HR Giger: A long time ago I used to have nightmares, they were, I was stuck in a kind of oven with my hands drawn up and I couldn't get any air, and that was probably a dream, which , from my mother... mine was a difficult birth, you see, that's what my mother told me, I didn't want to come out and of course I couldn't get any air and that happened again and again, and then from far away, I would see a light and then it would become dark again, couldn't get any air and so on, and these unpleasant dreams stopped when I began to paint those passages which actually represent that condition. At the time, I didn't notice that at all, but well it's turned out to be true because I haven't had any of those dreams since then.
Passages / H.R.Giger
Bataille / Philippe Sollers
1944 yılında, savaşın tam ortasında Georges Bataille, hasta ve sıkıntının körüklediği bir yalnızlıkta şöyle yazıyor:
“Nasıl bir toz girdabı fırtınayı haber verirse, işi başından aşkın kalabalıklarda açılmış bir tür boşluk da hayal kırıcı ama sınırları olmayan bir facia anına girildiğini ilan ediyordu.”
Küçük bir Fransız köyünde kaybolmuştur, kurgusal karakteri kalbine bir el kurşun sıkar (isabet ettiremez), bir sürü yanlış anlaşılmadan sonra kız arkadaşı gelir, birlikte bolca içerler, ağır bir deliliği başlatırlar, başarısızlık ve marazilikle paramparça olmuş güçsüz bir ülkenin aynası, ‘Az anlaşılır hale gelmiş çalkantı ve hiç akıl ermez bir gelecek, zihinler inanılmayacak şekilde şaşkınlık ve hatta son aptallık duygusuna adapte oluyordu.”
Her şey felaketli, hayal kırıcı ve aptalca. Fransa, aklını yitirmiş yaşlı bir kadının çığlıklarını duyarken panjurları kapatmanın daha iyi olduğu boğucu bir kasaba evinin odasına benzemiştir. Anlatı asılı kalır, tamamlanmamıştır. Bu karanlık çağa dair, beyinsiz ve karmaşık bir şekilde devam eden yıkıma dair içeriden yazılmış en güzel anlatı.
Sakatlanmış bir şey bozguna uğrar.
“Titreyişi kâğıdın yüzeyinde koşuşturan cümle, rüzgârla dağılan biçimsiz bulutların güzelliğine sahiptir. Bu tümce belirsiz bir düşünceyi haber verir. Ne istediğimi bilebilecek miyim, cümle düşünceden gizleniyor. Uykuyu çağırıyor. Cümle tuhaf olduğu ölçüde, onda gizlenemeyen uyku bir şey yapamaz.”
(1962’de ölen) Bataille’ın son metinlerinden biri şöyle:
“Sonunda uzun uzun ölümden söz ediyorum, ölümden nasıl söz etmek gerektiğinden. Rüya görerek değilse, eğlenceli bir kayıtsızlık gülüşüyle değilse, ölümden nasıl söz edilir? Kim bir bulut gibi dağıtılmayı sever? Kendini bozguna uğratmayı?”
Bataille 1935 yılında Barselona’da (ancak 1957 yılında yayımlanacak) Göğün Mavisi'ni yazar. Bataille 38 yaşında, ondan çok sonra parfümlü, temiz, asil güzel kadınlarıyla son günlerine yetişeceğim Barrio Chino genelevlerindeki sefahat günlüğünü tutuyor. Şöyle şeyler yazıyor:
“Gündüzleri ya güneşin altında kumsaldayım ya denizdeyim ya da kayalıklarda dolaşıyorum, geceleri naif bir şekilde kendimi sefahate sürüklediğim Barselona'nın Barrio Chino’sundayım. Hafif ve tutarsız bir adam olduğum kesinleşmişti. Tavandaki aynada, çıplak bir kızla birlikte ben de çıplak bir halde uzanmış olarak kendimi fark ettiğimde, böylesine densiz postürlerle süslenmiş bir gökyüzüne bakarken gülmekten kendimi alıkoyamadım.”
Buradaki önemli sözcükler “naif bir şekilde.” Barselona'nın Çin mahallesinden aldığım diplomayı özenle saklıyorum. Şu tür bir cümle yazabilmeyi isterdim:
“Bu durumda aynı anda hem yaşamımın tamamını hem onun tüm aşırılığını dayanılmaz bir şekilde kucaklama ihtiyacı duyuyordum.”
İşte bilinçli, zevkten yoksun müstehcenlik.
*Burada Sollers’in kendi kelimeleriyle aktardığı metin, Bataille’ın Göğün Mavisı’nin ilk taslağından çıkardığı ve sonradan bulunan el yazmalarındandır -ed.n.
Nesneler / Giacometti
“Odamda bir gün sandalyenin üstündeki havluya bakakaldım, o an her nesnenin yalnız olduğuna ama onu bir başka nesnenin üstünde ağırlık yapmaktan alıkoyan bir ağırlığa -daha çok ağırlığın olmayışına- da sahip olduğuna dair bir izlenime kapıldım gerçekten. Havlu yalnızdı, öylesine yalnızdı ki havlu yer değiştirmeden, sandalyeyi oradan kaldırabileceğim kanısına kapıldım. Havlunun kendi yeri vardı, kendi ağırlığı ve kendi sessizliği. Dünya hafifti, hafif...”
Giacometti
Genet / Philippe Sollers
Jean Genet Paris’te 1943 yılında Tourelles Hapishanesinde Gülün Mucizesi’ni yazdığında otuz üç yaşındadır. Olağanüstü bir başyapıt, yazdıklarının belki de en güzeli. Harcamone, Divers; Vîlleroy, Bulkaen unutulmaz karakterler. Ritüelleri, işaretleri, fiziki tutkuları, argosu, dövmeleri, mistik havasıyla hapishane hayaTI, beklenmedik bir kesinlik ve kuvvette anlatılır. Dışarıda dünya çökmektedir ancak hapishane yeni bir katedraldir. En yüce kutsama, suçluyu azize dönüştüren giyotindir. Lanetliler melektir ve seçilenlerden oluşan tüm bir hiyerarşi, kanunlarıyla birlikte idam sehpasının sunağına çıkar.
Çok genç yaşta (ünlü Mettray) ıslah evine konulan Genet, Vîllon gibi çok duyarlı ve her detaya dikkat kesilen bir bedene sahiptir. Bir mastürbasyon, oğlancılık, hırsızlık, yalancılık, sessizlik ustası:
“Hücrede aşırı bir yavaşlıkla hareket edilebilir. Her hareketten sonra durulabilir. İnsan zamanın ve düşüncesinin efendisidir. Yavaşlığından dolayı güçlüdür. Her hareket belirgin bir eğriye göre kıvrılır, kararsız kalınır, seçim yapılır. Hücrede yaşamın sahip olduğu lüks, işte budur. Ancak bu yavaşlık hızla gelişen bir yavaşlıktır. Acele eden bir yavaşlıktır. Bir hareketin eğrisine sonsuzluk akın eder. Hücrenize sahip olursunuz, çünkü uyanık bir bilinçle her yerini kaplarsınız. Hiçbir önemi olmasa bile, her hareketi ağır ağır yapmak ne lükstür.”
Ve işte bizatihi güzellik:
"Hapishanenin çatı penceresinden gelen ışıkla aydınlanan yüzünü gördüm. İçimi bir tür huzur kapladı, yani içime sokulan güzelliğinden dolayı kendimi güçlü hissettim. Hiç kuşkusuz hayranlıktan kendimden geçmiş durumdaydım. ‘Sokulmak’ sözcüğünü kullandım ve bu sözcükte ısrar ediyorum: Güzelliği bana ayaklarımdan sokulmuş, bacaklarıma tırmanmış, bedenime geçmiş, [başıma yükselmiş, yüzüme yayılmış, orada ışıldıyordu, [anlamıştım ki içime doldurduğu bu dinginliği, aşırı güzel yapıt karşısında beni savunmasız bırakan teslimiyeti Bulkaen’e atfetmekle hata ediyordum, bu güzellik bendeydi çünkü, onda değil. Güzellik yüzünde, hatlarında, bedeninde olduğuna göre onda değildi. Bende yarattığı cazibeden kendisi zevk alamazdı.”
Ne Racine ne Homeros daha iyisini yapmıştı:
“Her özel ayrıntı: Ağızdaki gülüş, gözlerin parıltısı, tenin tatlılığı ve solgunluğu, dişlerin sağlamlığı, yüz çizgilerinin kesişmesiyle beliren yıldız, her atılışlarında tadına doyulmaz bir ölüm yaşatan oklar salıyorlardı yüreğime. Yayı geren okçuydu o. Yayı gerip atıyordu oku ama bana atıyordu, kendine değil.”
Fransa’da bir felaket zamanında hapishanede bunlar oluyordu. Genet’nin tek ciddi rakibi Celine de aynı dönemde Danimarka’da idam cezasına çarptırılanların tutulduğu karargâhta aylar geçirecekti. Genet ile Celine gibi birbirinden bu kadar farklı iki yazar bulmak zor, ancak Fransızca her şeyi içine alıyor ve her şeye direniyor.
Tabii ki Genet'de hiç kadın yok, her yeri kendisi kaplıyor. Çok taklitçisi var ama onun zarafetine ve cazibesine sahip olanı pek yok. En yeteneklisi uyuşturucuya başvuruyor, kimisi fuhuş dilinin eğilip bükülmesinden hoşlanıyor. Sefalet ya da sakatlık ilgilerini çekiyor: Oysa Genet güzellik tezahürlerini takip ediyor, onun suçluları tanrıçasız tanrılar. Athena’nın Çiçeklerin Meryem Anası için kaygılandığı hayal edilemez, ne de eşcinsel ya da başka türlü bakkhanalialar için. Athena çok katı bir tanrıça, ağırlık söz konusu olduğu anda ortadan kaybolur.
Walt Whitman'a Od / Lorca
... Çirkefin New York’u,
Cihat Burak & Lautreamont
...Mustafa Irgatla başbaşa demlendiğimiz Cumhuriyet Meyhanesinde ikimizi masasına davet etti. Biz epey "yüklü"ydük ya, Cihat beyin de ayık olduğu söylenemezdi. Erotik eksenli konuşmalar taşıyordu masamızdan, bir ara konu otuzbir çekmeye geldi, hemen dipsiz bir kuyuya düşmekte gecikmedik. Mustafa'yla ben işin mavrasındaydık, buna karşılık Cihat bey oldukça ciddiydi. 31'den 301'e geçiş tekniği üzerinde bir monolog, Onanizmin tartışılmaz en büyük avantajına sıçramasını sağladı: Kişi, o durumda sonsuz bir özgürlüğe sahipti, hayâl perdesine kimi isterse yerleştirebiliyor, onu dilediği gibi becerebiliyordu: Kleopatra'dan Grace Kelly'ye açık yelpazeydi. Çıkışta hep beraber^tagiliz Konsolosluğunun duvarına siğmiştik.
Günlüğünde, Tomris Uyar, Cihat beyin kendisine çıplak poz vermesini istediğini aktarır. TanıdığımTomris bundan çekince duymazdı gibi geliyor bana ama, sözü geveliyor biraz defterinde; anladığım yanaşmamış. Cihat bey bir fotoğrafından hareketle portresini yaptığını söylemiş, hiçbir zaman görememiş sözkonusu portreyi, biz de görmedik; Ben, ölümünden sonraydı, Cihat Burak'ın yayıncısı oldum; yayımlanmamış metinleri yayıma hazırlarken, düşlü fanta-zinalarından birinde Nezihe Meriç'le ilgili oldukça hard bölümlere bakıp ne yapacağımızı şaşırdık — o sırada Nezim hayattaydı, durumu hoş karşılamayabilirdi.
Cihat beyle son görüşmem, Gergedan döneminde gerçekleşti. Dergide Lautreamont'un bir gençlik fotoğrafının bulunduğu haberine (fotoğraf eşliğinde) yer vermiştim. Telefonla aradı, haberin güvenilirliğini sordu, Dali'nin kurmaca Lautreamont portresinden sözettik, sonunda dayanamadı: "Yarın atölyeme gelebilir misiniz?"
Hayatımın en dağınık döneminden geçiyordum, öyle ki belli bir ikâmet adresim bile yoktu —- ertesi günkü ziyaretimi birkaç tutuk cümleyle geçiştirmişim günlüğümde: Hayatın nedenli ne denli sebepsizliği vardır. Oysa, altı saati bulmuş bir karşılaşmaydı.
Bir atölye ne kadar sahibinin sesi olabilirse o kadar: Benzersiz bir derbederliğin ortasında oturup konuştuk. Koltuklardan birine dayadığı tablosunun adı Comte de Lautreamont'du. İlk versiyonunu 1942'de yapmış, taşınma sırasında kaybettiği için, "aklımda kaldığı hali"yle tam yirmi yıl yanılmıyorsam Paris'te, tabloyu yeniden yapmıştı. Tabii, içinde birlikte uzun uzadıya dolaştık, Maldoror'un Şarkıları'na girdik çıktık, karşılıklı Paris anılarımızı tokuşturduk. Tablo'nun fotoğrafını çektirtme isteğimi gönüllü biçimde kabul etti "bir şey" (ama ne?) yazabileceğimi sezdirdim, küçük bu açıklama notu düştü pırtık bir kâğıt parçasına:
"Duralit üzerine yağlıboya, 121 cm, 1942-1962", böyle tarih düştü.
What I Believe by J.G Ballard
What I Believe by J.G Ballard
I believe in the power of the imagination to remake the world, to release the truth within us, to hold back the night, to transcend death, to charm motorways, to ingratiate ourselves with birds, to enlist the confidences of madmen.
I believe in my own obsessions, in the beauty of the car crash, in the peace of the submerged forest, in the excitements of the deserted holiday beach, in the elegance of automobile graveyards, in the mystery of multi-storey car parks, in the poetry of abandoned hotels.
I believe in the forgotten runways of Wake Island, pointing towards the Pacifics of our imaginations.
I believe in the mysterious beauty of Margaret Thatcher, in the arch of her nostrils and the sheen on her lower lip; in the melancholy of wounded Argentine conscripts; in the haunted smiles of filling station personnel; in my dream of Margaret Thatcher caressed by that young Argentine soldier in a forgotten motel watched by a tubercular filling station attendant.
I believe in the beauty of all women, in the treachery of their imaginations, so close to my heart; in the junction of their disenchanted bodies with the enchanted chromium rails of supermarket counters; in their warm tolerance of my perversions.
I believe in the death of tomorrow, in the exhaustion of time, in our search for a new time within the smiles of auto-route waitresses and the tired eyes of air-traffic controllers at out-of-season airports.
I believe in the genital organs of great men and women, in the body postures of Ronald Reagan, Margaret Thatcher and Princess Di, in the sweet odors emanating from their lips as they regard the cameras of the entire world.
I believe in madness, in the truth of the inexplicable, in the common sense of stones, in the lunacy of flowers, in the disease stored up for the human race by the Apollo astronauts.
I believe in nothing.
I believe in Max Ernst, Delvaux, Dali, Titian, Goya, Leonardo, Vermeer, Chirico, Magritte, Redon, Durer, Tanguy, the Facteur Cheval, the Watts Towers, Boecklin, Francis Bacon, and all the invisible artists within the psychiatric institutions of the planet.
I believe in the impossibility of existence, in the humour of mountains, in the absurdity of electromagnetism, in the farce of geometry, in the cruelty of arithmetic, in the murderous intent of logic.
I believe in adolescent women, in their corruption by their own leg stances, in the purity of their disheveled bodies, in the traces of their pudenda left in the bathrooms of shabby motels.
I believe in flight, in the beauty of the wing, and in the beauty of everything that has ever flown, in the stone thrown by a small child that carries with it the wisdom of statesmen and midwives.
I believe in the gentleness of the surgeon’s knife, in the limitless geometry of the cinema screen, in the hidden universe within supermarkets, in the loneliness of the sun, in the garrulousness of planets, in the repetitiveness of ourselves, in the inexistence of the universe and the boredom of the atom.
I believe in the light cast by video-recorders in department store windows, in the messianic insights of the radiator grilles of showroom automobiles, in the elegance of the oil stains on the engine nacelles of 747s parked on airport tarmacs.
I believe in the non-existence of the past, in the death of the future, and the infinite possibilities of the present.
I believe in the derangement of the senses: in Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge, Kafka.
I believe in the designers of the Pyramids, the Empire State Building, the Berlin Fuehrerbunker, the Wake Island runways.
I believe in the body odors of Princess Di.
I believe in the next five minutes.
I believe in the history of my feet.
I believe in migraines, the boredom of afternoons, the fear of calendars, the treachery of clocks.
I believe in anxiety, psychosis and despair.
I believe in the perversions, in the infatuations with trees, princesses, prime ministers, derelict filling stations (more beautiful than the Taj Mahal), clouds and birds.
I believe in the death of the emotions and the triumph of the imagination.
I believe in Tokyo, Benidorm, La Grande Motte, Wake Island, Eniwetok, Dealey Plaza.
I believe in alcoholism, venereal disease, fever and exhaustion.
I believe in pain.
I believe in despair.
I believe in all children.
I believe in maps, diagrams, codes, chess-games, puzzles, airline timetables, airport indicator signs.
I believe all excuses.
I believe all reasons.
I believe all hallucinations.
I believe all anger.
I believe all mythologies, memories, lies, fantasies, evasions.
I believe in the mystery and melancholy of a hand, in the kindness of trees, in the wisdom of light.
J. G. Ballard – İnanıyorum
Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatı salıvermek, geceyi dizginlemek, ölümü alt etmek, otobanları büyülemek, kendimizi kuşlara sevdirmek, delilerin güvenini kazanmak için imgelemin gücüne inanıyorum.
-Ey Venüs, ey Tanrıça!
Nerde eski çağların gençliği, kutsal ece,
O peri kızlarının öptüğü nilüferler,
Ağaçları kemirip duran yarı tanrılar!
Kösnülü satyre’ler yok, kır tanrıçaları yok,
Irmağın dalgaları o besi suları yok.
Pan’ın damarlarına koca bir evren sunan,
Teke ayaklarında toprağı canlandıran
O yeşil ağaçların kırmızı kanı nerde?
*
Güneş ve Ten
Rimbaud
Geçmiş
SANA
Aranıza giriyorum, şairiniz olacağım sizin...
Elektrikli Beden
WALTWHITMAN
Hissetmenin Tözü
Şair kendi bedeninin tarihini
yazar.
-Henry David Thoreau
WALT WHITMAN Amerikan İç Savaşı'nın konusunun beden olduğunu düşünüyordu. Ona göre Konfederasyon yanlılarının suçu siyahlara et yığını olarak davranmaları, onları bir et parçası gibi alıp satmalarıydı. Whitman'ın ilk kez New Orleans'taki bir köle pazarında idrak ettiği gerçek, bedenle zihnin ayrılmaz olduğuydu. Bir insanın bedenini kamçılamak ruhunu kamçılamak demekti.
Whitman'ın şiirlerindeki ana fikir budur. İnsanın bir bedene sahip olduğunu söylemek yanlıştır, zira insan bizzat bir bedendir. Hislerimizin maddi olmadığını hissetsek de, aslında başlangıç noktaları bedendir. Whitman tek şiir kitabı Çimen Yaprakları'na derisini ruhuyla doldurarak başlar, "koltukaltı kokum duadan daha güzel":
Birisi ruhu mu görmek istiyordu?
Buyur gör, kendi şeklini ve çehreni...
Bak! Beden içerir ve anlamın kendisidir, esas
Meseledir ve içerir ve ruhtur.
Whitman'ın bedenle ruhu meczetmesi devrimci bir fikirdi, anlayış bakımından da kullandığı serbest nazım biçimi kadar radikaldi. O dönemde bilimciler hislerimizin beyinden geldiğine, bedenin de hareketsiz bir madde yığınından ibaret olduğuna inanıyorlardı. Whitman ise zihnimizin tenimize bağımlı olduğu kanaatindeydi. "Eksiksiz biçim"imiz hakkında şiirler yazmaya kararlıydı.
Anne
Kafka:
Tutalım ki biri bana şöyle diyor: «Yaşamın ne değeri var? Ben ölmek istemiyorsam, yalnızca ailemi düşündüğüm içindir.» Ama aile yaşamı temsil eder; dolayısıyla, bu sözleri söyleyen, yaşam için hayatta kalmak istiyor demektir. Hani annem göz önünde tutulursa, benim için de geçerli görünüyor bu, ama ancak son zamanda. Ne var ki, beni böyle düşündüren şükran ve duygulanmışlık değil mi? Şükran ve duygulanmışlık; çünkü yaşına göre sınırsız denecek bir güç harcayarak benim yaşamdan kopmuşluğumu dengelemek için annemin nasıl çırpındığını görüyorum. Ama şükran da yaşam demektir.
Anı
"Balıkçı dediğin içinden konuşan adamdır, diyeceğim ama yanlış olur. Balıkçı kendi kendisine bile geveze değildir. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. İnsan geveze ise balıkçı değildir. Balıkçı ise geveze değildir. ... Balık sükûndan hoşlanır. Kendisi gibi ağzı var dili yok insandan haz eder."
(Ermeni Balıkçı ile Topal Martı)
Babam geldiğinden beri, bir hafta olacak, aralıksız her gün kalamara çıktık. Hava kararmaya yakın gidiyor, gece yarısı dönüyorduk. Ada kenarlarında, elli yüz metre açıklarında, bazen akarak, bazen de çapa atarak avlanıyorduk. Bir de zevkli oluyor ki tutması bu mereti, alışınca sen diyorsun gidelim diye, hava da güzel, iki tek rakı atarız, biraz da deniz ortasında balık tutarken hulyalara dalarız. Böyle demiyoruz tabi, babamla ne hulyası kuracağım, sus da diyorum bazen şu adayı dinleyelim, bak gün batmaya yakın dönüyor martılar, ada yamacına yuvalanmış hepsi, benek benek, çığlık çığlık ötüşüyorlar, dinle, ne güzel deniz, meltem, biz! Babam ne anlar, martı dinlemek istiyorsan buraya kadar gelmene gerek yok, git Ayvalık çöplüğü var orda dinle diyor.
Kapkara bir karanlık çöküyor denize geceleri, uzakta Ayvalık'ın ışıkları, daha uzakta Midilli, kalamara çıkmış birkaç teknenin pancar motorunun gürültüsü yarıyor karanlığı ortasından. Tekne sallanıyor, rakı midemizde yolunu buluyor, biraz kavun, biraz peynir var, başlarımız ve midelerimiz, ayaklarımız ve kollarımız var sonra. Canı yazmak istemediğinde balığa çıkan adam düşüyor aklıma ikide bir, onu düşünüyor, ona içiyorum.
Dibe zoka dedikleri sahte balık atıyor, bir elimizde misinayı birkaç saniyede bir sertçe yukarı doğru çekiyoruz, poşet gibi takılıyor şaşkın, bazen de aynı familyadan başka bir deniz canlısı sübye geliyor zokaya, kaplumbağaya benziyor bu, kalamar gibi değil, sevimli mahluk, ama para etmiyor, babam küfrediyor görünce, ben üzülüyorum, gizlice teknenin bordasında can verişini izliyorum.
Babamın emeklilik uğraşısı bu tekne, milllet iki elinde olta harıl harıl çalışırken bizim bir elimizde rakı bir elimizde sigara, oltalar suda, açmışız Ahmet Kaya'dan bir parça (babamla ne dinleyeceğim), dalıyoruz zokalar kadar derinlere. Hele bugünkü gibi elimiz de boş dönüyorsak, küstürdüysek denizi, içmeye veriyoruz kendimizi. Rakı şişesinde kalamar oluyoruz, sohbet koyulaşıyor, anılar yüze çıkıyor, birbirimizi hiç sevmediğimiz kadar çok seviyoruz.
Saat on ikiye yaklaşınca bazen ben diyorum dönelim diye, bazen, kalalım diyorum, deniz güzel, rüzgar kesti, tek tük alırız belki, eve gidip de ne yapacağız. Sahi, eve gidip de ne yapacağız, bırak beni denizin ortasında, yanaştır tekneyi limana kendi başına, bağla iplerini, bin arabana, git eve, benim gücüm kalmadı yaşamaya, yalnız dön bugün.
İkimiz de yorgun oluyoruz eve döndüğümüzde, çapa çekmekten kollarım uyuşuyor benim, üstüm başım mürekkep lekesi, parmak uçlarım balık kokuyor. Yatağa atıyorum kendimi ama içimde bir deniz salınıyor, ortasında tekne, içinde biz, uyuyor, sabaha kadar ancak buluyorum karayı.
(7.6.2020)
Baudrillard'ın Nietzsche'si
Ateşli bir Nietzsche hayranıydım, onu çok erken, daha lisede felsefe bölümünde öğrenci iken okumaya başladım, hatta Almanca doçentlik sınavımda yazılıda ve sözlüde Nietzsche konusu geldi ki bu benim için bir şanstı, ne var ki beni mahveden de bu oldu, çünkü jüri benim yorumlarımı hiç de paylaşmamıştı; Nietzsche öcünü aldı, en azından bana sınavın yolunu kapatmakla bir lütufta bulunmuş oldu ... Sonra onu okumayı tümüyle bıraktım, bir tür neredeyse bilinçdışı anı olarak kaldı o, ama onunla ilgili seve seve saklamak istediğim şey leri de belleğimde tutmuştum. Düşüncesini şu ya da bu yönleriyle anımsadığım ya da bunların bir bakıma aforizma gibi bir tür anı şeklinde ansızın ortaya çıktıklarını gördüğüm oldu. Bu tutulma, ay ya da güneş tutulması gibi uzun sürdü ve hala onun etkisi altındayım ... Kısacası, doğrusunu söylemek gerekirse, Nietzsche benim için hiçbir zaman bir referans değil, yalnızca içime işlemiş bir anı olmuştur.
...
Nietzsche konusundaki tartışmalara tümüyle ilgisiz kaldım. Buna karşılık, şimdi Nietzsche'yi yeniden Almancadan okumayı düşünüyorum ... Bir dönemin sonunda insan başlangıç noktasını değilse de başlangıçla ilgili bir şey buluyor ki bu da pek aşırı olabiliyor! Ama ben en güzel yapıtlar bile söz konusu olsa, endekslenmek istemiyorum. Bir şeyin değişmiş olduğunu söylüyorum. Nietzsche, kendisinin deyimiyle "un zeitgemass", yani zamana aykırı biçimde içimde yer alıyor ... Yazmaya başladığımda yine de belli bir güncellikten yola çıktım ... Nietzsche'nin o başdöndürücü düşüncelerini unutup, doğrudan doğruya siyasala, toplumsal-göstergebilime girdim ... Belki insan tek bir vaftiz babası varmış, yaşamında tek bir düşünceye sahipmiş gibi ciddi olarak ancak tek bir filozofu inceler. Dolayısıyla Nietzsche istemeden, hatta gerçekten bilemeden, büyük gölgesinde gelişmiş olduğum yazardır. Yine de adını andığım olmuştur, ama oldukça ender olarak. Nietzsche'yi kişisel amaçlarla kullanmayı, böyle amaçlara alet etmeyi de hiç düşünmedim. Eğer bugün ona yeniden başvuruyorsam, bunun nedeni kuşkusuz yazıda ya da fotoğrafta aforizma biçimine dönüyor olmam... Nietzsche'nin aforizmaları çoğu zaman öyle bir yoğunluk taşır, ama yalnızca aforizma değil, ondan çok daha başka bir şeydir. Ne olursa olsun, Nietzsche'den aforizma açısından yararlanabilirsiniz, felsefe ya da ideoloji açısından değil.
Fotoğraflar / Baudrillard
lşık için nesneler bir bahanedir.
Nesnelerden yoksun bir dünyada, ışık bizim varlığını bile fark edemeyeceğimiz, uçsuz bucaksız, başı sonu olmayan bir şeye benzeyecektir.
Öznelerden yoksun dünyada, bilincimizde herhangi bir yansımaya yol açamayacak düşünce evreni içinde kaybolup gitmek durumundayız. Çünkü özne dur durak tanımayan düşünce dalanımını durdurabilen ve yansıtabilen varlıktır.
Fotoğraf çekmek demek ışıkla otomatik bir şekilde yazı yazmak demektir.
Sessiz bir imgeyi ancak kitleler ve çölde karşılaşılan sessizlikle karşılaştırabilirsiniz.
Autoportrait (1999, Baudrillard)
Ayrıntıda Dünya / Baudrillard
Fotoğraf çekme isteği belki de şu saptamadan kaynaklanır: Bir bütün, perspektifi içinde, anlam açısından bakılan dünya oldukça hayal kırıcıdır. Ayrıntıda ve aniden görüldüğünde ise her zaman kusursuz bir açıklık içindedir.
Çiçek kusursuzdur, onu doğanın herhangi bir diyalektiğine bağlamak zorunlu değildir! Bu her şey için aynıdır... Ayrıntıda dünya kusursuzdur. Fotoğraf için söylediğim de bu: Dünya, bütünüyle ele alındığında, anlam düzeyinde, adamakıllı düş kırıklığına uğratıcıdır, ama tekilliği ile kusursuzdur, onu kusursuz duruma getirmeye gerek yoktur, zaten kusursuzdur. Elbette arı bir derin düşünmeye dalmak söz konusu değildir. Bütünlere karşı, bütünlükçü düşselliğe karşı, stratejik olarak parçadan yana geçilmeli, onun tekilliğini teslim ederek; içinde devinilebilecek tek alan burasıdır...
Parçanın, ereksizlendirilmiş bir dünyanın tam yeri olan imge. İmge bir ahlak anlayışının, bir ideolojinin yeri olabilir yeniden, ama fotoğraf -sinemadaki devinimli imgeden daha çok- bana parça ile aynı ayrıcalığa sahip gibi geliyor; yalnızca sinemaya özgü kesimden değil, aynı zamanda sessizlikten, devinimsizlikten ötürü; ve de fotoğraf, parça gibi, bir bekleyişe bağlı, açıklanmayan ve açıklanmak amacını gütmeyen bir şey olmalı..