarak elde tuttuğu iyi bir mevkiyi esaret hakkındaki fikirleri yüzünden terketti. Walt bugün işçi hareketi içinde sık sık rastlanan, yeni bir tip yarattı: Yaşamak için en zaruri şeyleri kendi elinin emeği ile kazanıp geri kalan zamanında okuyan ve hayatı inceleyen adam! Walt'ın ailesi onu pek seviyor, fakat anlamıyordu; işsiz dolaşıp fikirlerinin arkasından koşarken onu tembel sayıyordu.

Fakat o dahiyane tabiatının itişiyle kendi yolunda yürüyordu. Mevcut bütün insan cinslerini tanımak, onlarla konuşmak ve kendini onlardan biri olarak duymak istiyordu. Tarla ırgatlarıyla birlikte çalışıyor, sandal ve vapur yolcularıyla gevezelik ediyor ve minibüs sürücüleriyle dost oluyordu. Gerçekten bütün Amerika’yı görmek istiyor, yavaş yavaş taa aşağıya, New Orleans’a kadar gidiyor ve geri dönüyordu. Edebiyatı da tanımak istediğinden -okuyordu; fakat daima kendi zevkine uyan ve hiç kimsenin etkisi altında kalmadan... Benliğini anlatmaya kalkışınca onun, edebiyatta hiçbir eşi olmayan bir benlik ve Amerikada duyulmuş olan seslerin en sarsıcısı olduğunu gösterdi.

Yeni ve hayati akımları, basımlarının yazılarından öğrendiğimiz çok olur. Ben kendi hesabıma Walt Whitman’ı, Güney devletlerinin sayılı bir centilmen şairi olan Sidney Lanier’in bir eserinden öğrendim. O burada Whitman’ın, demokrasinin sesi olduğu iddiasındaki saçmalığı ispat etmek istiyordu; kütleler bu eksantrik poezi için hiç bir ilgi duymuyorlar ve şairin ne istediğini anlamıyorlarmış.



Walt Whitman, Amerikan halkını gerçekten tanıyordu, kütlelerin kültürlü azlıktan farkını, kendinden önce hiçbir şairin bilmediği kadar biliyordu. Kütlelerin içinde muazzam içgüdüsel güçlerin saklı olduğuna inanıyor ve kendisinin, şair ve peygamber olarak, bu bilinçsiz kütle varlığını kavrayıp yönetebileceğini kabul ediyordu. Demokrasi yolu hazırlandığına, onun arzu ve duygularını ve kurum ve sanatlarda gerçekleştireceği sevgi, kardeşlik ve dayanışmayı ifade ettiğine inanıyordu. Seziş ve mistik gaipten biliciliğinin doğru olup olmadığını gelecek gösterecektir. Whitman’ın çağdaşları arasında iki tip herhalde bu konuda yargı veremezdi: Bilgisiz vo güvensiz ücret kölesiyle Georgia'lı - çiçekler, dereler vo kuşlar üzerine nefis ve fakat geleneğe uygun şiirler yazan - kibar efendi!

PORNO


PORNO gösterime açılan çıplak yaşamdır. Eros’un hasmıdır. Bizzat cinselliği tahrip eder. Bu bakımdan, ahlaktan bile daha etkilidir: “Cinsellik yüceltme, bastırma ve ahlakta değil, büyük ihtimalle, cinsellikten bile daha cinsel olan şeyde ortadan kaybolur: Porno'da.” Pornonun cazibesi “canlı cinsellikte ölü bir seks yapılması beklentisinden ileri gelir. Pornonun müstehcen unsurları seks fazlalığından değil, seks içermemesinden kaynaklanır. Bugün cinsellik, seksi haz düşmanı bir tutumla “kirli” bularak ondan kaçınan “saf aklın” değil, pornografinin tehdidi altındadır. Porno sanal bir mekânda yapılan seks değildir sadece. Bugün gerçek seks bile pornoya dönüşmektedir.

Bugün dünyanın pornografikleşmesi, onun kutsallığının bozulması (Profanisierung) olarak gerçekleşmektedir. Porno erotiğin kutsallığını bozmaktadır. (...)

















Kutsallığı bozma, ritüellerden ve kutsanmışlıktan arındırma şeklinde gerçekleşir. Bugün ritüel mekânları ve eylemleri giderek ortadan kayboluyor. Dünya giderek daha çıplak ve müstehcen bir hal alıyor. Bataille’ın “kutsal erotik”i, ritüelleşmiş iletişimi de temsil eder. "Bu erotikte ritüel kutlamalar ve oyunlar özel mekânlar olarak, imtiyaz mekânları olarak var olurlar. Bugün sıcaklık, samimiyet ve hoş uyarımlardan ibaret olmak zorunda bırakılan aşk, kutsal erotiğin tahribatı anlamına gelir. Pornoda bütünüyle bertaraf edilen erotik baştan çıkarma da, yanılsamalar ve şaşırtmacalı formların sahneye koyulmasıyla oynanır. Baudrillard da bu minvalde, baştan çıkarmayı bile aşkın karşısında konumlandırır: “Ritüel, baştan çıkarmanın düzenindendir. Aşk ritüel formlarının tahrip edilmesinden, onların azat edilmesinden ibarettir ...” Aşkın ritüellerinden arındırılması pornoyla sonuçlanır.

Yeni iletişim mecraları fantaziyi coşturmaz. Görsel enformasyon başta olmak üzere, yüksek enformasyon yoğunluğu onu daha da bastırır. Hiper-görünürlük hayal gücüne bir fayda sağlamaz. Görsel enformasyonu adeta azami düzeye çıkartan porno işte-böylelikle erotik fantaziyi harap eder.


*
Byung Chul Han
Eros'un Istırabı

*
bak:

EROS


...Depresyon narsisist bir hastalıktır. Depresyona yol açan şey, aşırı abartılı, hastalıklı bir şekilde çarpıtılmış bir "kendini referans alma"dır. Narsisist-depresif özne kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır. Dünyasız kalmış, Başka tarafından terk edilmiştir. Eros ve depresyon birbirinin karşıtıdır. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka'ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır.  

Lars von Trier’in Melancholia filmi kıyamet benzeri bir olayın, bir felaketin bildirilmesiyle başlar. Felaketin lafzi anlamı Unstern (Lat. Des-astrum) — kötü yıldızdır. Justine kız kardeşinin evinde gece gökyüzüne bakarken, daha sonra lanetli olduğu ortaya çıkan, kırmızı ışıklar saçan bir yıldız keşfeder. Melancholia, bütün uğursuzlukları harekete geçiren bir desastrum' dur. Bir yandan da iyileştirici, ıslah edici etkiye yol açan bir negatiftir. Melancholia bu bakımdan paradokslu bir addır çünkü gezegen, melankolinin özel bir türü olan depresyondan iyileşmeyi de beraberinde getirir. Justine’i narsisist bataklıktan çekip çıkaran atopik Başka olarak tezahür eder. Böylece ölüm getiren gezegenin etkisi altında serpilip gelişir Justine.

Eros depresyonu alt eder. Aşk ve depresyon arasındaki gerilimli ilişki başından itibaren Melancholia'nın film söylemine hâkimdir. Filmin müzikal çerçevesini oluşturan Tristan ve Isolde prelüdü aşkın gücünü çağırır. Depresyon kendini aşkın imkânsızlığı olarak sunar. Ya da, imkânsız aşk, depresyona yol açar. Justine’de erotik bir arzunun alevlenmesine yol açan atopik Başka da, Aynı’nın Cehennemine zorla giren “Melancholia” gezegenidir. Nehrin kenarındaki kayalıklardaki çıplak sahnede âşık insanın şehvetle parıldayan bedeni görülür. Justine ölüm getiren gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle kıvranmaktadır. Bu sahne Justine’in aslında atopik gökcismiyle ölümcül bir çarpışmayı arzuladığı izlenimi uyandırır. Yaklaşmakta olan felaketi, âşığıyla mutlu bir birleşme gibi beklemektedir. Burada kaçınılmaz olarak Isolde’ nin Liebestod'u gelir akla. Yaklaşan ölüm karşısında Isolde de şevhetle “dünyanın soluğunu üfleyen evrene” vermiştir kendini. Filmin tek erotik sahnesinde tekrar Tristan ve Isolde prelüdünün çalması tesadüf değildir. Bu prelüdde Eros ile ölüm, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde yan yana gelir. Yaklaşan ölüm, paradokslu bir şekilde Justine’i canlandırır. Onu Başka’ya açar. Narsisistik esaretinden kurtulan Justine şefkatle Claire’e ve oğluna yönelir. Filmin gerçek büyüsü Justine’in bir depresiften seven bir insana mucizevi dönüşümüdür. Böylece Başka’nın atopisi Eros’un ütopyası olarak çıkar ortaya. Lars von Trier filmin söylemini yönlendirmek ve özgül bir semantikle beslemek için maksatlı olarak ünlü klasik tablolara başvurmaktadır. Filmin sürrealist jeneriğinde, izleyiciyi derin bir kış melankolisine sokan Pieter Bruegel’in Karda Avcılar tablosunu gösterir. Tablonun arka planında, tıpkı tablonun ön planındaki Claire’in arazisinde olduğu gibi, kara parçası suyla birleşir. İki sahnenin benzer topolojisi Karda Avcılar tablosundaki kış melankolisinin Claire’in arazisine yayılmasını sağlar. Koyu giysili avcılar iki büklüm halde eve dönmektedirler. Ağaçlardaki kara kuşlar kış manzarasına daha da kasvetli bir görünüm verir, “Zum Hirsehen" adlı hanın, üzerinde bir azizin resmi olan tabelası yamulmuş, neredeyse yere düşmek üzeredir. Bu kış- melankoli dünyası tamamen ıssız bir yer etkisi bırakır. Sonra Lars von Trier’in gökyüzünden yağdırdığı kara döküntüler tabloyu adeta kundaklayarak kül eder. Bu melankolik kış manzarasının ardından Justine’in John Everett Millais’nin Ophelia ’sı gibi göründüğü, insanda tablo etkisi bırakan bir sahne gelir. Elinde bir çiçek demeti, güzel Ophelia gibi suyun üzerinde süzülmektedir.











Random Summer

Sıkıntı Üzerine Parçalar / Pessoa

Sıkıntı işssizliğin yarattığı isteksizlikten kaynaklanmaz,
herhangi bir şey yapmanın gereksizliğine yürekten inanmış
insanların başına gelen, çok daha ağır bir hastalıktır bu."



1 Aralık 1931

Sıkıntıya meyilli bir insan olarak, bugüne dek sıkıntının tabiatı üzerine kafa yormamış olmam çok tuhaf. Ruhum iki arada bir derede, hani insanın canı ne yaşamak, ne başka bir şey ister ya, işte o durumda. Ve aklıma ansızın gelen bu düşünceyi kullanarak –sıkıntının ne olduğunu hiç düşünmemiş olmayı– hayal kuracağım, yarı-düşünerek, yarı-hissederek her zamanki gibi biraz zorlama bir şekilde, sıkıntıyı tahlil edeceğim.

Sıkıntı, bir serserinin uyuklamasının uyanık bir insandaki dengi midir, yoksa bu uyuşukluktan daha soylu bir şey midir, gerçekten bilemiyorum. Sıkıntı sık sık musallat olur bana, ama bildiğim ve tespit edebildiğim kadarıyla belli bir kuralı yoktur. Bir pazar gününü hiç kıpırdamadan, zerre kadar sıkılmadan geçirebilirim; tam kendimi işe kaptırmışken, dışarıdan gelen bir bulut gibi aniden üzerime çöktüğü de olur. Sıkıntıyla sağlıklı olup olmamak arasında bağ kuramıyorum; benliğimin en görünür, açık bölümünde yuvalanan birtakım nedenlerden kaynaklandığını kabul edemiyorum.

Sıkıntı metafizik bir sıkıntının maskesidir, bilinmeyen, büyük bir hayal kırıklığıdır, hayatın penceresine hüzünle sürtünen sağır bir şiirdir demek – böyle ya da buna benzer şeyler söylemek sıkıntıyı renklendirir; tıpkı çocukların yaptıkları resimleri boyaması, sonra bir adım öteye geçip resmin dış çizgilerini silmesi gibi, ama bütün bunlar, boş kelimelerin düşüncenin mağaralarında çoğalan yankılarından başka bir şey kazandırmıyor bana.

Sıkıntı... Benliğimizde düşünen bir şey yokken, düşünmenin yorgunluğuyla düşünmek; hisseden hiçbir şey yokken, hissetme kaygısıyla hissetmek; istemeyi reddeden hiçbir şey yokken, istememenin yarattığı bulantıyla istememek – hepsi sıkıntının içinde ama sıkıntı değil, sıkıntının birer açılımı ya da metaforu. Sanki ruhumuzun şatosunu saran hendeklerin üzerindeki köprü birden kalkıvermiş, ama şatoyla komşu toprakların arasında durup sadece bakmak mümkünmüş, karşıya geçmek imkânsızmış gibi hissetmektir sıkıntı. İçimizin en derin yerindeki bizlerin yalnızlığıdır, ama onunla aramızdaki şey de hayatla aramızdaki derin uyumsuzluğu kuşatan, en az bizim kadar durgun, pis sularla dolu bir hendektir.

Sıkıntı... Istırapsız ıstırap çekmek, istek olmadan istemek, akıl yürütmeden düşünmek... Bir olumsuzluk şeytanının eline geçmeye, var olmayan bir şey tarafından büyülenmeye benzer sıkıntı. Derler ki cadılar ya da beceriksiz büyücüler tasvirlerimizi yapar, sonra onlara eziyet ederlermiş, birtakım astral transferler sayesinde de o işkenceleri biz de etimizde duyarmışız. Bu imgeyi anlaşılabilir bir bağlama taşıyacak olursak, sıkıntı birtakım şeytanların periler diyarında yaptığı büyülerin üzerimizdeki zararlı bir yansıması gibi görünüyor, ama şeytanlar bir tasvirim üzerinde değil, tasvirimin gölgesi üzerinde çalışıyorlar. Benliğimin en mahrem gölgesine, ruhumun içinin dışına yapıştırıyorlar kâğıt parçalarını ya da iğnelerini saplıyorlar. Gölgesini satan o adama, daha doğrusu satan adamın gölgesine benziyorum.

Sıkıntı... Çok çalışıyorum. Eylem yanlısı ahlakçıların toplumsal sorumluluk dediği şeyi yerine getiriyorum. Bu görevi ya da kaderi fazla zorlanmadan, pek hırgür çıkmadan sürdürüyorum. Ama kâh işimin ortasında, kâh gene ahlakçıların dediğine göre sapına kadar hak ettiğim üzere mola verdiğimde, ruhum birdenbire, zehirli kıpırtısızlığından taşıveriyor ve o an, yaptığım işten ya da dinlenmekten değil, kendimden usanıyorum.

Mademki kendimi düşünmüyorum, öyleyse niye kendimden usanıyorum? Hiçbir şey düşünmediğime göre başka neden usanabilirim? Muhasebe defterlerim ya da umursamazlığım yüzünden değersizleşen evrenden mi? Geleceği görme yeteneğine sahip ruhumda birdenbire özgün bir biçime bürünen evrensel yaşama acısından mı? Böyle yapıp da kim olduğunu bile bilmeyen bir varlığı yüceltmek neye yarar? Bu bir boşluk duygusu, yemek arzusu vermeyen bir açlık; çok sigara içince ya da hazımsızlığa uğrayınca beyinde, midede hissedilen basit duyumlar kadar da soylu.

Sıkıntı... Belki de aslında, inançtan mahrum bıraktığımız derin ruhumuzun tatminsizliği bu, tanrısal oyuncağını elinden aldığımız biz hüzünlü çocukların çektiği derin, büyük üzüntü. Belki de, kendisine kılavuzluk edecek bir ele ihtiyaç duyan, ama derin duyguların karanlık patikalarında, düşünememenin sessiz gecesinden, hissedememenin bomboş yollarından başka bir şey hissedemeyen varlığın kaygısı...

Sıkıntı... Tanrıları olan birini sıkıntı asla ele geçiremez. Sıkıntı, mitolojinin olmayışıdır. İnanç yoksa kuşku bile imkânsızdır, o halde şüphecilik bile şüphe duyma gücünden yoksun kalır. Evet, sıkıntı budur işte: ruhun kendine yalan söyleme yeteneğini yitirmesi, düşüncenin, gerçeğe uzandığı kesin olan, var olmayan merdivenin eksikliğini duyması.

YAZ

"Ama işte gökyüzünün gülümsemesi.
 Işık kabarıyor, yaz pek mi yakın?" 

Albert Camus



2018 / 2019

Rimbaud'nun Sessizliği



 "20 Kasım 1972'de, Fribourg'da, yaşlı Heidegger, Rimbaud konusunda gerçekten susmak ne demektir diye kendi kendine sorar. "Bu sessizlik. diye yazar, basit suskunluktan başka bir şeydir. Artık-konuşmamak, söylemiş-olmak demektir."
.
.
Ve ekler: "Rimbaud'nun neyi sustuğunu yeterince açık bir biçimde anlıyor muyuz? Ulaştığı ufku şimdiden görebiliyor muyuz?"
.
.
Belki.
Sadece şu kadar:

"Uykularımın ve en küçük hareketlerimin kaynaklandığı bu bölge."
.
.
Ya da daha basiti:
.
.
"Göğün ve gölgeliklerin kutsanmış mekânı."

*
Sollers

TANRISAL OĞLAN / Thomas Mann



Thomas Mann çocuklara ve genç erkeklere duyduğu eğilimi hiç saklamamıştır. İki oğlu Klaus ve Golo’nun da homoseksüel olması nedeniyle o bu konuyla kişisel ve toplumsal anlamda hep karşı karşıya gelmiştir. Gençlik yapıtından itibaren bunu Hanno Buddenbrook’un Kai Graf Mölln’e, Tonio Kröger’in Sarışın Hans Hausen’e duyduğu oğlan sevgisini, dahası Gustav von Aschenbach’ın güzel Tadzio’ya olan düşkünlüğünü öylesine kusursuzca tanımlanmıştır ki, sahip olduğu bir okuyucu kitlesinin büyük bir çoğunluğu bizzat yaşayarak veya henüz şekillenmemiş hayaller ve arzularla bu edebi figürlerle özdeşleşebilmiştirler — sanatın en basit etkisi ve bununla birlikte en kalıcı olanıda.

Thomas Mann'ın kişisel yaşantılarını yansıtmaya duyduğu eğilim, bir sonraki yapıtında daha büyük bir ölçüde artmış ve kendini yansıtan eleştirel Opus magnum’u için günlüğüne şu notu düşmüştür:

“Gözlemler”in benim homoseksüelliğimin bir ifadesi olduğundan hiçbir şüphem yok (17.9.1919)

O dönemde büyük bir hayranlık, hatta aşkla oğlu Klaus'un gelişimini izler ve on dört yaşında olan oğlu için şöyle söyler: "Oğluma aşık olmamın çok doğal olduğunu düşünüyorum." (25.7.1920). 

"Onu tümüyle çıplak gördüğümde, onun erkeklik öncesi parlak vücudunun yarattığı etkinin giderek bir sarsıntıya dönüştüğünü ifade eder (17.10.1920).

 Evliliğinde söz konusu olan heteroseksüel ilişkideki başarısızlığı ile ilgili kayıtlar çoğalır ve kadınsı olan her şeye karşı duyulan belirgin bir gerginlik gittikçe artar. Bayan bir dansçı için: "Sıkıcı hatta iğrenç. Böylesine kokuşmuş, zarif bir dişilikten sonra sokakta gördüğüm ilk genç adama daha çok hayranlık duydum" (23.3.1919). 

Bu gerginlik kendisini bir kez daha otuzlu yılların sonuna doğru, onu Washington'daki resmi çevrelerle tanıştıracak, saygın bir kişilik olan koruyucu Agnes E. Meyer’e karşı hissettirir. Eski günlüklerinde bu tür kaygılar şu soruda doruğa ulaşır: 

"Galiba dişiliğe hiçbir ilgim kalmadı" (25.7.1920)



 Bütün bunlar Thomas Mann’ın evlenmeden önce ve sadece ağabeyi Heinrich Mann’a anlattığı, kendisinden yaşça biraz küçük Paul Ehrenberg’le yaşadığı o coşkulu aşktan sadece on beş yıl sonra olur. Ancak ilerki yaşlarda, Doktor Faustus’da bu ilişki açıklanır ve Paul Ehrenberg, otobiyografik romanda yaşadıkları özel ilişkiyi sezdiren, natüralist ve karakteristik isim Rudi Schwerdtfeger olarak su yüzüne çıkar.

Thomas Mann’ı imparatorluk dönemindeki muhafazakârlığından koparıp onun demokratik bir liberalizmi benimsemesine neden olan Weimar Cumhuriyeti onun homoseksüelliğini de açığa çıkarır. Yapıtlarında cinsel arzularla ilgili daha açık seçik anlatımlara girer. Büyülü Dağ'da Pribiszlav Hippe’nin crayon'u (dolma kalem) henüz gelişmemiş ama leitmotif olarak vurgulanmış fallos sembolüdür. Sonra İncil’deki Joseph birçok kez, Potiphar’ın karısının çığlık atmasına neden olan feragat sahnesine kadar olağanüstü vücuduyla adeta tanrısal bir biçimde yansıtılır: "Onun gücünü gördü" Thomas Mann Lotte Weimar romanında Goethe’yi güçlü bir ereksiyonla uyandırır. Wiligis’in Gregorius’un (Seçilmiş), Kean Keaton'un (Baştan Çıkarılmış) ve Felix Krull’un cinsel arzuları kesinlikle fallosun etkisindedir. Hans Blüher’in Erkek Toplumunda Erotizmin Rolü adlı eserini Thomas Mann 1919’da okumuştur. "Tek taraflı, ama doğru" (Günlük. 17.9.1919) - o bu konuyu bir doktrine kadar vardırıyordu: homoseksüelliğinin aslında Alman dünyasına ait olduğunu. (Günlük, 12.7.1934).


Satraplık


Nasıl bir felakettir ki böyle
güzel ve yüce işler için yaratılmışken sen 
her zaman destek ve başarıyı 
şu haksız yazgın esirgedi senden; 
hep engelledi seni bayağı alışkanlıklar 
küçüklükler ve ilgisizlikler...

Başka şeyler isterdi oysa ruhun, 
ağlardı onlar için; 
halkın ve Sofistlerin Övgülerini o
erişilmesi zor, o paha biçilmez alkışları,
Agora’yı, Tiyatro’yu ve Defne taçlarını.
Bunları nasıl verebilir Artakserkses sana, 
bulunur şeyler mi bunlar bir satraplıkta; 
ve yoksa bunlar, hayat mı denir yaşadığın hayata?

"Küçük Münih'li" / Thomas Mann

Thomas Mann, yetmiş bir yaşında, Zürich’teki Grand Hotel Dolder’de çalışan genç bir garsona aşık olur. Eşi Katja ve kızı Erika buna katılır, hatta randevu bile ayarlarlar ama bu gizli ilişkinin en büyük tanığı birçok uzun, kısmen duygusal notlarla doldurduğu günlüğü olur: 

"Sevincim, sevgi arayışım, aşık olmam gün boyu coşkun ve heyecanlı (8.7.1950)

 Küçük "Münihlinin" günlük her servisi (29.6.1950) detayıyla deftere kaydedilir: 

Kısa bir uykudan sonra muazzam yetki ve uyandırma. Olsun, bütün bunlar senin şerefine, budala! Yaşıma rağmen canlı olmam ve bu maceranın bütünü bir parça gurur taşıyor
(10.7.1950).

 Oysa ilk tanışma şöyledir: 
Münih'li garson, güzel... gösterişli bir Nazi (25.6.1950) - 


*
Klaus Schroter / Mann

*
İlgili Okumalar, Roland Barthes:

İstanbul Hatıraları "İşsizlik kötü şey vesselam!"


Der Lindenbaum (Ihlamur Ağacı) / Schubert




By the well, before the gate,
stands a linden tree;
in its shade I dreamt
many a sweet dream.

In its bark I carved
many a word of love;
in joy and sorrow
I was ever drawn to it.

Today, too, I had to walk
past it at dead of night;
even in the darkness
I closed my eyes.

And its branches rustled
as if they were calling to me:
‘Come to me, friend,
here you will find rest.’

The cold wind blew
straight into my face,
my hat flew from my head;
I did not turn back.

Now I am many hours’ journey
from that place;
yet I still hear the rustling:
‘There you would find rest.’


Hans Castorp’un gözdesi olan beşinci ve sonuncu parçaya gelmiş olduk. Bu Fransız müziği değildi artık – Alman müziğinin tüm niteliklerini taşıyordu. Operadan bir bölüm de değildi; bir şarkıydı, hem de çok özel bir şarkı. Özelliği, dünyaya kendine özgü bir düşünce ve ruhla bakışını pekiştiren, hem bir başyapıt hem de bir halk şarkısı oluşuydu. Bu kadar lafa ne gerek var ki! Schubert’in ‘Lindenbaum’uydu şarkı – bildiğimiz ‘Am Brunnen vor dem Tore’.

Bir tenor, piyano eşliğinde söylüyordu şarkıyı ve kaliteli ve duyarlı bir tarzı vardı; şarkının yalın ve yüce malzemesini sağduyuyla, duyarlı bir müzik anlayışıyla, anlamına özen göstererek vermeyi biliyordu. Bu olağanüstü şarkının, sanatsal bağlamda söylenmesiyle, halkın ve çocukların dilinde dolaşması arasında büyük bir fark olduğunu hepimiz biliyoruz. İkinci durumda, ana ezgi, yalınlaştırılarak art arda kıtaların söylenmesi demektir. Oysa, sanat olduğunda, orijinal ezgi üç tane sekiz dizeden oluşan kıtanın ikincisinde minörle değişikliğe uğrar, üçüncü kıta başladığında da majörle yeniden vurgulandıktan sonra, insanın başından şapkasını alıp götüren soğuk rüzgârlara terk edilip ortadan yok olur ve bu durum, şarkı sonuna dek söylenebilsin diye, kıtanın son dört dizesinde yinelenir. Ezginin en güçlü yanı, modüle eden ikinci yarıda, üç kez –üçüncüsü, “Ben, şimdi bazı saatlerde...” diye başlayan son kıtanın ikinci yarısındaki nakaratta olmak üzere– ortaya çıkar. Sözlerle güzelliğini bozmak istemediğimiz büyü şu dizelerde gizlidir: “Bazı bunun gibi sevgi sözcükleri. Sanki bana sesleniyorlar. Uzaklarda olduğum için.” Ve pırıltılı, sıcak tenor sesi, her kez, ustaca soluk alışıyla, bir hıçkırığı gizliyor, müziğin güzelliğine büyük bir duyarlılık katıyordu. Özellikle de, “Hep ona doğru...” ve “Burada huzur bulabilirdin...” derken, birinci kez, ‘bulabilirdin’i ciğerinden kopan bir dolulukla, ikincisinde de, en yumuşak bir flüt tonunda söylüyordu.