kör baykuş



'Saint' Genet

Eşcinsellik, gözlerimin rengi, ayaklarımın sayısı gibi bana verilmiş bir şeydi. Küçük bir çocukken öbür oğlanların benim üzerimdeki etkilerinin bilincine vardım, kadınlar hiçbir zaman beni çekmediler. İşte ancak bu çekiciliğinin bilincine vardıktan sonradır ki eşcinselliğimi, kelimenin Sartre'çı anlamında, özgürce "seçtim", "karar kıldım". Başka ve daha basit bir deyişle, eşcinselliğin toplum tarafından kınandığını bile bile, buna razı olmam gerekti.


Onu bir lanet olarak görmek istiyorsanız sizin bileceğiniz iş, ben onu bir lütuf olarak görüyorum. Size onun pedagojik yanından bahsetmek isterim. İlgilendiğim tüm oğlanlarla seviştim elbette. Ama sadece sevişmekle ilgilenmedim. Yaşamış olduğum serüveni onlarla yeniden kurmaya çalıştım; bu serüvenin simgesi pislik, ihanet, toplumun reddi ve yazıydı, yani topluma dönme, ama başka yollardan. Bu sadece benden kaynaklanan bir tutum mu? Eşcinsellik, eşcinseli yasadışı konumuna yerleştirdiği için, onu toplumsal değerleri yeniden gözden geçirmeye zorlar ve genç bir oğlanla ilgilenmeye karar verdiğinde, onunla düz bir şekilde ilgilenmeyecektir. Normal bir toplumda zorunlu olan, hem akılla hem yürekle ilgili tutarsızlıklar konusunda onu bilgilendirecektir. Şu sıralar genç bir otomobil yarışçısıyla Jackie Maglia'yla ilgileniyorum. Onun hakkında şunu söyleyebilirim: İşe araba çalmakla başladı, sonra bir çeşit alçalmayla, ne olursa çalmaya başladı. Hayatının biçiminin yarış olması gerektiğini çok çabuk anladım. Ona arabalar satın aldım. Şimdi yirmi bir yaşında. Yarışçı, artık çalmıyor. Asker kaçağıydı, artık değil. Otomobil yarışçısı olmasının ve toplum tarafından bu yeni haliyle kabul edilmesinin sorumluları hırsızlık, asker kaçaklığı ve benim. Kendini oldurarak, kendindeki temel şeyi gerçekleştirerek geri kazanıldı.

Eşcinselliğin içerdiği kadınsılık genç oğlanı sarıp sarmalar ve daha çok iyiliğin serpilip gelişmesine imkan verebilir. Din bilginleri toplantısı sırasında Vatikan'la ilgili bir televizyon programı seyrediyordum. Programa birkaç kardinal çıkardılar. İçlerinden iki üç tanesi cinsiyetsiz ve anlamsız idi. Kadınlardan hoşlanan diğerleri yavan ve açgözlü idiler. Eşcinsele benzeyen bir teki, Kardinal Lienart, iyi ve akıllı görünüyordu.
...


Dokunamazsın bu hayaletlere


Georges Bataille'ın aynı adlı romanından, Ma Mere (2004, Christophe Honore)


- Artık düşünmemek için sarılıp öp beni, dedi. Ama dilini ağzıma sok. Şimdi, hemen mutlu ol, sanki mahvolmamışım, sanki harabeye dönmemişim gibi. Seni bu ölüm ve kokuşmuşluk dünyasına sokmak istiyorum, bu dünyanın içine kapanmış olduğumu çoktan pekala hissediyorsun. Bu  dünyayı seveceğini biliyordum. Şimdi benimle birlikte kendinden geçmeni istiyorum. Seni ölümümün içine sürüklemek istiyorum. Sana vereceğim kısa bir kendinden geçme anı, onların içinde üşüdükleri o budalalık ortamına bedel değil mi? Ölmek istiyorum, tüm gemilerimi yaktım, hiç geriye dönüş olanağı yok artık. Senin kokuşman benim eserimdi: En arı ve en şiddetli olan neyim varsa sana veriyordum, yalnızca giysilerimi çıkaran şeyi sevme arzusunu. Bu kez artık bunlar sonuncu giysilerim.

Annem önümde gömleğini ve külotunu çıkardı. Çıplak olarak yatağa girdi.

Ben de çıplak olarak yatağa uzandım.






- Ben öldükten sonra senin yaşayacağını ve yaşadıkça da iğrenç bir anneye ihanet edeceğini biliyorum. Ama, daha sonra, birazdan seni benimle birleştirecek olan kucaklaşmayı anımsarsan, kadınlarla yatma nedenimi unutma. Şimdi senin o paçavra babandan söz etmenin zamanı değil: Bir erkek miydi o? Biliyorsun, ben gülüp eğlenmeyi seviyordum, belki de buna son vermedim, ne dersin? Son ana kadar, seninle alay edip etmediğimi hiçbir zaman öğrenemeyeceksin... Yanıt vermene izin vermedim. Yine de korkup korkmadığımı ya da seni çok fazla sevip sevmediğimi biliyorum. Her türlü arzudan daha tam, daha korkunç bir uçurumun gerçekliği olan bu neşe içinde seninle birlikte titrememe izin ver. İçine gömüldüğün şehvet şimdiden o kadar büyük ki seninle konuşamıyorum: Ama bunu senin güçsüzlüğün izleyecek. O sırada çekip gideceğim ve sana yalnızca son soluğunu vermek için seni beklemiş olan kadını bir daha hiçbir zaman göremeyeceksin. Ah, dişlerini sık oğlum, sen penisine benziyorsun, arzumu bir bilek gibi büken, aşırı arzuyla dolup taşan penisine.

BİNLERCE YILLIK SERÜVENİN BOŞLUĞUNDAN DUYULAN HOŞNUTSUZLUK


Varoluşumuz boşluğun üzerinden kayarak hiçliğe doğ­ru yolalmaktadır. Bu garip serüvenin ne zaman ve niçin başladığını bugüne kadar öğrenemedik. Bunu bizden son­raki varlıkların da öğrenemeyeceğini söylemek bir keha­net değildir, insan türünün zekası ve algılama yapısı bu bilmeceyi çözebilecek teçhizattan yoksundur.

Varoluşumuza anlam kazandırmak için gösterilen çabaların insanlık tarihinin bazı dönemlerinde sınırlı bölge­lerde belirli bir yoğunluk kazanmasına karşın, bu tarihin çok büyük bir bölümünde varoluşun anlamsızlığına karşı hiçbir tepkinin gösterilmediği de apaçık bir olgudur. Bu tepkisizliğin 1970-2000 arasında özel bir biçim alarak bü­tün dünyayı salgın bir hastalık gibi sardığını görüyoruz.

İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen kor­kunç olaylar (bunların en korkuncu Yahudi soykırımıydı) Tanrı'nın en azından bu dünyaya hiç müdahale etmediğini gösteriyordu (Nazilerin küçük çocukları büyük bir keyifle gaz odalarına götürmesine engel olmamıştı). Bu olaylara
tepki olarak özellikle Batı dünyasında Tanrı’dan bağımsız bir yeryüzü ahlakını temellendirmek ve bunu insanların ruhuna aşılamak için büyük bir devinim oluştu. Sanki kö­tülüklere müdahale etmeyen Tanrı’ya karşı insan yüce bir ahlakı kurarak yanıt vermek istiyordu.

Dinsel ahlaka karşı laik bir ahlakın ortaya çıkmasının arkasında dünyanın dışında kalan güçlerin dünya işlerine müdahale etmemesinin yolaçtığı hoşnutsuzluk vardı. Si­lahlı kötü insanlar silahsız iyi insanları öldürüyordu ve din­sel kökenli ahlakıyla şiddetten uzak duran insanlar kor­kunç işkencelere maruz kalıyor ve şanslarının derecesini yalnızca öldürülme biçimleri belirliyordu.

Ama laikliğin nedeni insanlığın gelişimi olmayıp, di­nin başarısızlığıydı. İnsanlar dini öte dünyayla bağlantı kur­mak için yaratmışlar ama bu konuda başladıkları noktada kalmışlardı. Hiçbir din öte dünyanın kapısını açamamış ve varoluşumuz boşluğun üzerinde hiçliğe doğru yuvarlan­maya devam etmiştir. Laiklik aşkın güç olarak Tanrı’nın ye­rine toplumu koymuştur. Marx ve Durkheim toplumu di­namik ve ahlaki bir yapı olarak görme hatasını işleyerek insanları sahte bir tanrıya taptırmışlardır. işte bu hareket yepyeni, korkunç bir felaketi başlatmıştır. Toplumun bir yığın olarak geriye götürücü, bayağılaştırıcı, alçaltıcı bir ya­pı olduğunu ilk gören Nietzsche olmuştur. Ama onu bir hasta, bir deli olarak değerlendiren yığınsal zihniyet yaşa­dığımız felaketi hızlandırmıştır. Bu felaket, yığına boyun eğmek zorunda kalmamızdır.

Son on yıllarda dünya nüfusunun patlaması ve ardın­dan kitle iletişim araçlarının devasa büyüklüklere ulaşma­sı sonucu yığın zihniyetinin ezici baskısı yaratıcı bireyler için dayanılmaz hale gelmiştir. Kökeni yığın zihniyetinde bulunan sahte ve yapay bir yaşam biçiminin kitle iletişim araçlarıyla dayatıldığı bir dünyada varolmanın tamamen anlamsız olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. 1970’lerden İtibaren anormal bir ivme kazanan tüketim çılgınlığı­nın, sorgulamadan yaşamanın en etkin yolu haline gelme­siyle birlikte varoluş bilmecesi de yokolmuştur. İnsan türü kendi kendine işleyen bir mekanizma düzeyine inmiştir.

Dünya Üzerinde yığın zihniyetinin sözcülüğünü yapan politikacılar, sözde bilim ve düşün adamları bu akıl al­maz çılgınlığın farkında olmadan, üretimden iyi bir pay al­manın verdiği rehavetle yığınlaşmaktadırlar. Bu dünyada bulunuşumuzun hiçbir nedeni olmadığına göre, nedensiz
yasamanın bir yolu aranmıştır. Tek bir yol bulunmuştur: zevk. Son otuz yıldır bütün dünyada büyük bir zevk çıl­gınlığı yaşanmaktadır. Herkes mümkün olduğu kadar çok eğlenmeye, çok gülmeye, çok gezmeye, çok sevişmeye ça­lışmaktadır. Zevk almaya koşullanan yığınlar her saçmalı­ğı bir eğlenceye dönüştürmektedir. 1999 sayısından 2000 sayısına doğru yapılan sahte ve yapay geçiş bütün dünya üzerinde dalga dalga yayılan kitlesel eğlencelere yolaçmıştır. Nereden çıktığı belli olmayan "bu gece bütün dün­ya eğlenecek” komutu hiçbir şekilde sorgulanmadan yeri­ne getirilmiştir.

Ruhumuzu doyurmayan ve bizi sürekli huzursuz ve kaygılı halde tutan ve insan türünün kendi gerçeğinden kaçmak için yarattığı bu yapay ve sahte dünyanın içinden çıkarak kendi dünyamızı kurmak zorundayız. Böyle deva­sa bir iş bir günde gerçekleşemez. Ancak uzun ve çetin
bir yolculuğun sonunda kendimizi yapaylıktan ve sahte­likten arındırabiliriz.

Bu uzun ve çetin yolculuk mistisizmdir. İnsan türünün binlerce yıllık serüveninin boşluğundan duyulan hoş­nutsuzluğa karşı bireyin tek başına öte dünyayla iletişim kurma çabaları mistik deneyimin özünü oluşturmaktadır.

İnsan türüne karşı ilk kapsamlı bireysel tepki Nietzsche’den gelmiştir. Nietzsche’den önceki düşünürlerin hiç­biri türe karşı onun ölçüsünde mutlak bir tepki gösterme­mişti. Bu büyük filozofun hem fikirlerinin doğrudan ifade­si olan yaşamı ve hem de felsefenin temelini oluşturan ebe­di dönüş ve güç istenci kavramlaştırmaları düşünce tarihi­nin en büyük kırılma noktalarından birini oluşturmakta­dır. Ebedi dönüş, bu dünyayla öte dünyayı birleştiren bir va­roluş devinimi olarak Nietzsche’nin mistisizminin özüdür.

2000 sayısının kullanılması yoluyla yapılan yapay ayı­rımın bizde uyandırdığı sahte iyimserliğe kapılmadan bin­lerce yılın içinde biriken mistik deneyimin bir uzantısı ola­rak son yüzyılın mistik deneyimine bakmak istiyorum.

XX. yüzyılın mistik düşünürlerinin en önemlilerinden biri olan Georges Bataille’ın “İç Deney"i insanı günlük ya­şamının içindeki olağanüstülüğüyle ele almakta ve yaza­rın içtenliğinin yolaçtığı çelişkiler mantıklı eserler okuma­ya alışan kişileri afallatmaktadır.

Jean Genet'nin Portresi





Antoine Bourseiller  - Giacometti'den bahsedebilir misiniz?

Jean Genet - Evet, çünkü portremi yapmak için kırk küsür gün beni üzerine oturttuğu mutfak iskemlesinin samanları hala kalçalarımda duruyor. Ne kımıldamama, ne sigara içmeme izin veriyordu. Sadece biraz başımı çevirmeme, ama sohbeti öyle güzeldi ki.

A.B. - En çok hayran olduğunuz insanlardan biri olduğunu söylemiştiniz, değil mi?

J.G. - Tek insan.

A.B. - Tek insan mı?

J.G.. - Evet, şöyle diyelim isterseniz, Yunanistan'a minnettarım çünkü bana bilmediğim iki şeyi öğretti: tebessüm ve kanmazlık. Alberto bana toza, bu tür şeylere duyarlı olmayı öğretti.

Az önce en rahat nefes aldığım ülkeyi andım: Yunanistan. En hayran olduğum insandan söz ettim size: Giacometti. Hayatım neredeyse sona eriyor. Yetmiş bir yaşındayım ve karşınızda bütün bunlardan, tarihimden, coğrafyamdan geriye kalan duruyor. Hepsi bu kadar. Pek bir şey değil.

Sartre'dan Giacometti



 Giacometti'nin figürleri tekbaşlarına, yalnızlar. Ama bir araya getirildiklerinde, nasıl oluyorsa işte, yalnızlıklarından kurtulup birleşerek, küçük ve büyülü bir topluluğa dönüşüveriyorlar.

" Masadan uzak bir açıklığa, odanın tabanına konmuş figürleri incelerken, çoktandır araştırmakta olduğum bir ilişki içinde iki gruba ayrıldıklarını keşfettim. En ufak bir değişiklik bile yapmada her iki grubu da altlıklarına yerleştirdim..."


İnsan kalabalığı, Giacometti'nin üzerinde çalıştığı konulardan biri. Bir meydanda birbirlerine bakmadan geçen insanlar. Umutsuz, yalnız, ama birlikte. Birbirlerini kaybeden, ama birbirlerini aramadıkça da asla birbirlerini kaybetmeyecek olan insanlar. bu tip grup heykellerinden biri üzerinde iyice düşünerek, kendi evrenini benden çok daha iyi tanılıyor Giacometti:

"...acımasız geçen yıllar boyunca iyice gözlemlenmiş bir orman parçası... birbirlerinin yolları üzerinde durarak konuşan insanlar gibi, kuru ve ince gövdeli ağaçlardan oluşan bir orman."




Giacometti'nin yaptığı vücutlarda başka bir şeylerin olduğu belli. Bir sürgün kampından, bir gençlik pınarından ya da bir iç bükey aynadan mı ortaya çıkarlar dersiniz? İlk bakışta sanırsınız ki, Puchenwald kampında bir deri bir kemi kalmış zavallılarla karşı karşıyayız. Ama hemen biraz sonra yanıldığımızı anlayıp bambaşka duygulara kapılırız. Onun incecik dal gibi yaratıkları sanki semaya doğru yükselmekteler; yeryüzünden cennete doğru uçan bir grup İsa ve Meryem ile karşı karşıyayız sanki. Dans etmekteler: Kendileri, dans zaten; aynen bize vaat edilen tanrısal vücutlar gibi, orta yoğunlukta bir maddeden yapılmışlar. Ve biz hala bu mistik yükselişe dalmış derin derin düşünürken, bu sıska vücutlar açılıp güzelleşirler. Gördüklerimiz sadece dünyevi çiçeklerdir.





Giacometti'nin tarih öncesi yüzüne şöyle bir göz atarsak, onun, kendini zamanın başlangıcına yerleştirme arzusunu ve gururunu hemen fark edebiliriz. Giacometti Kültür ile alay eder, dalgasını geçer; İlerleme'ye en azından - Güzel Sanatlar'daki bir ilerlemeye - pek değer vermez. Çağdaşlarından ya da Altamira ve Eyzies Mağaralarında yaşamış ola atalarından "daha ilerlemiş" olarak görmez kendini.





Bu yerinde duramayan fakat bir o kadar da kararlı sanat işçisi, kendi çalışmalarını hep yavaşlattığından dolayı, taşın dirençliliğinden pek hoşlanmaz. Bundan dolayı hafif ve aynı zamanda da her biçime sokulmaya en elverişli, gerektiğinde çabucak parçalanabilen ve bütün malzemeler içinde en uçarı-ruhsal malzemeyi seçer: Alçı. Parmak uçları zorlukla hisseder bu maddeyi. Alçı, sanatçının ulaşılmaz ve anlaşılmaz devinimlerine bir yanıttır. 

Atölyesine gelen birisi ilk olarak, uzun ve kırmızımsı iplere dolanarak onu yarı katı bir hale sokan beyaz nesnelerden yapılmış (alçı ve üstüpü karışımı) bu garip korkulukları fark edecektir hemen. Giacometti'nin deneyimleri, düşünceleri, ihtirasları ve düşleri, bir an için onun alçı adamlarına yönelerek onlara birer biçim verirler, sonra birlikte devam ederler. Sürekli olarak hep bir değişim içinde olan ve belli bir biçimi olmayan bu garip yaratıklardan her biri, Giacometti'nin başka bir yaşamı sanki.


Maldoror'un Şarkıları Üzerine & Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü

*Özdemir İnce'nin aktardıklarını okuduktan sonra görüyorum ki hayalimde doğru bir Isıdore Ducasse yaşatıyormuşum. Eşi Ülker İnce'nin türkçeye çevirdiği kurgusal Jeremy Reed romanı Isıdore da, kafamda Maldoror'dan arta kalanlardan ve yaşam öyküsünden oluşturduğum farklı bir Isıdore Ducasse portresi çizmiyordu. Şarkılar'ın alaycı ve yıkıcı tonu, korku ve dehşet imgeleri, arkasında gizlenen umudu ve hüznü, kitabın yazarı genç Isıdore Ducasse'ı saklayamıyor.

Ducasse hakkında bilgi veren tek kişi olan Paul Lesbes'in yazısının tam metnini ve İnce'nin Rimbaud ve Lautreamont üzerine yazılarını anlam kaybı yaratmayacak şekilde kesintili olarak bloga aktardım:





İsidore Lucien Ducasse'ın terekesi: Ne olduğu, ne olacağı belli olmayan bir kitap,
 iki risale, altı mektup ve yıllar sonra bulunacak bir fotoğraf. Hepsi bu!..


Isidore Ducasse



Paul Lesbes: Avukat, yargıç. Ducasse'ın Pau lisesinden arkadaşı. 
Onun yaşadığına tanıklık eden neredeyse tek kişi.


Gazeteci François Alicot, Paul Lesbes''in adresini öğrenir öğrenmez, kendisine mektup yazdı; mektupla birlikte Poesies'nin Philippe Soupault baskısını da gönderdi. Yaşlı adamın belki İsıdore Ducasse'la ilgili anıları vardı? Yaşlı adam, emekli yargıç Paul Lesbes bir edebiyat tutkunuydu. İsıdore Ducasse,  Maldoror'un Şarkıları'nı da, Poesies I-II'yi de kendisine göndermişti. Poesies I'in ithaf edildiği insanlar arasında adının bulunması gururlandırmıştı kendisini. François Alicot yaşlı yargıca dokuz mektup gönderip sorular sordu ve aldığı yanıtları Mercure de France'ın 1 Ocak 1928 tarihli sayısında yayımladı. Yazının Başlığı şöyleydi: Maldoror'un Şarkıları Üzerine. Isidore Ducasse'ın Gerçek Yüzü"


Paul Lesbes:


"Ducasse'ı Pau lisesinde, 1864 yılında tanıdım. Minvielle'le birlikte aynı sınıftaydık. Bu uzun boylu, sırtı biraz kambur, soluk tenli, uzun saçları alnın üzerine dökülen, ekşimtrak sesli delikanlı hala gözümün önünde. Çekici bir özelliği yoktu yüzünün.


"Genellikle hüzünlü ve sessizdi. Sanki kendi üzerine kapanmış gibiydi. İnsanların özgür ve mutlu bir yaşam sürdükleri denizötesi ülkelerden birkaç kez bana heyecanla söz etti.


"Çoğu zaman okuma salonunda saatler geçirirdi: Dirsekleri sıraya dayalı, elleri alnının üzerinde, gözlerini okumadığı bir kitaba dikmiş. Bir klasik kitap. Hayallere dalardı. Dostum Minvielle ve ben, onun hasret çektiğini, ailesinin onu Montevideo'ya geri çağırmasının gerektiğini düşünürdük.


Maldoror'un Şarkıları

Bir bilici gibi "On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini" diyen Ducasse/Lautremaont, 1868-1918 yılları arasında geçen elli yıllık bir şaşkınlıktan sonra çağdaş şiirin en önemli doruk noktalarından  biri oldu. Bu öngörüsü iki sağlam temele dayanıyordu: Yeni bir yaşam ve yazım tasarısına. Ancak o kendisinin ve yaptıklarının bilincindeydi, ama başkaları bir başka (eski) yaşam ve yazım tasarımıyla koşullanmışlardı; bu nedenle Maldoror'un Şarkıları'nın ölçü dışılığı şaşırtıcı tazeliğini yazarının ruh hastalığına bağladılar. Böylesine şaşırtıcı bir yapıtı ancak bir ruh hastası "yapabilir"di.

"Her cümlesi sessiz ve çevik ayaklarıyla koşan bir kudurmuş kurda benzeyen" ve "sınır tanımaz ve olağanüstü özgünlüğüyle okurun damarlarını zonklatan, ruhunu alt üst eden" bu benzersiz yapıtın gücü karşısında büyüklenen Leon Bloy 1890 yılında "benzeri görülmemiş bir deli, dünyanın en büyük şairlerinden biri olsun" diye üzülüyordu. Bloy şaşkın, hayran ve üzgün. Belki dönemin bilgileri yapıtı değerlendirmeyi bir ölçüde kolaylaştırabilirdi, ancak yazar hakkında hiçbir şey bilmemesi buna engel oluyordu.

Deli sayılan Lautreamont, elli yıl sonra, bir yalvaca, dahası yeni bir düşünce çağının habercisine, "Son Vahiy"in yazarına (A.Breton) ve bir "meleksi dinamitçi"ye (Julien Gracq) dönüştü. Üstgerçekçiler Maldoror'un Şarkıları'nı "sözcük akışının bilinçli ve başdöndürücü biçimde hızlandırılması" (A.Breton) sayesinde imgelemin özgürleşmesini sağlayan otomatik yazının verimli gücünün deneysel kanıtı olarak gördüler. Onlara göre, aklın zembereğinin boşalması düşte, yarı düşte ve hipnoz sırasında gerçekleşebilirdi. Maurice Blanchot Şarkılar'ın "Fransız edebiyatının uyku yükü en yoğun yapıtı" özelliği taşıdığını ileri sürer. Metinlerin çoğunun zamanı gecedir ve ışığın tehdidi altında sona ererler.

Bilinçaltı özgürlüğüne kavuşunca, imgelem olağanüstü metaforlarla dolu bir dile dönüşür. Çelişkilerden doğan en derin, en alışılmamış, en garip metaforlara. Şarkılar'ın imgeleri, Breton yönetimindeki üstgerçekçi topluluğu büyülemişti ve üstgerçekçi kuramın kanıtı oldu.

Lautreamont ile üstgerçekçilerin imgelem gücüne tanıdıkları bu öncelik onların kara romana, fantastik'e ve olağanüstüne olan düşkünlüklerinde ortaya çıkar. Üstgerçekçilere göre Şarkılar edebiyat dünyasına fırlatılan benzeri görülmemiş bir  bombadır. İroni,  kişilerin parodisi, teknikler, süslemeler ve değişik yazınsal ifade, Şarkılar'da bir bombaya dönüşmüştür. Klasik okurun alıştığı estetikle her bakımdan çelişen bu kitap, yeni bir estetik önermekte ve eski estetiği aşağılamaktadır.

Maldoror köklü bir başkaldırının simgesidir. Hiçbir yapıt onun kadar Tanrı'ya başkaldırmamış ve onu alaya almamıştır. Cinsel tabulara da başkaldırının simgesidir: Eluard, Lautreamont'u Sade'ın yanına koyar. Şarkılar savaş ve her türlü yozlaşmanın kınanması; bütün toplumsal kurumların, aile ve kilisenin eleştirisidir; gündelik gerçeklik ve mantıkın mizah aracılığıyla parçalanmasıdır.

Üstgerçekçiler yalnızca Lautreamont'u keşfetmekle kalmadılar, aynı zamanda onun yapıtının iki önemli özelliğini de kavradılar: Alaycı ve sarakacı bir zeka; canavarlar yaratan ilkel, cinsel, karanlık ve gizemli bir düşsellik. Maldoror'un bu özellikleriyle, onun düşsel evreniyle psikanaliz ilgilenmekte gecikmedi. Ancak Maldoror'un Şarkıları biçimsel özellikleri bakımından incelenmek için formalist eleştiriyi bekledi. Tel Quel dergisinin Philippe Sollers, Marcelin Pleynet, Julıa Cristeva gibi (o zamanki) genç yazarları nöbeti üstgerçekçilerden devraldılar.

Bir kez daha tekrarlamakta yarar var: Maldoror'un Şarkıları esin kaynağı ne olursa olsun (tanrısal, doğal, toplumsal, kamusal, yazınsal, ruhsal...) güç'e karşı açılmış umutsuz bir savaş, dönüşsüz bir başkaldırıdır. Daha somut konuşacak olursak: Tanrı, kilise, III. Napoleon ve burjuvazi işbirliğinin her türlü yansımalarına karşı amansız bir başkaldırı.



    Goethe, Faust'ta "Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız," der. Lautreamont bu açıdan Maldoror'a bağlıdır. Gecelerin ve uçurumların süvarisi, yalnız ve lanetli Maldoror sadece Ducasse/Lautreamont'u değil, okuru da temsil etmektedir. O günün, bugünün ve yarının okurunu. Yazar, karanlığın içinde ve içinden aydınlığı değil karanlığı yazmaktadır: Çağı örten ve okurun ruhunu saran karanlığı. Buradan şu sonucu çıkartıyoruz: çağının temel sorunlarıyla ilgilenmeden, onu yaşayıp yaşatmadan "büyük" yazar olmanın olanağı yoktur.

İki Hadise (Su Tüyün Üzerinde Bekler)




Enis Batur'un kitabından



KÂHİN

"Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz!"

Şaşırtıcı olan, "Yarılsın artık bu tekne"dir, bunu söyleyen gemidir. Sarhoş gemi, ve argoda "tekne" bacak demektir. On yedi yaşındayken, Rimbaud: "Yarılsın artık bu tekne!" diyor, yani "Yarılsın artık bu bacak!" Ve otuz yedi yaşındayken, deniz kıyısında, Marsilya'da, bacağını kesiyorlar. Söylemek istediğim buydu sadece.
Öyle görünüyor ki, ama bunu ispat edemem, her insanda, şair ya da değil, her insanda, şair pek bir şey demek değildir, ama her insanda, belli bir anda, kendisinin görmediği, kendiyle ilgili kahince bir yeteneğe benzeyen bir şey vardır. Rimbaud'nun bacağını keseceklerini söylemek istediğine ve söylediğine inanıyorum. Sessizliğini kendisinin istediğine inanıyorum. Şairler alanında kalırsak, Racine'in sessizliğini kendisinin istediğine inanıyorum, Shakespeare'in, sonuçta bilinmez kalmayı, adsızlığı istediğine inanıyorum, Homeros'un da öyle. 
Öyleyse her insanda etkili olan ve her insanın şu ya da bu anda ortaya çıkarabildiği, belki de saklandığı yerden dışarı uğratabildiği şey nedir? Bilmiyorum. Belki de hiçbir şeydir. (Jean Genet)


Cehennemde Bir Mevsim ile İlluminations biraz özenle okunduğu zaman, Rimbaud'nun 1880 sonrası yaşamının programını bulabilirsiniz. Sanki bir tür falcılık yapmakta, gaipten haberler vermektedir.

Cehennemde Bir mevsim'in "Kötü Kan" başlıklı şiirinde şair şöyle konuşmaktadır:

" Tamam oldu günüm; ayrılıyorum Avrupa'dan. Yakacak ciğerimi deniz havası; yağızlaştıracak derimi yitik mevsimler..."

"Geri döneceğim, demirden kollar ve bacaklarla, kararmış derimle, öfkeli gözlerle: Güçlü soydan olduğumu düşünecekler maskeme bakarak. Altınım olacak: Aylak ve kaba olacağım. Sıcak ülkelerden dönen kıyıcı sakatlara bakar kadınlar. Siyasal olaylara karışacağım. Kurtulacağım."

"Şimdi lanetliyim ben, tiksiniyorum vatandan. En iyisi, şöyle esaslı bir sarhoş uyku çekmek, kumsalda."

Bu şiiri Rimbaud 1873 yılında yazmıştır.

Arthur Rimbaud'nun Yaşamı'nın yazarları Jean Bourguignon ile Charles Houin, Rimbaud'nun arkadaşı Delahaye'nin tanıklığına dayanarak, onun şiiri 1876 yılında bıraktığını yazarlar. Suzanne Bernard ise aynı tanığın Rimbaud, L'artsite et l'etre moral adlı kitabına dayanarak, şairin şiiri bırakmış olduğunu doğrular. Larnaka'da (Kıbrıs) tifoya yakalanan Rimbaud, mayıs ayı sonlarında ana evine döner ve kışı orada geçirir. Bu dönemde, Rimbaud'yu gören Delahaye onunla edebiyat konuşmaya çalışır. Bunun üzerine Rimbaud "Artık bunu düşünmüyorum," der. Rimbaud artık Doğu'ya giderek özgürleşmek, para kazanmak, yoksulluktan ve bohem hayatından kurtulmak istemektedir. 1864 yılında, on yaşındayken yazdığı, Öndeyiş'te de dediği gibi, zengin ve rantiye olmak, rahat etmek istemektedir. Bunu gerçekleştireceği yer de Doğu'dur. Aden'den ailesine yazdığı  29 Mayıs 1884 tarihli mektupta da belirttiği gibi, bir gün yaşadığı tutsak hayatından kurtulmak, canının istediği kadar çalışmasına olanak sağlayacak paraya sahip olmak istemektedir.  

Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations'dan sonra şiir yazılabilir miydi sorusunu, Alain Borer şöyle yanıtlıyor: "Rimbaud şiiri bırakmıyor, şiiri tamamlıyor: Rimbaud sessizliğe ulaşmış olan ilk şairdir. Illuminations'dan sonra ne yazılabilirdi? Bu soruyu, bence, bir sonraki yüzyılın şairleri de yanıtlamış değiller." Rimbaud, bence, şiirin sınırına dayandığı için, bunu anladığı ve hissettiği için, şiir yazmayı bırakmıştı. Tıpkı bir peygamber gibi, kitabını bırakmıştır.

...

Optimism as Cultural Rebellion

M. Stone


1. No cocaine
2. Must be beautiful
3. Learn how to draw (respect doodles)
4. The work is more important than the man
5. Be informative
6. Shut up about the art-world
7. No rules
8. No work about money
9. Have discipline
10. Don't repeat anything more than three times
11. No irony
12. Psychological danger - Do it
13. Fuck semantics
14. Fashion is not art
15. Art is not fashion
16. Be totally convinced of your ideas at the same time ready to relinquish them entirely
17. Trust intuition
18. No hierarchy of education
19. Be melodramatic
20. Storytelling is SO important