GENET


Casa’ya gittim, uçağa bindim, Orly’nin gri rengine indim. Bir gazete aldım:

Jean Genet bir gün önce ölmüştü.

Onun kafamda dönüp duran şu cümlesini hatırladım: “Panterler şiirin yüzü suyuna yendiler.” Black Panters’ı, “bıçağın keskin tarafını” sevmişti. Amerika Birleşik Devletleri’nin geri kalan kısmı tereyağ idi.

Genet’nin 19 Aralık 1910’da doğduğunu okudum. Ben 19 Aralık 1957’de doğdum. Bu rastlantıdan yola çıkıp bende herhangi bir yetenek olduğu sonucuna varmıyordum. Ama buna karşılık kendi kendime, benim de bir gün onun gibi harekete geçmem gerektiğini düşündüm.

Bir patlayıcıyı ateşlemek, bir el bombasının pimini çekmek, bir otomatik tüfeğin tetiğine basmak. Genet’nin dudaklarından, buldog güzelliğindeki o dümdüz yüzünden fışkıran şu cümle beni sarhoş ediyordu:

“İnsanların acımasızlığını yalnızca şiddet yok edebilir.”

kan incileri


İtalya Meydanı, Vincent-Auriol Bulvarı, açık metro; nehre
dönüş, beton, yaz sonunda sidik kokusu.

Eller pantolonumun önünü açıyor, tişörtümü kaldırıyor, göğüslerimin ucunu çimdikliyor ve buruyor. Vücudumu kurban seçmiş bu ellerin uzantısında bir adamın vücudu var. Bu acı bana ait; gerekli bir ıstırap bu.



seropozitif




Samy arada sırada bende uyumaya geliyordu. Karşılıklı tatmin oluyorduk, ben onu emiyordum, bazen de o beni emiyordu. Ağzıma boşalıyordu ben de gidip spermlerini lavaboya tükürüyordum.


Banyonun ışığını açıp aynada yüzüme baktığımda Parisli, çökmüş bir kokain tutkununun uyuşturucusuna sarıldığı gibi sekse yapışmış, gri bir yüz görmüyordum: Duvarların portakal rengi boyası ona altınımsı bir ton veriyordu. Ama sol kolumdaki mor çürük şişiyordu. Ona inanmayı reddediyordum.

Birbirimizin içine girmiyorduk. Ama bu ona seropozitif olduğumu söylediğim ve dikkat etmemiz gerektiği için değil, istemediğimiz içindi; o hiç aldırış etmiyordu.

Brion Gysin


 Brion Gysin öldü. Cenaze törenine gitmedim; başkalarının ölümü bana kendi ölümümün yakınlığını hatırlattığı için değil, aramızda biri olduğu için: Yvan; bana onu tanıştırmış ve fazla yaklaşmamı istememişti. Avlanmaya izin yoktu. Birkaç saatte bir efsane ile fazla samimi olunmaz.

Brion, Tanca’ydı, Kerouac’dı, Burroughs’du, hayal makinesi, kaligrafik resim, “Çölde Çay”dı. Beni dönüştüren, onun da hala varolmayı başardığı ölmüş bir dünya. Yvan efsanenin hizmetindeydi, ama benden daha mı samimiydi? Efsanenin kendine hizmet etmesini de beklememiş miydi? Ben, her zaman yaptığım gibi, kendimi vermiyordum; Brion’un sözcükleri bana ayrıcalıklı anlar yaşatmıştı.

Four Roses içen ve gün boyunca sigaraların birini söndürmeden öbürünü yakan yaşlı centilmeni gerçekten seviyordum. Kalınbağırsak kanseri, yapay anüs ve bembeyaz gömleğinin altındaki bok torbası. Brion yetmiş yaşındayken Bastille tiyatrosunda sahneye çıkarak rock çalmıştı. Onu filme çekmiştim.

Sonra bok torbasını başka bir sistemle değiştirmişlerdi; üç günde bir lavman yaptırması gerekiyordu. Bu hayatını değiştirmişti. Ama artık kimseyi beceremiyor, kimse tarafından da becerilemiyordu. Ameliyatı: iki doktor, biri önde, biri arkada karnında el sıkıştılar; pahalıya patlayan bir el sıkışma.

Aşağı yukarı dört yıl önce Beaubourg’daki bir fast foodcudaydık. Hastanelerden ve ameliyatlardan sözediyorduk. Brion o güzel İngiliz aksanıyla diyordu ki: “Bir doktor arkadaşım var, iyileşmeyecek bir kansere yakalanmış hastalarına litrelerce ve litrelerce yeni kan almalarını öğütlüyor, böylece sekiz ya da on ay daha tutunabiliyormuşsun... Hastalar onu dinlemiyor, dünyayı dolaşıyorlar, Amerika’ya, Güney Afrika’ya, Avustralya’ya, Paris’e, Londra’ya, Zürih’e, Tokyo’ya gidiyorlar, aklınıza gelebilecek her türlü kanser şarlatanına görünüyorlar, onlar da tabii hiçbir şey yapamıyor, sonra da feci acılar çekerek üç ay içinde ölüp gidiyorlar.”

Hamburgerler, kızarmış patatesler, Cola, zayıf noktamı kollayarak, ona takılıp takılmayacağımı anlamaya çalışarak yüzüme diktiği açık ifadeli bakışı... Devam ediyor: “Biliyor musun, İngiliz hastanelerinde Brompton Cocktail denen bir şey var, eroini, kokaini ve morfini karıştırıp biraz da cin koyuyorlar, böylece usulca, kadife üzerinde kayar gibi gidiyorsun. Geceleyin başucuna koyuyorlar, hasta isterse alıyor, istemezse almıyor... Almayanın da vücuduna bağlı aletleri durduruyorlar!.. Noel’de hastane sessizce ölen yaşlı kadınlarla ve can çekişen erkeklerin hırıltılarıyla doluyor. Paskalya’da bir sabah insan uyandığında, kendisinin bayramdan önceki temizlikten sağ çıkmış tek kişi olduğunu anlayabiliyor... Mike tam o sırada odama girdi ve bana ‘Oyunun adı: hayatta kalmaca’ dedi. Üç ay sonra Mike mide kanserinden öldü...”

Brion’nın cenazesine gitmediğim için kendi kendime kızıyorum. Korkak, etki altında kalan bir insanım, suça bulaşıyorum. Parizyenliğin tüm o sözde-sanatçılarıyla temasa geçince öfkemi kaybediyorum. 

"Vücut ve ruh"


Kelimeler çok yanlış; ruh ve vücut tek şeydir.  Aşkımızın artık bittiği El Esnam’da bile Kadir içime girdiğinde, önce vücudumu, ama sonra onun içinde, yine de onun ötesine geçerek ruhumu deliyordu.



...yaklaşıyor, kıçıma yapışıyor, kalktığım hissediyorum. Beni odama doğru itiyor: “Seninle yatmak istiyorum, çıkar donunu..."

Çıplağım, düğmelerini açıyorum, slipini indiriyorum. Yatağın üzerinde diz çöküyorum, sırtım düz, kollarım gergin, avuçlarım şiltenin üzerinde; dişi köpek pozisyonu. Samy arkamda, eline tükürüyor, organını salyasıyla ıslatıyor; ben de elime tükürüyorum, kıçımın deliğini ıslatıyorum. İki yıldır kimse beni becermemişti. Son defa, yıkılmış kentin harabeleri arasında El Esnam’da Kadir yapmıştı. 




Diyorum ki: “Bir prezervatif tak.

-Yok ki.

- Banyodan bir tane al.

- Hayır.

- Ne yaptığının farkında mısın?




- İstemediğimi söyledim sana.” Kapalı gözlerimde beyaz bir patlama oluyor. Bu çocuk çıldırmış; ya beni seviyor; ya da yalnızca tehlike, boşluğun bir çağrısı, alışkanlığa meydan okuma.

Paris


“O benim adamım!”

Sylvie’yi okşuyorduk. Ellerim bazen onun gövdesinden ötede devam ediyor, Samy’nin vücuduna dokunuyordu. O da kendi ellerini benim vücuduma uzatıyordu. Okşamalarımız Sylvie’yi şaşırttı. Samy onu kışkırttı: “O benim adamım!” Bu oyuna katıldım ama Sylvie’nin yalnızca birimizle sevişmek istediğini ancak bunun kim olacağına henüz karar veremediğini hissediyordum. Samy beni okşarken, aynı zamanda ondan da uzaklaştırıyordu. Çünkü kendisi için duyduğum arzunun kız için duyduğumdan daha fazla olduğunu biliyor, beni tahrik ederek kendisine çekiyor ve ondan uzaklaştırıyordu. Birkaç dakika sonra birbirlerine sarıldılar, Samy sarsılıyordu, ben uzaktaydım.




















Samy içeri girdiğinde gülüyorum. Bir saniye içinde hemen terkedilmiş bir aşık yüzü takındım, o da gelip yanıma uzandı. Bana sokuldu, boynuma birkaç öpücük kondurdu, kalktı ve gitti. Bir odadan Öbürüne iki üç kez gelip giderek benim kızgınlığımı denetledi ve Sylvie’yle sevişti. Sabaha kadar kötü uyuyarak, yalnızca rüyalarımda varolan zevk çığlıklarıyla sık sık uykumdan olarak, gecenin böyle geçtiğine en azından ben inandım.

Sabahleyin Gobeliris Bulvarı’nda bir tezgâhta kahve içiyorduk. Samy’ye iyi bir gece geçirip geçirmediğini sordum. “Ben onun şeftalisini yedim, o da bir parmağını kıçıma sokarak beni emdi, ama kızı patlatmaya imkân yoktu!

- Benimle yatsaydın, seninle sevişirdim.. 

Laura & Jean

Pencerelerimi kuşatan aynı beyaz ve gri renk. 
Gün ışığı camlara boşalacaktı; şafak spermi de evlerin cephelerine, binanın dibine akacaktı.



Samy

 Kırk yaşlarında, sağlam yapılı bir adam odanın ortasında ayakta duruyordu, ayak bilekleri zincirliydi, V şeklindeki kolları başının üstünde tavandan sarkan zincirlere bağlanmıştı. Hemen hemen beyaz renkte sarı, çok kısa kesilmiş saçları, tüysüz bir vücudu, traş edilmiş bacakları vardı. Siyah naylon ceket, deri kemer takmış genç bir adam, bağlı adamı deri bir kemerle dövüyordu; diğerlerinin girdiğini görünce durdu. Adam “Ah! Rugbymen, işte asıl tercihim!” Genç adam bir iki adım geriledi. Polis “Monsieur Andrt, yeni birisi var, Samy, diğerlerini tanıyorsunuz."

Odanın bir köşesinde bir adam, üzeri kırbaçlar, ipler, deri eyerler, göğüs kıskaçları, krom ve çelik karışımı kolyeler, mumlar, kukuletalı papaz cüppeleri, deri sliplerle dolu bir masanın yanında oturuyordu. Monsieur Andre ona “Pierre gidip biraz oyalanın, sonra gelin” dedi. Adam kalktı ve delikanlıyı yanına alıp çıktı. O zaman Andre “Biz bize kaldık! Hazırım. ” dedi Polis oyunculardan birini sırtından itti: “Hadi Thierry.”

Monsieur Andre gözlerini kapattı, Thierry arkadan yaklaştı, bir iki tokat attı; sonra yumruğunu sıktı ve tokatlar darbelere dönûştû: kıçına, sırtına, beline. Samy gözlerini çevirdi, çıkmak istedi; polis onu tuttu; "Kal ve bak.” Samy polisin organının kalktığını gördü. Thierry zincirli adamın yüzüne döndü, cinsel organına bir diz attı, yûzûnû tokatladı, karnına bir yumruk ve göğüslerine de birkaç darbe indirdi. Monsieur Andre’nin gözleri hâlâ kapalıydı, yüzünde bir gülümseme vardı; bileklerine takılı zincirlerin ucunda bir ceset gibi sarkıyordu.





Birden gözlerini açtı, Samy'e baktı ve "Yeniyi deneyeceğim” dedi. Polis “Samy git elbiselerini al.”

Samy giysileri ve spor çantasıyla döndü. Monsieur Andre ona yaklaşmasını işaret etti ve tatlı tatlı: “Şortunu ve atletini giy, ayrıca kramponlu ayakkabılarını da.”

Samy giyindi. Andre “Gel... Benimle istediğini yapabilirsin, ama ne istersen...” dedi. O zaman Samy onun iyice yakınına geldi ve yüzüne tükürdü. Bir an hareketsiz durdu, sonra şiddeti patladı: yumruklar, tekmeler. Sarhoşluk.

Pierre odaya geri döndü. Samy masanın üstündeki araçlardan yararlandı, sonra zincirleri çözdü ve Monsieur Andre’yi yere uzattı. Üstüne çıktı ve kramponlu ayakkabılarıyla bütün vücudunun üstünde yürüdü. Monsieur Andre sağ eliyle kendini tatmin ediyor ve zincirlerin şakırtısı da bileğinin gidiş gelişine eşlik ediyordu. Boşaldı, rugby alanının çamuruna bulanmış spermi ayakkabıların kramponlarına takılı kaldı. Pierre Samy’nin şortuna baktı. Samy’nin organı kalkmıştı.

Eric

Eric’e kanımda koşuşturan virüsten söz etmiyordum. Ama ona bulaştırma tehlikesini de göze almış değildim. Karşılıklı otuzbir çekiyorduk; o beni düzmüyordu, ben onu düzmüyordum. Her birimiz diğerinin bedeninde kaybolmuş yeniyetmeliğin izlerini okşuyorduk.

Eric’i yeniden gördüm. Champs-Elysees’de sinemaya gittik. Main diyalogunda bizim zaten birbirimize söylemiş olduğunuz sözleri duyuyordum.

Çıktığımızda gece olmuştu ve bir elektrik kesintisi caddeyi karanlığa boğmuştu. Eric bana yaklaştı, sürtündü; bakışlar, duran zaman. Aşkımızın ya da aşkımız dediğimiz yanılsamanın geri döndüğünü sandım.

Ama ışık caddeye geri döndü ve büyü bozuldu. Eric arkama, motosikletime bindi. Onu Montmartre’a götürdüm. Yol boyunca ellerini kalçalarıma koydu; parmakları benim eldivenli parmaklarımı kavradı.

Ayrılırken onu öpmek istedim, onun beni öpmesini istedim. Bu anı uzatmak.
Kaçamak bir öpücükten ibaret kaldı: “Seni ararım...” Onu tutmaya çalıştım: “Ne yapabilirim?
"Sana bittiğini ve bunun değişmeyeceğini söylediğimden beri ben daha iyiyim.” 

Uzaklaştı, Blanche meydanını geçti.

 Bir pazar, hafta sonu. Eric kapıyı çaldı, onu içeri aldım. Soyundu, beni soydu, yatağıma uzandı.

Sevişiyorduk. Derisine yapışmıştım, ama aynı zamanda birbirine sarılmış bedenlerimizin üstünde havada asılıydım.

İki oyuncusundan biri olduğum bu sahneye inanamadan bakıyordum.

Samy


Laura

Porte de la Villette’e doğru motosikletle gidiyorduk. Laura üşüyordu. Kollarını karnıma dolamış, sırtıma yaslanmıştı. Bir süre Zenith’de durup play-backle şarkı söyleyenlere baktık, sonra Tiquetonne sokağında bir Afrika lokantasına gittik. Limonlu tavuk yedik, ayakkabılarımı çıkardım ve ona

 “Ben oğlanları da seviyorum” dedim.

Uzun bir süre banka oturduk. Karşımızda bir duvarın üstüne geniş bir fresk yapılmıştı; çatlamış gri taşın üzerinde renk lekeleri. O “Sana gelmek istiyorum” dedi.

- Pek harika bir yer değil, küçük, aldırmazsın değil mi?”

Eski bir Cure, galiba “Seventeen Seconds”ı koydum, yatağın üstünde birbirimizi okşadık. Cinimin üstünden bana sürtünüyordu, göğüslerinin ucunu emdim. Kısa kılları vardı, sert bir kedi. Fermuarımı açtı, cinimi çıkarmak istedi; ona yardım ettim çünkü tek başına yapamayacağı kadar dardı. Slipimi çıkardım. Uzun süredir bu kadar tahrik olmamıştım. Laura göğsümün üzerinden kaydı, organımı ağzına aldı ve bunu geçekten seviyormuş gibi emdi.

Bu kızla yatacaktım. Onyedi yaşındaydı, hoşuma gidiyordu, Onunla birlikte olmaktan mutluydum. Carol’leyken hiç hissetmediğim delikanlılık arzuları duyuyordum; bir kadın isteği.



 Görünüşte bu çok basitti: Oğlanları, sevdiklerimi, yırtıcı gecelerde bana darbelerinden, spermlerinden, sidiklerinden başka bir şey bırakmamış olanları unutabilirdim. Heyra’nın sesini hatırladım; o andaki kehanetlerinden Laura’yla uzun bir serüvenim olacağına dair sözlerini aklımda tuttum. Bu başlamadan her şeyi mahvetme riskine giremezdim. Zaten evde prezervatif yoktu, ben de seropozitif olduğumu itiraf etmekten acizdim.

O zaman Laura’yı sırtüstü yatırdım, üstüne çıktım, organımı yönlendirdi. Uzun süre seviştik; niçin bu kadar iyi olduğunu anlamıyordum. Tırnakları derime saplı, bağırarak tatmin oldu. Onu yeniden öptüm, sonra da ciddi bir sesle bağırarak boşaldım, hiç böyle zevk almadığıma inanıyordum.

Bir tarafa yuvarlandım. Carol’la olduğu gibi orgazmdan sonra gelen o rahatsızlık duygusu, o gri ve asitli şey başıma gelmedi. Yüzüyor gibiydim, bir yandan ona öldürücü virüsle zehirlenmiş spermimi boşalttığımı biliyordum, ama bir yandan da bunun önemli olmadığını, hiçbir şey olmayacağını, çünkü “bir aşk hikâyesi” demek zorunda olduğum bir şeyin başını yaşadığımızı düşünüyordum.

Ama Laura'ya saf olarak dönüyordum. Onunla gecelerimde yaptığım gibi seksin en aşırı uçlarına kadar gidebilirdim, ama bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. Çamur, salya, sidik, sperm ya da bok, su ve sabunla yıkanır.



Cyril Collard

Cyril Collard Là bas (Les nuits fauves)




"Les Nuits Fauves" (Savage Nights),1992 French film by Cyril Collard, comes with one of the best movie soundtrack albums:

Les Nuits Fauves (1993, Cyril Cottard)


 Cyril Collard (1957 - 1993)

1993’te Yırtıcı Geceler'in (Les Nuits Fauves) hem en iyi film hem de en iyi ilk film dallarında, Fransa’nın Oscar’ı sayılan Cesar ödülünü kazanması, heteroseksüel çoğunluğun bu safhanın anlamını kavramasını sağladı. Eşcinsel aşkın “alenen” sergilendiği sahnelerle dolu olmasına rağmen film basının topyekûn övgüsünü kazandı: Kültür bakanı, “bütün bir kuşak bu filmde kendini buldu” diyerek filmi neredeyse resmen takdis etti. Yazarı tarafından dile getirildiği ve seyirci tarafından da anlaşıldığı üzere film, bir kadına âşık olan bir eşcinseli değil, “çelişkilerini kıyasıya eşeleyen, parçalanmış bir adamı” anlatıyordu.



 Filmin senaryo yazarı, yönetmeni ve başrol oyuncusu Cyril Collard bir çeşit kült kahramana dönüştü, ama James Dean’in yeni bir versiyonu değildi bu kahraman, sadece huzursuz, asî bir genç değildi. Collard ondan bir adım öndeydi, çünkü derdinin ne olduğunu anlamayı ve bunu, aynı trajik çıkmazı kendisiyle paylaşmayanları bile ikna edecek şekilde anlatmayı biliyordu. Amaçsızlıktan kaçmak için kıvranıyordu Collard: “Bir ülkeden diğerine koşturarak listelerine olabildiğince çok şehir eklemeye çalışan Amerikalı turistler gibi geçiyordum hayatın içinden [ve] tam anlamıyla yalnızdım.”



Mümkün olduğunca çok erkekle sevişiyordu, ama ilişkileri “aynı trajedinin sonsuza kadar yinelenmesi”nden başka bir şeye benzemiyordu; arzuları “birer ada gibiydi, birbiriyle asla birleşmiyorlardı.” Erotik heyecanlar ona anlık bir “kadiri mutlaklık” duygusu bağışlasa da, “cehennemin derinliklerine gömülüşüm bir gölge oyunundan öteye gitmiyordu... okşadığım kıçlar, memeler, cinsel organlar ve göbekler kimseye ait değildi.”



Eiaha ohipa (Not Working)

Çalışmıyorlar,  Avrupa'daki (Gauguin'in de bir türlü yakasını kurtaramadığı) çalışma anlayışıyla, Tahitililerin her şeyi olduğu gibi benimseme yaklaşımını karşılaştırıyordu. İki Tahitili kulübelerinde uyuklayarak İçtikleri tütünün tadını çıkarıyorlar. Ortalıkta onları ağır bir iş yapmaya zorlayacak ne bir gereç ne de bir malzeme var. 


Gerilerde, beyaz giysisi, kolonyal şapkasıyla bir şey arıyormuş gibi yaklaşan birini görüyoruz -sanatçının ortalıkta gezinerek resmini yapacak konu (başka bir deyişle, çalışmaya yöneltecek bir şeyler) arıyor. Sonunda buluyor da; artık konusu "Çalışma'dır. 


Hiçbir şey yapmamaya adanmış bir dünyanın, kendisinin beceremediği bir aylaklığın sevgi dolu çizimlerini yapmaya yöneliyor, Sanatçı gerçekten de hayvanlar (ve bütün Öbür yaratıklar) gibi davranan o insanların doğal, hayvansı özgürlüğünden yoksundu. Yaptığının (yoksa ‘yapmadığının’ mı demeli?) yanlış olduğu kaygısını taşımadan, uyuklar gibi ve bilinçsizce yaşam sürdüren kedilere benzetiyordu onları.


*
Gauguin