Shoah (1985, Claude Lanzmann)


Bedenin devinimi, bakışın devinimi.

Bu filmdeki tek akarsu Rhin suyudur. Diğer ırmaklar ve nehirler kımıltısızdır, ya da öyle görünürler. Örneğin Bug. Ya da diyelim Ner.

Ve Auschwitz'teki kül gölünün yüzeyini hiçbir şey dalgalandıramaz.

Yaşam ve devinim, ölümü getirenlerin, insanları nesnelere çevirenlerin yanındadır.

Bu filmde kendi ülkesinde kendi dilini konuşan yegane insanlar Nazilerdir.
Onlar hala Almanya'da Almanca konuşurlar.

Kamplardan sağ çıkabilmiş Çekler, Polonyalılar bugün Newyork'ta İngilizce, İsrail'de İbranice, Bale'de Almanca konuşurlar.

Süreklilik ve kökleşme, yıkımı, sürgünü, kıyımı getirenlerin yanındadır.

Bu filmde sözcüklerle muhteşem bir ilişki kuran yegane insanlar, -Raul Hilberg'in deyişiyle- kıyımı söze dökenler, daha dün, insanları figüren, mal ya da bok diye adlandırmış olanlardır. Bugün sözcüklerini seçerken özen gösteriyorlar. Tarihe hizmet etme arzusundaki insanların kusursuz nezaketini sergiliyorlar.
Ama tam tersine Shoah'da konuşan her yahudinin dilinde bir maraz var.

Franz Suchomel, hatıraların tadından başka ne ki.

Filip Müller, belleğin dehşeti.

Shoah, işte böyle, dillerin ve yerlerin, sözcükler ve seslerin, kasabalar ve kentlerin birbirlerine karşılık verdikleri bir partisyon gibi kurulmuştur.

Sonsuz küçüklükte bir şey uçsuz bucaksız bir dünyayla boy ölçüşür.

Shoah yeni bir dünyanın senfonisidir.

Ama bu dünya, soykırımdan sonraki dünyadır.

Filmin mutlak şiddeti, daha ilk saniyelerde tüm beklentileri boşa çıkarmasından kaynaklanır. Açılış sözlerle ya da sessizlikte değil, bir ölüm sessizliğinde yapılır.

"Olay" diye yazar Lanzman, günümüzde, Chelmno sur-Ner'de başlıyor." Dolayısıyla Shoah bir kurmaca. Gerçeğin kurmacası elbet, ama kurmaca. Üstelik hiçbir kara filmin asla bir araya getiremediği bir oyuncu kadrosu var (yalancılar, katiller, azizler, çarmıha gerilenler, belleğini yitirenler...)

Franz'ın sözleri üzerine Treblinka'yı, Buchenwald'dan gelen bir melodiyi mırıldanmaya başlayan bir SS subayı yaratma cesaretini kim gösterebilirdi ki? 

Yönetmen Lanzman bir lokomotif kiralıyor, ve aracı Treblinkalı eski bir demir yolu görevlisine kullandırıyor.
Emekli bir berberi kiralanmış bir salona getirtiyor. Ve Abraham Bomba, makaslar elinde, onun saçlarını düzeltirken, Treblinka'da, gaz odasında çalışıyormuş gibi yapmaya dayanamıyor; ağlayıp af dilediğinde Claude Lanzmann şu yanıtı veriyor: 

"Devam edin Abe. Buna mecbursunuz."

Lanzmann korkunç. Sert olduğundan değil. Asla sert değil.
Korkunç olan dinginliği.

Gözyaşlarını sonrası için saklamış.

Abraham Bomba, Filip Müller, Mordechai Podchlebnik, Jan Karski devam edemeyecek duruma geldiklerinde, sorular devam ediyor. Çekim durmuyor. Asla söylenemeyecek asla filme alınamayacak olanı kaydetmenin mutlak aciliyeti.

   Lanzmann çalıştırmaya başladığı makinelerin hiçbir bahaneyle durdurulmaması gerektiğini biliyor. Onları çalıştırmaya bir daha kimsenin gücü yetmeyecek çünkü. Dolayısıyla aciliyet her saniye hissettiriyor kendini. Ama aciliyet büyüdükçe yaratıcı da zamanını dilediği gibi kullanıyor.

Shoah'dan göze ya da kulağa değil, bedene seslenecek bir film yapmak istedi çünkü.
Ve gerçeğin bedenlere yavaş yavaş işlediğini biliyor.

İşe başlarken kendine yöneltmiş olabileceği soruları kestirebiliyoruz.

Sinemada nasıl anlatılır bu. Bu: trende geçen günler, geceler. Sonra açılan vagon kapıları. Ve iki saat sonra da, küller.

Evet, bu gerçeği izleyicilere nasıl anlatmalı?

Kendilerini toparlayamamaları için, o ıstırabı hep içlerinde taşımaları için ne yapmalı?

Lanzmann olası yegane yanıtları buldu.

Öncelikle sürekli kaydırma.
Kaydırmayı seçmiştir, çünkü gözlerin devinimi olan çevrinmenin tersine, bedenin devinimidir o.

Kaydırma,  müstehcen kameranın bu devinimi, her türlü ahlaka karşı, neye olursa hizmet eden, sinemanın utancı, gedik kapayıcısı olup çıkmış kaydırma, burada yepyeni biçimde, olanca yalınlığıyla, bir zorunluluk olarak yeniden çıkıyor karşımıza. 

Trenler Polanya'yı dört bir yandan durmaksızın katediyor. Bugünün trenleri; Çestokova, lodz, Theresienstandt, Varşova, Riga,  Berlin, Korfu, Selanik trenleri...
Treblinka garına, Sobibor, Belzek, Malkinia, Auschwitz garlarına geliyorlar...

Tren düdükleri, buharlar, raylar üzerindeki dingillerin gürültüsü ve frenlerin gıcırtısı defalarca sanki burgularla deliyor kafamızı, bu hikaye ister istemez içimize işliyor.

Sanrılı bir mantık içerisinde, Claude Lanzmann bu görsel ve işitsel partisyona sağ kalanların efsanevi anlatılarını kaydediyor, Nazilerin hatıralarını, köylülerin tanıklıklarını, tarihçi Raul Hilberg'in anlatımını.
Kimi zaman yavaşlıyor devinim, duruyor. Nakil yok, gaz odaları boş. Ölü mevsim.

Ölü mevsim.

Ama geliş gidişlerin sonsuz devinimi yok yalnızca. frenler ve kamyonlar, raylar, yollar, köy sokakları, kamplardaki rampalar, krematoryumların çukurlarla dolu toprağı yok yalnızca.

Çevrinmeli devinimlerin de önemli bir yeri var Shoah'da.
Çevrinmelerle, suskun alanların kaşifi oluyoruz. Toprak, duyarsız suskunluğa geri dönüyor. Çevrinmeler, bilgisizliğin, lüzumsuz bakışın, beyhude arayışın devinimlerinin ta kendisi.

Kamera ekseni etrafında dönüyor, tarlalar, huzur dolu ormanlar keşfediyor... ya da dikenli teller. Ekseni etrafında dönüyor kamera. 20, 30, 40, derecelik ya da daha büyük bir açıyı tarıyor. Görünürde bir şey yok. Kesinlikle hiçbir şey yok. Bu arada, Polonya topraklarından kullanılmayan bir parça gibi koparılıp alınmış bütün bu uzam kesitleri, gizemli bir şekilde işliyor içimize, değiştiriyor bizi, filmin hedeflediği ve başaracağı şeyi kavramaya hazırlıyor hepimizi.

Çevrinmeli tam bir devinimi, çıkış noktasına dönüşü, 360 derecelik bir dönüşü (buna devir deniyor) kamera gerçekte asla tamamlanmıyor, ama dokuz buçuk saatlik gösterimin ardından, filmin kendisi, etrafımızda ve içimizde kusursuz bir çember oluşturuyor. Bilgi ve gerçeğin çemberi. Bu bilgi ve bu gerçek merkezden gelmiyor; çevre çizgisinde yavaş yavaş beliriyorlar. Bir varsayımdan peydahlanmıyor, zorlu bir arayışın sonucunda ortaya çıkıyorlar.

Shoah'ın deviniminin ta kendisi olan bu çemberin, baş dönmesine karşı garantisi yok, ama en azından bir kesinlik sunuyor bize: Kötülük sonsuz değil, sınırsız ve akıl almaz değil.

Evet, tüyler ürpertici yanı ne olursa olsun, kötülük her zaman küçük.

Her zaman için Suchomel, Stier, Schalling ya da Grassler gibilerin yüzlerine ve seslerine bürünecek.

Bunu kavramamızı sağlamak için Shoah yalnızca mutlak umutsuzluğun filmi olamaz. Kesin  yatışmanın filmidir belki de. 

Kimi zaman yüzlerce saat sürebileceğini söylüyorum kendime, başka şeyler de öğreneceğim diyorum, başka şey bilmeyeceğim ama.





Shoah Üzerine (Lanzmann & Batur)



Beş yıl olmuş olmalı, bu fotoğraf çekileli; İstiklal Caddesine bakan odadaki yuvarlak masadayız, konuşuyoruz. 6 Şubat 2008 günü,  akşamüstü saatları, Rue de l'Odeon'u katederken karşılaşıyoruz: "Enis Batur", diyor: "Neden uzattınız sakalınızı?". Elini sıkarken: "Bilmem", diyorum: "Paris'te bir slav keşişine dönüşüveriyorum". Mektuplarını yanıtlayamadığım için hayli kalaylıyor beni. Geçen hafta katarakt ameliyatı geçirmiş, artık bir kartal gibi görebiliyormuş. Mehmet Demirbaş'ı soruyor: "Nasıl ama isim hafızam?!". Gerçekten de dehşet. Ona, iki gece önce kendisini Baauvoir belgeselinde izlediğimi söylüyorum. Claude 27'sinde, Simone 44'ündeymiş Rue de la Bucheria'da yaşamaya başladıklarında. Sekiz yıl sürmüş ilişkileri. Les Temps Modernes'e yazı borcum olduğunu hatırlatıyor: Arayacağıma söz veriyorum - bilmem yapar mıyım? Smart'ına binerken uğurluyorum onu. Yoluma döndüğümde, onca yıldır sürüncemede bekleyen "Fotoğraf ve Suç-lu-luk" denememi artık bitirmem gerektiğini düşünüyorum.     


Shoah Üzerine:

Toplama Kamplarındaki Çıplaklık

Duş için sıra beklerken, çıplaklığımızı iliklerimizde duyumsamıştık: Artık çıplak vücutlarımızdan başka gerçekten hiçbir şeyimiz kalmamıştı; tüyümüz bile yoktu: sahip olduğumuz tek şey, kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu. Viktor E. Frankl




Kaynağı belirsiz bir fotoğraf; ilk bakışta sürrealist bir filmden seçilmiş kareyi anımsatıyor - maket-figürler! Hayır, kaçınıl­maz sonun eşiğinde, düpedüz gerçek insan bunların hepsi; can­lı, ama nicedir hiçbiri hayatta değil.

Toplama kampına düşen insan hep iki defa ölür; biri türsel, diğeri fiziki. Önce kendi türüne veda etmek zorundadır insanoğlu; gaz odasında son soluğunu veren kişi, çoktan insan olma­nın ayrıcalığını yitirmiştir bu cehennemde; çünkü daha ilk gün­den numaralanmış bir yaratıktır buraya düşen kurban. Her tu­tuklu, vücuduna dövmeyle kazınmış numaradır ilkin: SS görevlisi, tutuklu hakkında herhangi bir işlem söz konusu olduğunda, mahkûmun yüzene değil, numarasına bakar sadece. SS subayı ya da tutukluların en acımasız ve hayvani olanları arasından bir işkence makinesi olarak seçilmiş kapo, karşısındaki insanı kâh soyup, kâh diri diri yakan amansız bir cellattır.

Soymak, kendi bedenine fırlatılmış insanı orada ezip yok etmenin en emin yoludur toplama kampında; çıplak beden, böylelikle önce sahibine yabancılaşan dayanılmaz bir acı kayna­ğına dönüşmüştür, çıplaklık, kayıtsız teslimiyetin tenden aldığı intikamdır şimdi.

Fotoğrafa baktıkça, ilençli bir dünyanın simgesini çağrıştıran bu çıplak bedenlerde, kendi varoluşumuzdan utanmaya baş­lıyoruz. Academie'de güzellik ideasının rehberi olan çıplak vücut, mahremin zorla teşhiri ile utanç vesilesidir artık. Bu bağlamda, çaresizliğin göstergesi olarak çıplaklığa mahkûmiyetin teşhiri, seyredilen için katıksız bir cehennem mezalimidir hiç kuşku­suz. Dolayısıyla, bu apaçık olgu, izleyenin de çıplağa farklı göz­le bakmasını önler; zorla soyunmuş olanda orası kendiliğinden kaybolmuştur; bedenin önce mahrem yerlere yıkılması nede­niyle, hazza aracılık eden her şey çöküntü altında kalmıştır, böylece baskı yoluyla teşhir edilmek zorunda bırakılan vücut, bir seyir objesi bile olmaktan çıkan hiçtir sonuçta.

Az sonra nefesini verecek olan bu masum insanlar, çıplak olduklarının bile farkında değiller artık; soyunmuş olmalarını büsbütün acıklı hale getiren de bu zaten. Ölüm korkusu hepsinin yüzünde tuhaf, açıklamakta zorlandığımız bir apathia'ya dö­nüşmüş; edep yerlerini çoktan unutup, birazdan SS subayının vereceği komutu bekliyorlar: marş, marş!




Slide - 2 unlock@

“Bir köpek gibi!”



Dava romanının (1914/15) “Son” başlığını taşıyan bölümünün (kronolojik olarak romanın birinci bölümünden sonra yazıldı) bitim cümlesi şöyledir: “Bir köpek gibi!” dedi, sanki utanç kendisinden sonra da yaşayacaktı.” Ayrıca krş.: 1917 Kasım’ında Brod’a yazılan bir mektup; Kafka mektup’ta şimdiye kadar ki yaşamından olumsuz bir özet çıkarır ve ardından Dava’daki cümleyi alıntılar.

thobias malmberg


Genesis (Sebastiao Salgado)




...aynı türler, çok farklı ekosistemlerde, Çok farklıca evrimleştiler. İguananın ayağındaki şu detaya bakın, orta çağdaki bir savaşçının elini düşünmeden edemiyorum, Kabuklarını korumak için metaliyle. Elin yapısına bakıyorum da, Görüyorum ki iguana ayrıca aynı hücreden geldiğimiz kuzenim. 



Şu yaştaki bir varlıkla yüz yüzeyiz. Tüm kırışıklıklarıyla ve tüm bilgisiyle, bir otorite ile karşılaşıyoruz. Kesinlikle, Darwin buradayken, kaplumbağa gençti. Belki Darwin'i görmüştür. Kim bilir?


Hatırlıyorum da bir keresinde çok yorgundum, çünkü lav alanlarında yürümüştüm ve sahilde uyudum. Birşeyin ayağıma dokundugunu hissettim. Baktım ve o bir deniz aslanıydı. Bir diğeri de karşısındaydı. Sonunda 3 tane oldular. Kimse avcı sayılmazdı ve tehdit gibi gözükmediler.
O benim ilk doğa öykümdü ve ilk kez hayvanları fotoğraflayışımdı. 8 yıl boyunca görme fırsatım ve en önemli şeyi anlama fırsatım oldu. Ben de kaplumbağa, ağaç yada bir taş gibi çok doğaldım.

BİR VAROLUŞ SORUNUNUN YANSIMASI OLARAK EDEBİYAT

***

M. Mukadder Yakupoğlu

Edebi ve felsefi metinleri öteki metinlerden ayıran özelliklere genel ola­rak baktığımızda yaratıcılık, bireysellik, keyfilik özelliklerinin öne çıktığını gö­rüyoruz. Bu metinlerle ilgili sonu gelmez tartışmaların kaynağı belki de bu özelliklerde bulunmaktadır.

Edebiyat ile felsefe arasında çok karmaşık ilişkiler ve karşı konulamaz geçişler vardır. Felsefi bir metin edebi bir metin olarak okunabileceği gibi bu­nun tersi de aynı ölçüde doğrudur. Felsefi bir metnin değeri edebi ölçütlere vurulabildiği gibi edebi bir metnin değeri felsefi çerçeve içinde ölçülebilir. Edebiyat ile felsefenin bu kadar iç içe olmasının nedeni nedir?

Bunun nedeni, hem edebiyatın ve hem de felsefenin çıkış noktasının va­roluş sorunu olmasıdır. Edebiyat ve felsefe yazarları hep kendilerinin varoluş-sal sorunlarından çıkmışlar ve dünyaya, topluma ve evrene bu sorunların için­den bakmışlardır. Edebiyat etkinliğinin varoluş sorununun bir yansıması oldu­ğunu gösteren çok önemli bir eser var. Bu eser Maurice Blanchot tarafından yazılan L’espace litteraire (Edebiyat Alanı) adlı kitaptır. Blanchot bu kitabın­da özellikle Mallarme, Kafka ve Rilke’den yola çıkarak edebi yaratıcılığın kö­kenlerini araştırmıştır. Blanchot’nun edebiyat olgusuna bakış açısı da bu yazı­mın esin kaynağı olmuştur. Yazımın ilk bölümünde bir edebiyat yazarının va­roluş sorununu içselleştirmesi ve eser olarak yansıtması konusu ele alınacak ve ikinci bölümde bu perspektiften yola çıkılarak ülkemizde edebiyat alanın­daki kurumlaşma, iktidar ilişkileri, medyatik yönlendirme (beyin yıkama), edebiyat eleştirisinin işlevi irdelenecek ve üçüncü bölümde edebiyat ve felse­fe yazarının yaptığı işin özü açığa çıkarılmaya çalışılacaktır.

 * *

Blanchot’nun kitabında edebiyatın genel olarak insanın varoluşsal soru­nuna bütünsel bir bakış olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Yazar yazmadan önce sorunlu bir varoluş durumu içindedir ve bu sorununa bu dünyada ve bu toplumda bir çözüm bulamamaktadır. Blanchot yazarın bu durumunu “temel yalnızlık” olarak betimliyor ve eserin bu yalnızlığın içinden fışkırdığını belirti­yor. Yazar eserden yola çıkar ve bu eser yoluyla içinde bulunduğu dünyayla ve toplumla bağlantı kurar. Bu nedenle yazarla okur arasında hiçbir bağlantı yoktur. Okurun yazarla hiç iletişim kuramamasının nedeni bu bağlantısızlıktır.

Dış dünyada yazar eseri yoluyla hiçleşir ve mutlak yalnızlığını yaşama olana­ğını elde eder. Kafka örneğinde olduğu gibi büyük yazarlarda yazı veya ede­biyat toplumla, dünyayla bağlantı kurmanın tek yolu haline gelir.

Yazar dünyayla, toplumla hiçbir zaman aşılamayacak uyumsuzluğunu kendi yarattığı dünyanın içinde en azından eserini okuyan insanlara bir değer olarak sunar. Okuyucu bir şekilde yazarın eser yoluyla ilettiği deneyime say­gı göstermek zorunda kalır. Okuyucu yazarın kurguladığı dünyayı bağımsız bir gerçek olarak algılar. Hatta yazar eserin içindeki kurmaca kahramanları ço­ğu zaman gerçek dünyada ilişkide olduğu insanlardan çok daha büyük bir gerçeklik gücüyle donatabilir. Örneğin benim için Madame Bovary veya Dok­tor Jivago gibi roman kahramanları yaşayan insanlardan çok daha yüksek bir varlık düzeyine ulaşmışlardır. Bu kahramanlar yaşamı aşan, yaşamın ötesine geçen bir varoluş gücüne sahiptirler. Bu tuhaf görünen olgunun nedeni nedir? Bunun nedeni bu kahramanları yaratan yazarların yazdıkları eser yoluyla için­de bulunan dünyanın ve toplumun ötesinde bir varoluş durumunu kurgulama gücüne sahip olmalarıdır. Gerçek edebiyat bu dünyadaki unsurları daha yüksek bir varoluş durumuna çıkaran büyük eserlerin oluşturduğu edebiyattır.

Birey tüm yaşamı boyunca kendine yabancı olan dünyayı, toplumu ve bunları yöneten kuralları içselleştirme ve dolayısıyla uyum sağlama çabasında­dır. Birey bu uyumu sağlarken çoğu zaman kendi benliği olarak kabul ettiği çok şeyi kaybetme tehditiyle karşı karşıya gelir. Bu tehditlere karşı en büyük tepki yalnızlığın içine çekilmektir. Bu yalnızlığı mutlak olarak gerçekleştirmek bir insan için hem fiziksel ve hem de tinsel olarak zordur. Birey bu zorluğun üstesinden gelebilmek için çok sayıda araca başvurur. Bu araçların başında dil ve emek gelir. Öteki insanlar için emek sarf etme yoluyla birey toplumun içi­ne girer ve böylece kabul görür. Dilin öteki insanların dünyalarına girmek ve onlarla ortak bir duygusal ve düşünsel bir alan yaratmak için kullanılması da bireyin toplum içinde yaşamını sürdürmesini sağlar. Bir yazara baktığımızda onun bu eylemleri yapmakta isteksiz olduğunu ve onun yerine eser adını ver­diğimiz bir araç kullandığını görürüz. Zaten bir yazarla iletişime girmeye çalış­tığımızda araya her zaman onun yazdıkları girer. Bunun nedeni yazarın bu dünyanın içinde fiilen yer almak istememesidir. O bu oyunun dışında kalmak istemektedir. Zaten hepimizin dikkati yazardan çok onun yazdıklarına yönel­miştir. Yazar kişisel olarak yokolmuş onun yerine eser varolmuştur. Böyle bir iletişim çoğu zaman yazarın topluma yabancı olması olgusunu pekiştirir ve ya­zarın yalnızlığını ikiye katlar. Yazar iki kez yalnız olur. Yalnız olduğu için yaz­mıştır ve yazdığı için de yalnızlaşmıştır. Okurlar yazarla karşı karşıya geldikle­ri zaman (konferanslar, imza günleri, sohbetler, vs.) hep bir keyifsizlik ve yok­sunluk duygusu hissederler.

Eserlerin gücü karşısında yazar çok zayıf ve sıra­dandır, hatta tanıdıkları bazı kişiler bu yazarlardan çok daha çekici ve ilginçtir­ler. Bunun, tarafların özelliklerinin dışında varoluşsal bir nedeni vardır. Okurla yazar karşı karşıya geldiğinde iki kişinin varoluşsal düzlemde bir karşılaşması gerçekleşmemektedir. Okurla yazar eserin fazlalıkları olarak devinimsizliğe gi­den donuk ve kalıplaşmış bir iletişim modeli içinde cansız varlıklar haline gel­mektedirler. Eser kendi dünyasına yabancı kalan hem yazarı ve hem de okuru öldürmektedir. Bence okurla yazar hiçbir şekilde karşı karşıya gelmemelidir.

Yazar eseri yoluyla varlık olarak hiçleştiği için bu dünyanın dışına çık­makta ve okurların gözünde tinsel bir varlık katına yükselmektedir. Yazarın eser yoluyla ünlenmesini de bu bağlamda görmek mümkündür. Yazar yazar olarak zaten ölüdür. Onu canlı bir varlık olarak gördüğümüz zaman bir yabancılık duygusunun içimizi sardığını fark ederiz. Çoğu zaman hayran oldu­ğumuz eserlerin yazarlarının yaşayıp yaşamadığına dair tereddütler geçiririz. Çünkü eser zaten yazarını öldürmüştür. Yazarı ünlü kılan onun ölü olarak bir hayalet gibi aramızda var olmasıdır. Belki yazar yaşıyordur ama bu yaşam onun yazar olarak sürdürdüğü bir yaşam değildir. O bu yaşamda herkes gibi­dir. Hiçbir ayrıcalığı yoktur. Ama onun onu aşan ve büyük bir eserin yaratıcı­sı olarak onu ünlü kılan tinsel bir varoluşu vardır. Bu varoluş ancak eserin varlığına bağlıdır. Ünlü olan yazardır, yaşayan kişi değildir. Yazar her zaman ölü­dür. Bazen ünlü bir yazarın ölüm haberini gazetelerde okuruz. İlk tepkimiz o ölmemiş miydi, sorusunu sormaktır. Yazar ölümünü yazdığı eserle gerçekleş­tirmiştir.

Gerçek edebiyat hep bu dünyada yalnız yaşayanların işi olmuştur. Ede­biyatın sosyal alanda kabul görmek, güçlü olmak için kullanımı her zaman edebiyatın yok olmasına neden olmuştur. Yazar görünür hale geldiği andan itibaren yazarlığını varoluşsal anlamda yitirir. Buradan çok satmak ve tanın­mak için yazan ve kitle iletişim araçlarıyla tanınmak isteyen kişilerin kendile­rini edebiyatın dışında bulmalarının nedeni ortaya çıkıyor. Varoluşsal anlamıy­la edebiyatın içinde olanların kitaplarını okumadan “best seller” yazarları olumsuz eleştirilerle boğmalarının nedeni bu tip yazarların gerçek edebiyatın dışında olduklarından emin olmalarıdır.

Edebiyat üzerine olan gözlemlerimizi sağlamlaştıran büyük bir eser var: Böyle Buyurdu Zerdüşt. Bu eşsiz eser edebiyatla felsefenin aynı varoluşsal krizden beslenen bir varoluş çığlığı olduğunu göstermektedir. Nietzsche bu eserini sunmak, anlatmak için okurlarla buluşsaydı, konferanslar düzenleseydi, edebiyat çevreleriyle iyi ilişkiler kursaydı ve böylece yaşarken ünlü olsaydı şeklinde düşünceler geliştirdiğimizde bunun eserle çatışan durumlar yara­tacağını görmekteyiz. Eserde yaşadığımız, gördüğümüz dünyadan bambaşka bir dünya ve yepyeni bir öğreti vardır. Bunun bizim öğrendiklerimizle, bili­min bulduklarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu kitapta insan ve onun inançları top­tan reddedilmektedir. Nietzsche bu kitabıyla bu dünyaya ait olmadığını haykırmaktadır. O halde bu yazarın bu dünyada geçerli olan ilişkilere girmesin­den daha saçma ne olabilir? Bu eser bu dünyanın tamamen dışında bir varlık olarak kendini kabul ettirmiştir. Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabı dünyanın bütün büyük kütüphanelerinde, yüzbinlerce insanın evinde, dünyadaki mev­cut kitabevlerinin çoğunda bulabilirsiniz. Bu eserde bir varlık olarak önümü­ze yepyeni bir varoluş olanağı sunulmaktadır: üst insan. Yazarın bu olguyla çelişen bir insan olarak sürdürdüğü sefil yaşamı var. Yazar bu büyük eserini kendini yok ederek var ediyor. Burada yazar - okur ilişkisinden söz edebilir miyiz? Hayır. Nietzsche okura değil yol arkadaşlarına hitap etmektedir. Eserin içinde yol alanlara, onunla aynı varoluşsal yolculuğu yapanlara. Bu eser okun­maz, bu eserle yaratılan yepyeni bir dünyanın içine girilir. Edebiyat, felsefe bilgi alanları değil, varoluş alanları yaratır.

Blanchot eserinde yazarları kuşatan yalnızlık, ölüm deneyimlerinin ede­biyat eserleri yoluyla başka dünyaları yarattığını belirtmiş ve özellikle Kafka’nın yapıtlarını bu çerçevede değerlendirmiştir, “...artık kişiliğine gerçeklik ve tutarlılık vermek, yani onu saçmalıktan kurtarmak değil de onu tümüyle yi­timden kurtarmak hakkında aydınlattığını ve Kafka’nın bu gerçek dünyadan kovulmuş, içinde sadece kendisi için değil aynı zamanda bir başka dünya için de savaşmak zorunda olduğu, bu başka dünyanın belki de şimdiden vatanda­şı olduğunu hissedeceği zaman yazmanın ona artık yalnızca, bazen düş kırık­lığına uğratıcı, bazen görkemli, her şeyi yitirmeksizin yitirebileceği bir savaş aracı olarak görüneceğini söylerken kuşkusuz dışarıdan bakıp hata etmiş olmayacağız hiç değilse.” Blanchot, yazarın eser yoluyla öteki insanlarla, okur­larla iletişim kurma amacında olmadığını çok açık olarak dile getiriyor. Eser, başka dünyaların özlemiyle yanıp tutuşanların ortak iletişim alanıdır. Edebiyat eserlerinde bu dünyanın bir açıklanması gayreti yoktur. Daha çok bu dünya­nın yok edilmesi gayreti vardır. Edebi kurgulamayı sağlayan bu dünyanın yok edilmesi yoluyla yaşanan hiçlik deneyimidir. Ölüm ve yeniden varolma. Yeni­den varolabilmek için ölümümüzün herhangi bir ölüm değil de kendi ölümü­müz olması gerekir. Edebiyat eseri kendi ölümümüzdür. Blanchot özellikle Rilke’nin yapıtlarından söz ederken bu olguya değinir:

“Adsız ölüm korkusu. ‘Biri ölüyor’un korkusu ve içine bireyselliğin giz­lendiği ‘Ben ölüyorum’un umudu onu öncelikle ölüm anına kendi adını ve kendi yüzünü vermek istemeye çağrılırlar: Vızıldayan aptallık ve hiçlik içinde bir sinek gibi ölmek istemez; kendi ölümüne sahip olmak ve bu tek ölümle adlandırılmak, selamlanmak ister.”

 Edebiyat eserinde ölümle yaşam aynı va­roluş gerçeğinin iki yüzü olarak birleşmiştir. Edebiyat bir varolma ve ölme biçimidir. Hiçbir iz bırakmadan yok olmaya karşı gösterilen bir tepkidir.

Bu genel girişten sonra ülkemizde edebiyat adı altında toplanan etkin­likleri değerlendirmek istiyorum.

26

...Bir yere doğru gitmiyorsun! Her zaman bir daire çiziyorsun! Fasit bir daire veya diğer bir anlatımla kısırdöngü. Gün başlıyor ve kendi üzerine kapanıyor. Bilinç açılıyor, günlük uyanıklık süresini tamamlıyor ve kapa­nıyor. Yaşam iç içe çizilen dairelerden oluşuyor. En sonunda merkezde bir nokta, yani ölüm...

.depresyon adını verdiğimiz ruhsal durum tam anlamıyla varoluşsal ger­çeğimizin özüdür.
 Depresyon ruhsal bir bozukluk olmayıp aksine depresif olmamak ruhsal dengesizliği gösterir. Gereksiz olduğumuzu bile bile bü­yük bir coşku içinde olmamız kadar patolojik bir durum olabilir mi?

...dünya üzerinde anlamsızca dönüp duruyoruz ve kendi hayal gücümü­zü zorlayarak yarattığımız Tanrı'dan medet umuyoruz. Ve onu hissettiği­miz yanılsamasına kapılıyoruz. Hiçbir umut yok nihilizmin o vazgeçil­mez boşluğundan başka....


...bitip giden, hiçliğe gömülen günler. Bunların toplamından size kalan nedir? Hep aynı anlamsızlığı yaşamaya inat etmekle kendiniz olma duy­gusunu her gün biraz daha kaybedersiniz. 


Andre Masson & Georges Bataille

SABANIN DEMİRİ

Yitirdiğimiz bir dostumuz üstüne yazar­ken, onu çok iyi tanıdığım ve bu konuda bir otorite olduğum iddiasında değilim. Bu ya­zıda çok yakın bir çalışma arkadaşlığının anılarıyla karışık konuşmalardan kırıntılar bulacaksınız; belki biraz ilginç gelebilir size bu.

Georges Bataille'da yaşamın eğretiliğinin verdiği acı duygusuyla birleşmiş açık seçik bir bilinç ve düşünme yetisi vardı.

Çok ender rastlanan bir niteliktir bu.

Bu önemsiz, düzensiz, dağınık hatırlat­malarım nedeniyle beni bağışlayacağından kuşkum yoktur; yitip gitmiş yılların tozları, esen rüzgârın önüne atılmış bellekten kalın­tılar. Evet, onun büyüklüğü ve önemi ya­nında ne kadar basit ve anlamsız kalıyor bu düşünceler.

Masson'dan Bataille

























* * *

Bir yeraltı krallığıydı onunkisi ve hâlâ da öyledir. Belirsizliğin ta kendisidir krallığı. Önde gelen filozoflardan bazıları onu lirik bir şair, en işlek şairler de bir filozof olarak görüyorlardı.

Gerçekten de sezgi gücüyle (şairliği mes­lek edinmiş olanların yoksun oldukları ama kurnazlıklarıyla sahipmiş gibi göründükleri yetenek) bir şairdi ama Sokratesçi anlamda bir filozof olmadı hiçbir zaman. "Açıklana­maz olanı açıklamak ve tanrısal ve kutsal olan şeyi insanların ellerine koymak iste­yen" Empedokles'i Platon'a yeğlerdi kesin­likle.

Georges Bataille, Nisan 1936'da, Tossa de Mar'a beni görmeye geldi. Burada güzel, mütevazı ve eski bir Katalan evinde kalıyor­duk.

Eski bir proje olan Acephale'i derleyip to­parlamak, gözden geçirmek istiyordu be­nimle birlikte.

Günlük konuşma ve tartışmalarımızı yaptığımız mutfağın yanındaki odada kalı­yordu. Kemirici, yiyip bitirici iki resim çalış­ması arasında, keyiflenip, coşup şarkı söyle­memden çok hoşlanırdı. Don juan uvertürü çoğu zaman zor bir denemeden geçirilirdi, ya aryalar! Olsun, "bu yaşamdan bize düşmüş olan şeyi hayranlığa açılan bir meydan okumaya bağlıyor!" Ve ayrıca benim için söz konusu olan ldol'ün resmini yapmaktır.

Acephale’i yapmak! Daha sonraları Geor­ges Duthuit alayla "Acephale'cik" demişti buna, tasarlamak kolay değildi Acephale’i.

Gözümün önünde hemen öyle başsız bir biçimde dururken canlandırıyorum onu, ama bu kuşku ve sıkıntı verici başı nereye koymalı? - Karşı konulmaz bir biçimde cin­sel organın bulunduğu yere (gizleyerek) yerleşiyor bir "ölü başı”yla birlikte. - Ama kolları ne olacak? - Bir eline (sol) kendiliğinden bir hançer alıyor; öbür eliyle alevler içindeki bir yüreği yoğuruyor (bu yürek İsa'nın yüreği değil, efendimiz Dionysos'un  yüreği). Bu baş (geri dönüyorum) insanlarda her zaman yüreğe ve cinsel organlara kadar uzanır. Yürek ve taşak: birbirlerine çok benzeyen şekiller. Bilmiyorlar bunu, güzel bir oyun olabilir onlara! Göğüsler fantezilerime göre yıldızlarla donanıyor.

-Bütün bunlar iyi güzel ama karın kısmı ne olacak?- İş ona kalsın, Bizim bir araya  gelişimizin simgesi olan Labyrinthe'in toplantı yeri olacak karın.

Hemen anında, orada, Georges Bataille'ın gözleri önünde çizilen bu desen onun hoşuna gitme şansını buldu.

Kesinlikle.                              


Oğuz Atay (fotobiyografi)



Michel Surya'nın Bataille Biyografisi: Ölüm Uğraşı

Herhangi bir biyografi yazarının karşı­laştığı temel sorunlardan biri, insanların pek çoğunun yaşamlarının tam anlamıyla sıradan oluşudur. Bir zamanlar, Diane Bataille'a, sonraki kocası Georges'un günlerini neler yaparak geçirdiğini sorduğumda, "Galiba, sadece şurada oturup, kitap oku­duğunu ve yazdığını söyleyebilirim" yanıtı­nı almıştım. Her şeyden önce, Georges Bataille, profesyonel bir kütüphaneciydi. Dışarı­ya arada bir çıktığında, bu ya bir araştırma, ya ders vermek ya da aile veya dost ziyaret­leri için olurdu. Michel Surya, bu ziyaretleri, Georges Bataille: La Mort â l’ouore için malzeme olarak kullanır ve mekanların Bataille için nasıl birer motif olabileceğini gösterir. Isle of Wight'ın manastır yaşamına duyulan bir anlık çekimi, Londra ve Henri Bergson ile karşılaşmanın zamansız bir kahkaha duygusunu, Madrid'in boğa güreşi ve  striptiz ile tanışma heyecanını, İtalya ve Avusturya'nın yasak aşk tutkusuyla savaşın önsezilerinin birbirine karıştığı ruh halini çağrıştırması gibi... İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, anlatım hızını kaybeder gibi olur ve yerini derlenmiş kitap kritiklerine ve tasarlanmış (ama ender olarak yazılabilmiş) kitaplara bırakır.

Bir yazarın biyografisini yazarken önce birtakım sorunlar vardır, özellikle söz konusu yazarın kendisini çevreleyen koşulların ayrıntıları ile ilgili dikkatsiz bir tarafı ve yaşamı ile ilgili fark ettiği doğrunun kendisine ait yorumunu vermeye kararlı bir tutum var ise. Bataille, "insanın terapide geldiği her yeni yerin", yazıda yeni bir yer olduğunu yaşayarak fark eden, ilk psikanaliz hastalarından biri olmuştur. Bataille'a Michel Leiris'in önerdiği ve gelenek dışı bir karakter olan analisti, Dr. Adrien Borel Bataille'ın kendi şiddet öğesi içeren takıntılarıyla yüzleşebilecek duruma gelene kadar apaçık işkence fotoğrafları göstererek hastasına kendi kendini inceleme cesareti kazandırmıştır. Bunun ilk sonucu, pornografik bir fantazya, Histoire de l'oeil, ardından kendi özyaşamından alıntılar içeren Reminisce Coincidences ve Le Petit başlıklı kısa yazının bulunduğu, kendi kişisel deneyimlerini aktardığı bir skandal roman gelmiştir. Ne var ki, kendi kendinin bilincinde Freudçu bir araştırmacı yazar olarak, kendisini gözleri görmeyen, felçli, idrarını tutma güçlüğü çeken ve ağzı çok laf yapan öz babası arasındaki ilişkiye ait sözde doğru itiraf gerçek bir yaşam hikâyesi olamayacak kadar kusursuz bir kurguya sahiptir; Surya'nın yaptığı araştırma sonucu bir paradoks ortaya çıkmaktadır, çünkü, Surya'nın bulguları, Bataille'in kendisini çalışmalarına ne denli az yansıttığı görüşüne dayanır.

Bataille'in romanlarında, birinci-kişi kahramanlar vardır, ancak onlar da diğer bütün yazarlarınki gibi, "oluşturulmuş" bir hayat yaşarlar. İtiraflar niteliğinde pek çok açılmaların yer aldığı Madame Edwarda ve Ma Mere de, gerçekten etkileyici birer kitap olan Histoire de l'oeil ve Le Mort ile aynı gerçek olmayan dünyayı paylaşırlar. Her ne kadar Le Bleu du ciel ve L'Abbe G, 1930'ların İspanya'sında ve savaş zamanı Fransa'sında geçse de, politik zemin, alkole düşkünlüğün, sürekli değişen fantezilerin puslu havasının içinden süzülerek gelmiş gibidir.



S/A/D/E



Sade'ı çok sevmiştim. Onu ilk kez yirmi beş yaşındayken Paris'te okumuştum. Bu benim için Darwin'in kitabından da büyük bir şok olmuştu.

Sodome'un Yüz yirmi Günü, ilk kez Berlin'de, o da az sayıda basılmıştı. Bir gün bunlardan birini Roland Tual yayınevinde gördüm. Yanımda Robert Desnos da vardı. Antika değerindeki bu eşsiz kitabı Marcel Proust ve diğerleri de okumuşlardı. Kitabı bana da ödünç verdiler.

O güne kadar Sade hakkında hiçbirşey bilmiyordum. Okuyunca şaşkınlığım müthiş oldu. Madrit'te Üniversitedeyken, uluslararası yazın dünyasının ustalarından Camoens'ten Dante'ye, Homeros'tan Cervantes'e kadar, ilke olarak tüm yazarlar tanıtılmıştı bize. O halde nasıl olmuştu da toplumu her açıdan ele alıp büyük bir ustalıkla ve sistemli bir biçimde inceleyen, geçmişin kültür mirasını değiştirmeyi amaçlayan bu olağanüstü kitabın varlığından haberim olmamıştı! Bu benim için oldukça büyük bir şok olmuştu. Üniversite beni yanıltmıştı. Diğer tüm "ustalar", bir anda gözümdeki tüm değerlerini ve önemlerini yitirmişti. İlahi Komedi'yi yeniden okumayı denedim. Bana şiirsel açıdan dünyanın en güçsüz kitabı gibi geldi, hatta İncil'den bile daha az şiirsel. Ya Lusiades'e ne demeli? Ya Jérusalem délivrée'ye?

Kendi kendime şöyle diyordum: Bütün bunlardan önce Sade okutmalıydılar bana! Ne yararsız kitaplarmış hepsi de!

Ve hemen Sade'ın diğer tüm kitaplarını edinmek istedim. Ama kesin olarak yasaklandıkları için bunlar ancak XVIII. yüzyıldan kalan yayınlar arasında nadiren bulunabiliyordu. Breton ve Eluard'ın beni götürdükleri Bonaparte Sokağındaki bir kitapçı beni Justine için bir sipariş listesine kaydetti, ama hiçbir zaman da bulamadım o kitabı. Buna karşılık Sodome'un Yüzyirmi Günü'nün özgün metnini ele geçirdim, hatta az kalsın satın alıyordum. Sonunda bu oldukça kalın kağıt tomarını almayı başaran kişi Noailles Vikontu oldu.

Arkadaşlardan La Philosophie dans le boudoir'ı aldım ve hayran oldum. Ayrıca Dialogue entre un prétre et un moribond, Justine ve Juliette'i de aldım. Bu sonuncu kitapta en sevdiğim yer, Juliette ile Papa arasında geçen ve Papanın da onun Tanrıtanımazlığını kabul ettiği bölümdü. Benim de Juliette adında bir kız torunum var ama bu seçimin sorumluluğunu oğlum Jean-Luis'e bırakıyorum.

Breton'da Justine'in bir nüshası vardı. René Crevel'de de... Crevel intihar ettiğinde evine ilk giden kişi Dali olmuştu. Onu Breton ve grubun diğer üyeleri izlemişti. Crevel'in bir kadın arkadaşı da birkaç saat sonra Londra'dan gelmişti. Ölümünü izleyen gürültü-patırtı içinde Justine'in kaybolduğunu ilk farkeden o olmuştu. Biri çalmıştı bu kitabı. Dali mi? Olanaksız. Breton mu? Saçma. Zaten onda bu kitap vardı. Yine de Crevel'in kitaplığını iyi bilen yakınlarından biri olmalıydı kitabı çalan. Kendisinden kuşkulanılmamış biri.

Sade'ın vasiyetnamesinden de çok etkilenmiştim. Küllerinin nereye olursa olsun atılmasını ve insanlığın, tüm eserlerini, hatta adını bile unutmasını istiyordu. Aynı şeyi kendim için de söyleyebilmeyi isterdim. Anma olayı adına yapılan tüm törenleri ve tüm büyük insan heykellerini yapmacık bulurum. Ne işe yararlar ki? Yaşasın unutmak! Saygınlık yalnızca sessizlikte vardır bana göre.

Sade için duyduğum ilgi geçmişte kalmış bile olsa -herşey için duyulan hayranlık geçicidir- bu kültürel devrimi unutamam. Üzerimde yaptığı etki kuşkusuz ki büyüktür. L' Age d'or filminde Sade'dan yapılan alıntılar son derece belirgindir. Maurice Heine bana karşı bir yazı yazarak ölümsüz Marki'nin hiç memnun olmayacağını söylemişti. Ortadoğu gerçekten de tüm dinlere karşı savaş açmıştı, benim gibi yalnız Hristiyanlık dinine değil yani. Ben de amacımın ölmüş bir yazarın düşüncesine saygı göstermek değil, yalnızca bir film yapmak olduğunu söyledim.

Luis Bunuel

slide-2-unlock








HİÇBİR ZAMAN OLMADIĞI KADAR AĞIRLAŞAN VARLIĞIMIZ


I

Bu yaşamı bugün olduğundan başka bir şekle dönüştürmek insan türünün elinde midir? Yaşam doğrusu olmayan yanlışlıklar zinciri midir? Hep yanlışlık yapmaya mahkûm muyuz?

İnsanlık tarihine bütünsel bir açıdan bakıldığında insan türünün belirli bir yetkinlik düzeyine hiç çıkamadığına, saçmalıklarını hep düzeltmeye çalışırken perişan olduğuna tanıklık edebiliriz. İnsan türünün sürekli yap­tığı yanlışlıkların gene insanlar tarafından düzeltilmeye çalışılması sonu­cu bütün insanların aşırı yorgun ve bitap bir halde ölüp gittiklerini sapta­mak pek de zor değildir. Tarihin bir anlamı var mıdır sorusuna bugün ra­hatlıkla insanlık tarihi varlığın sürekli yorulması ve ağırlaşması sürecin­den başka bir şey değildir yanıtını verebiliriz.

Bir insan doğduğu zaman kendisinden önce yaşayan insanların yaptığı yanlışlıkların sonuçlarını üstlenmiş oluyor. Bu nedenle her kuşağın üstün­deki ağırlık biraz daha artar. Bugün bu ağırlık insanlar için taşınamaz bir hale gelmiştir. Dünya üzerinde öyle bir gerginlik vardır ki her insan bu gerginliği bir parça azaltma yoluna gitmelidir. Yoksa bu gerginlik tüm yeryüzünü kaplayacak ve bu şekilde yaşam kendiliğinden olanaksız hale gelecektir. Bu konuda bir örnek vermek isterim: Ülkemizde bayramların başlangıç ve bitiş günlerindeki trafik sıkışıklığı, biz insanların bugüne kadar yaptığı yanlışlıkların bir sonucudur ve her kuşak bu yanlışlıkları artırarak sürdürecektir. Otomobillerin, otobüslerin içine sıkışmış milyon­larca insan uzun bir süre trafik sıkışıklığına maruz kalarak ağırlaşmakta ve bataklığın içine biraz daha sürüklenmektedir. İnsan türü bilinçli davra­narak bunun önüne geçebilir mi? Geçebilir gibi bir izleniminiz olabilir ama bu izlenim yaşamın devinimine uymamaktadır. Yaşamın gidişatı insan türünün yok oluşuna programlanmıştır. Bu programın içinde insanın aşırı iyimserliğinin yarattığı boşuna bir çaba da bulunmaktadır. Bütün in­sanlar mutlu olacakları yanılsamasını yaratan içgüdüsel bir güce sahip olarak bu dünyaya gelirler. Ama insanlar büyüyüp olgunlaştıkça bunun kocaman bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını fark ederler. Bu fark edişten sonra insan yaşlanmaya ve ağırlaşmaya başlar. Umutsuzca tüketir, yer, içer. Aslında her insanın yaşamı birbirine benzer ama insandaki ken­dini beğenmişlik duygusu ona kendi yaşamını diğerlerinkinden daha iyiy­miş gibi gösterir. Bütün insanlar aynı iyimserlik duygularıyla bir gün mutlu olacaklarına inanırlar ama yalnızca bazı mutlu anlarla yetinmek zo­runda kalırlar. Her insan için mutlu anlar vardır ve o anlar geçer gider. Yığınlaşan ve bataklığa gömülen insan türünün hangi mensubu uzun sü­reli bir mutluluğu yakalayabilir ki?

Yetkinliği genel olarak kabul edilen eserlerde insanlık için bir çıkış yolunun var olup olmadığı sorusuyla sıklıkla karşılaşırız. Düşünürler in­sanlığın özündeki olumsuzluğu saptar gibidirler ama bunu açıkça dile ge­tirmek istemezler. Örneğin Kierkegaard’ın Ölümcül Hastalık Umutsuzluk adlı eserinde insan kaçınılmaz olarak umutsuzluğa düşer ve sonrasında ilahi bir güç yani Hıristiyanlık inancı onu bu durumdan kurtarır. Simone Weil de hayatın dayanılmaz trajedisini, Tanrı'nın lütfuna mazhar olmak için geçilmesi gereken bir evre olarak açıklar. Bu iki düşünür de varoluş trajedisini bir gereklilik olarak kabul ederler. Ama işin ilginç yanı ikisi de Tanrı’nın var olup olmadığı konusuna hiç girmezler ve zaten onun varlı­ğını kabul etmenin dışında bir olasılığın olmadığını bize hissettirirler. İn­sanın varlığını sürdürmesi zaten Tanrısal bir gücün tezahürüydü ve var olduğumuza göre bunu tartışmak bile söz konusu olamazdı. Ama önümü­ze bir ahlâki varlık olarak buradaki yaşama nasıl katlanacağımız sorunu çıkıyordu. Hem Kierkegaard ve hem de Simone Weil insanın içinde var olduğuna emin oldukları Tanrısal gücü nasıl bulacağımız konusunda bize rehber olmaya çalışmışlardır. Bu gücü bulabilmek için öncelikle bu dün­yada mutluluk arayışından vazgeçmemiz gerekiyordu. İşte burada hepi­mizde bu görüşe karşı içgüdüsel bir direnç kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Mutlu olmayacaksak ve bu dünyadaki nimetlerinden mahrum olacaksak bu hayat tam bir işkenceye dönüşecektir.

İşte bu direnç insanlık türünü her gün daha büyük çıkmazlara sürükle­mektedir. Hiç birimiz Kierkegaard veya Weil gibi düşünmeyi ve davran­mayı kabul etmiyoruz. Dini inanç gereği bir iyilik veya bir fedakârlık yaptığımızda hemen bir ödül bekliyoruz. Bu ödül gelmediğinde inancımız içtenliğini yitirip, diğer insanları kandırma aracına dönüşüyor. Örneğin politikacıların dini inancı kullanarak her türlü maddi imkâna erişmesi böyle bir süreçtir. İnsanın biyolojik yapısı zevke programlıyken, varoluşsal yapısı anlama, sonsuzluğa yöneliktir. Bu ikili yapı insanlık tarihini patolojik ve kaotik bir sürece sürüklemiştir. Bugünün bilinçli insanı türün bu çıkmazlardan kurtulamayacağına emindir. Bu nedenle “yaşa ve öl”, gerisini düşünme anlayışı en etkili yaşam tarzı olmaya devam ediyor.

İnsanlık için bütünüyle bir aydınlanma çağı olmamıştır. Yalnızca ay­dınlanmaya çalışan bir avuç insan çıkmıştır ortaya. Onlar da anlaşılamayarak kaybolup gitmişlerdir. İnsan türü kendi dışında oluşmuş düzenleyi­ci bir gücün kurduğu yapıya bağlı olarak otomatik bir yaşamı sürdürmek­tedir. Bu düzene hiç müdahale edemiyoruz. Bize kilitlenmiş gibi görünen türün yaşam sistemi bu güç tarafından başka bir unsurun eklenmesiyle tekrar işler hale geliyor. Bizler de boşuna yorulmuş oluyoruz.

İnsan türünün yönetimini elinde tutan bu güç nedir? Hayatımız sona erdiğinde bu güçle karşılaşacak mıyız? Yoksa bu sorunun yanıtını alama­dan sonsuza kadar yok olup gidecek miyiz? Veya tekrar tekrar dünyaya gelip bu gücü tanımaya çalışarak boşuna yorulmaya devam mı edeceğiz? Sonsuza kadar yok olmak mı yoksa sonsuza kadar bu dünyaya veya bu evrene gidip gelmek mi? Yanıtı olmayan sorular bunlar. Ama sormaya devam edeceğiz.

II

Le Voie Lactee (the Milky Way) (1969, Luis Bunuel)



- Tüm dinler yanlış bir öncüle dayanıyor, Thérèse. Hepsi yaratıcı Tanrı'ya inanır, ama bu yaratıcı mevcut değil. Hiçbir din var mıdır ki, sahtekârlığın ve budalalığın amblemini taşımıyor olsun?
Ama içlerinden biri var ki, nefreti ve hor görülmeyi gerçekten hak ediyor: barbar kanunu Hıristiyanlık. Doğuştan kazandığımız hak! İntikam peşindeki bir Tanrı'ya bağlısın.


Ahmak olma, Thérèse! Senin Tanrı dediğin yalnızca kaçıkların kafalarından uydurduğu bir ejderha.
Hainlerin icat ettiği bir hayalet, ki tek amacı insanları aldatmak veya birini diğerine karşı silahlandırmak. Her eseri kusurlarla dolu olan şu Tanrı gerçekten var olsaydı, onu aşağılık bir şeymiş gibi görmemize ne engel olabilirdi? Veya iğrenç? Bir Tanrı olsaydı, dünyada daha az kötülük olurdu.


Bak, kulağın hâlâ kanıyor. Tabiatın bize ilham ettiği tuhaf alışkanlıkları dile getirmek suç değildir.
Hayır, Thérèse. Tanrı yok. Tabiat yeter bize. Şu, cehalet ve korkudan doğan, ilahi hayalet iğrenç bir klişeden başka bir şey değil. Bir saniyemizi bile harcamaya değmez. Ruhları bezdiren, kalpleri hasta eden zavallı bir israf bu. Ve içinden çıktığı karanlığa geri gelmemek üzere dönmeli! Eğer Tanrı'n gerçekten varsa, ondan nefret ediyorum!