Varoluşumuz boşluğun üzerinden
kayarak hiçliğe doğru yolalmaktadır. Bu garip serüvenin ne zaman ve niçin
başladığını bugüne kadar öğrenemedik. Bunu bizden sonraki varlıkların da öğrenemeyeceğini
söylemek bir kehanet değildir, insan türünün zekası ve algılama yapısı bu bilmeceyi
çözebilecek teçhizattan yoksundur.
Varoluşumuza anlam kazandırmak
için gösterilen çabaların insanlık tarihinin bazı dönemlerinde sınırlı bölgelerde
belirli bir yoğunluk kazanmasına karşın, bu tarihin çok büyük bir bölümünde
varoluşun anlamsızlığına karşı hiçbir tepkinin gösterilmediği de apaçık bir
olgudur. Bu tepkisizliğin 1970-2000 arasında özel bir biçim alarak bütün
dünyayı salgın bir hastalık gibi sardığını görüyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sırasında
meydana gelen korkunç olaylar (bunların en korkuncu Yahudi soykırımıydı) Tanrı'nın
en azından bu dünyaya hiç müdahale etmediğini gösteriyordu (Nazilerin küçük
çocukları büyük bir keyifle gaz odalarına götürmesine engel olmamıştı). Bu
olaylara
tepki olarak özellikle Batı dünyasında Tanrı’dan bağımsız
bir yeryüzü ahlakını temellendirmek ve bunu insanların ruhuna aşılamak için
büyük bir devinim oluştu. Sanki kötülüklere müdahale etmeyen Tanrı’ya karşı
insan yüce bir ahlakı kurarak yanıt vermek istiyordu.
Dinsel ahlaka karşı laik bir
ahlakın ortaya çıkmasının arkasında dünyanın dışında kalan güçlerin dünya
işlerine müdahale etmemesinin yolaçtığı hoşnutsuzluk vardı. Silahlı kötü
insanlar silahsız iyi insanları öldürüyordu ve dinsel kökenli ahlakıyla
şiddetten uzak duran insanlar korkunç işkencelere maruz kalıyor ve şanslarının
derecesini yalnızca öldürülme biçimleri belirliyordu.
Ama laikliğin nedeni insanlığın
gelişimi olmayıp, dinin başarısızlığıydı. İnsanlar dini öte dünyayla bağlantı
kurmak için yaratmışlar ama bu konuda başladıkları noktada kalmışlardı. Hiçbir
din öte dünyanın kapısını açamamış ve varoluşumuz boşluğun üzerinde hiçliğe
doğru yuvarlanmaya devam etmiştir. Laiklik aşkın güç olarak Tanrı’nın yerine
toplumu koymuştur. Marx ve Durkheim toplumu dinamik ve ahlaki bir yapı olarak
görme hatasını işleyerek insanları sahte bir tanrıya taptırmışlardır. işte bu
hareket yepyeni, korkunç bir felaketi başlatmıştır. Toplumun bir yığın olarak
geriye götürücü, bayağılaştırıcı, alçaltıcı bir yapı olduğunu ilk gören
Nietzsche olmuştur. Ama onu bir hasta, bir deli olarak değerlendiren yığınsal
zihniyet yaşadığımız felaketi hızlandırmıştır. Bu felaket, yığına boyun eğmek
zorunda kalmamızdır.
Son on yıllarda dünya nüfusunun
patlaması ve ardından kitle iletişim araçlarının devasa büyüklüklere ulaşması
sonucu yığın zihniyetinin ezici baskısı yaratıcı bireyler için dayanılmaz hale
gelmiştir. Kökeni yığın zihniyetinde bulunan sahte ve yapay bir yaşam biçiminin
kitle iletişim araçlarıyla dayatıldığı bir dünyada varolmanın tamamen anlamsız
olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. 1970’lerden İtibaren anormal bir ivme
kazanan tüketim çılgınlığının, sorgulamadan yaşamanın en etkin yolu haline
gelmesiyle birlikte varoluş bilmecesi de yokolmuştur. İnsan türü kendi kendine
işleyen bir mekanizma düzeyine inmiştir.
Dünya Üzerinde yığın zihniyetinin
sözcülüğünü yapan politikacılar, sözde bilim ve düşün adamları bu akıl almaz
çılgınlığın farkında olmadan, üretimden iyi bir pay almanın verdiği rehavetle
yığınlaşmaktadırlar. Bu dünyada bulunuşumuzun hiçbir nedeni olmadığına göre,
nedensiz
yasamanın bir yolu aranmıştır. Tek bir yol bulunmuştur: zevk.
Son otuz yıldır bütün dünyada büyük bir zevk çılgınlığı yaşanmaktadır. Herkes
mümkün olduğu kadar çok eğlenmeye, çok gülmeye, çok gezmeye, çok sevişmeye çalışmaktadır.
Zevk almaya koşullanan yığınlar her saçmalığı bir eğlenceye dönüştürmektedir.
1999 sayısından 2000 sayısına doğru yapılan sahte ve yapay geçiş bütün dünya
üzerinde dalga dalga yayılan kitlesel eğlencelere yolaçmıştır. Nereden çıktığı
belli olmayan "bu gece bütün dünya eğlenecek” komutu hiçbir şekilde
sorgulanmadan yerine getirilmiştir.
Ruhumuzu doyurmayan ve bizi
sürekli huzursuz ve kaygılı halde tutan ve insan türünün kendi gerçeğinden
kaçmak için yarattığı bu yapay ve sahte dünyanın içinden çıkarak kendi
dünyamızı kurmak zorundayız. Böyle devasa bir iş bir günde gerçekleşemez.
Ancak uzun ve çetin
bir yolculuğun sonunda kendimizi yapaylıktan ve sahtelikten
arındırabiliriz.
Bu uzun ve çetin yolculuk
mistisizmdir. İnsan türünün binlerce yıllık serüveninin boşluğundan duyulan hoşnutsuzluğa
karşı bireyin tek başına öte dünyayla iletişim kurma çabaları mistik deneyimin
özünü oluşturmaktadır.
İnsan türüne karşı ilk kapsamlı bireysel
tepki Nietzsche’den gelmiştir. Nietzsche’den önceki düşünürlerin hiçbiri türe
karşı onun ölçüsünde mutlak bir tepki göstermemişti. Bu büyük filozofun hem
fikirlerinin doğrudan ifadesi olan yaşamı ve hem de felsefenin temelini oluşturan
ebedi dönüş ve güç istenci kavramlaştırmaları düşünce tarihinin en büyük
kırılma noktalarından birini oluşturmaktadır. Ebedi dönüş, bu dünyayla öte
dünyayı birleştiren bir varoluş devinimi olarak Nietzsche’nin mistisizminin
özüdür.
2000 sayısının kullanılması
yoluyla yapılan yapay ayırımın bizde uyandırdığı sahte iyimserliğe kapılmadan
binlerce yılın içinde biriken mistik deneyimin bir uzantısı olarak son
yüzyılın mistik deneyimine bakmak istiyorum.
XX. yüzyılın mistik
düşünürlerinin en önemlilerinden biri olan Georges Bataille’ın “İç Deney"i
insanı günlük yaşamının içindeki olağanüstülüğüyle ele almakta ve yazarın
içtenliğinin yolaçtığı çelişkiler mantıklı eserler okumaya alışan kişileri afallatmaktadır.
“İç Deney ” insanın kendi dinini
bulması için yaptığı olağanüstü dramatik bir içsel yolculuktur. Hastalıklar ve
acılar içinde yaşamın diyonizyak coşkusuna kapılan Bataille hiçliğe açılan
varoluşun sonsuz mutluluğunu yakalamaya çalışır. Yaşamın sıradan olaylarının
içinde (buna son otuz yılın tüketim çılgınlığını da ekleyebiliriz) birden sınır
olaylarla karşılaşırız. İşte bu sınır olaylar varoluşun sonsuz devinimini
ortaya çıkarır. Bataille bu sınır olayların esrimeye yol açtığını ve böylece
varoluşun özü olan hiçliği varlık haline getirdiğini düşünmektedir. Gülüş,
erotizm, kurban etme hiçlikle temas etmemizi sağlar.
Bataille bu yapıtı aracılığıyla
varoluş gerçeğinin özü olan hiçlikle doğrudan karşılaşma cesaretini göstermektedir.
Bataille’ın iç deneyimi bizi aşan bir gücün varlığı deneyimi olmayıp, doğrudan
hiçliğin deneyimidir. “Bir vahiyden kaynaklanmayan, içinden bilinmezden başka
hiçbir şeyin çıkmadığı böyle bir deneyimi belirleyen özellik hiçbir zaman
yatıştırıcı hiçbir şey getirmemesidir. "
Ama bu deneyim büyük bir
çöküntüye yol açar: “Kitabın bittiğinde, onun yetersizliğini, tiksindirici
yönlerini ve en kötüsü içimde, güçsüzlüğünden ve amacının bir kısmından nefret
ettiğim ve kitabıma karıştırdığım ve karıştırmayı sürdürdüğüm yeterlik
kaygısını görüyorum. ” Tanrısız, vahiysiz bir arayışın ne anlamı olabilir?
“Vahiyden kuşku duyulduğunda kavranamayan olgu, hiç kimse bizimle hiçbir zaman
konuşmamışsa artık hiç kimsenin bizimle konuşmayacağıdır. Bundan böyle batan
güneş altında sonsuza kadar yalnızız." Bataille içine düştüğü yoğun
depresyonuyla varoluş yolculuğuna başlar.
“Bir çıkmaza giriyorum. Burada
her olasılık yokoluyor, olabilir gizleniyor ve olanaksız ortalığı kasıp kavuruyor.
Hiçbir şey olanaklı olmadığı zaman, olanaksızın karşısında olmak benim gözümde
tanrısalın deneyini yapmaktır; bu, işkencenin karşılığıdır."
“Sadece güçsüz ve boşum, artık ne olduğumu bilmiyorum, açım, üşüyorum,
susuyorum. Böyle anlarda istence başvurmanın anlamı olmayacaktır. Geçerli olan
yaşayabilir davranışa olan tiksintidir, söyleyebildiğim, yazabildiğim şeye,
beni bağlayan şeye olan tiksintidir. Bağlılığımı yavanlık olarak hissediyorum.
Beni harekete geçiren çelişkili kararsızlıklarda çıkış yok ve işte bu nedenle
beni tatmin ediyorlar. Kuşkulanıyorum: içimde sadece çatlakları, güçsüzlüğü,
faydasız çalkantıyı görüyorum. Kendimi çürümüş hissediyorum, dokunduğum herşey
çürümüş. Depresyona yenilmemek ve devam etmek için -ne adına?- özel bir cesaret
gerekiyor. Bununla birlikte karanlığımın içinde sürdürüyorum: insan içimde
sürüyor ve içimden geçiyor. İçimde bağıra bağıra BU NEDİR dediğim zaman, buna
uygun yanıtı alamadığım zaman, nihayet içimdeki bu insanın beni öldüreceğini ve
bu noktada kendisi ölüp aptallığımın beni gülünç duruma düşürmekten vazgeçmesini
sağlayacağını zannediyorum. (Az bulunan gizli tanıklar belki sezmişlerdir),
onlardan tereddüt etmelerini istiyorum. Çünkü insan olmaya mahkûm olmuş ben
(veya daha fazlası) şimdi ölmem (kendi kendime.) ve kendimi doğurtmam
gerekiyor... Amaçsız olarak şimdi olduğumuz gibi olamayız: Birbirini yok eden
sözcükler, aynı zamanda kendimizi dünyanın dayanağı zannederken yerinden
oynatılamayan küçük kirişler. Uyandım mı? Kuşkuluyum ve ağlayabilirdim, insan
güçsüzlüğünün beni delirttiğini hisseden ilk insan ben mi olacağım?."
Burada Bataille’ın varoluşun en
temel sorunlarının hepsine birden dokunduğunu düşünüyorum. İnsan ilk aşamada
güçsüz olduğunu hissediyor. Bu durumdan duyulan tiksinti dayanılmazdır. İşte
dünya üzerindeki şiddetin kaynağı buradadır. Bu tiksintiyi aşmak ve onun
çürümeye dönüşmesini önlemek için özel bir cesaret gerekiyor. Bu cesaret kaç
kişide bulunmaktadır? Çağımız insanı bu çürümeyi hissetmemek için sürekli
tüketiyor ve sonunda kendisi tükeniyor. Bataille depresyonunun uç noktasında
ölmenin ve yeniden doğmanın her insan için gerekli olduğunu farkediyor.
“Kendimizi dünyanın dayanağı zannederken yerinden oynatılamayan küçük
kirişler”. Bataille insanın yersiz ve nedensiz bir şekilde kendini büyütmesinin
boşluğuna dikkat çekiyor ve küçük kirişleri bile yerinden oynatacak güce sahip
olmadığımızı haykırıyor. Varoluşa bu kadar doğrudan bakmak büyük bir
işkencedir. Ama bu işkence varoluşu tam olarak hissettiren esrimeye giden tek
yoldur:
“Bundan on beş yıl önce (belki biraz daha fazla) nereden bilmiyorum, geç
saatte eve dönüyordum. Rennes sokağı boştu. Saint-Germain 'den gelirken Four
sokağını geçtim. Şemsiyem açıktı ve o sırada yağmurun yağmadığını
zannediyorum... O zamanlar çok genç, dağınık ve boş esriklerle doluydum.
Yersiz, baş döndürücü, ama çoktan kaygılar ve sertlikle dolu ve acı çektirici
bir fikirler halkası dönüyordu... Aklın bu batışında, korku, düşkünlük,
gevşeklik, kötü niyetler hepsi yerlerini bulmuşlardı. Biraz ileride şenlik
başlıyordu. Bu rahatlık ve aynı zamanda karşıtlıklarla dolu “olanaksız” kafamın
içinde patladılar. Gülüşlerle yıldızlanan bir alan karşımda karanlık uçurumunu
oluşturdu. Four sokağını geçişte, birdenbire bu yokluğun içinde bilinmez
oldum... Beni hapseden bu gri duvarların varlığını reddediyordum, kendimi bir
çeşit esrimenin içine attım. Olağanüstü bir şekilde gülüyordum... Belki hiçbir
zaman gülünemediği gibi gülüyordum, sanki ölmüşüm gibi her şey ve saf özü açığa
çıkmış olarak açılıyordu."
Burada dikkat çeken en önemli
olgu, Bataille’ın hiçliği bir varlık durumu olarak görmesi ye hissetmesidir.
Bataille her zaman hiçliği bir coşku halinin özü olarak görmüştür. Gülüşün
çıldırtıcı esriticiliğini hep hiçlikle olan temasa bağlamıştır.
Biraz ileride Four sokağındaki
şemsiyeli adamın birdenbire Tanrı’ya çok yakın olduğunu görüyoruz: “Tanrı aptal benle dudak dudağa konuşuyor:
Ateş gibi bir ses karanlıktaki şemsiyeli adamla konuşuyor-soğuk alev, yakıcı
üzüntü. Tükendiğim zamanki yakarmama, Tanrı yanıt veriyor... Ben, çok acı bir
şekilde tırmanılmış çeşitli yüksekliklerde ayaktayım, farklı dehşet gecelerim
birbirine çarpıyor, iki katına çıkıyorlar ve birbirlerine dolaşıyorlar ve bu
tepeler, bu geceler... anlatılmaz sevinç!., duruyorum. Ben mi? Bir
çığlık-sırtüstü kendimden geçiyorum.”
Burada aldanmayalım. Tanrı hiçlik
olarak vardır. O halde Tanrı hem vardır, hem de yoktur. Bunu belirleyen iç
deneyimin ta kendisidir. Bu. deneyimin dışında Tanrı bir söylemin parçası
olmaktan öteye gidemez. Tanrı deneyimini yaşamadan Tanrı’ya inancın biçimini
kutsal kitaplardan öğrenen insanların Tanrı’sı sadece bir sözcüktür.
“Korku zekâdan daha az olan bir bilme aracı değildir ve diğer taraftan
olabilirin en ucu bilgiden daha az yaşam değildir. İletişim hâlâ, korku gibi,
yaşam ve bilmektir. Olabilirin en ucu gülmeyi, erimeyi, ölümün dehşet verici
yaklaşımını varsayar; yanlışı, bulantıyı, olanaksız ile olanaklının bilinmeyen
çalkantısını varsayar ve sonuç olarak parçalanmış ama yine de derece derece
yavaş olarak istenmiş olarak yakarış durumunu ve onun umutsuzluğun içinde
eriyişini varsayar."
Varoluşumuzun özüne ulaşabilmek
için bütün dehşeti yaşamak zorundayız. Bu dehşet öte tarafla iletişim kurmamızı
sağlayacaktır. Bu deneyim için en uygun yer belki de sevdiğimizin mezarıdır.
“Mezarlar, varoluşun sürekliliğini yazınsal göstergeleridir. Mezarlar
arasında dolaşırken içimizi saran yoğun sessizliğin içinde varoluşumuzun adım
adım artan devinimini hissederiz. Birden her şeyin anlamı belirir. Bizi yaşama
tutsak eden korkunun uçup gittiğini hissederiz."
Mukadder Yakupoglu, Varoluşun
Anlamı, 1995, s. 72.
Yaşamla varoluş arasındaki
bağlantıyı korku sağlar. Korku varoluşu yaşama tutsak eder. Sevdiğimizin mezarı
başında yaşamı terkederek öte tarafa geçeriz ve böylece bu tutsaklıktan
kurtuluruz. “Sevilen kişinin mezarı başında
hissedilen sevginin hüznü bazen o kadar şiddetlenir ki varoluşumuzun öte tarafa
doğru yönlendiğini hissederiz. Bu, ölüme yöneliştir ve bu yönelişe organların
uyumlu çalışmasının sentezi olan organizma şiddetli bir tepki verir. Büyük bir
korkuyla yaşama geri döneriz. Mezar artık bir boşluk, bir anlamsızlıktır. ”
Anlamsızlık yaşamın özüdür. Bu
nedenle varlığın yaşamı terkedip Varoluşunun içine yerleşmesi olarak özetlenebilecek
depresyon anlamı bulma savaşımıdır. Ve bu savaşımda intihar eylemi
belirleyicidir.
“intihar, varoluşsal bir seçimdir. Varoluşu yaşam-ölümçelişkisinin
ötesine taşıyan bir eylemdir. Yaşam varoluşun görünümlerinden sadece biridir
ve kesinlikle sona erecektir. İntihar,
yaşamın sona erdirilmesi yoluyla varlığa dönüştür.
"Varoluşunun içine kapanan deresif, yaşamın devinimini en alt
düzeye indirgemektedir. İşte bu noktada depresif süreç ile felsefi süreç örtüşmektedir.
Zamanın dışında olan varoluş tüm şiddetiyle evreni paramparça eder. Dil, bir
şeyi adlandırma işlevini yitirir ve iletişim ve bilgi oluşturma boyutlarını kaybeder.
Dil, anti-dil haline dönüşür. Depresif veya Filozof tüm şeylerin arka planına
geçer. Bu, her şeyi söyleme gücüne ulaşmak demektir."
İntihar tasarısının içinde
hiçliğin varoluş olarak hissedilmesinin yarattığı esrik bir ruh hali vardır.
Esrime, sınır olaylarda yaşamın sonluluğundan varoluşun sonsuzluğuna geçiştir.
Esrimenin en uç noktası olan intihar öte dünyadaki hiçliği ele geçirme
girişimidir.
"Bu dünyada dolanıp duruyorduk. Her şeyden umudumuzu kestiğimiz
bir sırada bir rastlantı yaşamımın renklendiriyordu. Ama bir süre sonra bu
renkler soluyordu. Yaşamımdaki dostları ve sevgilileri düşündüm. Hepsi değisik
bir heyecan yaratıyor ve daha sonra sıradanlaşıyor. Bir anda her şeyin boş
olduğunu düşündüm ve intiharla burun buruna geldim.
"Kötü düşüncelerle uyumuş ve kâbus dolu bir gece geçirmiştim.
Sabah alacakaranlıkta uyandım, içimde müthiş bir sıkıntı vardı. Sanki bir güç
arkamdan beni itiyordu. Balkonun kapısını açtım. Korkuluğun üzerine çıktım.
Dairem beşinci kattaydı. Aşağıya baktım. Sanki her şey dönüyordu. Apartmanın
gidip geldiğini hissettim. Titriyordum ve ölümden korkuyordum. Aslında vücudumun
yere çarpmasından ve bu nedenle acı çekmekten korkuyordum. Başım yere vurunca
o an ne hissedecektim? Bir anda intihardan vazgeçtim ama korkuluğun üzerinde
durmak da bana özel bir zevk verdi. Sabahın serin rüzgârı içimi sevinç ve
umutla doldurmuştu. Ölümle dansetmenin bu kadar zevkli olabileceğini hiç
düşünmemiştim. Sanki orgazm olmuştum. Tüy gibi hafiftim. Yerçekimi yokolmuştu.
Yaşamımdaki bütün acılar sona ermişti. Korkuluğun üzerinden balkona atladım.
Müzik Setini açtım ve neşe içinde kendime mükellef bir kahvaltı hazırladım.
“Bütün bunlar ne demekti? Yaşamı ciddiye almayınca, onunla oynayınca
yaşam zevkli hale geliyordu. Yaşadığım bütün olayları bir oyunun parçaları
olarak düşündüm ve keyiflendim. En kötü dönemlerimi bile düşündüğümde içimi
hoş duygular dolduruyordu. işin püf noktası bakış açısıydı. İntihar oyunu
oynayan insanları şimdi çok daha iyi anlıyordum. Bir blöf yapıyorlar ve
çevrelerindeki insanları gülünç bir oyunun, içine sokuyorlardı. Ambulans,
hastane, suçlamalar, serzenişler, sinir krizleri bu oyunun renkli
bölümleriydi. ”
İntihar bir yaşama biçimi haline gelebilir miydi? Daha doğrusu
kendimizi sürekli sınırda tutarak yaşamın ötesinde kalan hiçliğin varoluşunu
hissedebilir miydik? Hiçliğin içinde nasıl yol alacaktık? Evet ben hiçliğe
batmıştım ve bir adım atamıyordum. Birden bir çukurun içinde kaybolduğumu
hissettim. Korkuyordum. Her şeyin anlamsız olması beni dehşete düşürüyordu.
Fakat varoluşum bir gerçekti. Bütün olasılıkları, evrenin öncesini ve
sonrasını düşünebiliyordum. Ben gerekli bir varlıktım, gelip geçici değildim.
Sonsuzca gidip gelecektim. "
"Durmadan, amaçsızca yinelenen neydi? Bu dünyaya gelip gitmemizi hangi
etmenler sağlıyordu? Yaşadığımız sürece yanıtını bulamayacağımız soruları
sorup duruyorduk. Bir gelişme olacak ve biri gerçeği öğrenecekti. Ama bu
gerçeğin gerçek olduğunu diğerleri anlamazsa yeniden kısırdöngünün içine
girecektik. Gerçek belki de şizofreninin içinde gizliydi. Şizofren, yaşarken
yaşamı terkeden kişi değil miydi? O halde o yaşama dışarıdan bakabilirdi.
“Sınırda kalmıştım. Şizofreninin içinde yaşamın anlamsızlığını en uç
noktada yaşamalı mıydım, yoksa yeniden hemcinslerimin dünyasına dönerek
bıraktığım yerden oyuna devam mı etmeliydim? Bana sunulan neydi? Geçici
zevkler, boş zamanlar. Geriye ne kalıyordu? Belleğime yerleşen anıların
izleri. Bu anılar üst üste geldiği zaman bir kısmı yokoluyordu. Yaşlanıldığında
unutkanlık başlıyor ve belki de bellek de tamamen yokoluyordu. Yaşarken bile
yaşamın bittiğine tanık olunuyordu.
"Şizofreni yaşam komedisine son vermenin bir yolu olabilir miydi?
Şizofrenide varoluşun özüne mi varıyorduk? Yoksa özün sıfır olduğunu mu
farkediyorduk? Tamam mı, devam mı? Yaşamımı nerede, ne zaman durdurmalıyım?
Çılgına dönmek üzereydim. Benim yokoluşuma hangi güç karar veriyordu? Eğer özgür
bir insansam buna kendim karar vermeliydim. Bu kararı veremiyorsam, hiçbir
zaman özgür olamazdım. Çünkü ölüm korkusuna tutsak olacaktım. Canım sıkılmıştı.
Bu gülünç oyunda bir figürandım. Herkes gibi aynı çıkmaza giriyordum. ölüm
korkusuna teslim oluyordum. Bu korkuyu unutmak için herkes gibi anlamsız yaşam
oyununu oynayacaktım. Freud’un zevk ilkesinin anlamı buydu, ölümü unutturan
zevklerdi. Zevkin peşinde koşmak, aynı zamanda eylemlerimize bir yön, bir amaç
kazandırıyordu. Erkekle kadın arasındaki ilişki zevki yarattığı, ürettiği için
insanlar açısından önemliydi. Kendi yaşamımı düşündüğüm zaman bu acı gerçeğin
bilincine varmıştım. Kadın olmadığı zaman ne kadar gayret etsem de amaçsızlaşıyordum.
Yüce bir amaç yaratmak için gösterdiğim çabalar boşunaydı. Burada hassas bir
noktaya geliyordum. Kendi varlığımı aşmaya yöneldiğim zamanlar bunu bir kadın
aracılığıyla yapmaya çalışıyordum. Sonlu varlığımı sonsuzlaştırmak için bir
kadına gereksinimim vardı. Bu nedenle erotizm, bir sonsuzluk deneyimi oluyordu.
Erotizmden aldığım zevk, hissettiğim sonsuzluktu. O halde önüme açılan yaşam ve
onun ayrılmaz parçası olan erotizme hayır diyemezdim.
“Hepimizin kadınları veya erkekleri vardır. Bu kadınlardan veya
erkeklerden geçerek varoluşun sonsuz dönüşünü gerçekleştiririz. Erotizmin
sonsuzluğa açılışının anlamı, sonsuz dönüşün erkek kadın arasındaki devinime
dönüşmesi aşamasında ortaya çıkar. Erkek kadınını, kadın erkeğini bulurken, o
kadını veya erkeği sonsuz dönüşün değişmez bir referansı haline getirir. Ve
yaşanan
aşk, sonsuz dönüşe
sonsuz varoluş olarak yansır. ”
Görünürdeki güçsüzlüğümüz
yanıltıcıdır. Onun arkasında varoluşumuzun hiçbir engeli tanımayan devasa gücü
vardır. Bunun için acıdan korkmayarak varoluşumuzun özüne doğru giden çetin
yolculuğu yapmalıyız. Bu yolculukta erotizm Bataille’ın söylediği gibi ölümü
bile içine alacaktır. Bu güce inandığımız zaman trajediye gülebileceğiz.
“Bu topluma, bu dünyaya tek başıma nasıl karşı çıkmıştım? Bu gücü
nereden alıyordum? Bana güç veren ölüm içgüdüsü müydü? Kötü duruma düşmek,
felaketle burun buruna gelmek, yaşamı aşmanın bir yolu muydu? Bu yaşam, bu
dünya neden iğrençti? Sorular art arda geliyordu. Yaşamın içinde ölümü
taşıması bir huzursuzluk yaratıyordu. İnsanlar ölümü unutmak için her çareye
başvuruyorlardı. Bu çarelerin en başında, güçlü olma arzusu bulunuyordu.
İnsan diğerlerinden daha güçlü olmak istiyordu. Bu güç savaşı dünyayı iğrenç
hale getiriyordu. İnsan güçlü olarak ölümü altedeceği yanılsamasına kapılıyordu.
Güç hayaldi. O halde insanın kendi zayıf durumundan yola çıkması gerekiyordu.
O zaman kendisini vareden güçle bağlantı kurabilirdi. İnsan kendi kendini
varettiği yalanıyla avunmaya çalışırsa, felaketle karşılaşmakta
gecikmeyecekti. En doğru yol, ruhumuzu arındırarak yücelmektir. Ancak o zaman
öte dünyayla bağlantı kurabiliriz."
Bu bağlantının yolu ahlaktan
geçmektedir. Çünkü yücelmek yalnızca ahlakın işidir. “Yaşamı entelektüel açıdan anlama çabası gizemci deneyimle birleşince,
sonsuzluk hissi kavranılabilir hale geliyordu. Ahlaklı davranmanın anlamı da
kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Ablaklı olmak, yaşamın sonluluğu içine sonsuzluğu
sokmak demekti. Ahlaksal eylem yoluyla bu dünyayı öte dünyaya bağlıyorduk.
Yoksa yaşam anlamsızlaşacak ve şiddetin içinde boğulacaktı. Bunu önlemek için
ölülerimizle öte dünya deneyimini yaşamamız gerekiyordu. ”
Ahlak, insanın birey olarak
kendinin sonlu olduğunu ve şiddetin bu sonu hızlandırdığını görmesiyle doğmuştur.
Ahlak, insanın sonsuzluğa uzanma arzusunun bir yansımasıdır. Bu ahlak gücünü,
her zaman maddesel dünyayı aşan ve insanın yaratıcı gücü tarafından oluşturulan
tinsel dünyadan alır.
Yaşamımız boyunca bir tepe
noktasına ulaşmaya çalışırız. Ama aslında içten içe aşağıya doğru indiğimizi
hissederiz. Böyle bir durumla en çok değer verdiğimiz şeylerde karşılaşırız.
Nietzsche’nin yaşamı boyunca bu düşüşle çok karşılaştığını ve buna rağmen
yapay çözümlere sapmadığını görüyoruz. İçinden yeni bir varlığı doğurtmak için
gösterdiği devasa çaba mistik deneyimin ne kadar büyük bir güç yarattığının en
önemli kanıtıdır. Çoğu zaman aşksız yaşamanın çok korkunç bir şey olduğunu
düşünürüm, böyle bir yoksunluğa katlanmanın nasıl bir işkence olduğunu anlamaya
çalışırım. Kierkegaard aşk defterini çok küçük yaşlarda kapatmıştı ama Nietzsche
mutlak sessizliğe gömülünceye kadar aşık olduğu kadınlardan (Cosima ve
Salome) sevgi dilenmiş ve onlardan yanıt beklemişti. Nietzsche’nin bu büyük
işkencesi onun mistisizminin özüdür. Nietzsche varoluşun güçsüzlüğünü en
korkunç boyutuyla yaşadı ve bu deneyim onun varlıkta
gizli kalan gücü ortaya çıkarmasını sağladı. Ben de depresyonun
varoluşsal gücü arttırdığını kendi yaşadıklarım sayesinde gördüm. Depresyonda
varlık sahte ve yapay dünyanın etkisinden kurtulmakta ve böylece kendi özünü
tanıma şansına sahip olmaktadır. Varlık hiçliğin üzerinde devinmekte ve
işkenceye gömülerek fizikötesi evrenin içine yuvarlanmaktadır. Artık
cinselliğin avucutu dünyası yoktur. Ama erotizm bir mistik deneyim olarak
cinselliğin yerini almıştır. “Yaşamın
belirli dönemlerinde cinsel ilişkiler bedeni tüketici sınırlara ulaşır. Sanki
her şeyin sonuna gelinmiş gibidir. Özel bir depresyon tipiyle karşı karşıya
kalındığı bu dönemde erotizm gizemsel bir deneyim biçimini alır. Sevgililer
uçuşmaya başlar, bedensiz bir erotizmin başdöndürücü devinimine kapılırız. Sanatın
tüm alanları bu devinimden yaratıcı bir güç kazanır. Erotizm varoluşun
depresif yapısıyla özdeşleşerek sonsuzlukla dinamik bir alış-verişe girer.
Erotizm, varoluşun cinsel ilişki içinde yaşamla uyuşmayan tarafıdır. Erotizmin
özü yaşama uyumsuzluktur. ”
Uyumsuzluktan ve boşluktan
duyulan hoşnutsuzluk olarak özetlenebilecek varoluş serüveni ancak kendini aşan
bir güçle iletişime girerse anlam kazanabilir. Söylemsel açıdan Tanrı adını
alan bu güç insanın algılama sistemine hiçlik olarak yansır. XX. yüzyılın büyük
mistik filozofu Simone Weil “Yerçekimi ve Tanrı’nın Lütfü ” adı altında
toplanan notlarında varlığın hiçlik olarak duyumsadığı bu güçle ilişkisini çok
ayrıntılı örneklerle somutlaştırmıştır. Weil hiçliği varoluşu devindiren büyük
bir güç olarak görmüş ve böylece bu dünyayla öte dünyayı birleştirebilmiştir. “Tanrı yaratılışta ancak yokluk biçimimle
bulunabilir... Varolan bir şey aşka layık değildir. O halde varolmayan şeyi
sevmek gerekir. ”
Weil hiçliği mutlak bir varoluş
durumu olarak ele alır: "Hiçbir şey
olmayı sevmek zorundayım. Bir şey olsaydım, bu çok korkunç olurdu. Hiçliğimi
sevmek, biç olmayı sevmek. Ruhun perdenin diğer tarafında bulunan kısmıyla
sevmek, çünkü bilinçle algılanabilir olan ruh kısmı hiçliği sevemez, ondan
dehşete kapılır. Eğer bu ruh kısmı hiçliği sevdiğini zannederse, sevdiği şey
hiçlikten başka bir şeydir. ” Weil algılamanın dışında ancak esrik bir ruh
halinin içine girebileceği bir hiçliği dile getirmeye ve bu yolla inancın akılla
açıklanamaz özünü ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Bu öz hiçlik sevgisidir.
Bu hiçlik sevgisinin maddi
dünyadaki yansıması sefaletimizdir ve bu sefalet yoluyla Tanrı’yla iletişim
kurarız. "Tanrı hakkında yalnızca
bir şey bilebiliriz: O, bizim olmadığımız bir şeydir. Yalnızca sefaletimiz o
şeyin imgesidir. Bu sefaleti ne kadar çok seyredersek, Tanrı’yı o kadar çok
seyrederiz... İnsan sefaletinin bilinmesi, zengin için, güçlü için zordur,
çünkü zengin, güçlü insan neredeyse karşı konamaz bir şekilde zenginin,
güçlünün bir şey olduğuna inanmaya yöneliktir. "
Weil mistik deneyimin ön koşulu
olan bu dünyadan kopmanın mutlak olması gerektiğini düşünüyor. “Tam bir kopmaya
ulaşmak için mutsuzluk yeterli değildir. Tesellisiz bir mutsuzluk gereklidir.
Hiçbir teselli olmamalıdır Tesellinin tasarımı bile olmamalıdır. Sözle
anlatılamaz bir teselli böylece yukarıdan iner. Bu şekilde Öte dünya ile
iletişime girilebilir. Weil bu dünyada olduğumuz ve bu dünyanın nimetlerine
bağımlı olduğumuz için öte dünyayı algılayamadığımızı düşünmekte ve öte dünyaya
ulaşmak için bu dünyanın bütün nimetlerinden vazgeçmeyi gerekli görmektedir-
Simone Weil tüketim toplumunda yaşamamıştır ama felaketi önceden görmüştür. Bu
dünyanın nimetlerine bu inanılmaz tapış bizi alçaltmakta ve ruhumuzu
köreltmektedir.
İnsanlığın serüveninin boşluğunu
kaçınılmaz' bir gerçek olarak gören Weil, iyiliğimiz için bu boşluğu istememiz
gerektiğini söylüyor: “Ne olursa olsun her şeyde boşa istemek, boşluğu istemek.
Çünkü tasarımlayamadığımız ve tanımlayamadığımız bu iyilik biçim için bir boşluktur.
Ama bu boşluk bütün dolu şeylerden daha doludur... Bu noktaya varılırsa, işin
içinden çıkılmış olur; çünkü Tanrı boşluğu doldurur. Burada hiçbir şekilde
bugün anladığımız anlamda bir entelektüel süreç söz konusu değildir. Zeka hiçbir
şeyi bulmak zorunda olmayıp düzeltmek zorundadır. Zeka ancak kölesel işlerde
iyidir. Bizim için iyilik bir hiçtir; çünkü hiçbir şey iyi değildir. Ama bu
hiç gerçek-dışı değildir. Varolan her şey onunla karşılaştırıldığında
gerçek-dışıdır. ” Weil yaşadığımız dünyanın gerçek-dışılığından yola çıkarak
öte dünyanın gerçekliğine ulaşmaktadır.
Weil'in mistisizmi o kadar
mutlaktır ki bu dünyayı hoş hale getirmeye çalışan dinlere de cephe almaktadır:
Boşlukları doldurucu, acıları hafifletici inançları, ölümsüzlük inancını,
günahların faydalılığına inancı, olayları Tanrı'nın yolladığına dair inancı
—kısaca genelde dinde aranan "avuntuları" terketmek gerekir. ” Weil
kısa yaşamında gerçekten kendini avutucu her şeyden uzakta durmuştur.
Bu avuntular olmadığı zaman
doğrudan bu dünyanın boşluğu gerçeğiyle karşılaşılır: “Gerçeği sevmek, boşluğa
katlanmak ve sonra ölümü kabul etmek demektir. Gerçek ölüm tarafındadır...
insan bu dünyanın yasalarından ancak bir parıltı süresince kurtulabilir.
Durma, temaşa, saf sezgi, zihinsel boşluk, ahlaksal boşluğu kabul ediş anları.
İşte bu anlar yoluyla doğaüstüye ulaşılabilir... Bir an için boşluğa
katlanabilen kişi ya doğaüstü besini alır ya da düşer. ”
Bataille’ın ve Weil’in
yapıtlarıyla birlikte kendi yapıtlarımdan yaptığım alıntılarla varoluşumuzun
hiçlikle olan yoğun bağlantısını göstermeye çalıştım. Maddeyi hiçliğe karşı bir
direnç noktası olarak görmeye çalışan kapitalist- teknolojik zihniyet insan ruhunu
içinden çıkamayacağı uçurumlara yuvarlamaktadır. İnsanlık tarihine baktığımız
zaman insanın en temel uğraşının öte dünyayla iletişim kurmak olduğunu görüyoruz.
Son yüzyıl öte dünyayı yoketmiştir. Onun yerine bu dünyanın geçici zevklerini
koymuştur. Bu dünyanın içine batmakla sonuçlanan bu hareket çıldırtıcı bir
hoşnutsuzluğa yolaçmıştır. Hele dinlerin maddi dünyanın kurallarına uyarak
kendi özlerini yitirmeleri insanları dayanılmaz bir varoluşsa! yoksulluğa
sürüklemiştir. Bu dünya öte dünyayla bağlantısını koparınca büyüsünü
yitirmiştir, işte mistisizm bu bağlantıyı koparan rasyonel ve maddesel düşünme
biçimine karşı çıkan bireysel, tinsel bir deneyimdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder