Aranıza giriyorum, şairiniz olacağım sizin...
Elektrikli Beden
WALTWHITMAN
Hissetmenin Tözü
Şair kendi bedeninin tarihini
yazar.
-Henry David Thoreau
WALT WHITMAN Amerikan İç Savaşı'nın konusunun beden olduğunu düşünüyordu. Ona göre Konfederasyon yanlılarının suçu siyahlara et yığını olarak davranmaları, onları bir et parçası gibi alıp satmalarıydı. Whitman'ın ilk kez New Orleans'taki bir köle pazarında idrak ettiği gerçek, bedenle zihnin ayrılmaz olduğuydu. Bir insanın bedenini kamçılamak ruhunu kamçılamak demekti.
Whitman'ın şiirlerindeki ana fikir budur. İnsanın bir bedene sahip olduğunu söylemek yanlıştır, zira insan bizzat bir bedendir. Hislerimizin maddi olmadığını hissetsek de, aslında başlangıç noktaları bedendir. Whitman tek şiir kitabı Çimen Yaprakları'na derisini ruhuyla doldurarak başlar, "koltukaltı kokum duadan daha güzel":
Birisi ruhu mu görmek istiyordu?
Buyur gör, kendi şeklini ve çehreni...
Bak! Beden içerir ve anlamın kendisidir, esas
Meseledir ve içerir ve ruhtur.
Whitman'ın bedenle ruhu meczetmesi devrimci bir fikirdi, anlayış bakımından da kullandığı serbest nazım biçimi kadar radikaldi. O dönemde bilimciler hislerimizin beyinden geldiğine, bedenin de hareketsiz bir madde yığınından ibaret olduğuna inanıyorlardı. Whitman ise zihnimizin tenimize bağımlı olduğu kanaatindeydi. "Eksiksiz biçim"imiz hakkında şiirler yazmaya kararlıydı.
Anne
Kafka:
Tutalım ki biri bana şöyle diyor: «Yaşamın ne değeri var? Ben ölmek istemiyorsam, yalnızca ailemi düşündüğüm içindir.» Ama aile yaşamı temsil eder; dolayısıyla, bu sözleri söyleyen, yaşam için hayatta kalmak istiyor demektir. Hani annem göz önünde tutulursa, benim için de geçerli görünüyor bu, ama ancak son zamanda. Ne var ki, beni böyle düşündüren şükran ve duygulanmışlık değil mi? Şükran ve duygulanmışlık; çünkü yaşına göre sınırsız denecek bir güç harcayarak benim yaşamdan kopmuşluğumu dengelemek için annemin nasıl çırpındığını görüyorum. Ama şükran da yaşam demektir.
Anı
"Balıkçı dediğin içinden konuşan adamdır, diyeceğim ama yanlış olur. Balıkçı kendi kendisine bile geveze değildir. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. İnsan geveze ise balıkçı değildir. Balıkçı ise geveze değildir. ... Balık sükûndan hoşlanır. Kendisi gibi ağzı var dili yok insandan haz eder."
(Ermeni Balıkçı ile Topal Martı)
Babam geldiğinden beri, bir hafta olacak, aralıksız her gün kalamara çıktık. Hava kararmaya yakın gidiyor, gece yarısı dönüyorduk. Ada kenarlarında, elli yüz metre açıklarında, bazen akarak, bazen de çapa atarak avlanıyorduk. Bir de zevkli oluyor ki tutması bu mereti, alışınca sen diyorsun gidelim diye, hava da güzel, iki tek rakı atarız, biraz da deniz ortasında balık tutarken hulyalara dalarız. Böyle demiyoruz tabi, babamla ne hulyası kuracağım, sus da diyorum bazen şu adayı dinleyelim, bak gün batmaya yakın dönüyor martılar, ada yamacına yuvalanmış hepsi, benek benek, çığlık çığlık ötüşüyorlar, dinle, ne güzel deniz, meltem, biz! Babam ne anlar, martı dinlemek istiyorsan buraya kadar gelmene gerek yok, git Ayvalık çöplüğü var orda dinle diyor.
Kapkara bir karanlık çöküyor denize geceleri, uzakta Ayvalık'ın ışıkları, daha uzakta Midilli, kalamara çıkmış birkaç teknenin pancar motorunun gürültüsü yarıyor karanlığı ortasından. Tekne sallanıyor, rakı midemizde yolunu buluyor, biraz kavun, biraz peynir var, başlarımız ve midelerimiz, ayaklarımız ve kollarımız var sonra. Canı yazmak istemediğinde balığa çıkan adam düşüyor aklıma ikide bir, onu düşünüyor, ona içiyorum.
Dibe zoka dedikleri sahte balık atıyor, bir elimizde misinayı birkaç saniyede bir sertçe yukarı doğru çekiyoruz, poşet gibi takılıyor şaşkın, bazen de aynı familyadan başka bir deniz canlısı sübye geliyor zokaya, kaplumbağaya benziyor bu, kalamar gibi değil, sevimli mahluk, ama para etmiyor, babam küfrediyor görünce, ben üzülüyorum, gizlice teknenin bordasında can verişini izliyorum.
Babamın emeklilik uğraşısı bu tekne, milllet iki elinde olta harıl harıl çalışırken bizim bir elimizde rakı bir elimizde sigara, oltalar suda, açmışız Ahmet Kaya'dan bir parça (babamla ne dinleyeceğim), dalıyoruz zokalar kadar derinlere. Hele bugünkü gibi elimiz de boş dönüyorsak, küstürdüysek denizi, içmeye veriyoruz kendimizi. Rakı şişesinde kalamar oluyoruz, sohbet koyulaşıyor, anılar yüze çıkıyor, birbirimizi hiç sevmediğimiz kadar çok seviyoruz.
Saat on ikiye yaklaşınca bazen ben diyorum dönelim diye, bazen, kalalım diyorum, deniz güzel, rüzgar kesti, tek tük alırız belki, eve gidip de ne yapacağız. Sahi, eve gidip de ne yapacağız, bırak beni denizin ortasında, yanaştır tekneyi limana kendi başına, bağla iplerini, bin arabana, git eve, benim gücüm kalmadı yaşamaya, yalnız dön bugün.
İkimiz de yorgun oluyoruz eve döndüğümüzde, çapa çekmekten kollarım uyuşuyor benim, üstüm başım mürekkep lekesi, parmak uçlarım balık kokuyor. Yatağa atıyorum kendimi ama içimde bir deniz salınıyor, ortasında tekne, içinde biz, uyuyor, sabaha kadar ancak buluyorum karayı.
(7.6.2020)
Baudrillard'ın Nietzsche'si
Ateşli bir Nietzsche hayranıydım, onu çok erken, daha lisede felsefe bölümünde öğrenci iken okumaya başladım, hatta Almanca doçentlik sınavımda yazılıda ve sözlüde Nietzsche konusu geldi ki bu benim için bir şanstı, ne var ki beni mahveden de bu oldu, çünkü jüri benim yorumlarımı hiç de paylaşmamıştı; Nietzsche öcünü aldı, en azından bana sınavın yolunu kapatmakla bir lütufta bulunmuş oldu ... Sonra onu okumayı tümüyle bıraktım, bir tür neredeyse bilinçdışı anı olarak kaldı o, ama onunla ilgili seve seve saklamak istediğim şey leri de belleğimde tutmuştum. Düşüncesini şu ya da bu yönleriyle anımsadığım ya da bunların bir bakıma aforizma gibi bir tür anı şeklinde ansızın ortaya çıktıklarını gördüğüm oldu. Bu tutulma, ay ya da güneş tutulması gibi uzun sürdü ve hala onun etkisi altındayım ... Kısacası, doğrusunu söylemek gerekirse, Nietzsche benim için hiçbir zaman bir referans değil, yalnızca içime işlemiş bir anı olmuştur.
...
Nietzsche konusundaki tartışmalara tümüyle ilgisiz kaldım. Buna karşılık, şimdi Nietzsche'yi yeniden Almancadan okumayı düşünüyorum ... Bir dönemin sonunda insan başlangıç noktasını değilse de başlangıçla ilgili bir şey buluyor ki bu da pek aşırı olabiliyor! Ama ben en güzel yapıtlar bile söz konusu olsa, endekslenmek istemiyorum. Bir şeyin değişmiş olduğunu söylüyorum. Nietzsche, kendisinin deyimiyle "un zeitgemass", yani zamana aykırı biçimde içimde yer alıyor ... Yazmaya başladığımda yine de belli bir güncellikten yola çıktım ... Nietzsche'nin o başdöndürücü düşüncelerini unutup, doğrudan doğruya siyasala, toplumsal-göstergebilime girdim ... Belki insan tek bir vaftiz babası varmış, yaşamında tek bir düşünceye sahipmiş gibi ciddi olarak ancak tek bir filozofu inceler. Dolayısıyla Nietzsche istemeden, hatta gerçekten bilemeden, büyük gölgesinde gelişmiş olduğum yazardır. Yine de adını andığım olmuştur, ama oldukça ender olarak. Nietzsche'yi kişisel amaçlarla kullanmayı, böyle amaçlara alet etmeyi de hiç düşünmedim. Eğer bugün ona yeniden başvuruyorsam, bunun nedeni kuşkusuz yazıda ya da fotoğrafta aforizma biçimine dönüyor olmam... Nietzsche'nin aforizmaları çoğu zaman öyle bir yoğunluk taşır, ama yalnızca aforizma değil, ondan çok daha başka bir şeydir. Ne olursa olsun, Nietzsche'den aforizma açısından yararlanabilirsiniz, felsefe ya da ideoloji açısından değil.
Fotoğraflar / Baudrillard
lşık için nesneler bir bahanedir.
Nesnelerden yoksun bir dünyada, ışık bizim varlığını bile fark edemeyeceğimiz, uçsuz bucaksız, başı sonu olmayan bir şeye benzeyecektir.
Öznelerden yoksun dünyada, bilincimizde herhangi bir yansımaya yol açamayacak düşünce evreni içinde kaybolup gitmek durumundayız. Çünkü özne dur durak tanımayan düşünce dalanımını durdurabilen ve yansıtabilen varlıktır.
Fotoğraf çekmek demek ışıkla otomatik bir şekilde yazı yazmak demektir.
Sessiz bir imgeyi ancak kitleler ve çölde karşılaşılan sessizlikle karşılaştırabilirsiniz.
Autoportrait (1999, Baudrillard)
Ayrıntıda Dünya / Baudrillard
Fotoğraf çekme isteği belki de şu saptamadan kaynaklanır: Bir bütün, perspektifi içinde, anlam açısından bakılan dünya oldukça hayal kırıcıdır. Ayrıntıda ve aniden görüldüğünde ise her zaman kusursuz bir açıklık içindedir.
Çiçek kusursuzdur, onu doğanın herhangi bir diyalektiğine bağlamak zorunlu değildir! Bu her şey için aynıdır... Ayrıntıda dünya kusursuzdur. Fotoğraf için söylediğim de bu: Dünya, bütünüyle ele alındığında, anlam düzeyinde, adamakıllı düş kırıklığına uğratıcıdır, ama tekilliği ile kusursuzdur, onu kusursuz duruma getirmeye gerek yoktur, zaten kusursuzdur. Elbette arı bir derin düşünmeye dalmak söz konusu değildir. Bütünlere karşı, bütünlükçü düşselliğe karşı, stratejik olarak parçadan yana geçilmeli, onun tekilliğini teslim ederek; içinde devinilebilecek tek alan burasıdır...
Parçanın, ereksizlendirilmiş bir dünyanın tam yeri olan imge. İmge bir ahlak anlayışının, bir ideolojinin yeri olabilir yeniden, ama fotoğraf -sinemadaki devinimli imgeden daha çok- bana parça ile aynı ayrıcalığa sahip gibi geliyor; yalnızca sinemaya özgü kesimden değil, aynı zamanda sessizlikten, devinimsizlikten ötürü; ve de fotoğraf, parça gibi, bir bekleyişe bağlı, açıklanmayan ve açıklanmak amacını gütmeyen bir şey olmalı..
Özne / Baudrillard
Çekmek & Yazmak / Baudrillard
Yalnızca, saydam günlerin parlak ışığında ya da kurşuni gri bir gökyüzünün altında iyi fotoğraf çekilebilir. İster parlaklıktan olsun ister ışığın gizliliğinden, renkler birbirinin içinde patlar. Tıpkı bunun gibi, yalnızca tam bir aydınlanma içinde ya da derin melankolide iyi yazabilir insan.
Fotoğraf ve Sessizlik / Baudrillard
Fotoğrafın sessizliği. Sessizliğin ancak dayatılabildiği ama bunda da başarılı olunmadığı sinemadan, televizyondan, reklamdan farklı olarak, fotoğrafın en kıymetli niteliklerinden birisidir bu. Her türlü yorumu bir yana bırakan (ya da bırakması gereken!) görüntünün sessizliği. Ama, aynı zamanda gerçek dünyanın gürültülü bağlamından kopardığı nesnenin sessizliği. Fotoğrafı çevreleyen şiddet, hız, gürültü ne olursa olsun, fotoğraf, nesneyi hareketsizliğe ve sessizliğe teslim eder. Karmaşanın ortasında ıssızlığın eşdeğerlisini, görüngüsel hareketsizliği yeniden yaratır. Kentleri ve dünyayı sessizlik içinde bir baştan bir başa katetmenin tek yolu fotoğraftır.
Üzerine konuşulamayan konusunda susmak gerekir» -ne var ki onları imgelerle susturabiliriz.
Gürültü, söz, söylenti karşısında fotoğrafın sessizliğiyle direnmek - hareket, her tür akış ve ivmelenme karşısında fotoğrafin hareketsizliğiyle direnmek - zincirlerinden boşalmış iletişim ve bilgi karşısında fotoğrafın esrarıyla direnmek - anlamın ahlâki buyruğu karşısında anlam kazanmanın sessizliğiyle direnmek. Her şeyin ötesinde, imgelerin otomatik olarak sel gibi akması karşısında, hiç durmadan art arda dizilişleri karşısında direnmek.
Işığın Yazısı / Baudrillard
Fotoğraf ya da Işığın Yazısı:
İmgenin Gerçek Anlamlılığı
Fotoğrafın mucizesi; sözde «nesnel» olan bu imgenin mucizesi, dünyanın nesnel olmadığını radikal bir biçimde ortaya koymasına fırsat vermesidir. Dünyanın -ne çözümlemeyle ne de benzerlikle çözülemeyecek olan bu herhangi şeyin- nesnel olmadığını, paradoksal bir biçimde ortaya koyan şey fotoğraf objektifidir. O, bizleri benzerliğin ötesine, gerçeklikle ilgili gözaldatmacanın bağrına götüren tekniktir. Teknikle oynanan bu gerçekdışı oyunun yanı sıra aynı teknikle elde edilen dekupaj, hareketsizlik, sessizlik, hareketi görüngüsel bakımdan indirgeyen fotoğraf en saf ve en yapay imge olarak dayatır kendini.
Böylelikle tekniğin bakış açısı dönüşüme uğrar, ikili oyunun oynandığı bir alana, yanılsama ile biçimleri büyüten aynaya dönüşür. Teknik cihazlarla dünya arasında bir suç ortaklığı, «nesnel» teknik ile nesnenin kendi gücü arasında bir yakınsama kurulur. Ve o andan itibaren fotoğraf çekme eylemi, bu suç ortaklığına sızma sanatı olmaktan ibaret kalır; süreci egemenlik altına almak için değil ama, onunla oynamak ve oyunların henüz oynanmadığı düşüncesini aşikâr hale getirmek için. «Üstünde konuşulamayacak olan şeyi susturmak gerekir» -ne var ki onları imgelerle susturabiliriz.
Gürültü, söz, söylenti karşısında fotoğrafın sessizliğiyle direnmek - hareket, her tür akış ve ivmelenme karşısında fotoğrafın hareketsizliğiyle direnmek - zincirlerinden boşalmış iletişim ve bilgi karşısında fotoğrafın esrarıyla direnmek - anlamın ahlâki buyruğu karşısında anlam kazanmanın sessizliğiyle direnmek. Her şeyin ötesinde, imgelerin otomatik olarak sel gibi akması karşısında, hiç durmadan art arda dizilişleri karşısında direnmek; çünkü burada kaybedilen şey yalnızca nesnenin ana hatları, onun dokunaklı ayrıntıları (punctum) değil, burada fotoğrafın derhal tamamlanan, tersinmez ve bu anlamda her zaman nostaljik olan ânı da kayıplara karışıyor. Anlık olma özelliği, gerçek zamanın eşzamanlı olma özelliğinin tam karşıtı. Gerçek zamanda üretilen ve gerçek zamanda yavaşça yok olan imgelerin akışı bu üçüncü boyut, yani anın yarattığı boyut karşısında tamamen kayıtsız kalıyor. Görsel akış yalnızca değişimi kabul ediyor ve imgenin, imge haline dönüşmeye bile zamanı kalmıyor. İmge olabilmesi için, imgenin her şeyden önce imge halini alması gerekiyor ve bunun gerçekleşebileceği tek ortam, dünyanın hep kaynaşma halindeki işleyişinin yarattığı geciktirim ortamı ile arınma stratejisi ortamı. Anlamın muzaffer epifanisinin’ yerine, nesnenin ve onun görünümlerinin sessiz apofanisini koymak.
Anlam ve anlamın estetiği karşısında nesnenin sadakatini bulmak; sadakate kavuşmuş, yani kendi derinliklerindeki özelliklere kavuşmuş imgenin yıkıcı olması işlevi de bu noktada başlıyor:
Gerçekliğin yok oluşunda büyülü bir işlemciye dönüşüyor. İmge de, bir bakıma, bu gerçekliğin mevcut olmadığını maddi olarak ifade ediyor; «o kadar da aşikâr olmayan ve hiçbir şeyin gerçek olmadığını sezdiğimiz için bu kadar kolay kabul edebildiğimiz» bir gerçeklik bu (Borges).
Polaroid / Baudrillard
Zamanımızın özel efekti, Polaroid: Burada obje ile onun görüntüsünü neredeyse aynı zamanda tutmak söz konusu; sanki içinde her objenin gözümüzle gördüğümüz kendi kopya ve negatiflerini ürettiği ışıkla ilgili eski fizik ya da metafizik yasası gerçekleşiyor. Bu bir düş. Bu büyülü bir sürecin optik açıdan gerçekleştirilmesi. Polaroid fotoğraf gerçek objeden düşen esrimiş bir film gibi.
Yokoluş Sanatı / Baudrillard
Yokoluş Sanatı
Üretme sorunu (metin ya da imaj) o denli önemli değil artık. Daha doğrusu her şey yokoluş (disappearance) sanatının ekseni etrafında olup bitiyor. Bu yokoluş, dünya, görünür nesne ya da Öteki yerine ikame, bir tür iz bırakmadır. Bu da aslında, Öteki'nin kendi yokoluş tasarımı üzerinde (yokoluş oyununun kurallarına göre) var olabilmesinin tek yoludur. Kişi üretim adına ne getirirse getirsin, kesin olan şey, kendi imajının ötesine geçemeyeceğidir, Aynının yayılmasıdır bu. Yokoluşun başatlığından (birinin yokoluşundan) gelen, gerçekte Öteki'dir.
Fotoğrafın şaşırtıcı gücü, yazının gücünün çok ötesindedir. Bir metin ender olarak, fotografik nesnenin; gölge, ışık, ya da malzemenin aynı andalığı, aynı somutluğu ve aynı büyüleyiciliğini gösterebilir. Gerçek bir metin en azından (mantık dışı, parlak, öteki manifestosu gibi) kanıtlar üzerinde durmaktan çok benzerlik (benzerlik ideolojisi) üzerinde oynar. Oysa fotoğraflar, ender de olsa bir büyüyü somutlar. Örneğin bir kişi, Nabakov ve Gombrowicz'in yazılarında bunu hissedebilir, temel yönelimlerin düzensizliğini, niteliksizliğin gevşeyen-gerilen şiddetini ya da evrenin ciddiye alınmayan erotik enerjisini yeniden keşfedebilir.
Fotoğraflaşan her nesne basitçe her şeyin kayboluşundan arta kalan bir izdir. Bu, kavranamaz bir karmaşa içindeki -dünyadan arta kalandan çekilmiş, dünyadan arta kalanda namevcut- dönüşümlerden sonra fotoğraflanan, sadece şu ya da bu nesnenin yanılsamalı projeler dünyası için neredeyse nihai bir çözüm ve neredeyse mükemmel bir suçtur. Bu karmaşık nesnenin yükselişiyle -ki bu, hiçbir anlam taşımayan benzersiz bir radikal beklentidir- kişi engellenmemiş bir dünya görüşüne sahip olur.
Öyleyse fotoğraf, kişi ve dünya arasına kendisini sokan her şeyi yok etme sanatıdır, bu namevcut dünya ayrıntılarda sunulmuş ve ayrıntılarla güçlenmiştir (Aynı şey yüz için de geçerlidir; yüzün ayrıntıları öznenin mevcut olmayışını anlaşılır kılar, bu öznenin namevcutluğu olmadığı zaman fotoğraf iyi bir fotoğraf değildir). Edebiyatta güzel duyarlıklar peşine düşmek gibi, bir imgede, ifade ya da benzerlikle ilgilenmek o kadar da önemli değildir.
Bu bağlantısız ayrıntılar bir tür zihinsel jimnastikle, şeytani bir düşünce ile de ortaya çıkabilir. Bu durumda, herhangi bir dirençle karşılaşmayan teknik uygulamalar, belki bazı hileli türleridir. Söylem ve kavram alanında varolana kadar nesneler etraftaki her şeyle bağlantılıdır. Tümüyle basit bir nesne olduğu ölçüde de tanımlanamayan bir yanılsama.
Psikolojik olarak 'layıkıyla' yoğunlaşmamış kişiler üzerine odaklanmak oldukça güçtür. Nesne lensin (objektifin) titremesine neden olur. Bu yüzden ben çok ender olarak bir kişiye odaklanırım. Benim çekingenliğimden öte bu belki de, her insan varlığının karmaşık bir senaryo mekânı olması nedeniyle, -en basit senaryoda bile- lens şekli bozar ve onun karakterini büyük ölçüde yok eder, oysa tersine kamera, genelde imgeyi idealleştirir ve yüceltir. İnsan varlığı maskelidir ve işin en zor yanı onların gerçek görünümlerini ya da andıranını, maskelerinde yakalandıkları gibi değil, gizli kimlikleri ya da benlikleriyle ortaya çıkarmaktır.
Yolculuk ve Fotoğraf / Baudrillard
Yolculuğa, yolculuğun anamorfozuna fotoğraftan daha yakın ne var? Yolculuğun, kökenine daha yakın olan ne var? Fotoğrafın yaban ve ilkel olan her şeyle, en temel egzotizmle, nesnenin, ötekinin egzotizmiyle yakınlığı buradan gelir.
En güzel fotoğraflar yabanılların doğal çevrelerinde çekilmiş olanlardır. Çünkü yabanıl her zaman ölümle karşı karşıyadır, objektifi de tam olarak ölüm gibi karşılar. O, ne bir gösterişçidir ne de umursamaz biridir. Hep poz verir, yüzleşir. Onun zaferi, teknik bir işlemi ölümle yüz yüzeliğe dönüştürmesidir. Yabanılları böylesine güçlü, böylesine yoğun fotoğraf nesneleri yapan budur.
Objektif, bu pozu, ölüm karşısındaki nesnenin bu kışkırtmacı müstehcenliğini artık yakalayamadığında, Özne objektifin suç ortağı olduğunda, bizzat fotoğrafçı da öznelleştiğinde, o zaman büyük fotoğrafçılık oyunu sona erer. Egzotizm ölmüştür. Bugün objektifin suç ortağı olmayan bir özne, hatta bir nesne bulmak bile çok güçtür.
Çoğunlukla buradaki yegâne sır, insanların nasıl yaşadıklarını bilmemeleridir. Bu sır onları, eğer iyiyse fotoğrafın kaçırmayacağı belli bir gizle, belli bir vahşilikle taçlandırır. Kim olduklarını bilmemelerine, nasıl yaşadıklarını bilmemelerine ihanet eden yüzlerdeki o saflık ve yazgı pırıltısını yakalar fotoğraf. Kurnaz, her şeyden haberdar, içe dönük, kendisiyle ilgili ve böylelikle de sırrı olmayan bu dünyanın ırkında tamamen eksik olan bu güçsüzlük ve şaşkınlık pırıltısı. Bu tür halklar için fotoğraf acımasızdır.
Fotoğrafik olan şey, yalnızca tecavüze uğramış, suçüstü yakalanmış, kendi iradesine rağmen açık edilmiş ve ortaya çıkarılmış olan şeydir; ne imgesi ne de kendi bilinci olduğundan hiçbir zaman temsil edilmemiş olan şeydir. Yaban ya da bizim yabanıl yanımız kendini yansıtmaz. Kendisine yabanıl biçimde yabancıdır o. En çekici kadınlar kendilerine en yabancı olanlardır (Marilyn). İyi fotoğraf hiçbir şey göstermez, o gösterilemezliği, kendine (kendi bilinci ve isteğine) yabana olanın başkasılığını, nesnenin kökten egzotizmini yakalar.
Yabanlar gibi nesneler de bizden daha fotojenik ve Ruhbiliminden ve içe dönüklükten anında kurtulmuşlardır. Böylelikle objektifin karşısında tüm çekiciliklerini korurlar.
Fotoğraf bizim yokluğumuzda dünyanın durumunun hesabını verir. Objektif bu yokluğu araştırır. Heyecanlı ve dokunaklı yüzlerde ya da bedenlerde bile araştırdığı şey yine bu yokluktur. Yani en iyi fotoğrafı çekilebilen varlıklar, kendileri için ötekinin var olmadığı ya da artık var olmadığı varlıklardır (yabanıllar, sefiller, nesneler). Yalnızca insanlıkdışı olan fotojeniktir. Karşılıklı bir şaşkınlığın, böylelikle de dünyayla bizim aramızdaki karşılık suç ortaklığının işlemesinin bedeli budur.
Fotoğraf, bizim cin çıkarmamızdır. Yabani toplumun maskeleri, burjuva toplumunun aynaları vardı, bizimse imgelerimiz var. Teknik yoluyla dünyayı zorladığımızı sanıyoruz. Oysa teknik yoluyla bize kendini dayatan dünyadır ve bu tersyüz oluşa bağlı sürpriz etkisi de dikkate değer.
Saçma
Saçma, bir aynanın karşısındaki trajik insandır (Caligula). O halde, yalnız değildir. Bir doyumun ya da sevgi bağının tohumu vardır. Şimdi , aynayı yok etmek gerek.
Albert Camus
HİÇ / Andy Warhol
Uyanıyorum ve B'yi arıyorum. B vakit öldürmeme yardım eden herhangi biri. B herhangi biri ve ben hiç kimseyim. B ve ben Aynaya bakınca HİÇ göreceğime eminim. İnsanlar beni hep bir ayna diye isimlendiriyor, peki bir ayna aynada kendine bakarsa ne görür? (. .. ) Eleştirmenin biri beni cisimleşmiş HİÇ diye isimlendirmişti, ama bu bana varoluşun anlamı konusunda pek yardımcı olmadı. Sonra varoluşun kendisinin hiç olduğunu anladım ve kendimi daha iyi hissettim.
İş, hiçbir şey düşünmemekte ... hiçbir şey çekici değil, hiçbir şey seksi değil, hiçbir şey olay yaratmıyor.
HERŞEY HİÇTİR.
Piss Paintings / Andy Warhol
'The last time I saw Dali in New York he was so nice... I told him that I was doing piss paintings. And he said Pier Paolo Pasolini had an artist pissing on a painting years ago in his movie Teorama. I lied and said I did mine before that." Andy
"I'm pretty sure that the Piss Paintings idea came from friends telling him about what went on at the Toilet, reinforced perhaps by the punks peeing at his Paris opening. He was also aware of the scene in the 1968 Pasolini movie, Teorema, where an aspiring artist pisses on is paintings. 'It's a parody of Jackson Pollock,' he told me, referring to rumours that Pollock would urinate on a canvas before delivering it to a dealer or client he didn't like. Andy liked his work to have art-historical references, though if you brought it up, he would pretend he didn't know what you were talking about... Nonetheless, the true muse of Andy's sexual works in 1977-78 was Victor Hugo.
"By 1977, Manhattan boasted at least a dozen thriving gay bathhouses, although they were considered a bit passé compared to the backroom bars of the far West Village... The Anvil was famous for its fist-fucking stage show. The Toilet featured tubs and troughs where naked men lay for other naked men to urinate on them... Andy only went to the Anvil once, as far as I know, and he never went to the Toilet, though he also once went to the Eagle's Nest... where he was fascinated, he told me, by a man who urinated in an empty beer bottle and left it on the bar for someone else to to drink. 'They were all fighting over it,' he said. 'It was so abstract.'"
Bob Colacello