Burgess Shale



Burası Kanada'nın Kayalık Dağları'ndaki Yoho Ulusal Parkı. Kuzey Amerika'daki en görkemli dağ silsilelerinden biri. 100 yıl önce, ışığın yeryüzündeki hayata nasıl şekil verdiğini gün yüzeyine çıkaran Burgess Shale'de bir fosil yatağı bulundu. Burası dünyadaki en önemli fosil yataklarından biri ama aslında her türden bilimsel mekanların en önemlilerinden biri. Bunun sebebi bu fosilleşmiş kayalarda bulacağınız hayvan sayısı ve çeşitliliği değil, onların yaşlarıdır. Bu fosiller 500 milyon yaşında. Bu zamandan önce yeryüzündeki kompleks yaşama dair neredeyse hiç delil yok. Kambriyen Dönemi olarak adlandırdığımız o anda sanki çok hücreli kompleks yaşam gezegende neredeyse el değmemiş bir şekilde aniden ortaya çıktı. Buna Evrimsel Big Bang denir. 




Burada, fosil yataklarında bulabileceğiniz en güzel hayvanlardan biri budur:

 Trilobit


Son derece kompleks bir organizma. Harici bir iskeleti ve eklemli uzuvları var. Ama çok daha şaşırtıcı olan bileşik gözler. Gözler son derece gelişmişti ve bu, şekilleri algılayabilen ve hareketi görebilen ilk yırtıcılardandı ve avını başarılı bir şekilde kovalayabiliyordu. Bu canlılar kainatı dolduran ışıktan istifade eden ilk canlılar arasına girdiler. Onlar ortaya çıkmadan önce, güneşin doğuşu ve batışı ve gece gökyüzündeki yıldızlar hiç mi hiç dikkat çekmedi. Gözün ortaya çıkmasının aslında Kambriyen patlamasını, bu Evrimsel Big Bang'i tetiklediğine dair kuramsal bir teori vardır. Çünkü, bir türün gözü olduğunda, onları ya avcı olarak kovalamak ya da onlardan av olarak sakınmak için diğer türlerin de gözü olmak zorundaydı ve bu durum evrimsel silahlanma yarışına yol açtı. Çok, çok daha fazla yaşam formları gelişti. Bu yüzden gözün evrimi, yeryüzündeki kompleks yaşamın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamış olabilir ve bizim türümüzün evrimine yol açmış olabilir.

Bu küçük şey, önemsiz görünmesine rağmen insanlık tarihinde keşfedilen
 en önemli hayvan olabilir:



Adına pikaia demişiz ve solucan şeklinde küçük bir canlıdır ve çok zaman önce yaşadığı düşünülüyor ve bizim de içinde olduğumuz yaşam dalı bu. Bu yüzden bu bilinen ilk atamız olabilir. Aynı zamanda büyüleyici olan başka bir şey de bunun ışığı algılayabildiğinin düşünülmesidir. Işığa hassas ilkel hücreleri olmuş olabilir ve bu da ona görmek için çok geniş bir algı gücü sağlamış olabilir. Ama bu doğruysa bu küçük adam doğrudan atamız olabilir ve şu küçük hücreler milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşerek gözlerimizi oluşturmuş olabilir. Pikaia olmasaydı belki hiç evrimleşemeyecek, bu hikayenin sonraki bölümlerinin nasıl olduğunu görebilecek seviyeye erişemeyecektik.


***


Kainatı anlamak bir dedektif hikayesine benzer ve kanıtlar bize uzayın sonsuz boşluğu boyunca ışık tarafından taşınıyor. Işığı zamanın başlangıcındaki haliyle bile yakalamayı başardık ve içinde kendi kökenimizin tohumlarına şahit olduk. Atalarımızın inanamayacağı şeyler gördük. Uzak alemlerde doğan yıldızlar. Yer çekiminin yarattığı yabancı dünyalar. Ve zamanda donmuş görkemli galaksiler. Ancak bu olaylara sırf seyirci olarak kalmadık. Çünkü evrenin hikayesi bizim hikayemizdir. Yıldız tozlarının her birimizi ve basit bir evrensel kimya setinin gördüğümüz her şeyi nasıl oluşturduğunu öğrendik. Çok eski zaman sırlarının kainatın kaderine nasıl şekil verdiğini keşfettik ve yaşamın var olduğunu o çok kısa ana hayret edemeden duramadık ve yıldız tozunun evrendeki en büyük yapıları oluşturmak için nasıl döküldüğüne şahit olduk. Tüm bunları ışık hüzmelerinde taşınan mesajlardan biliyoruz. İlk olarak yarım milyar yıl önce Kambriyen patlamasıyla ortaya çıkan bu biyolojik ışık detektörlerinin insani özellikle evrimleşmesi; yeşil, mavi ve ela rengi gözlerimizin gece gökyüzüne bakabilmesi, uzak yıldızlardan gelen ışığı yakalayıp evrenin hikayesini okuyabilmesi sizce de muhteşem değil mi?

*
Brian Cox
Wonders of the Universe
Ep04

İlerleme

Stephan Jay Gould renkli bir kişiliktir. Kitaplarını okumak daima iç açıcı ve hoştur. Biyoloji, Gould'un kalemiyle yeni bir ruh ve canlılık kazandı. İnanmış fakat bilinçli bir evrimci olan Gould, bazı meslektaşlarının dogmatizmine karşı çıkar ve Darwin Kuramına, her ikna edici bilimsel yöntemin olmazsa olmaz özelliği açık fikirliliği yeniden kazandırmaya uğraşır.

Gould evrimde "ilerleme" kavramını dışlar. Afrika savanlarındaki aslanın, bulunduğu ortama, mikrop üremesine elverişli sıvımızdaki bakteriden daha iyi "uyum sağlamış" olmadığını söyler. Bu noktada onunla sadece aynı fikirde olabiliriz.

Ancak Gould daha ileri gider ve amipten insanoğluna giden, "okla belirtilmiş" evrim düşüncesini yeniden tartışmaya açar. La vie est belle (Hayat Güzeldir) adlı kitabında, biyoloji kitaplarımızda yer alan geleneksel "evrim ağacı" imgesine kuşkuculuktan da öte bir bakış açısıyla yaklaşır. Bu şemada, çok çeşitli dalların ortak bir gövdeden çıktığını ve bir sürü türe ayrıldığını hatırlatalım. En üst dalda, kuzenleri maymunların biraz üstüne insanımsılar yuva yapmıştır. Çoğu kez, dört ayaklılıktan ve maymunsu kafatasından iki ayaklılığa ve - genellikle beyaz erkeğe ait!- güzel,  zeki alına geçişi anlatan resimli bir bölüm de bu diyagrama eşlik eder.

Kanada'daki Rocheuss Dağları'nda, Burgess Shale'de 520 milyon yıllık balık fosilleri gün ışığına çıkarıldı. Gould'a göre, Burgess'te bulunan hayvan türleri çok ender olarak günümüzdeki organizmaların evrimsel atalarına karşılık gelir. Bu antik soyların neredeyse tamamı, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştur. Yalnızca "Pikaia" adındaki küçük bir organizma o dönemdeki atamız olabilir. Gould, bundan şu sonucu çıkarır: Pikaia, hayatta kalmış olmasaydı, yeryüzünde insanımsılar ortaya çıkmayacaktı.

http://burgess-shale.rom.on.ca /en/ fossil-gallery

Gould aynı esinle, büyük ihtimalle dev bir göktaşı düşüşü sonucu gerçekleşen dinozorların yok oluşu olayını da kafasında kurar. Bu kıyımın memelilerin evrimini olanaklı kıldığı varsayımını kendi hesabına yeniden ele alır. Gould şöyle der: "Evrim filmini 65 milyon yıl öncesine kadar "yeniden geriye sardığımızı" düşünelim. Önceden bilinmeyen bir kütle çekimi etkisi sonucu katil göktaşının Yer'i ıskaladığını varsayalım. Sonra filmi yeniden seyredelim. Dinozorlar hala Dünya'dadır; memeliler evrimleşmemiş, türlere ayrılmamış ve ... insanımsıları dünyaya getirmemiştir.'
 Gould'un çıkardığı sonuç, hiçbir şeyin bir insan bilincinin alnına biyosferde ortaya çıkacağını yazmadığıdır. Gezegenimize çarpacak kadar zevk sahibi olan göktaşına minnettar kalalım! Doğu Afrika'nın on milyon yıl önce yükselişini yeniden kafamızda canlandıralım. Bazı arkeologlara göre, bu olay maymunsuların insanlaşmasında önemli rol oynayacaktır. Afrika kabuğunun bu mutlu hareketi, insanımsıları ayakta kalmaya zorlayacaktır.

Gould'un savını şöyle özetleyelim: Biyolojik evrim, belirlenmiş olmaktan uzaktır, bütünüyle rastlantısal olaylara bağlı olacaktır, tam olarak önemsiz ya da olumsal olacak ve hiçbir yere gitmeyecektir. "Ok" yoktur.

Bu radikal tutum, duygularımızı kabartır. Varoluşumuz sapkın bir taşla matrak bir yer katmanına bağlı olacaktır! Her şey bir göktaşının kaotik yörüngesine ya da yer magmasının konveksiyon hareketinin olasılığına göre oynanıyorsa, metafizik sorgulayışlarımızdan geriye ne kalır? Varolmamızın "dayanılmaz hafifliği" yüreğimizi daraltır.

*
Kuşlar... Harika Kuşlar
Yapı Kredi Yayınları
sf. 175 - 177
Hubert Reeves

Gould'un blogda yer alan yazıları:
kaotikbenlik.blogspot.com. Stephen Jay Gould

Nietzsche'nin Tehlikeli Fikri

Bilim metafizik yanıtları yerle bir etme konusunda harikadır; ama bu yok ettiği yanıtların yerine yenilerini koyma işinde beceriksizdir. Bilim yerine yenilerini koymaksızın temelleri ortadan kaldırır. Bilim biz istesek de istemesek de, bizi temelsiz yaşamaya mahkum etmiştir. Nietzsche bunları söylediği zaman herkes şok olmuştu; ama bugün artık sıradan hale gelmiş ve kanıksanmıştır; bulunduğumuz tarihsel konumda -ki bunun görünen bir sonu yoktur- "temeller" olmadan felsefe yapmak zorunda kalıyoruz. 

 Hılary Putnam

Darwin'i insanlığın karşısına çıkan bir hayırsever gibi kucaklayanların düştüğü hata, evrenin anlamının uçup gittiğini fark edememiş olmalarıdır.. Nietzsche evrimin dünyaya dair doğru bir tablo çizdiğini; ama bu tablonun felaketi simgelediğini düşünmüştü. Onun felsefesi, Darwinizmi hesaba katan; ama onun tarafından etkisiz hale de getirilerek yeni bir dünya tablosu çizmeyi amaçlıyordu.

  R.J. Hollıngdale



Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabının yayımlanmasının ardından Friedrich Nietzsche, Hume'un ondan önce kurcaladığı şu düşünceyi yeniden keşfetti: Kör ve anlamsız değişimlerin -maddenin ve yasaların karmaşık ve amaçsız devşiriminin- sonsuza kadar tekrarlanması yoluyla birtakım dünyaların ortaya çıktığı ve bu dünyalarda zaman içinde gerçekleşen evrimin de bizim yaşam öykülerimiz gibi anlamlı görünen ürünler verdiği düşüncesi. Bu ebedi tekrarlanma fikri Nietzsche'nin nihilizminin ve dolayısıyla da onun ardından çıkan varoluşçuluğun temel taşı olmuştur.

Şimdi olanlar geçmişte de olmuştur düşüncesi, sık sık batıl inançlara yol açmış olan deja vu olayı kadar eski olmalıdır. Çevrimsel kozmogoniler(evrendoğumlar) insan kültürleri açısından alışılmamış türden şeyler değildir. Fakat Hume ve John Archibald Wheeler'in görüşleriyle çakışan bir görüşe denk gelen Nietzsche, onu sadece eğlenceli bir düşünce deneyi ya da eski batıl inançları ayrıntılandırma çabası olarak görmedi. En azından bir süre için çok çok önemli bir bilimsel kanıtı rastlantı eseri keşfetmiş olduğunu düşündü. Benim kişisel kanıma göre, onun bu konuyu Hume'dan daha fazla ciddiye almasının sebebi, Darwinci düşüncenin muhteşem gücünü sönük bir biçimde de olsa takdir etmesinden kaynaklanıyordu.

Nietzsche'nin Darwin'den bahsettiği söylemlerinin neredeyse hepsinde düşmanca bir tutum sezersiniz, fakat çok az da olsa birkaç tanesinde bunun tersine rastlarsınız. Bunun en güzel teşhisi Walter Kaufmann'ın (1950) argümanında bulunur. Kaufmann, "Nietzsche'nin bir Darwinci olmadığını; ama tıpkı bir asır önce Kant'ın Hume'dan etkilendiği gibi Nietzsche'nin de Darwin'in fikirleri sayesinde kendi dogmatik uykusundan uyandığını" söyler. Nietzsche'nin Darwin'e yaklaşım biçimi, Darwin'le tanışıklığının malum yanlış anlama ve yanlış yorumlamalardan etkilenmiş olduğunu da göstermektedir. Belki de onu sadece Almanya ve elbette tüm Avrupa'da bulunan ateşli karşıtlarının söylemleri aracılığıyla "tanımıştı." Örneğin ortaya koyduğu az sayıdaki eleştirilerinden birinde Darwin'in "bilinçsiz seçilim" ihtimalini tamamen görmezden geldiğinden şikayet ederek, Darwin'in fikirlerini yanlış anladığını açıkça kanıtlamıştı; çünkü "bilinçsiz seçilim" konusu Türlerin Kökeni'nde Darwin'in en önem verdiği bağlantı konularından birisidir. Ayrıca "Darwin ve Wallace gibi İngilizlerin tamamen yanılgı içinde olduklarını" söyler ve eleştirilerine şöyle devam eder: "Sonunda kafa karışıklığı o kadar ilerler ki, Darwinizmin bir felsefe olduğunu zannederler; şimdi de akademisyenler ve bilim insanları ağır basıyor." Fakat başkaları onu bir Darwinci olarak görüyordu ve o da bu etiketle dalga geçiyordu: " Başka muttali öküzler benim bu bağlamda bir Darwinci olduğumdan şüphelendi." Ahlakın Soykütüğü isimli kitabı, ahlakın evriminde Darwinci araştırmaların önemini anlatır. Bu eser konuyla ilgili yazılan ilk kitaplardan biri olduğu gibi,  aynı zamanda konunun en ustaca ele alındığı kitaplardan da biridir.

Nietzsche ebedi tekrarlanma hakkındaki görüşünü yaşamın saçmalığının ve anlamsızlığının göstergesi; evrene yukarıdan hiçbir anlam verilmediğinin kanıtı olarak görüyordu. Hiç kuşku yok ki bu durum, Darwin'in görüşleriyle tanışan kişilerin yaşadığı korkunun en temel sebeplerinden birisidir. O halde gelin onu, bulabileceğimiz en abartılı biçimi olan Nietzsche'nin bakış açısıyla ele alalım. Ebedi tekrarlanma, yaşamı tam olarak neden anlamsız kılacaktı? Yanıt çok açık değil mi?

Bir gün veya bir gece yalnızlığınızı derinden hissettiğiniz bir anda, bir iblis size sürünerek yaklaşsa ve şöyle dese: "Bu yaşadığın yaşamı daha önce de sayısız kez ve tekrar tekrar yaşamak zorundasın. Bu tekrarlanan yaşamlarda hiçbir yenilik olmayacak, yaşadığın büyük küçük her şey; bütün üzüntü ve sevinçlerin, bütün pişmanlıkların, bütün düşüncelerin ve bütün iç çekişlerin aynı kronolojik sıralama içinde gerçekleşecek."  Böyle bir durumda iblisin üstüne atlayıp ona lanetler mi yağdırırsınız,  yoksa yaşadığınız bu muazzam olay karşısında ona şöyle bir yanıt mı verirsiniz? "Sen Tanrısın ve ben yaşamımda bundan daha ilahi bir şey duymadım.
(Nietzsche - Gay Science)

Bu sözler insanı rahatlatır mı yoksa korkutur mu? Nietzsche bu konuda kararsız kalmış gibidir. Bunun sebebi belki de "en bilimsel hipotezinden" yaptığı çıkarımları, bu tür gizemli tuzaklarla süslemeyi seçmiş olmasıdır.

Daniel Dennett
Darwin'in Tehlikeli Fikri
sf. 215 - 218  

Richard Dawkins vs. Yaratılışçılar


we are all made of stardust

Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?.. İşte sorulmaya değer gerçek sorular... Herkes kendince yanıt aradı bunlara: Kimi bir yıldızın göz kırpışlarında, kimi okyanusun gelgitlerinde, kimi bir kadının bakışlarında ya da yeni doğmuş bir bebeğin gülücüklerinde... Niçin yaşıyoruz? Neden bir Dünya var? Neden buradayız?..

Şimdiye dek yalnız din, iman, inanç çözüm önerebiliyordu bu soruna. Günümüzde artık bilim de bir görüş oluşturmuş bulunuyor. Bu belki de yüzyılımızın en büyük kazanımı: Bilimin elinde artık kökenlerimizin eksiksiz bir öyküsü var. Bilim Dünya'nın tarihini yeniden kurmayı başardı.

Peki bulduğu olağanüstü şey ne? Şu: 15 milyar yıldan beri sürüp gelen ve Evren'i, Yaşam'ı ve İnsan'ı uzun bir destanın bölümleri gibi birbirine bağlayan, hep aynı ve biricik serüven.. Büyük Patlama'dan (Big Bang) Zeka'nın ortaya çıkışına kadar gittikçe artan karmaşıklık yönünde ilerleyen hep aynı evrim: ilk madde parçacıkları, atomlar, moleküller, yıldızlar, canlı hücreler, organizmalar, canlı varlıklar ve son olarak şu ilginç ve garip yaratıklar, yani biz insanlar... Bunları hepsi aynı zincirin içinde birbirini izliyor, aynı büyük devinime kapılıp sürükleniyor. Maymunlardan ve bakterilerden türemişiz, doğru, ama aynı zamanda yıldızlardan ve gökadalardan (galaksilerden) da. Bedenlerimizi oluşturan öğeler vaktiyle tüm evreni kuran yapıtaşlarından başkaları değil... Gerçekten yıldızların çocuklarıyız.

Dominique Simonnet
 "Dünyanın En Güzel Tarihi"



***


Hubble Uzay Teleskopu'ndan alınan en sevdiğim fotoğraflardan biri şudur:


Çok çok uzun zaman önce (çünkü galaksinin ışığının bize ulaşması 50 milyon yılı aşkın bir zaman almıştır) çok çok uzaklardaki güzel bir sarmal galaksiyi gösteriyor. Bizimkine benzeyen böyle bir sarmal galakside yaklaşık 100 milyar yıldız vardır. Galaksinin merkezindeki parlak çekirdekte muhtemelen 10 milyar yıldız bulunmaktadır. Sol alt köşede, bu 10 milyar yıldızınkine eşit bir parlaklıkta ışıldayan yıldıza bakın. İlk bakışta, makul bir varsayımda bulunarak bunun bizim galaksimizde yer alan, bir şekilde fotoğrafa girmiş yakın bir yıldız olduğunu sanabilirsiniz. Ama aslında bu da muhtemelen bir milyar ışık yılı uzaktaki aynı uzak galakside bulunan bir yıldızdır.

Açıktır ki sıradan bir yıldız değildir. Yenice patlamış bir yıldızdır, bir süpernovadır, evrendeki en parlak havai fişek gösterilerinden biridir. Bir yıldız patladığında kısa bir süre boyunca (yaklaşık bir ay kadar) on milyar yıldızın parlaklığıyla görünebilir bir ışık saçar.

Ne mutlu ki yıldızlar o kadar sık patlamazlar, her galakside yüzyılda bir ancak bir patlama olur. Ama şanslıyız ki patlarlar, çünkü patlamasalardı burada olamazdık. Evren hakkında bildiğim en şiirsel gerçeklerden biri, bedenimizdeki her atomun bir zamanlar patlayan bir yıldızın içinde olduğudur. Dahası da var: Sol elinizin atomları başka, sağ elinizin atomları başka bir yıldızdandır. Kelimenin tam anlamıyla yıldızların çocuklarıyız, bedenlerimiz yıldız tozundan.

Lawrence M. Krauss
"Hiç Yoktan Bir Evren"
sf. 36 - 37

Kaos'tan Kozmos'a


Bu kitabı kuşlara ithaf ediyorum.

Nar bülbülünün hüzünlü şarkısına,
 uzun bahar akşamlarında söylediği

Kırlangıçların gürültülü dansına,
gündoğumunda, gölcüğün üstünde
içiçe geçen, gölyüzeyini sıyırıp
tekrar mavi göğe yükselen sürülere.

Bu kitabı çitkuşlarına ve çalıbülbüllerine ithaf ediyorum,
sabahın erken saatlerinde kırda gezinirken
bana eşlik eden.

Ayrıca parlak yaprakları penceremin önüne düşen 
büyük kiraz ağacında yaşayanlara ithaf ediyorum.
Tüyleri siyah ve kavuniçi şakrak kuşuna,
olgun meyvelerle beslenen.
Ve onun donuk renkli, narin dostuna.
Gök baştankaralara,
kırmızı kirazları tek hamlede koparan.

Kitabımı son olarak ağaçlardaki ispinozlara ithaf ediyorum.

tiz ezgileri usanmadan yineleyen.
Ve ıslıklı ezgisi sonsuz çeşitlilikteki
karatavuklara ithaf ediyorum.

Bu kitabı onlarla birlikte yazdım.
Bana verdikleri mutluluk için onlara minnettarım.


Teleskoplardan elde edilen bilgilerle hızlandırıcılardan elde edilen bilgiler birleştirildiğinde, dünyanın geçmişinin şimdiki durumundan oldukça farklı olduğu sonucu çıkar. İlk zamanlarda Evren, olağanüstü sıcak, olağanüstü yoğun fakat hepsinden öte, tamamen düzensizdir. Bu, Yunan şairi Hesiodos'un zihninde kurduğu gibi, bir "kaostur".

Burada "kaos" derken, düzenlenmiş yapıların yokluğunu kastediyorum. Hayvansız, tabii ki, bitkisiz fakat aynı zamanda galaksisiz, yıldızsız hatta molekülsüz ve atomsuz bir evren. Modern fizik en uzak geçmiş için daha da kaotik bir görüntü çizer. O dönemde, bildiğimiz kuvvetlerin ve parçacıkların da varlığı söz konusu değildir. Bu ilk kuvvetler ve parçacıklar saniyenin milyarda birlik ilk dilimlerinde ortaya çıkacaklardır.

Birkaç saniyenin sonunda, parçacıklar ve kuvvetler bugün bildiğimiz özelliklerine kavuştular. Evren, tamamen ayrışmış "temel parçacıklardan" oluşan homojen ve sıcak devasa bir püreye benziyordu. Bildiğimiz elektronların ve fotonların yanında "kuvarklar", "nötrinolar" gibi daha farklı parçacıkları da barındırıyordu.

Meyvelerle kaplı büyük kiraz ağacının üzerindeki obur şakrak kuşları bu temelde aynı, fakat tamamen farklı bir konfigürasyona göre düzenlenmiş temel parçacıklardan oluşmuştur. Hareketlerindeki zarafet, evrenin kaos zamanlarından bu yana geçirmiş olduğu derin evrimi gözlerimizin önüne serer. Milyar kere milyar kere milyar tane parçacık, olağanüstü karmaşıklıktaki yapılarda biraraya gelmiş, düzenlenmiş, birleşmişlerdir. İşte tüm fark buradadır! Evren'in öyküsü, eski zamanların akıl almaz kaosunun başkalaşarak günümüzdeki yapıların mükemmel birlikteliğine ve düzenine kavuşmasının hikayesi olarak okunabilir.

Hubert Reeves


Teleskop: Zamanda Geri Gitme Makinesi

Araçlarımız, fiziğin ve astronominin kullandığı yeni olanaklar sayesinde Evren'in geçmişinin izlerini bulabiliyoruz. Ön-tarih uzmanlarının, mağaralarda kalmış fosillerden yola çıkarak insanın geçmişini yeniden kurdukları gibi, biz de Evren'in geçmişini aynı şekilde kurabiliyoruz. Ama tarihçilere göre büyük avantajımız var: Biz geçmişi gözümüzle, doğrudan doğruya görebiliyoruz.

Işık saniyede 300 000 kilometre, yani bizim ölçülerimize göre son derece yüksek bir hızla yolculuk eder. Evren'in ölçülerine göre ise bu çok önemsiz bir hızdır. Işık bize Ay'dan bir saniyede, Güneş'ten sekiz dakikada gelir; oysa en yakın yıldızdan bize ulaşması için dört yıl, Vega'dan sekiz yıl, kimi gökadalardan gelmek için ise milyarlarca yıl yol almak zorundadır. Şimdi teleskoplarımız çok uzak gökcisimlerini gözlememizi sağlamaktadır. Bunların bazıları 12 milyar ışık yılı uzaklıktadır. Demek ki onları 12 milyar yıl önce bulundukları durumda görüyoruz. Başka deyişle teleskoplarınızı Evren'in bir bölgesine çevirdiğinizde , aslında onun tarihinin bir anını gözlemlemiş oluyorsunuz... 

Teleskop bir zamanda geriye gitme makinesidir. Tarihçilere eski Roma'yı görmek hiçbir zaman kısmet olmayacaktır, ama astrofizikçiler geçmişi gerçekten görebilir, gökcisimlerini eski durumları içinde gözlemleyebilirler. Orion bulutsusunu (nebula) Roma İmparatorluğu'nun sonlarındaki durumda görüyoruz. Çıplak gözle de görülebilen Andromeda gökadası ise 2 milyon yıllık bir görüntü... Andromeda'daki yaratıklar da şimdi bizim gezegenimizi aynı gecikmeyle görüyorlardır: Yani insan türlerinin ilk ortaya çıktığı dünyaya bakıyorlardır.

Demek oluyor ki geceleyin gözlediğimiz gökyüzü, gördüğümüz gökcisimleri, bu sayısız yıldızlar ve gökadalar hep birer yanılsamadan, geçmişin üst üste yığılmış görüntülerinden ibaret.Sözün tam ve kesin anlamıyla Dünya'nın şimdiki hali hiçbir zaman görülemez. Size baktığım zaman, bir mikro-saniyenin yüzde biri- ışık sizden bana gelinceye dek geçen zaman- kadar önceki halinizi görüyorum.Bu zaman aralığı bizim bilincimizce algılanamayacak kadar küçükse de, atomsal ölçülere göre hayli uzun bir süredir. Ama insanlar bu kadarcık bir süre içinde şıp diye yok olmayacaklarından, gördüğüm sırada sizin gerçekten orada bulunduğunuz varsayımını rahatlıkla yapabilirim. Güneş için de durum aynıdır: Işığın sekiz dakikalık yolculuğu süresince o da değişikliğe uğramaz. Geceleyin çıplak gözle görebildiğimiz, bizim gökadamızı oluşturan yıldızlar da göreli olarak oldukça yakın cisimlerdir. Fakat ancak güçlü teleskoplarla ortaya çıkarılabilen uzak yıldızlara gelince iş değişir. 12 milyar ışık yılı uzakta gördüğüm quasar olasılıkla bugün artık yoktur bile.

Dünyanın En Güzel Tarihi
sf. 36 -37
Hubert Reeves



Genet'nin metni için:

Nazım'dan

...

Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devâm edecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...




«— Paydos...» — diyecek bize bir gün tabiat anamız, —
                  «gülmek, ağlamak bitti çocuğum...»
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak :
                    görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat...




Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha,
güzelim dünya elvedâ,
ve merhaba
                    k â i n a t . . .




Balla dolu petek
yani gözlerin güneşle dolu...
Gözlerin, sevgilim, gözlerin toprak olacak yarın,
bal başka petekleri doldurmakta devâm edecek...




Ne nurdan
              ne çamurdan,
sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...




Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız.
Ve ey güneş gözlü sevgilim, «Cogito, ergo sum» değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...

...

Ruh

jan tepass

Bilge adamlar ölümsüz ruhun tam olarak nerede barındığı sorusuna sıkça kafa yormuşlardır. Beyinde mi? Yürekte mi? Hayır, doğru cevap testislerdir. Çünkü erkek, spermlerini orada üretir ve tek gerçek ölümsüzlüğün umudunu taşıyan bu spermlerdir.  - Desmond Morris

Akıl Hastalığı ve Kimyasal Beyin

Kendi zihinlerinin çalışması çok eski zamanlardan beri insanları büyülemiştir. Akıl hastalığı bizi hem heyecanlandırmış, hem kafamızı karıştırmış, her zaman da acele bir açıklamaya gereksinme duyulmuştur. Geçmişte akıl hastalığı; tanrılara, şeytana, karmaşık toplumsal ve ailevi ilişkilere bağlandı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu açıklamalar çok ender olarak deneyle sınanabilirler, insan bilincinin çalışması, birçok bakımlardan şimdiki bilimsel yöntemlerle yaklaşabilmemiz için fazla karmaşıktır. Buna rağmen, yaygın olarak kabullenilmiş bir çok fikir, yanlışlarıyla birlikte, psikiyatrik tedavinin temeli sayılabiliyor.

    İnsanın akıl hastalıklarıyla ilgilenişinin tarihinde, bazı aksilikler ve beklenmedik sapmalar vardır. Bu örnekler, beklenmeyen şeylerin ortaya çıkışı üzerine söylediklerimizi doğrular. Akıl hastalığının kendine has özelliklerini anlamak ve çeşitli psikoterapi yöntemleriyle tedavi edebilmek için insan, çok uzun yıllar, umduğu başarıyı elde edemeden uğraşıp durmuştur. Sonuç olarak, insan davranışının birtakım kimyasal maddelerle değişebileceğini gösteren bir sürü bilimsel bulgu birikmiştir. Canlıları yaşatanın kimyasal işlemler olduğunu gösteren bütün diğer kanıtlarla birlikte, durmadan artan sayıda doğal ve sentetik kimyasal maddeler, akıl hastalığı belirtilerinde etkileyici bir azalmaya yol açıyorlar. Amerikan toplumunda kimyasal maddelerin, uyuşturucu ve keyif verici olarak yaygın kötüye kullanımı dahi, zihinsel işlemlerin kimyasal temelini vurgulamaktadır.

    Yıllar önce, pellagra denilen bir psikozun, B vitamini alınarak tümüyle ve sürekli olarak kaybolduğu anlaşıldı. Araştırmayla, esrarlı bir akıl hastalığı, basit bir vitamin eksikliğine dönüşmüştü. Araştırmacılar, başka bir ciddi ve çok yaygın şizofreni benzeri psikozun da bir antibiyotikle tedavi edilebildiğini buldular. Bu psikozun sebebi frengi idi.

    Yirmi yıl kadar önce de manik-depresif psikozun ortaya çıkmasının, ağızdan düzenli olarak alınan basit bir tuzla, lityum karbonatla önlenebildiği bulundu.

     Kısa bir süre içinde, bu çok yaygın kötü hastalığın belirtileri, birdenbire tedavi edilebilir duruma geldi. Lityumun mani ve depresyon üzerine etkisi, beyin kimyası bilgisinden kaynaklanan bir öneriyle değil, deneysel gözlemle saptandı, ilginç bir noktayı belirtmekte yarar var; lityum, sodyumun çok yakın akrabasıdır ve sodyumun, beynin işlemesinde gerekli olduğu, bilim adamlarınca çok uzun zamandan beri biliniyor. Ama henüz lityumun etkileme biçimini bilmiyoruz

    Kimyasal maddelerin etkileri üzerine çoğunlukla rastlantıya dayanan buluşlar, bilim adamlarının, insan davranışını ayrıntılarıyla incelemeye yönelmelerine yol açmıştır. Sonuç, akıl hastalarının üzücü belirtilerinde etkin bir azalmanın görülmesidir. Bu çeşit gelişmelerin sürmesini bekleyebiliriz.

Mahlon B. Hoagland
Kitap: Hayatın Kökleri

Melankoli Nesnesi


*
İlgili okuma:

Yolculuklar mı?


Yolculuklar mı? Yolculuklara çıkmak için varolmak yeter. Bedenimin ya da kaderimin treninde, tıpkı manzaralar gibi hep birbirine benzeyen, hep farklı olan sokaklara ve meydanlara, yüzlere ve hareketlere doğru sarkarak, gardan gara gidercesine bir günden öbürüne giderim. 

Düşlere daldığım zaman, görüyorum. Bir yolculukta bundan fazla ne yapabilirim? Sadece hayal gücü çok zayıf olan insanlar, bir şeyler hissetmek için yer değiştirmeye ihtiyaç duyar.

"Herhangi bir yol hatta şu Entepfuhl Yolu bile seni dünyanın öbür ucuna götürür." Ama dünya, dünya olalı, ne zaman etrafında tur atılsa, öbür ucu Entepfuhl'a, yani yolculuğun başladığı noktaya çıkar. Aslında dünyanın ucu, tıpkı başlangıcı gibi dünyayı kavrayışımızdır. Manzaralar bizde manzaralaşır. İşte bundan dolayı onları hayal ettiğimde yaratmış olurum; onları yarattığıma göre demek ki vardırlar; ve varolduklarına göre, herhangi bir manzara gibi onları da görebilirim. Yolculuğa çıkmaya ne gerek var? İster Madrid'e, ister Berlin'e, İran'a, Çin'e, ister kutuplara gideyim, görünüşümün ve hissetme tarzımın tutsağı olduğum sürece, kendimden başka nerede olabilirim?

Hayat, onu ne hale getiriyorsak odur. Yolculuklar, yolcuların kendisidir. Gördüğümüz, gördüğümüzden değil, biz her neysek, ondan ibarettir.

Ah, düşsünler yollara varolmayanlar! Tıpkı nehirler gibi hiçbir şey olmayanlar için de bir akış, hayatın ta kendisi olmalı. 

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)


Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)







" Ne güzel bir gün.  Burada yanan ışık ve hafif hafif esen rüzgar en ağır düşüncelere kanat takıyor. Eski dostum Jacob Burckhardt bu şehirden geçmişti ve Traviata'nın suretini gördüğünü söylemişti. Bıyıklarım benim temiz hava filtrem ve bu şehrin kaldırımları ayaklarım için bir cennet. Yalnızca, yürürken düşündüklerimiz kayda değer düşüncelerdir. Tam da ihtiyacım olan şehir işte. Ah, Torino! Tebrikler, sevgili dostum. Bana gönülden nasihat verdin. Bu şehir benim için yapılmış. İşte, apaçık görüldüğü üzere ilk kez geldiğim zamanki gibi, hiç değişmemiş. Özellikle de ilk günlerimdeki kötü  durumumu düşünecek olursak. Önceden hava berbat bir şekilde yağmurlu, soğuk ve değişkendi. Benim için çok bunaltıcıydı. Ne değerli bir şehir. Düzenli. O büyük şehirlere benzemiyor. Korktuğum gibi değil, modernite yok burada. Aksine, şurada bir 17. yy rezidansı var, her şeyin estetik olduğu zamanlardan, saray gibi, soylu. Her bir taş aristokratik sükunetin izini taşıyor. Şehir çevresinde yoksulluk yok. Renklerin bütününde belirgin bir estetik var. Tüm şehir sarı ya da toprak kırmızısı. Ayaklarım için de, gözlerim için olduğu kadar iyi. Ne güvenlikli, ne güzel
kaldırımlar ama! Trenlerin ve yük arabalarının ne kadar  düzenli ve müthiş olduğunu söylemeyi unutuyordum. Buradaki hayat bildiğim diğer İtalyan şehirlerden daha ucuz. Ayrıca, henüz kimse beni dolandırmadı. Resmi olarak benim Alman olduğumu düşünüyorlar, her ne kadar bu kışın resmi yabancı listelerinde bir Polonyalı olarak görünsem de. Ne güzel bahçeler. Ne ciddi, ne ağırbaşlı kareler. Sarayların tarzı iddiasız... sokaklar temiz ve sade... her şey umduğumdan daha fazlasına değer. Bugüne kadar görmediğim, en güzel cafeler, böyle değişken bir atmosfere sahip bu kemerler o kadar gerekli ve ferah ki insanı hiç bunaltmıyor. Geceleri Powder(İng. ismi) nehri muhteşem. İyinin ve kötünün ötesinde. Bu salt bir kötülük değil, her ne kadar Wagner'in karşısına Bizet'i koysam da. Çeşitli oyunlar arasında ben kimsenin oynamaması gereken bir konu sunuyorum. Wagner'e sırtımı dönmek benim kaderimdi, şimdi yine bir şeyin keyfini sürüyorum, zafer. Kimse Wagnerciliğe bu kadar  yakın ve tehlikeli bir şekilde yaşamadı... kimse buna daha sert direnmedi... kimse bundan kurtulmakla daha mutlu olmadı. Uzun hikaye. Bunun yerine başka bir şey koymak istiyorlar mı? Eğer bir ahlakçı olsaydım, kim bilir ne söylenirdi? Belki de kendini geride bırakarak. Ama filozoflar ahlakçıları sevmez ayrıca, güzel sözleri de sevmezler. Bir filozof ilk ve son olarak  kendisinden ne talep eder? Kendi çağını aşıp dünya üstü olmak. Bu nedenle, neye karşı en sert savaşını vermelidir? Onu çağdaş yapan her şeye. Pekala. Wagner olduğu kadar, ben de çağdaşım, başka deyişle, bir dekadan. Ama şunu anladım ki ben buna karşıyım ve kendimi korumalıydım. İçimdeki filozof kendini korudu. Kendimi Wagner'den kopardım, çünkü o bir Alman tanrısını, Alman kilisesini ve Alman imparatorluğunu arzuluyordu. Romantizm, Hıristiyanlık gibi, fizyolojik bir çürümedir, nihilizme giden bir duraktır. İnanıyorum ki, ben bir müzisyen değilim, tam da şu romantikler gibi olmamak için. Ama, müziksiz bir hayat benim için bir hata olurdu." 







Torino'ya geldiğimden beri, çalışmadan geçirdiğim tek bir gün olmadı. Engadine'kinden kesinlikle daha iyiyim. Torino, benim var olan durumumda beslenme ihtiyaçlarıma tam olarak uyan bir yer.
Bir de çok zarif bir güzlük palto aldım. Günden güne, tarif edilemez  bir aydınlıkla doluyor burası.
Başka hiçbir yerde böyle bir güz görmedim. Üzümler ve öteki meyveler daha iyi. Bunu sözcüklerle anlatamam. 300.000 nüfusuna rağmen sakin bir şehir. Dün, inanır mısın, Bizet'in başyapıtını 20 kez duydum. Zarif bir özveriyle sonuna kadar dinledim. Bırakıp gidemedim de. Sabrımın bu yenilgisi beni korkutuyor. Ne sağlam iş ama. Biz kendimiz baş yapıtlara dönüştük. Gerçekten, ne zaman Carmen'i duysam olduğumdan daha fazla bir filozof olduğum izlenimine kapılıyorum. Çok anlayışlı, çok mutlu, sakin bir Hintli gibi. 5 saat oturdum. Kutsallığın ilk aşaması. Bu müzik benim için mükemmel. Hafif, ustaca, zarif. Öyle samimi ki hiç bunaltmıyor. Işığım gayet iyi. Tüm bunlar narin ayakların ilahi adımları: benim estetiğimin ilk cümlesi. Her ne kadar popüler olsa da bu müzik şeytanca, rafine ve güzel. Müzikteki çürümenin tam tersi, sonsuz melodi.



Tam havamdayım, sabahtan akşama çalışmalara dalmış elimde küçük bir müzik broşürünü tutuyorum. Onu bir yarı-tanrı gibi özümsüyorum. At arabalarının gürültüsüne rağmen uyuyorum.
Anneme, Bay Brandes'e benim  en iyi resmimi vermesini söyledim. Bay Brandes, Kopenhag Üniversitesi'nden, benim yazılarımla ilgili sunumlar yapıyor. Aslında, benim sormak istediğim,
sevgili Bay Georg Brandes, bilinçsiz bir topluluk karşısında benim  çalışmalarımdan bahsetmeye nasıl cesaret ettiniz? Yarından sonrası benimdir. Bazı insanlar öldükten sonra doğar. Mole Antonelliana, Ecce Homo'nun vaftiz babasıyım. Bu yüce fikir bana H. Heine tarafından verilmişti.
Onda ne kadar mükemmel olduğunu hayal edemeyeceğim kadar ilahi bir kötülük vardı. Tanrı için insanın değerini satirden ayrılamaz olarak görüyorum. Şimdiye kadar tüm felsefeler bedeni yanlış anladı. Ben diyorum ki: Beden, düşünendir. Karl Knortz Hoca, bana New York'tan yazıyor ve  benim kitaplarım hakkında bir Amerikan dergisinde eleştiri yazacağını söylüyor. Bu şöhretin bir işareti. İyi bir terziye güzel bir kıyafet yaptırmam lazım. Ama bu terzi gelmiş benim kıyafetlerime laf ediyor. Bana takım elbisemin ölçülmeden yapıldığına inanamadığını söyledi. Bu kadar da kötü terziler olduğuna inanamadı. Güldüm ama cidden öyle. On yıldır, giydiklerim beni pek memnun etmiyordu. Duyuyor musun, çünkü ben falancayım. Her şeyden önce, benim kafamı karıştırmayın.

Lanet anti-Semitistler, lanet Schmeitzer. Şimdi size geri dönüyorum, Bay Fritsch, bana gönderdiğiniz Correspondence gazetesinin üç sayısı hakkında bu tuhaf hareketinizin temelindeki kötü niyetleri görmeme sebep olan, izin veren güveniniz için size teşekkür ediyorum. Şu andan itibaren bana bu tür yayınlar  göndermemenizi rica ediyorum. Artık tahammül edemeyeceğimden korkuyorum. Sürekli çarpıtmalar, kavramları belirsiz kullanmalar... Cermen, Semitik, Aryan, Hıristiyan, Alman... tüm bunlar beni rahatsız ediyor, beni ironik hoşgörüden uzaklaştırıyor şu an olduğu gibi. Erdemli hevesleri ve bugünün Almanlarının ikiyüzlülüğünü düşündüm. Son olarak, Bay Fritsch, Zerdüşt ismini anti-Semitiklerin ağzından duymak... sizce bana neler hissettirir? Bay Fritsch, midemi bulandırıyorsunuz. Sizin ağzınızdan Zerdüşt ismini  duymak beni tiksindiriyor. Bütün ırkların birbirine karıştığı büyük bir kültürün kökeni. İyi Avrupalı, yani, fazla Avrupalı, beni ilgilendiren bu. Hintliler, kızılderililer, Delawareliler ve Mohikanlar...paryalar, sanatçılar, Alman Yahudileri... bu 'aşağıdan' gelenler... bizim nefretimizin kurtarıcıları olacaklar, bizim ulusal nefretimizin.

















Mamma Roma(1962, Pier Paolo Pasolini)



Kayıp Zamanın İzinde


      

      

Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Roza Hakmen



İkinci kez kuruldu Michelangelo'nun Sistine Şapeli'nin tavanına Yaratılış'ın resmini yapmak için sırtüstü yattığı yapı iskelesi: Marcel Proust'un kendi el yazısıyla dolu sayfaları havaya kaldırarak kendi mikrokozmosunun yaratılışına baktığı hasta yatağı.

“Marcel Proust’un on üç ciltlik A la recherche du temps perdu‘sü (Yitik Zamanın İzinde), mistiğin dalıncıyla nasirin sanatını, heccavın şen coşkusuyla araştırmacının kılı kırk yaran dikkatini ve monomanyağın sürekli kendisiyle uğraşan bilincini otobiyografik bir yapıtta bir araya getiren tasarlanması imkansız bir sentezin ürünü. Edebiyatta bütün büyük yapıtların ya yeni bir tür kurduğu ya da bir eskisini ortadan kaldırdığı söylenir ki doğrudur; başka bir deyişle bütün büyük yapıtlar özel vakalardır. Bu vakaların en akıl almaz olanlarından biriyle karşı karşıyayız şimdi. Aynı zamanda hem kurmaca hem otobiyografi hem de bir güncel değinmeler toplamı olan yapısından tutun da, sonu gelmez cümlelerinin sözdizimine kadar (dilin Nil’i -yatağından taşan ve çevredeki hakikat topraklarını besleyen, bitekleştiren bir ırmak) herşey kuralı aşıyor burada. Edebiyatın bu büyük özel vakasının aynı zamanda son onyılların en büyük edebi başarısı olduğu da söylenebilir. Yaratılmasına eşlik eden koşullar son derece sağlıksızdı: Ender rastlanan bir fiziksel illet, olağanüstü zenginlik ve kuraldışı bir cinsel eğilim. Her bakımdan örnek alınacak bir hayat değildir bu, ama her yönüyle öğreticidir. İmkansızın merkezini yurt edinmiştir zamanımızın en çarpıcı edebi başarısı; bütün tehlikelerin merkezine -ve aynı zamanda kayıtsızlık noktasına- yerleşmiştir. Bütün bir ömrün adandığı böyle bir yapıtla belki bir daha karşılaşmayacağız. Proust’un imgesi, edebiyatla hayat arasında gittikçe artan uyuşmazlığın alabildiği en yüksek fizyonomik ifadesidir. Bugün bu imgeyi bir kez daha canlandırma çabasını meşrulaştıran da budur.

...

W. Benjamin
"Proust İmgesi"

A Night With The Stars




Angelus Novus (Klee)

Melek geçti.

"Eskimeyen esirgemeyen melek".



IX.

Hazırım kanat çırpmaya
"dönsem", derim, "dönsem geriye"
Bir an daha kalırsam burada
Korkarım hiç dönemem diye. 

Gershom Scholem 
Meleğin Selamı

Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.

W.Benjamin
Tarih Kavramı Üzerine

Portbou / Walter Benjamin

Size daha ne söyleyebilirim?

Aramızda bir sınır kalmadı gibi geliyor bazen. Dokunasıya yaklaşma sanısına kapılmak yakıcı ve tehlikeli, üstelik,  ne kadar mistik olsak öylesine inançsızız ki, karşılıklı durabilsek birbirimize olsun tutunamayız şimdi.

"Buraya size gülümsemek için indiğim" doğru oysa. Yapılabilecek başka şey kalmadığını anlayalı epey oldu. Yıllar geçiyor, tenhalığımızı artıran bir kalabalığın ortasından yürümeyi, yara bere içinde kalarak öğreniyoruz. Sizinle ilişkimde beni hep rahatlatan bu olmuştur: Nasıl olsa ben doğmadan oniki yıl önce ölmüştünüz, iki çizgi arasındaki birlikte sorumlu olabilirdik, bir sorum olacak olsaydı.

Portbou'ya yarıyarıya hazır geldiğinizi sanıyorum. Yaşamak istemeseydiniz, bir tepede durup baktığım öteki tepelerden, yırtık pırtık, saatlarca yürümeyi seçmezdiniz. Yaşamak isteseydiniz, çok isteseydiniz, yolda size eşlik edenler öyle yaptılar ve beklediler, bekler ve yaşardınız. Bir sınır kasabasında sınırınızı bulmak isteği varmış içinizde. Bir o kadar sınırı aşmak, sınırdan taşmak isteği, öbür kefede: Herşey yarıyarıyadır, yarıyarıya yakındır hayatta, bir başka türlü koyarız, koymaya çalışırız, öylesi doğru gelir.

Portbou'ya, iki tepe arasında kalan bu sınır kasabasına, önce ilk tepeden, sonra içine girip, ardından ikinci tepeden dönüp bakarken, duygu ve düşünce örgüm kıvıl kıvıl, Rilke'nin bambaşka duygu ve düşüncelerle Paris için kurduğu bir cümle geldi aklıma: "Buraya yaşanacak yer diye geliyorlar, oysa burası ölünecek yer".

Kimse gelmezdi, herhalde, buraya, burada yaşamak için; bir tek burada doğanlar yaşarlar gibi geliyor bana: Kasvetli bir sınır kasabası, sınır karabasanı Portbou. İnsan zihni anlaşılmaz pencereler açıyor arasıra, düşünmeden edemedim: Sizi Gestapo'ya teslim etme tehdidi savuran (belki bir şeyler koparmak amacıyla, belki üstünlük sağlamak niyetiyle) küçük sınır memuru buranın yerlisi miydi? Aynı mezarlıkta mı gömüldü (siz sanki bu mezarlıkta mısınız?) öldüğünde? Zayıf olasılık ama: Bir köşede hala yaşıyor olabilir mi? Çocukları Portbou sokaklarında geziniyor mudur şimdi şu an?

Biliyorum: Gülünç, anlamsız, zavallıca meraklar bunlar. Ama bana dahiller. Kıyıdaki "Turizm Bürosu"na girdim. Tül Gösterince: Kekeme bir Katalan, genç ve sevimli bir adam (kekemeleri her zaman kendime yakın bulmuşumdur), "Benjamin'in geceyi nerede geçirdiğini biliyor musunuz?" sorusunu hemen yanıtladı: "Soldan ikinci sokağa sapın, şimdi ismi "İnternacional" olan barın üstünde intihar etmiş".



İn the Bedroom (Soundtrack)

Zeni Me, Mamo
Bulgarian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus

Dobro-Dosle
Macedonian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus

Oj Savice
Croatian Traditional
Performed by The Newark Balkan Girls Chorus




Patates Yiyenler (1885, Van Gogh)

Derme çatma bir masanın etrafında toplanmış, akşam yemekleri patates ve çaydan ibaret, her türlü lüksten mahrum bu köylü üreticiler, karanlığa bürünmüş; sosyalleşmelerini ve aydınlanmalarını sağlayan ışık, tepelerindeki tek bir ampülden-teknolojinin aydınlanmasından- geliyor. Bununla birlikte tablo, "suskun ağır işçilerin, yani büyük çoğunluğun" neredeyse kahramanca bir tasviri; "kendine acıması" olmayan köylülerin işlendiği, "sonsuz sempati" dolu bir sanatsal eser diye yorumlanmıştı. Van Gogh tablo üzerinde çalıştığı sırada, erkek kardeşine şunları yazmıştı:

Ampul ışığında patateslerini yiyen o insanların, toprağı da o tabağa soktukları elleriyle kazdıklarını vurgulamaya çalıştım; yani resim el emeğini ve bu emekçilerin ekmeklerini nasıl dürüstçe kazandıklarını anlatıyor. Biz medeni insanlarınkinden oldukça farklı bir yaşam biçimine dair bir izlenim vermek istedim.



Bu sözlerde, bize tablonun kendisinden seslenen şiddetli kararsızlığın tıpkısı mevcut, Van Gogh dürüstçe yapılan ağır işçiliğe hürmet ederken bile, toprağın pisliği ile masa adabını derin bir tedirginlikle bir araya getirdiği ikilik barındıran tasvirlerden -biz/onlar, medeniyet/vahşilik, kurtulamamış. Sanatçı her ne kadar üretken emeği takdir ederek bir tabuyu yıkmaya çalışsa da sınıf bilincindeki hapsedici resmiyetin ötesine geçemiyor. Van Gogh'un, çevreleri karanlık ve ilkel, vücutları ve yüzleri boğumlu, üzerleri isli ve örtülü, ihtiyaç ve zevkleri en temel gıdalarla ölçülecek ve kayıtsız bir kabullenmeyle paylaşılacak kadar basit olan köylüleri, toprak işçisiyle kültürlü yaşam arasındaki nesnel ayrılığın bildik çağrışımını yeniden üretiyor. "Sefaletin ve kederin yüzü" bu; kuşkulu, ürkek ve ifadesiz, kederli ve uysal ama rahatsız edici tehditkarlıkta bir çehre. Van Gogh'un niyeti hürmet ve saygı göstermekken, yabaniliği resmetmiş.

Köylü evinin ve ocağının, küçük toprak sahibi emekçinin berbat koşullarının, penceresiz duvarların karanlığındaki imkansızlıklarla dolu bir hayatın tasvirinde Van Gogh, kendi sempatilerinden ziyade alt sınıfın acı gerçeklerini gösterir. Bir asırdan fazla süren kapitalist gelişimin, insani bakımdan başardıklarının karanlık bir imgesi olan Patates Yiyenler, hoş bir resim değil. Hem üretip hem yediği şeye, bitkinin kendisine, yani bir çuval patatese dönüşmüş bir sınıfı temsil ediyor.

"Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."

*
Karanlığın Kültürleri
sf. 45 - 46

Bryan D. Palmer  

Cüz


VI

Pornografi: Etebiyat