Rosenlaui (Et in arcadia ego)


Rosenlaui

11 Haziran'da başka bir kaplıca kasabası olan Rosenlaui'ye (kelimesi kelimesine, "gül çığı" ) geçti. Meiringen'in yukarısındaki bir Alp vadisinde olan bu kasaba deniz seviyesinin 1 .300 metre yukarısındaydı. Zug yakınlarında kız kardeşiyle geçirdiği iki haftayı saymazsak, geriye kalan üç buçuk aylık izin süresini Rosenlaui'de geçirdi. "çevredeki Alp Dağları ve vadideki sık çam ormanı, "burayı benim sevdiğim bir doğa haline getiriyor", diyordu. Ayrıca Rosenlaui'de en azından bir süreliğine sağlığı düzelmişti. Hastalığı nüksedince daha da yükseğe çıkması gerektiğini hissediyordu

"Her gün altı ile sekiz saat yürüyor ve üzerinde düşündüğüm meseleleri daha sonra çabucak ve tam bir kesinlikle kağıda döküyorum. "

Rosenlaui

 Bu çalışma tarzı hayatının geri kalanında da aynen devam etti: Saatlerce yürüyerek düşünüyor, daima yanında bir defter taşıyor, sonra da kısa sürede yoğun bir şekilde yazıyordu. Bu tarzı gözlerinin durumu yüzünden benimsemişti: "Günde yaklaşık bir buçuk saat görebiliyorum ... Daha uzun süre okur ya da yazarsam aynı gün çok kötü ağrım oluyor." Tüm olgunluk eserlerindeki aforizmatik üslup salt bir edebi tercih değil -bir keresinde felsefi sorunlara soğuk duşa yaklaşır gibi yaklaştığını söylemişti: çabuk gir, çabuk çık- gözlerinin durumu yüzünden bir gereklilikti.

"İtalya cesaretimi azalttı, sinirlerimi gerdi ... İsviçre'de ben, daha fazla 'benim'; etiğimi de 'ben'in buharlaşması değil gelişimi üzerine kurduğumdan şurası açık ki Alpler'de yenilmezim, yani yalnızken ve kendimden başka düşmanım yokken".

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

Üstelik Nietzsche kırsal Naumburg'da yetiştiğinden içten içe hep "küçük kasaba çocuğu" kalmıştı: "küçük bir kasabada yaşamayı dileriz" diyordu açıkça. Hayatının sonunda evim demeye en çok yaklaştığı yer İsviçre Alpleri'ndeki küçük bir köy olan Sils Maria'ydı. 


Sağlığına uygun iklimde yaşamak için yılın yarısını şehirlerde geçirmesi gerektiğini hissettiğinde bile bu şehirlerin köye benzeyen kısımlarını aramış -mesela Cenova'nın (bugüne dek) ıssız kalmış bölgesi- buraların küçük kasabalarla paylaştıkları özellikleri övmüştür -mesela Torino'nun biçimsel homojenliği. İnsanın şehrin bezdirici yaşamına uyması yerine doğaya yakın ve doğayla uyum içinde yaşaması gerektiğini, insanın "taşra duyarlılığına" sahip olması gerektiğine inanıyordu:

İnsan hayatının ufku boyunca, dağın ve ormanın çizgileri gibi katı ve sakin çizgiler çekmemişse, en içindeki istenç huzursuzlaşacak, dengesizleşecek ve hırslanacaktır; şehirde yaşayanın doğası tam da böyledir: kendisi asla mutlu değildir [dolayısıyla] başkalarına da mutluluk vermez.


Nietzsche dünyadaki en güzel yerlerden birinde göller ve ormanlar arasında yaşamayı seçti: dostu Meta von Salis'in yazdığı kadarıyla, "yeryüzündeki ayrıcalıklı yerleri keşfetmekte çok gelişkin, apaçık bir yeteneğe sahipti " Et in arcadia ego (Arkadia'da bile ben varım)" başlıklı bir pasajda cennetin, Yunan kahramanlarının bulunduğu bir Poussin peyzajı olduğunu yazmıştır.

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

"Arkadia'da bile ben varım" anlamında Latince bir deyim. Pastoral peyzajlarıyla ünlü ve klasik döneme düşkün Fransız ressam Nicolas Poussin'in ( 1594-1665) iki tablosunun başlığında geçer. Arkadia, genellikle deniz kenarında yerleşmiş olan Eski Yunan'da Peloponez'in dağlık iç kısmındaki bir yerleşimdir ve temiz, saf, duru bir hayatı simgeler. Poussin, bu deyimi taşıyan resimlerinden birinde, Arkadia manzarası önünde çobanları çizmiştir-

kaynak: Julian Young / Nietzcshe

Splügen



Nietzsche Eylül sonunda yaralarını sarmak için dağlara doğru yola çıktı. İtalya'ya kadar gitme niyetiyle küçük Splügen köyüne posta arabasıyla vardı. Deniz seviyesinin üç bin metre yukarısında bir vadiye kurulmuş olan köy İsviçre-İtalya sınırındaydı. "Sanki İsviçre'yi hiç görmemiştim ... bu benim doğam," diye yazıyordu dramatik Via Mala boyunca arabayla yolculuğu için.

Annesine mektubu şöyle devam ediyordu:

Splügen'e yaklaşırken orada kalma arzusu beni etkisi altına aldı. İyi bir otelde son derece sade bir oda buldum. Balkonu şahane bir manzarayı görüyordu. Bu yüksek Alp vadisi ... tam istediğim şey. Sert rüzgarlar tertemiz havayı getiriyor, her türden tepeler ve kayalar var, ayrıca bunların hepsini karla kaplı heybetli dağlar çevreliyor. Ama en çok hoşuma giden şey uzun saatler boyunca yürüdüğüm yayla yolları ... Öğlen saati posta arabası geldiğinde yabancılarla birlikte yemek yiyorum. Konuşmak gerekmiyor, kimse beni tanımıyor ... Küçük odamda taptaze bir gayretle ... şu andaki başlıca konum olan "Öğretim Kurumlarımızın Geleceği" üzerine çalışıyorum. Artık güçlü ve taze bir faaliyette bulunurken insanlardan tümden uzak yaşayabileceğim bir köşe biliyorum dünyada. İnsanlar burada siluetlerden farksız.

Neticede Nietzsche İsviçre'nin aynı köşesindeki Engadine'de daha yüksek başka bir vadiye yerleşti. Fakat giderek daha çok öne çıkan şu temanın burada belirdiğini görüyoruz:  Nietzsche'nin düşünceleriyle baş başa kalma ihtiyacı.

BENLİK

"Uzun sessizliği öğrenmelisin, ruhunun dibinde bulunduğunu kimse söylemez sana. Bunun sebebi, sadece suratının asık ve suyun bulanık olması değil, ama ruhun çok derin olmasıdır."

*

"Sessizliğime ihanet etmemeyi sessizliğim öğretti bana."

"bu benim en sevdiğim sanatım" 

*

"Daima gizlenmeli; insan ne kadar yükseğe çıkarsa, o kadar gizlenmeye gerek duyar."

*

"Yolun kenarına oturuyoruz; hayat sarhoş maskeler dizisi gibi oradan geçiyor."

*

"Hüzünlü olaylar karşısında ayak direyen tiksinti, her ıstıraba kapalı ve duyarsız kulak, yılgınlık göstermeyen güleç bir yüzeysellik."

*

"Bizim yanımızda kal, alaycı boşluk."

*
               
"Biz ciddiyiz, uçurumu tanıyoruz; bunun içindir ki her ciddi­yete karşı kendimizi savunuyoruz. "

*

 "Kendine özgü zevkleri olan bir insan yalnızlığına saklanıp kapanmış, iletişim kurulamıyor, iletişimsiz, belirli ölçülere sığmıyor, üst türden biri, kısaca farklı: Onu tanıyamayacağınıza, hiçbir şeyle kıyaslayamayacağınıza göre, nasıl değerlendirebilirsiniz?"

*

"Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız, belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak. Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşaklığımıza, sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sanatı sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."

*

"Tiksintiye karşı içimde hoş olmayan, neredeyse sinirsel bir eğilim var: bu durum hayatımı çok karmaşıklaştırdı.

*

"İçgüdünün kusursuz otomatizmine bir kez ulaşıldı mı, yaşama sanatında her şeye egemen olunur, mükemmeliyet oluşur"

*

"Gerçekliğin karşısında acı çekmek demek, o gerçeklikten yoksun kalmak demektir."

*

"Sanat, hayatı reddetme iradesine direnen biricik güç... Sanat, hayatın metafizik etkinliği..."

*

"Bizim neler konuştuğumuzu bilen o kadar az insan var ki."

*

"Güney'in her yönüne ihtiyacımız var; dizginlerinden boşanmış güneş ışını."

*

"Etrafınıza küçük şeyler yerleştirin; eşsiz güzelliği olan iyi şeyler"


*


 Zihnin münzevileri olmaya, kendi gibi akıl sahibi insanlarla sohbet etmeye, diğer varlıklardan daha çok sanatla teselli olmaya ihtiyacımız var. Ayrıca, başkalarını bizim gibi düşünmeleri için değiştirmeye çalışmak istemiyoruz çünkü onlarla aramızdaki uçurumun doğa tarafından oluşturulduğunu duyumsuyoruz. Acıma, bizim için tanıdık bir his haline geliyor. Gittikçe daha da sessizleşiyoruz...


*

 Düşüncelerinin gemisi öyle derinden yüzüyor ki, onunla bu dostane, ciddi, anlayışlı insanların arasında yol alamayacağın kadar derinden yüzüyor. Sığ yerler ve kumluklar çok fazla orada: dönmek ve yön değiştirmek zorunda kalacaksın ve sürekli mahcup olacaksın, çok geçmeden onlar da mahcup olacaklar - nedenini çözemedikleri mahcubiyetin yüzünden.   


 *

 Derin bir sonuç çıkartmaya ve görüşe izin veren asil ve tehlikeli bir dikkatsizlik vardır: hiçbir zaman arkadaş sıkıntısı çekmeyip, sadece konukseverliği bilen ve sadece konukseverlik uygulayan ve nasıl uygulayacağını bilen -ister dilenci, ister kötürüm, isterse kral olsun, kalbini ve evini girmek isteyen herkese açan, kendinden emin ve aşırı zengin ruhların dikkatsizliği. Bu özgün bir iyi huyluluktur: buna sahip olanın yüz tane "arkadaşı" vardır ama muhtemelen hiçbir dostu yoktur.


*


- Kalbimizin iletişim kurabilirliği konusundaki kuşkularımız;
  seçilmiş değil, verilmiş bir şey olarak yalnızlık.

- Her zaman bir kisveye bürünmüş olmak: türü ne kadar yüksekse,
 bir insan o denli takma ada ihtiyaç duyar. Tanrı var olmuş olsa, nezaketi gereği kendini
  dünyaya sadece insan olarak göstermek zorunda kalırdı.

- Sessiz kalma kabiliyeti: ama dinleyicilerin huzurunda bundan bir sözcük bile etmemek.

- Sürdürülen düşmanlıklara tahammül: kolay uzlaştırılabilirlik eksikliği.

- Demagojiye, "aydınlanmaya, "rahatlığa" aşağı tabaka laubaliliğine karşı tiksinti.

- Kıymetli eşya koleksiyonu, yüce ve zor beğenen bir ruhun ihtiyaçları;
 müşterek hiçbir şeye sahip olmama arzusu.

 İnsanın kendi kitapları, insanın kendi manzaraları.


*

 Bahçelerimizin ve saraylarımızın anlamı şudur (ve bu kapsamda ayrıca zenginlikler için duyulan arzuların tamamının anlamı): düzensizliği ve bayağılığı görüşten uzaklaştırmak ve ruh asaleti için bir ev kurmak.

Muhakkak ki çoğunluk bu güzel ve huzur dolu nesneler kendileri üzerinde kullanıldığında daha yüksek mizaçlara sahip olacaklarına inanıyorlardır: İtalya'ya gitmeler ve seyahatlere çıkmalar vs.; kitap okumalar ve tiyatro ziyaretleri bundan dolayıdır. Kendilerini biçimlendirilmek isterler - kültürel aktivitelerinin anlamı budur! Halbuki güçlüler, kudretliler biçimlendirmek isterler ve artık üzerlerinde yabancı bir şey istemezler!

Böylece insanlar, kendilerini bulmak için değil, kendilerini içinde kaybetmek ve unutmak için vahşi doğaya dalarlar. Güçsüzlerin ve kendinden memnun olmayanların arzusu olarak "kendi kendinin dışında olmak".

*

Asil nedir? - İnsanın sürekli olarak rol oynamak zorunda oluşudur. Sürekli poz yapma ihtiyacı duyduğu durumlar aramasıdır. Mutluluğu büyük çoğunluğa bırakmasıdır: ruhun huzuru, erdem, rahatlık, Spencer tarzı anglo-anjelik esnaflık olarak mutluluğu. İçgüdüsel olarak ağır sorumluluklar aramasıdır. En kötü ihtimal kendinden gelse bile, her yerde nasıl düşman edilebileceğini bilmesidir. Sürekli olarak büyük çoğunluğa sözlerle değil ama eylemlerle ters düşmesidir.

*

 Alınyazısı olan, kendilerini taşımakla alınyazıları taşıyan insanlar, kahramanca yük taşıyan türün tamamı: ah, bir kez olsun nasıl da dinlenmek isterler! En azından birkaç saatliğine kendilerini ezen şeyden kurtulmak için güçlü kalplere ve enselere nasıl da susamışlardır! Ve ne kadar boşuna susamışlardır! - Bekliyorlar; geçen her şeye bakıyorlar: hiç kimse onlara ıstıraplarının ve tutkularının binde biri kadar bile yaklaşamıyor, hiç kimse ne şekilde beklediklerini sezmiyor - Eninde sonunda dünyevi sağgörünün ilk parçasını öğreniyorlar -artık beklememeyi; ve sonra bir başkasını: cana yakın olmayı, ılımlı olmayı, bundan böyle herkese tahammül etmeyi -kısacası, şimdiye kadar tahammül ettiklerinden biraz fazlasına tahammül etmeyi öğreniyorlar.

*

Muazzam ve gururlu bir soğukkanlılıkla yaşamak; sürekli ötede - Birinin duygularına, lehte ve aleyhte gönülden katılmak ya da katılmamak, buna tenezzül etmek saatlerce; ata biner gibi, sık sık da eşeğe, oturmak üzerlerine: - İnsan onların bönlüğünden ve aynı ölçüde ateşinden yararlanmayı bilmeli. Onun üç yüz yıllık görünüşü korunmalı; kara gözlükleri de: Çünkü kimsenin gözümüzün içine bakmadığı durumlar vardır, hala "temeller"imizin görülemediği. Ve şu yanımızda bulunacak insanları seçmedeki çapkınca ve sevinçli kötülük, nezaket ve dört erdemin ustası olarak kalmak, yürekliliğin, sezginin, duygudaşlığın, yalnızlığın.

*

 Çünkü, yalnızlık, bir erdemdir bize, incelmiş bir eğilim, insanlar arasındaki ilişkileri bulup çıkaran bir temizlik itkisidir, - "toplumda" - kaçınılmaz kirlilikte yürütülmek zorunda olan. Her toplum, insanı, bir biçimde, bir yerde, bir zaman - "sıradan" kılar.  

*

“Dişlerimi sıkarak, tıpkı istemeden kumu ısıran vahşi bir dalga gibi dişlerimi sıkarak, sığlığınızın sahillerine vuruyorum.”



Sessizliği öğrenmek, belki de konuşmanın arkasına gizlemek; ferahlama, gözyaşı ve yüce avuntu anları için kuytu köşeler ve keşfedilemez yalnızlıklar yaratmak - ta ki sonunda "seninle ne işim var?" diyebilecek ve kendi yolumuzda gidecek kadar güçlü olana kadar.

*

Fakirliğe ve isteğe ve ayrıca hastalığa tahammül.

*

Çok Uyumak. - Eğer insan yorgun ve tok ise canlanmak için ne yapmalı? Birisi kumarhaneyi diğeri Hıristiyanlığı, üçüncüsü elektriği öneriyor. Ama en iyisi, sevgili melankoliğim, çok uyumaktır ve öyle de kalacaktır, gerçek ve mecazi olarak! Böylece insan sabahına tekrar kavuşacaktır. Yaşam bilgeliğindeki marifet, her türlü uykuyu uygun zamana yerleştirmeyi bilmektir.

*

Yeni Yaşamın iki Temel İlkesi.-Birinci ilke: kişi yaşamı en kesin, en kanıtlanabilir olana doğru kurmalı: şimdiye kadar yapıldığı gibi, en uzak olana, en belirsize, ufuğu ve bulutu andırana doğru değil. İkinci ilke: kişi yaşamını kurmadan ve ona kesin bir yön vermeden önce, en yakın ve yakın olanın, en kesin ve daha az kesin olanın sıralamasını saptamalı.

*

Kişi birşeye yaşantı yoluyla açık değilse, onu duyacak kulak
da yoktur onda... 

*

 Günün en az üçte ikisine kendisi için sahip olmayan kişi, devlet adamı, tüccar, memur, bilgin, ne olursa olsun bir köledir.

*

Her insanın hayata katlanmak için kendi reçeteleri vardır (hayat bir defa bile olsa çekilmez geldiyse, kâh hayatı kolaylaştırmak kâh kolaylığı sürdürmek için bu reçeteyi kullanır), bir suçlu bile bunu yapar.


*

 ...hayatı hafifletmek değil ama hayatı hafife almak. 


*

"Kendimizi gerçeğin büyüsüne bırakmayı öğrenebilirsek tanrılar gibi kolay bir hayat yaşayabiliriz”, 

“Sonuç olarak, özgürlükte tinler hafiflikte yaşayan tanrılardır”. 

 “Amaç, okuyucu ayak parmakları üzerine kalkabilecek derecede esnek bir tabiata kavuşturmak”,

“Özgür düşünce, peri masalları, şehvet, insanı ayak parmakları üzerine kaldırır.”


*

Nasıl dayanabildim buna! Nasıl üstesinden gelebildim böyle yaraların? Ruhum, bu mezarların içinden nasıl yeniden dirilebildi?

 Evet, yaralanamaz, gömülemez, kayaları parçalayan bir şey var bende; onun adı da benim istencim. Suskun ve değişmeksizin, yılların içinden geçip gitmekte.

Benim ayaklarımla sürdürmek istiyor yürüyüşünü o yaşlı istenç; anlam, onun için yürek kadar katı ve yaralanamaz.

Yaralanamazlığım topuğumda sadece. Sen, hâlâ orada yaşamakta ve kendine benzemektesin, sabırlıların en sabırlısı! Hâlâ tüm mezarları kırıp geçirmektesin.

İçinde hâlâ gençliğimin özgürleşememiş yanı yaşamakta ve sen, yaşam ve gençlik olarak, umut ederek oturmaktasın buradaki sarı mezar kalıntılarının üstünde.

 Evet, benim için hâlâ bütün mezarları parçalayansın: Selam olsun sana istencim. Ve diriliş ancak mezarların bulunduğu yerde vardır.

*

"Benim gibi yalnızlar, başkalarına yavaş yavaş alışırlar, en
değerli gördüklerine bile."

*

"Amerikalıların, altına hücumu ve soluksuz bir hızla çalışması ... şimdiden eski Avrupa'ya yayılıyor ... İnsan şimdiden durağanlıktan utanıyor; uzun süreli durup düşünme neredeyse insanlara vicdan azabı veriyor. İnsan elinde bir saatle düşünüyor, tıpkı finans sayfalarını okurken yemeğini yiyen biri gibi ... her türlü biçim işçilerin acelesiyle yok ediliyor ... insanın artık törene zamanı ve enerjisi yok ... iş giderek tüm vicdan rahatlığını kendi yanına çekiyor; neşe arzusu, şimdiden kendine 'toparlanma ihtiyacı" diyor ... "insan sağlığını ona borçlu" -kırda gezmeye giderken yakalanan biri böyle diyor. Çok geçmeden, vita contemplativa [düşünsel hayat] (yani fikirlerle ve dostlarla bir yürüyüşe çıkma) arzusuna kendimizi bırakmayacağımız bir noktaya gelmemiz de mümkündür ...

 "Amerikan hızının" yarattığı en ciddi tehlike derin düşünmenin yok olmasıdır.

*

Yüksek düzeydeki insanlar kendilerini, alt düzeydekilerden, . . . bakarken düşünmeleriyle
ve ölçülemez kadar fazlasını duymalarıyla ... ayırırlar ... Yüksek düzeydeki insan ... kendi doğasının düşünüp taşınan bir doğa olduğunu söyler, bu yüzden de aynı zamanda hayatın fiili şairi ve süregiden yazarı olduğu gerçeğini görmezden gelir. Hiç şüphe yok ki bu dramanın aktöründen, eylem adamı denen kişiden çok farklıdır; ama salt bir izleyiciden ve sahnenin önündeki festival ziyaretçisine daha da az benzer. Şair sıfatıyla, kesinlikle vis comtemplativa (düşünüp taşınma gücüne] sahiptir ... ama diğer yandan ve her şeyden öte, görünüşler ve genel inanç ne doğrultuda olursa olsun, eylem adamının yoksun olduğu vis creativa'ya [yaratıcı güce] da sahiptir. Henüz orada olmayan bir şeyi gerçekten ve sürekli olarak yapanlar biziz, düşünen-yenifikirlere- açık-olanlarız: sürekli büyüyen bütün bir değerlendirmeler, renkler, ağırlıklar, perspektifler, ölçüler, olumlamalar ve olumsuzlamalar dünyasını biz yaratırız. Mucidi olduğumuz bu şiir pratik denen insanlar [aktörlerimiz] tarafından sürekli içselleştirilir, talim edilir, ete kemiğe ve gerçekliğe tercüme edilir, hatta basmakalıplaştırılır ... ama dünyayı yaratmış olan biziz ...

*

Bir gün, muhtemelen de yakında, öncelikle büyük şehirlerimizde bir şeylerin eksik
olduğunu kabul etme ihtiyacı hissedeceğiz: düşünmek için sessiz ve geniş yerler -
yağmurlu ya da fazla güneşli [Cenova ya da Torino gibi] havalar için uzun ve yüksek
tavanlı sıra kemerler, bağırış çağırış ve araba gürültüsünün gelmediği yerler ... düşünüp
taşınmanın ve kenara çekilmenin yüceliğine ifade kazandıracak koca bir binalar
ve siteler kompleksi . .. Kendimizi taşlara ve bitkilere tercüme etmek isteriz; bu geçitler ve bahçelerde yürürken kendi içimize yolculuklara çıkmak isteriz.

*

Bir dansçıdır Zerdüşt


Nice çevresindeki yükseklerde bir sürü saklı köşe, yaşadığım unutulmaz anlarla kutsallaşmıştır benim gözümde. Zerdüşt'te “Eski ve Yeni Levhalar Üstüne" adını taşıyan can alıcı bölüm, istasyondan kayalar içine kurulmuş eşsiz Arap köyü Eza’ya çıkarken yazıldı.



 -yaratıcı güç ne denli bol akarsa, kas çevikliği de o denli artıyor bende. Beden coşmuştur. Ruhu karıştırmayalım işin içine... Çok zaman beni dansederken görebilirdiniz; yorgunluk nedir bilmeden o dağ senin, bu dağ benim, yedi sekiz saat dolaşabiliyordum. İyi uyuyor, bol bol gülüyordum, -bundan daha dinç, daha sabırlı olamazdım.




Bir dansçıdır Zerdüşt; gerçeği en katı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o “uçurum gibi derin” düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, -tam tersine evrensel olumlayışın “o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş”in ta kendisidir... “Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu evet-deyişi”... İşte gene vardık Dionysos’a...

Ecce Homo'dan


*


Niçin Bu Kadar İyi Bir Yürüyüşçüyüm / Nietzsche


                Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Daha evvel de söylediğim gibi, Kutsal Tin’e karşı işlenen esas günah yerinden
                                                     kıpırdamamaktır.
                                     
Friedrich Nietzsche, Ecce Homo

fotoğraf: Enis Batur / Sils Maria


“KOPMAK ZORDUR,” der Nietzsche, “bir bağı ortadan kaldırmak acı vericidir. Fakat çok geçmeden yerine yeni bir kanat çıkar.” Nietzsche’nin hayatı böyle ayrılmalardan, kopmalardan ve tecritlerden oluşacaktı: dünyadan, toplumdan, yoldaşlardan, meslektaşlardan, kadınlardan, arkadaşlardan ve ana babadan. Fakat yalnızlığın içine salladığı her kürek özgürlüğünün biraz daha derinleşmesinin işaretiydi: Hesap vermek yok, engel oluşturacak uzlaşmalar yok, görüşü açık ve tarafsız.

    Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçisiydi.

     Yakasını bırakmayan korkunç bedensel acılarına derman olsun diye başladığı uzun yürüyüşler ve içine girdiği büyük yalnızlık Nietzsche’nin kaderini çizecektir. Bedelini saatler süren ıstırapla ödediği dünyevi uyarıcılardan, taleplerden ve tahrik unsurlarından kaçmak... Dikkatini şakaklarındaki çekiç darbelerinden uzaklaştırmak, onları dağıtmak ve unutmak için uzun uzun yürümek...

    Nietzsche yüksek dağların çetin arazi yapısının ya da Güney’in taşlı yollarının hoş kokan kuraklığının büyüsüne henüz kapılmamıştır. Daha çok göl kıyılarında (Carilvon Gersdorff’la birlikte Leman Gölü’nde günde altı saat) yürüyüp, ormanların gölgesine dalmaktadır (Kara Orman’ın güneyinde kalan Steinabad’daki köknar ormanları:

 “Ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle”

    1877 Ağustos’unda Rosenlaui’de münzevi hayatı yaşadığı sırada şöyle yazar:

“Keşke bir yerlerde bunun gibi küçük bir evim olsaydı; günde altı-sekiz saat yürüyerek, eve döndüğümde sayfalara aktaracağım düşüncelerle doldururdum aklımı"

 Fakat hiçbiri sonuç vermez. Ağrılar çok şiddetlidir. Tek bir migren atağı onu günlerce yatağa bağlamaya yeter, acı dolu istifra krizleri yüzünden bütün gece gözüne uyku girmez. Gözleri ağrır, görme yetisi zayıflamaya başlar. 1879 Mayıs’ında üniversiteye istifa mektubunu sunar.

İstifasıyla birlikte yaşamının 1879 yazından 1889’un ilk günlerine dek süren on yıllık üçüncü perdesi açılır. Nietzsche bu dönemde gayet mütevazı bir hayat yaşamasına, küçük otellerde kalmasına, onu dağlardan denize denizden dağlara taşıyan tren yolculuklarına, bazen de Peter Gast’ı ziyaret etmek için Venedik’e gitmesine olanak veren üç küçük emekli maaşıyla geçinir. O eşsiz efsanevi yürüyüşçüye dönüşmesi de aynı döneme rastlar.

 Nietzsche yürür, başkaları nasıl çalışıyorsa o da öyle yürür. Yürürken çalışır.
    
Yukarı Engadin dağını daha ilk yazında keşfeder, ertesi sene de köyünü, Sils-Maria’yı bulur. Buraların havası temiz, rüzgarı sert, ışığı keskindir. Boğucu sıcaklardan nefret ettiği için, çöküşe kadar bütün yazları (Lou yılı dışında) burada geçirecektir. Arkadaşları Overbeck ve Köselitz’e tabiatını, parçasını keşfettiğini; annesine de “yarı kör olmuş ben, temenni edebileceğim en güzel yolları, kuvvet veren en iyi havayı buldum,” diye yazar (Temmuz 1879). Buranın doğasıyla “bir kan bağı, belki daha da fazlasının” olduğunu hissetmiştir.

    O ilk yazdan itibaren günde sekiz saat yalnız başına yürür ve Gezgin ve Gölgesi'ni yazar.

"Birkaç satır dışında hepsi yolda düşünüldü ve kurşun kalemle altı küçük deftere karalandı."

Nietzsche kışı başta Cenevre ve Rapallo Körfezi, sonra da Nice gibi Güney kentlerinde geçirir:

 (“Sabahları ortalama bir öğleden sonraları üç saat hızlı adımlarla hep aynı yolda yürüyorum. Bu yol tekrarları katlanılır kılacak kadar güzel,” Kasım 1888),

 Menton’a ise bir sefer gider:

Sekiz tane yürüyüş yolu buldum»” (Kasım 1884).

Tepeler yazı kürsüsü olur, denizse görkemli çatısı:

“Deniz ve alabildiğine gökyüzü! Bunca zaman ne diye işkence etmişim kendime! (Ocak 1881).

    Açık havada dünyaya ve insanlara yukarıdan bakarak yürürken yazar, hayal kurar, keşfeder, kendinden geçer, buldukları karşısında ürker, altüst olur ve aklına gelen fikirlere kapılır.

     "Duygularımın yoğunluğu beni aynı anda hem güldürüyor hem de ürpertiyor (birkaç sefer gözlerimin kızarmış olması gibi gülünç bir sebepten odamdan çıkamadım), neden mi? önceki gün uzun yürüyüşlerim sırasında çok ağladım, ama öyle içli gözyaşları değil, salına salına şarkılar söyleyerek sevinç gözyaşları döktüm, bugünün insanları karşısındaki ayrıcalığımı gösteren yeni bir bakış kazandım."

Nietzsche aralarında Tan Kızıllığı, Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine, Şen Bilim, İyinin ve Kötünün ötesinde ve, unutmadan, Böyle Söyledi Zerdüşt'ün bulunduğu en önemli eserlerini bu on yıl zarfında yazar. Keşiş olur:

keşişe dönüşmüş buldum kendimi yeniden, günde on saat keşiş adımlan atıyorum,”
 (Temmuz 1880)

 münzevi» gezgin olur.

Yürüyüş burada Kant’taki gibi işe ara vermek ya da oturmaktan kamburu çıkmış, iki büklüm olmuş vücuda yapılan asgari bir temizlik değildir. Nietzsche çalışmak için yürümek zorundadır. Dinlenmenin, hatta refakatçisi olmanın bile ötesinde, Nietzsche’nin tam olarak parçasıdır yürüyüş.

    "Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz biz. Bizim ethosumuz açık havada, tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kıyılarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir."


İNSAN



Bugün bizim hoşlanmamamıza neden olan nedir? ... "İnsan" solucanının ön planda olması ve kalabalık olmasıdır. 

...

... İşte öylece duruyorlar, sefaletlerinden dolayı masumlar. Ben de onların arasından gizlice geçiyorum, ama tiksinti bu esnada kalbimi yiyor.

...

Hep aynı şey: Parçalar ve eklemler ve korkunç rastlantılar ama insan yok!

...

Her şeyi konuşarak bozuyorlar, her şeye ihanet ediyorlar, aynı havayı bile solumak istemiyorum. 

...

Dişlerimi sıkarak, tıpkı istemeden kumu ısıran vahşi bir dalga gibi dişlerimi sıkarak, sığlığınızın sahillerine vuruyorum.

Nietzsche'nin Devlet'i



SAVAŞLARDAN VAZGEÇEBİLİRSEK İYİ OLACAK. SİLAHLI AVRUPA BARIŞININ YILLIK MALİYETİ OLAN ON İKİ MİLYARI DAHA YARARLI BİÇİMDE KULLANMANIN YOLUNU BİLİYORUM.

 KISACASI: ESKİ TANRI ORTADAN KALDIRILDIĞINA GÖRE BEN HAZIRIM DÜNYAYI YÖNETMEYE.


Teras



1884 Nisan'ının başında ilk önce Nice'ten Venedik'e gitmeyi planlayan Nietzsche, kış mekanında ayın yirmisine kadar kaldı. Çünkü "anne yerine koyduğu arkadaşı" Malwida von Meysenbug'un önerisiyle onu ziyarete gelecek olan Resa von Schirnhofer'in mektubunu almıştı. Nietzsche bu ziyaret teklifini heyecanla kabul etti ve Resa 3 Nisan'dan 12 Nisan'a kadar Nice'te kaldı.

Nietzsche'nin pek misafirperver olduğu anlaşılmış, onun mütevazı dostluğu ve "mesleki" tavırlarının tanıdıklığı karşısında Resa'nın baştaki korkusu çabucak kaybolmuştu. Nietzsche onu bir boğa güreşine götürmüş (ama bu güreşte boğanın öldürülmesine izin verilmiyordu), sevdiği yerlerde yürüyüşe çıkartmıştı. Bunlardan biri olan Mont Boron tırmanışı, özellikle hatırlanmaya değerdi.

Şahane bir gündü [diye yazar Resa], karayel her şeyi havalandırıyordu, bir vagonla kısa süre çıktıktan sonra dağa tırmanmaya başladık. Nietzsche dithyrambos havasındaydı ve insanı yeryüzünün çekiminden kurtaran bu yeli övüyordu: Ona göre bu esintilerde sağlıklı bir salınma vardı. Tahkim edilmiş zirveye doğru giderken belli bir yüksekliğe çıkınca Fransız bekçiler yolumuzu kesti ... O yükseklikte bir çardağın altına yerleştirilmiş ahşap masa ve sıraları olan basit bir osteria [ucuz kahve] bulup oturduk. Harika dağ manzaralarıyla çevrili bir yerdi. Çevremizde şahane tepeler ve aşağıda da büyüleyici koyları olan zarif bir kıyı şeridi vardı. Koyları çevreleyen yeşil hilallerin arasında ev kümeleri parlak çiçekler gibi ışıldıyordu. Orada kıvılcımlı bir havada ve güldürücü esinlerle ... Nietzsche'nin kadehime koyduğu "Vermouth di Torino"yu ilk kez tattım. "Korunan dağ" pek çok dizeye vesile oldu, her biri peş peşe ağzından dökülüyordu. Hayretler içinde kaldım, sonra ben de ufak tefek bir şeyler ekledim. Herhangi bir yüksek sanatın doğaçlamaları değildi belki ama bana beklenmedik Nietzsche'yi gösteren eğlenceli manilerdi.

Nietzsche Zerdüşt'ün meşhur kırbaç pasajından alınmamasını söyler Resa'ya, hatırladığı kadarıyla zaten tanışıklıklarının bu aşamasında onun da hiç alınmaya niyeti yoktur; bunu tüm kadınlara değil sadece bazı vakalara uygulanabilir "şairane bir genelleme" olarak görmüştür. (Elizabeth "kırbaç" sözünü aynı ve büyük ihtimalle hatalı şekilde yorumlayarak benzer iddiada bulunur -bu söz sadece "uygun sınırlar" içinde kalmalarını sağlayacak "erkek eline" ihtiyaç duyan bazı kadınlar için geçerlidir- böyle bir terbiyeye kimin ihtiyaç duyduğunu düşüneceğini tahmin etmek de güç değil. ) Yine bir keresinde Nietzsche onu Promenade des Anglais'de yürüyüşe götürür ve ufukta bir karaltı gibi duran Korsika'yı gösterir. Bu da Napoleon üzerine bir söyleve vesile olur. Nietzsche onu çağdaş insan ile "üstinsan" arasındaki halka olarak görmektedir. Ayrıca Napoleon'un nabzı ile kendisinin nabzının aynı -dakikada altmış vuruş- olduğunu söyler.

Nietzsche pek az insanın yanında olduğu kadar rahattır Resa'nın yanında; "beni çok güldüren bir maskara," diye tarif etmiştir onu Overbeck'e. Ayrıca onun pek yüzüne bakılır olmadığından, hatta düpedüz "çirkin" olduğundan şikayet ettiği doğrudur, fakat büyük ihtimalle tam da cinsel gerilimin olmaması yüreğini hafifletmiş, kız kardeşinin yanındaymış gibi rahatlamasını ve aptalca dizeler uydurmasını sağlamıştır.

Fakat Nice ziyareti sırasında Resa bir keresinde çok farklı bir kişi bulur karşısında:

Nietzsche gitmek için kalkarken aniden tavırları değişti. Yüzünde katı bir ifadeyle ve birileri anlattıklarını duyarsa korkunç bir tehlikeye girecekmişçesine gönülsüzce çevresini kolaçan ederek, sesi duyulmasın diye elini ağzına götürerek bana Zerdüşt'ün Hayat'ın kulağına fısıldadığı "sırrın" ne olduğunu söyledi ... "Bengi dönüş"ü ve bu fikrin muazzam ağırlığını bana anlatış tarzında tuhaf, hatta esrarengiz bir eda vardı. Fikrin içeriğinden ziyade Nietzsche'nin anlatma tarzını çok yadırgamıştım. Aniden "başka" bir Nietzsche karşıma çıkmış ve tüylerimi diken diken etmişti.Sonra bu fikri daha fazla açıklamaksızın normal konuşma tarzına döndü ve eskisi gibi oldu. Keşfinin büyüklüğünü vurgulamak için duyarlılığımın tellerine kasten sert vurduğu izlenimine kapıldım.

Nietzsche'nin kişiliğinin ani değişimine dair başka kayıtlar da vardır. Resa aynı şeyi sonraki Ağustos'ta Sils Maria'da yeniden yaşamıştı, Overbeck de Nietzsche'nin bengi dönüşün "gizli doktrinini" açıklarken aniden ciddiyetle "fısıldamaya " geçtiğini yazmıştır. Üstelik dönemin mektuplarında zaman zaman megalomanlığın değilse bile en azından kendini beğenmişliğin pırıltıları görülmektedir. Örneğin 1884 Şubat'ında Zerdüşt'ün Luther ve Goethe'yi takip ederek son adımı attığını, Alman dilini kusursuzluğa ulaştırdığını, Mart'ta ise eserinin " insanlık tarihini iki yarıya böleceğini" iddia etmiştir. Sonraki yılın Mart'ında ise kendisiyle kıyaslandığında Mesih'in "yüzeysel " bir figür olduğunu iddia eder, Tanrı'nın var olmamasına üzüldüğünü, çünkü en azından kendisiyle aynı düzeyde bir dostu olmasını istediğini söyler, Elizabeth gibilerle nasıl biyolojik bağı olduğunun tümüyle bir muamma olduğundan bahseder.  O halde görünüşe bakılırsa yumuşak tavırlı, gözlüklü Friedrich Nietzsche'nin içinde başka bir varlık (bu varlığa "Zerdüşt" denmelidir elbette), yanında dünya-tarihi bakımından önemli bir "gizli" mesaj taşıyan peygambervari bir figür yatıyordu. Onun bu kadar erken tarihte ortaya çıkan bu görüntüsünün, 1889'da kendisini tamamen saran deliliğin doğasına ve nedenine ne kadar ışık tutabileceği üzerinde duracağım.

*
Julian Young / Nietzsche

Friedrich Nietzsche sitting on the veranda

 
Friedrich Nietzsche sitting on the veranda of his mother's house in Naumburg,
 by Curt Stoeving 1894


„Mein Leid und mein Mitleiden
 -was liegt daran!
 Trachte ich denn nach Glücke? 
Ich trachte nach meinem Werke !


‘My suffering and my pity/
What do I care!/
Am I striving for happiness?/
I am striving for my work.’

Yeri yurdu olanlara ne mutlu!

Haykırışan kargalar
Darmadağın uçuşuyor kente doğru
Nerdeyse yağacak kar
Yeri yurdu olanlara ne mutlu!

Donmuş kalakaldın,
Hanidir gözlerin arkada!
Boşuna kaçışın, ey çılgın,
Kıştan uzaklara!

Dilsiz ve soğuk binlerce çöle
Açılan bir kapıdır dünya!
İnsan senin yitirdiğini yitirse
Bir yerlerde duramaz bir daha!


Mutluluk Adaları



Nietzsche, Zerdüşt'te geçen Mutlu Adalar (Mutluluk Adaları)'ının (Is/es) aslında Sorrento günlerinden bildiği Napoli  Körfezi'nin kuzeyindeki lschia olduğunu yazmıştır Köselitz'e.  Bu tanımlamayı destekleyen de şu ipucudur: "Dans Şarkısı"nda  taşralı kızların "Cupido"yla dans ettiğinden söz edilir; bu da "Cupid"in (aşk tanrısı) lschia lehçesinde söylenişidir. 

Sorrento’da, pansiyonun ikinci katındaki, küçük bir portakal ağacı korusuna, biraz ileride denize, Vezüv Yanardağına ve Napoli Körfezi’nin adalarına bakan büyük odada; sonbaharın sessiz ve portakal kokan, öğlen güneşinin ve deniz tuzunun içine işlediği ışıklı öğleden sonralarında; arkadaşlarla yapılan yüksek sesle okuma akşamlarında ya da Capri’ye düzenlenen gezintilerde veya Napoli’de karnavalda; dünyanın en güzel körfezi boyunca sıralan­mış küçük kasabalara yapılan gezilerde, eskilerin denizkızlarını duyduklarını sandıkları bu topraklarda; hayatının ilk aforizmalarını -ki müsveddelerinin başlığı hâlâ Sorrentiner Papiere’dir- yazmak­la geçen o sabahlarda Nietzsche filozof olmaya karar verir.

Nietzsche odasının balkonunda Sorrento’nun tam karşısında yer alan Ischia Adası’nı fark eder. Bu volkanik ada, hem gerçek hem hayali bu mekân Zerdüşt’ün müritlerinin adalarına, “mutlu­luk adaları”na model olur. İşte Nietzsche’nin hastalığının acıları arasında yeniden keşfettiği şey budur: öngörü, projeler, gençliğinin vaatleri. Çoktan gömülmüş bir geçmişin kalıntıları gibi değil de umutsuzluğa kapılmış ve yolunu şaşırmış birine hayatının bir son­raki yolunu hatırlatmak için geçmişten gelen bir ses gibi. Ischia, Zerdüşt'ün “mezarlar adası”na model olan Venedik lagünü mezar­lığı San Michele değildir. Çöken bir şehirde  her şeyi muhafaza eden ve yavaş yavaş çürüten lagün denizinin ortasında sessiz bir ada değildir. Ischia geçmişin hatırasını veya nostaljisini temsil etmez, yeraltı volkanik güçlerin unutuş denizini delip gün ışığına çıktığı yerdir. Ölen bir medeniyetin alacakaranlığı değil yeni bir kültürün 3000 yıllık bir tarihin üstünde sivrilmesinin seher vaktidir.

 32 ve 33 yaşlarında, yolun tam ortasında, geçmiş ve geleceğin gerilimi arasında Nietzsche; çocukluk günlerini, hayatının önceki zamanlarını, "çoktan unutulmuş veya kaybolmuş insanları” hayal eder sık sık. Bu, çocukluk zamanının geride kaldığının elle tutulur işaretiyken tam da o sıralar değerli ustası Friedrich Ritschl’in, anneannesinin ve eşki meslektaşı Basel Üniversitesi klasik filoloji profesörü Franz Gerlach’ın ölüm haberlerini alır. Schopenhauer’a göre felsefe ölüm üzerine derin düşünmeyle başlar. Ama Sorrentiner Papiere’in tam ortasında Spinoza’nın şu esrarlı kelimeleri bulunuyordur:  Homo liber de nulla re minus quam de morte cogitat et ejus sapientia non mortis sedvitx meditatio est.


“Özgür insa­nın ölümden daha az düşündüğü hiçbir şey yoktur ve onun bilgisi ölüm üzerine değil hayat üzerine derin düşünmesinden gelir.”

Dionysos


 Overbeck, 8 Ocak 1889 tarihinde akıl hastası dostunu vatanına geri götürmek üzere Turin’e geldi. Delice içerikleri olan mektuplar (A. Heusler ve J. Burckhardt’a), danıştıkları Basel’li psikiyatr Wille’nin derhal müdahale edilmesini istemesine neden olmuştu. Nietzsche gerçekten de çökmüş görünüyordu. Bir gün önce sokakta düşmüştü.

Overbeck onu “bir divanın üzerinde büzülmüş” halde buldu; “bana doğru koşuyor, sıkıca sarılıyor ve kasılmalarla tekrar divana gömülüyordu. Yüksek sesle şarkılar söylüyor, piyanoda hızlı parçalar çalıyor, tuhaf danslar yapıyor, zıplıyor ve “tarif edilemez kısık bir sesle kendisi hakkında, ölmüş tanrının halefi olarak muhteşem ve olağanüstü ileri görüşlü ve söze dökülemeyecek kadar korkunç şeyler anlatıyordu.” (Bernoulli 2, 22 ve devamı). Nietzsche daha da çöktü ve 1900 yılına kadar ruhen felçli halde yaşadı.

Asıl soru, hastalığın ne zaman başladığıdır. Mektuplar, 27 Aralık 1888 tarihinden önce hiçbir delilik belirtisinin olmadığını göstermektedir. O tarihte Fuchs’a anlaşılır bir mektup yazmıştır, ama aynı gün Overbeck’e de şöyle yazmıştır: “Alman karşıtı bir birlik amacıyla Avrupa sarayları için bir ön hatırat yazıyorum. ‘İmparatorluğu’ (Reich) demirden bir gömleğe sokmak ve bir çaresizlik savaşa tahrik etmek istiyorum.” Ondan sonraki günler değişken, çöken ama yine de tinselliğin nüfuzu altında olan ve bu nedenle derinden etkileyen, mektuplarda ve özenle yazılmış kâğıt parçalarında kendini gösteren delilik içerikleriyle doludur. Nietzsche Tanrı olur, Dionysos olur ve Çarmıha Gerilen olur; her ikisi de bir olur; Nietzsche herkestir, bütün insanlardır, her ölü ve her canlıdır. Dostlarına birer rol verir. Cosima Wagner, Ariadne olur, Rohde tanrıların arasına yerleştirilir, Burckhardt büyük öğretmen olur. Yaratı ve dünya tarihi Nietzsche’nin elindedir. 27 Aralık 1888 tarihinden önce böyle bir deliliğin en ufak bir işaretinin olmadığını bilmek çok önemlidir.

Bu tarihten önceki eserlerde herhangi bir delilik işareti bulmak mümkün değildir.

Bu çöküş sürecinin 27 Aralık 1888 tarihinden önce ne zaman başladığı, bugünkü araçlarla tespit edilememektedir, Felci kesin bir şekilde teşhis edebilmek ve başlangıcını belirleyebilmek için psikopatolojik belirlemelerin yanı sıra o dönemlerde henüz sahip olmadığımız bedensel inceleme yöntemlerine (özellikle bel punksiyonuna) ihtiyaç duyulmaktadır. Nietzsche bu hastalığa yakalanmadan önce 1883 yılından itibaren sürekli olarak bir şekilde hastaydı. Ruh hastalığına sarması, geriye dönük bir gölge yaratmakta olup kimilerinin bu uzun zamanın bir şekilde daha sonraki hastalığının işaretleri olduğuna inanmasına neden olmuştur. Ancak bu görüş, Nietzsche’nin 1888 yılına kadar ruhsal açıdan tamamen sağlıklı olduğuna dair görüş kadar gerçekleri gölgelemektedir. Hastalığın, o günün tıp bilgilerine ve görüş kategorilerine bağlı teşhisi, Nietzsche’de asla tam bir kesinliğe ulaşmamaktadır.

Hastalığın, daha sonra ortaya çıkan beyin hastalığıyla ilgili olabileceğine dair soruya hipotetik bir cevap bulabilmek için öncelikle kurumların çok sayıda gözlenen felç vakalarının seyriyle karşılaştırma imkânımızın olması gerekirdi, ama bu karşılaştırma yeterli olmayacaktır, çünkü hastalığın ortaya çıktığı dönemin on yıl öncesi için sadece tinsel yaratının ayırt edilmesi için gerekli psikolojik görünebilirliği yüzeysel olarak vermektedir; ikinci olarak, felce kesin veya muhtemel olarak maruz kalmış önemli insanların hastalık seyriyle karşılaştırmak gerekir: Örneğin Rethel, Lenau, Maupassant, Hugo Wolf, Schumann (Gaston Vörberg’in yazısı: Zusammenbruch: Lenau, Nietzsche, Maupassant, Hugo Wolf, Münih 1922; ne yazık ki bu yazıya ulaşamadım). Önemli şahsiyetlerin biyografileri ifade zenginliği açısından, yaratıcı insanların hastalık tarihçelerinden çok daha öğretici olmasına rağmen bu insanların Nietzsche’yle karşılaştırılmasında henüz belirleyici bir sonuç elde edilememiştir.

Bu gibi karşılaştırmalar bize ayrıca felcin gerçekten ortaya çıkmadan önceki yıllarda ne olduğunu ya da tersine, rastlantısal olarak mevcut ise ön devrenin semptomlarına neyin dahil olmadığını göstermemektedir. Bugün bile kesin bir bilgiye ulaşmak mümkün olmadığından, bize sadece bir hastalık olarak kendi içinde neyin birbirine bağlı olduğunu veya aynı insanda rastlantısal olarak ortaya çıkan farklı hastalıkların ne olduğunu öğrenemeden, hastalıkların ve Nietzsche’de hastalık olarak kavranamayan, psikolojik açıdan belirlenemeyen durumların seyrini tarif etmek görevi kalır.

Bu tarif esnasında bizi en fazla bu değişikliklere neden olan ve tamamen geri alınamayan bedensel ve ruhsal varoluşun toplam durumunun sıçrayışları ilgilendirmektedir. Bu sıçrayışlar Nietzsche’de şöyledir:

1. Savaşta hasta bakıcılık yaptığı dönemde yakalandığı ağır dizanteri hastalığından sonra Nietzsche kısa bir süre içinde iyileşmiş, 1873 yılında hastalığının nüksetmesiyle birlikte, bu rahatsızlıklar özellikle ışığa karşı hassasiyetle birlikte ağır baş ağrıları, felce benzer bir hisle birlikte kusmalar, deniz tutması gibi belirtiler Nietzsche’yi daha sık yatağa düşürene kadar mide rahatsızlıkları belirli aralıklarla tekrarlanmıştır. Birkaç kez uzun süren baygınlıklar geçirmiştir (Eiser’e mektup, Şubat 1880); başkalarının okuma ve özellikle, dikte ettirdiği şekilde yazmaları şeklindeki yardımları, tinsel varoluşunda gittikçe daha önemli bir rol oynamaya başlamıştır.

Bu rahatsızlıklar, değişken bir ağırlıkta yaşamının tamamında kendisine eşlik etmiştir; düzenli olmayan iyileşmeler ve ağırlaşmalar görülmektedir. Örneğin 1885 yılında “görme yeteneğinin hızla yok olduğunu” yazmaktadır. 

Şikâyetlerinin ağırlıklarına, bu hastalıkların uzun sürmelerine Nietzsche’nin varoluşunda derin bir kesit oluşturmasına rağmen, semptomları açık ve kesin olarak bilinen bir hastalık tasviriyle özetlenen tıbbi bir teşhis mümkün olmamıştır. Migrenden, R. Wagner’den uzaklaşmasına bağlanan psikonevrotik bir süreçten, sinir sisteminin organik bir hastalık sürecinden bahsedilmiştir, ama açık bir sonuç yoktur.

1879 yılının Mayıs ayında Nietzsche hastalığından dolayı profesörlüğünden vazgeçer ve seyahatlerine başlar. O dönemde yaz aylarında Gezgin ve Gölgesi ortaya çıkmıştır. Bir sonraki kışı Naumburg’da annesinin yanında geçirir- durumu o kadar kötüleşir ki ömrünün sonunu bekler (Malvida von Meysenburg’a yazdığı veda mektubu 14 Ocak 1880).

2. Nietzsche, 1880 yılının Şubat ayından itibaren yine güneydedir ve bir yıl içinde Tan Kızıllığı (Morgenröte) adlı eserinin yayımlanmasını sağlayan yeni notlara başlar. Tinsel açıdan yeni bir gelişme yaşanır ve bu gelişme, düşüncelerinin ancak şimdi görevinin asli bilincine ve bununla birlikte giden bir öz bilincin ortaya çıkmasını sağlayan yeni bir başlangıcı ortaya çıkartır. Bu değişimi 1880 yılının Ağustos ayından 1881 yılının Temmuz-Ağustos aylarındaki doruk noktasına kadar ve 1882-1883 yıllarının ilham durumlarına kadar gözlemleyebiliriz.

Mektupları ve yazıları kronolojik bir sıraya göre sürekli olarak ileriye ve geriye bakarak, dolayısıyla zamansal ilişkilerin ve ifadelerin birbirleriyle ilişkilerini bilinçli olarak göz önünde bulundurarak okuyan kişi, 1880 yılından itibaren Nietzsche’de hayatında daha önce hiç olmamış derecede derinden bir değişikliğin meydana geldiğini fark edecektir. Bu değişim sadece düşüncelerinin içeriklerinde, yeni yaratımlarda değil, deneyim biçiminde görülmektedir; Nietzsche adeta yeni bir atmosfere dalmaktadır; söyledikleri bambaşka bir ton kazanmaktadır; her yere nüfuz eden ruh hali. 1880 yılından önce hiçbir habercisi ve işareti olmayan bir şeydir.

Tinsel gelişiminin öz anlayışının burada mevcut olup olmadığını sorgulamıyoruz; doğruluğundan şüphe etmiyoruz. Ayrıca Nietzsche’nin şimdi kavradığı tinsel içerikleri ve varoluşsal içerikleri de sorgulamıyoruz; bu kitabın tamamında gösterildiği gibi, içsel bağlamlarından şüphe duymuyoruz. Biz sadece mevcut olan şeyin davranışının biçiminden dolayı Nietzsche’nin hayatında tinsel ve varoluşsal açıdan gereksiz bir şekilde, yeni olan şeye zorunlu olarak bir renk veren bir şeyin görünür olup olmadığını ya da bu tinsel dürtülerin ve hedeflerin hizmetine, belirsiz olarak “biyolojik faktör” dediğimiz bir şeyin mevcudiyetini gösteren bir şeyin girip girmediğini soruyoruz.

1880 yılındaki kesitin ve sonraki kesitlerin gözleminin yöntemi, tıbbi kategoriler altında bir sınıflandırma değildir. Ayrıca “şüpheli semptomların” kavranması da değil, aksine sadece kronolojik karşılaştırmadır. Görüngülerin kendisi değil, bu görüngülerin yeniden ortaya çıkıp çıkmadıkları ve daha önce  mevcut olmayanların hangileri olduğu, ruhsal ve tinsel açıdan gerçekleşen olaylar açısından anlaşılmaz kalıp kalmadıkları gözlemlenmektedir.

Bu kitabın çıkış noktası, hassas kronolojik okuma sırasındaki toplu izlenimdir. Bunun anlamı, bu izlenimi, kendi Nietzsche incelemesinde bu soruyu kendine sorduğu takdirde, okuyucuda uyandırmak ve bireysel açıklamalar ve olgular sayesinde bunları göstermektir. Buna karşın burada bir hastalığın mevcut olduğunu gösteren kesin bir sonuç yoktur. Ne var ki, bu toplu izlenimin bizim için anlamı -şu andaki muhtemel bilgi aşamasında- bizi kanıtlanmayan şeye sanki olabilir olan, hatta muhtemel olan olarak götürmesidir.


"İyi kitaplar yazdım ama değil mi?"







Deliriş

İki polis tarafından Via Carla Alberta'daki evine geri götürülen Nietzsche, psikiyatrist Dr. Carla Turina'nın gelişini beklemek üzere yatağına yatmaya ikna edilmişti. Ama doktor göründüğü anda Nietzsche "Pas malade!" "Pas malade!" [Fransızca: "Hasta değilim! "] diye bağırarak onu görmeyi reddetti. Ancak daha sonra Turina'yı ailenin bir dostu gibi gösteren Fino nihayet Nietzsche'nin doktoru kabul etmesini sağladı. On dokuzuncu yüzyılda yaygın bir şekilde sakinleştirici olarak kullanılan bromür, Piazza Carignano'daki (hala işleyen) Rossetti eczanesinden sipariş edildi.

Basel'de "Tanrı olmaktansa Basel'de profesör olmayı yeğlerim" diye yazdığı mektubundan endişelenen Burckhardt 6 Ocak'ta Overbeck'i ziyaret etti. Nietzsche'nin ruhsal durumunu birkaç haftadır kaygı verici bulan Overbeck de üniversitede psikiyatri profesörü ve yöredeki psikiyatrik kliniğin müdürü olan meslektaşı Ludwig Wille'ye danıştı. Wille ona Nietzsche'yi derhal Basel'e getirmesini önerdi, aksi takdirde şüpheli bir İtalyan enstitüsüne kapatılabilirdi.

Overbeck 7 Ocak günü öğlenden sonra Nietzsche'nin kaldığı yere vardı. Yumuşak kalpli ama çaresiz durumda olan Davide Fino artık polis çağırma noktasına geldiğinden onu görünce çok rahatladı. Overbeck eski dostunun artık bir gölgeden ibaret kaldığını, kanepeye oturmuş bir şeyler çiğnediğini ve Nietzsche Wagner'e Karşı'nın son düzeltme kopyalarını okuduğunu gördü. Nietzsche onu tutkuyla kucakladıktan sonra tekrar kanepeye çöktü, sonra titreyip inlemeye başladı. Overbeck'in de dizlerinin bağı çözülmüştü. Hasta adama bir doz daha bromür verilince sakinleşti. Akşama planladığı büyük resepsiyondan neşeyle bahsetmeye başladı (büyük ihtimalle İtalya kralı ve kraliçesi içindi). Overbeck'in Köselitz'e sonraki hafta yazdığı kadarıyla, 

Tamamen kendi dengesi bozuk dünyasında yaşıyor, ben yanındayken o halinden hiç çıkmadı. Benim ve diğer insanların kim olduğunu çok iyi biliyor, ama iş kendisine gelince tam bir karanlık içinde ... 

Daha şiddetli nöbetlerde şarkı söylüyor ve piyanonun tuşlarına vuruyor, kısa süre önce ikamet ettiğini düşündüğü dünyadan parçalar anlatıyor. Kimi zaman fısıldayarak harika berraklıkta cümleler kuruyor. Ama aynı zamanda artık ölmüş Tanrı'nın halefi olduğu gibi korkunç şeyler söylüyor, bu arada sürekli piyanonun tuşlarına vuruyor, ardından kasılmalar geçiriyor ve bir daha korkunç bir acıyla kıvranmaya başlıyor.

Overbeck 9 Ocak'ta Nietzsche'nin daha fazla gecikmeden İtalya'dan götürülmesi gerektiğine karar verdi. Artık polis de durumunu öğrendiğinden, Torino hapishanesinden başka alternatif kalmamıştı. Ama yumuşak huylu Overbeck hastayı herhangi bir şekilde kontrol edemiyordu, dolayısıyla bu yolculuğun altından kalkması mümkün değildi. Ama neyse ki şansı yaver gitti, ruhsal rahatsızlıkları olanlar konusunda deneyim sahibi olduğu için Alman konsolosunun tavsiye ettiği Dr. Bettmann hastaya Basel'e kadar eşlik etmeyi önerdi. (Bettmann aslında bir Yahudi dişçiydi, yetişkinliği boyunca Nietzsche'yi destekleyen ve koruyan çok sayıda Yahudinin de sonuncusu oldu.) Nietzsche tam da daha mutlu günlerinde Kontes Mansuroff'un yaptığı gibi çocuksu bir itaatkarlıkla Bettmann'ın her dediğini yaptığından, yolculuk mümkün olabildi. Bettmann yolculuğun sonunda, onu önemli bir resepsiyonun beklediğine Nietzsche'yi inandırarak tren istasyonuna götürdü. Nietzsche yolculuk sırasında klora) hidratla uyuşturuldu ama ilacın etkisi geçmeye başlayınca herkese sarılmak istedi ve yol boyunca bir gondolcu şarkısı söyledi; Overbeck'in sonradan farkettiği kadarıyla Ecce Homo'daki kendi şiiriydi bu. 10 Ocak'ta Basel'e ulaşan Nietzsche, daha fazla tartışmaya meydan vermeden Wille'nin sanatoryumuna yatırıldı.



Nietzsche'nin Deliliği

Nietzsche'nin sorunu neydi ? Niçin delirmişti? Bu soru gerek boş zamanlarını ölmüş ünlülere teşhis koymakla geçiren tıp çevrelerinde, gerekse Nietzsche araştırmacıları arasında çok tartışılmıştır. Araştırmacılar çoğunlukla sonuca çıkar açısından bakıyorlardı. Genel konuşursak, Nietzsche'nin hayranı olanlar saf fizyolojik bir teşhisi tercih eder -genellikle de geleneksel frengi teşhisini- ama Nietzsche'yi sevmiyorlarsa psikolojik teşhisi yeğlerler. Yani Nietzsche'nin deliliği kişiliğinden kaynaklanan psikolojik faktörlerin ürünüyse, felsefesinin de aynı faktörlerce kirletildiğini öne sürmek mümkün olur, yani İyinin ve Kötünün Ötesinde'nin yorumcusunun iddia ettiği gibi sorununun "patolojik" olduğu söylenebilir. Nietzsche'nin muarızları genellikle bu ihtimali güçlendirmeye çalışırken hayranları da zayıflatmaya çalışır. Nietzsche'nin kimi zaman kendisini intiharın eşiğine getiren korkunç bunalımlara tekrar tekrar düştüğünü görmüştük. 1887 Haziran'ında tam bir yıl boyunca bunalımda olduğunu yazmıştır; tüm fiziksel rahatsızlıklarını solda sıfır bırakacak derecede acı çekmişti, "yeryüzünde çekilebilecek en büyük cezaydı" bu. Yine de başka zamanlarda kendini çok neşeli hissediyordu, hatta yer yer azamet hissediyor ve giderek megalomaniye daha fazla kapılıyordu. Daha 1884'te "öteki" Nietzsche kendini gösterir: yumuşak huylu, gözlüklü Friedrich Nietzsche'nin içinde yatan "üstinsan"; gizli bengi dönüş düşüncesinin lütfedildiği kişi. O düşünce, "tarihi iki yarıya bölecek" ve lütfedildiği kişiye kıyasla İsa'nın "yüzeyselliğini" gösterecektir. 

Bu salınımlar -Lou Salome, Nietzsche'de "şiddetli ruh hali değişimleri" olduğunu gözlemlemişti- insanın aklına "manik-depresif" bir vakayı, daha rahatlatıcı bir dille "çift kutuplu [bipolar] rahatsızlık" vakasını akla getiriyor. Nietzsche'nin uzun yıllar boyunca en azından başlangıç seviyesinde manik-depresif olduğunu düşünmek akla yakın olduğu ölçüde, "manik depresyonun manik safhasının neredeyse kalıcı yerleşimi" Torino'daki son haftalarının uygun bir tasvirini oluşturuyor gibi görünmektedir.

Burada, Oliver Sacks'ın izniyle tescilli manik-depresiflerin manilerine dair bazı tanımlar vereceğiz (genellikle hastaların kendilerinden bilgi alınmışsa da, yer yer terapistler de devreye girmiştir): "Kendini Mesih olarak görmeye başladı"; "anayolun ortasına geçip kollarımı iki yana açarak durursam arabaları durdurabileceğimi ve onları felç edeceğime inanıyordum" {bunu söyleyen kişi şair Robert Lowell'dir); "sarhoşluk", "ideal sıhhat"; "çok olumlu bir hal"; "kendini o kadar iyi hissediyorsun ki hasta olmalısın"; "daha önce bastırılmış derin bir benliğin serbest bırakılması"; "her şey çok anlamlı görünmekle kalmıyor, her şey mucizevi bir kozmik bağlantıda yerine oturuyor"; "doğal dünyanın yasaları karşısındaki büyülenme hissim yüzünden içim içime sığmıyordu ... her şey ne kadar güzeldi".

Bu tanımlamaların hepsinde ortak olan üç tema vardır: panteist coşku, dünyanın kusursuz bir bütünsellik olduğu hissi; kendini Mesih sanma, istediğinde dünyayı değiştirecek (arabaları durduracak) nedensel güce sahip olduğuna inanma. Bu temalar Nietzsche'nin Torino'daki son haftalarını eksiksiz tanımlıyor. Sürekli taşkınlık hali yaşıyor, dünyanın, "iyinin ve kötünün ötesinde olduğuna" çünkü tamamen iyi olduğuna inanıyordu. Kendini Mesih sanıyordu -"iyi haberleri" getiren kişiydi. "Tanrı olduğu" için de telekinetik güçleri olduğunu, örneğin Avrupa'nın taht sahiplerini azledebileceğini sanıyordu. Bu yüzden geneline baktığımızda "çift kutuplu mani'' , deliliğinin ilk safhası için akla yakın bir tanımlama gibi görünüyor.

Daha önce de gördüğümüz gibi, mani çok uzun sürmedi. Birkaç hafta sonra ciddi psikoz belirtileri göstermeye başladı; sanrılar, paranoyakça kuruntular, çok düzensiz davranışlar, tutarsız düşünceler ve konuşmalar (fakat aralarda tutarlı bellek parçaları), katatonik gerileme, dejenerasyon, en sonunda da bitkisel hayat. Bunlar gibi psikoza dair belirtilerin çift kutuplu rahatsızlığın yerini şizofreninin aldığı noktayı temsil ettiği yaygın olarak kabul edilir. Bu da bizi ikili bir psikiyatrik teşhis fikrine götürüyor: Nietzsche'nin durumu manik depresyon ve 1889 sonrasında da şizofreni olarak tanımlanmalıdır. Aslında Dr. Richard Schain'in teşhisi de böyledir. Ama modern psikiyatrik düşünce pek çok vakada psikoz, özellikle şizofreni benzeri dönemlerin şizofreniye değil çift kutuplu rahatsızlığa işaret ettiği yönündedir. Yine Schain'in teşhisinin tersine Nietzsche'nin psikoz belirtileri kırklı yaşlarda ortaya çıkmasına rağmen, şizofrenliğin belirtileri onlu yaşlarının sonunda ya da yirmili yaşlarının başında ortaya çıkar. Bu yüzden Nietzsche'nin durumu için en akla yakın tanımlama büyük ihtimalle "çift kutuplu rahatsızlık ve sonraki aşamalarında psikoza yaklaşan özelliklerin de buna eklenmesi" dir.

Fakat bunun bir teşhis mi yoksa sadece bir tanımlama mı olduğu sorusu doğar bu sefer de; psikolojik belirtilerin altında fiziksel bir patoloji var mıdır, yok mudur? En iyisi, seçenekleri gözden geçirmek.


İlk ve bana göre hala en yaygın kabul gören hikaye Nietzsche'nin frengi olduğudur. Wille'nin Basel kliniğindeki teşhisinin bu olduğunu görmüştük, aynı teşhisi Jena'daki Binswinger de tekrarlamıştı. Her iki psikiyatrist de Nietzsche'nin "delilere özgü genel paraliz"den [kısmi felç] mustarip olduğuna karar vermişlerdi; bir başka deyişle nörosifilis sebebiyle delirmişti, zira bu üçüncü derece frengide spiroketler (bakteriler) beyne saldırıyordu. Frengi (dönemin AIDS'i) o dönemde çok yaygın olduğundan, on dokuzuncu yüzyılda aklını yitirmiş orta yaşlı insanlar için standart teşhis hep aynıydı. Fakat bu kesinlikle tek muhtemel sebep değildi.

Son dönemdeki eleştiriler frengi teşhisinin en az altı zayıflığını ortaya çıkartmıştır. Birincisi, Nietzsche koriyoretinitten -retina iltihabı- rahatsızdı ve bunun sebebinin frengi olduğu düşünülmüştü, hatta bu doğru da olabilirdi. Ama bu rahatsızlık aynı zamanda daha birçok farklı durumdan da kaynaklanabiliyordu; bunların arasında Nietzsche'nin çocukluktan beri çektiği basit miyopluk da vardı. İkincisi, Jena kliniğine kabul edildiğinde fiziksel titreme yoktu; "paraliz edici " frenginin evrensel belirtisi bu titremedir. Üçüncüsü, ağır migren üçüncü derece frengi belirtisi olabilirse de, umumiyetle genel çöküşten sadece birkaç hafta ya da en fazla birkaç ay önce başlar. Nietzsche'nin okul yıllarından beri migreni vardı. Dördüncüsü, paraliz edici frengisi olanlarla karşılaştırıldığında Nietzsche Torino'daki çöküşünün ardından olağanüstü uzun -11 yıl yaşamıştı. On dokuzuncu yüzyıl sonunda yapılan bir çalışmaya göre bu hastalığa yakalanan 244 hastadan 229'u teşhisten sonraki beş yıl içinde, 242'si dokuz yıl içinde ölmüştü. Beşincisi, paretik frengi beynin her iki lobunu da etkilerken, Nietzsche'nin bir dizi fiziksel belirtisi (birazdan bu belirtilere geleceğiz) sürecin sağ lobla sınırlı olduğunu gösteriyordu. 

Son olarak, Dr. Eiser'in raporuna göre Nietzsche'nin öğrencilik yıllarında belsoğukluğu kaptığını kabul ettiğini ama frengi kapma ihtimalini açıkça reddettiğini de biliyoruz. Biri konusunda dürüst davrandıysa diğerini saklamaya kalkması anlamsız kaçacaktır. Frengisi olduğunu fark etmemiş olabilir elbette, ama durumunu sürekli ve titizlikle gözlemleyen birinin frengiyi fark etmemesi olacak iş değildir. 

Tüm bu güçlükler karşısında Dr. Leonard Sax'ın ortaya attığı alternatif teşhise bakmak faydalı olacaktır. Sax'a göre, Nietzsche çocukluk yıllarından beri büyük ihtimalle rnenenjiyorndan, sağ optik sinirde oluşan iyi huylu bir beyin tümöründen rahatsızdı. Maniden deliliğe kadar değişebilen psikiyatrik belirtiler, Sax'ın açıklamasına göre, böyle tümörleri olan hastalarda yaygındır. Bu tümörlerin gelişimi yavaş ama geri dönüşsüzdür, bazen birkaç yıl boyunca tümden durmaları mümkündür. Baş ağrıları da yaygındır, umumiyetle ciddi ve aralıklıdır, sıklıkla da migrenle karıştırılır. Beynin sağ ön lobunun altındaki sağ optik sinirdeki bir tümör, Nietzsche'nin baş ağrılarının sağda olduğunu niçin birbirinden bağımsız iki doktorun 1889'da kaydettiğini açıklar. Daha beş yaşındayken annesinin sağ göz bebeğinin daha büyük olduğunu fark etmesi ve sağ gözün diğerinden daha çıkık olması (tabutta uzanırken sağ göz kapağının bir türlü kapanmamasının sebebi de kesinlikle budur) aynı hastalık yüzündendir. Sax'ın vardığı sonuca göre bir noktada tümörün büyümesi fiilen ön lobotorniye yol açmıştı; bu da Nietzsche'nin son yıllarında yarı-bitkisel hissizliğini açıklıyor.

Demek ki önümüzde üç ihtimal var: frengi ihtimali, Sax'ın belirttiği beyin tümörü ihtimali ve Nietzsche'nin durumunun tamamen psikiyatrik olması, manik depresyonu daha sonra gelişen psikotik özelliklerin takip etmesi ihtimali. Son dönemdeki eleştiriler ışığında frenginin en düşük ihtimal olduğunu söyleyebiliriz. Sax'ın beyin tümörü önerisi de Nietzsche'nin maddi manevi tüm sağlık problemlerini (ömür boyu süren baş ağrıları, mani ve nihayet hissizlik, beyin tümörünün sonucudur) tek hamlede açıklamak için şık bir denemedir. Ama ne yazık ki Sax'ın -uzman bir göz hekimi değil tıbbi genellemeciydi- şık teşhisi temel göz hastalığı olgularıyla tutarsızdır. Çünkü bir kere meninjiyomun Sax'ın ileri sürdüğü gibi çocuklukta görülmesi olağanüstü nadir bir durumdur. İkincisi, bu tümörler büyüdüğünde, Sax'ın söylediğinin aksine, çabucak ve ilerlemeci bir tarzda büyürler (yetişkinlikteki, yavaşça ve sinsice ilerleyen meninjiyoma benzemez). Üçüncüsü, göz kaslarına ulaşamadıkları müddetçe gözbebeği boyunda bir değişiklik yaratmazlar. Fakat o durumda da Nietzsche'nin sağ gözü çocukluğundan beri sürekli aşağı bakmalıydı ve gözkapağı aşağı sarkmalıydı. Fakat hiçbir zaman böyle olmadı. Son olarak, Nietzsche'nin sağ göz yuvarlağının çıkıklığı tümörden olsaydı tümör büyüdükçe gözün de büyümesi gerekirdi. Fakat hayatı boyunca çekilen birçok fotoğrafta bunu kanıtlayan bir şey yoktur.

O halde Sax'ın beyin tümörü teşhisinin de frengi hikayesinden daha doğru görünmediğini kabul etmek gerek. Nietzsche'nin cenazesini çıkarıp son tıp teknolojisiyle bir otopsi yapma ihtimali de sadece teoride kalacağı için, zihinsel durumunun altta yatan fiziksel bir patolojiden kaynaklanıp kaynaklanmadığını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Gelgelelim, en akla yakın sonuç Nietzsche'nin deliliğinin salt psikolojik bir durum olduğudur.

Bu da felsefesi ile deliliği arasında bir süreklilik olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten kaçamayacağımız anlamına gelir: felsefesinin Dionysosçu tarafı ile "çılgınca mektupların" "Dionysosçu" karakteri ve Torino'daki son günleri arasında daha önce gözlemlediğimiz bir süreklilikten bahsediyorum. Bu süreklilik, felsefesinin önemli açılardan "patolojik" olduğunu mu açığa çıkarıyordu? Delilik Nietzsche'nin felsefesinin temellerini etkiler mi? 

* * *

Nietzsche'nin felsefesi esrimeye olağandışı büyüklükte bir değer verir. Bu esriklik halinde kişi gündelik kimliğini aşar, aynı zamanda dünyanın "kusursuzluğunu" bulur ve böylece "bengi dönüşü" isteyebilir. Esrimeye bu kadar değer verilmesi ta en başa, Tragedyanın Doğuşu'nun ilk bölümünde insanla insan arasındaki "tüm katı düşmanca engellerin" kalktığı durumun övülmesine kadar gider; engeller kalkınca "şarkı söyleyip dans eden" birey kendini "daha yüce bir topluluğa ait" hissedecektir.

Dionysosçu halin bu tanımında önemli olan nokta, hepimizin tanıyabileceği ve empati kurabileceği bir halden bahsedilmesidir. Zira daha önce işaret ettiğim gibi, "rock konseri" ya da "futbol taraftarı" hissidir burada söz konusu olan. Hepimiz kendimizde Dionysosçu halle karşılaştığımız için, Nietzsche'nin felsefesinde ortaya çıkan Dionysosçulukta "delice" bir şey tespit edecek halde değiliz.

Fakat kendi deneyimimizde tanıyamadığımız şey, dünyanın seçtiğimiz herhangi bir veçhesini istediğimiz zaman kontrol edebileceğimiz inancıdır. Ama bu da çift kutuplu maninin ve Nietzsche'nin Torino'daki son günlerinin öne çıkan özelliklerinden biridir. Bu yüzden felsefesindeki Dionysosçuluk ile son günlerindeki delice Dionysosçuluk arasında net bir ayrım çizgisi varmış gibi görünüyor bana. Nietzsche'nin felsefesinde, bir manik-depresif (büyük ihtimalle Platon, Newton, Mozart, Hölderlin, Coleridge, Schumann, Byron, Van Gogh, Geog Cantor, Winston Churchill, Silvia Plath, John Lennon, Leonard Cohen ve daha pek çok kişi de aynı durumdadır) tarafından üretilmiş olsa bile "patolojik" bir
şey yoktur -kadınlar üzerine görüşleri hariç.


*
Julian Young / Nietzsche

Turin / Gottfried Benn


AT


At Hikayesi:

Noel sonunda Yeni Yıla döndüğünde Finolarda yaşamak imkansız hale gelmişti. Nietzsche piyanoda daima ezberden çaldığı bitmek bilmez Wagnerlerin ötesine geçmiş, çılgınca notalar basmaya, çoğunlukla dirsekleriyle tuşlara vurmaya, gece gündüz bağıra çağıra şarkılar söylemeye başlamıştı. Art arda üç gece evde kimse uyuyamadı. Bir seferinde Fino, Nietzsche'nin odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, onun odada çırılçıplak bağırıp çağırdığını, zıpladığını ve oynadığını gördü, anlaşılan tek kişilik bir Dionysos cümbüşünün ortasındaydı. Overbeck'in olayı aktarma tarzındaki kendini tutma hali, zikredilemeyecek kadar kaba "başka şeyleri" örtüyor. Sakladığı şeylerden biri de bir Satir'in dikilmiş penisi olabilir.

3 Ocak 1889'da ya da civarında işler iyice çığırından çıktı. Torino'nun meydanlarından birinde bir arabacının atını kırbaçladığını gören Nietzsche ata sarılıp ağlamaya başladı, sonra da yere yıkıldı.

Bu hikayenin esrarengiz yönü, şayet doğruysa, Nietzsche'nin bu sahneyi altı ay kadar önce yazmış olmasıdır. (Hölderlin'in deliliğinin Empedokles'le özdeşleşmesinde kısmen "alnına yazılı" olduğunu gençken öne sürdüğünü ve kendini Hölderlin'e çok yakın hissettiğini hatırlayın.) Von Seydlitz'e gönderdiği bir mektubun ortasında aniden sıradan şeylerden bahsetmeyi bırakır ve hiç yoktan gelen "ahlaki sulugözlülük" görüsünü anlatmaya başlar: 

"Kış manzarası. Yaşlı bir arabacı, yüzünde son derece zalimce ve çevredeki kıştan daha sert bir alaycılıkla atının üstüne işer. Zavallı, harap olmuş at minnettarlıkla,
büyük bir minnettarlıkla çevresine bakmaktadır."


Franz Marc,(1913) Dreaming Horse
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/Franz Marc


 Sahnenin daha da eksiksiz bir yazılı hali -Şen Bilim'de "kendini sahnelemekten" bahsedildiğini hatırlayın- Suç ve Ceza'da bulunabilir. Raskolnikov rüyasında ölümüne dayak yiyen bir atın boynuna şefkatle sarılır. (Putların Alacakaranlığı'nda suçlunun kötü koşullar yüzünden hastalanmış güçlü bir tip olduğuna dair tartışma bu içgörüyü "derin" Dostoyevski'ye atfeder; bu da büyük ihtimalle 1888'de Dostoyevski okumasına Suç ve Ceza'yı da eklediğini gösterir.

At hikayesinin güvenilirliği, ilk kaynağın olaydan on bir yıl sonra yazılan isimsiz bir gazete makalesi olması yüzünden sorgulanmaktadır. Yine de belli bir hakikat içeriyor olsa gerek, zira daha önce gördüğümüz üzere, Nietzsche'nin olağanüstü bir şefkat yatkınlığı vardı (şefkatliliğin tüketici etkilerini eleştirmesinin başlıca sebeplerinden biri de buydu anlaşılan) ve daima çok kolay gözyaşı döken biri olmuştu.

kitap: Julian Young / Nietzsche

Rapollo


Rapallo'dan doğuya görüntü, kartpostal, fotoğraf 1900 civarında

Ertesi kışı Cenova yakınında, Chiavari ile Portofino arasına sokulan o sevimli, sessiz Rapollo Koyunda geçirdim. Sağlık durumum hiç de parlak değildi; kış soğuktu, son derece yağmurluydu. Kaldığım küçük han denizin hemen üzerindeydi, öyle ki geceleri dalga çıkınca uyunmuyordu; istemediğim ne varsa hemen hepsi toplanmıştı orada. Gene de, sanki benim ilkemi, yani gerçekten bir diyeceği olan şeyin “her ne olursa olsun” ortaya çıkacağını kanıtlamak ister gibi, o kış, o güç koşullar içinde ortaya çıktı Zerdüşt’üm, -öğleden önceleri Zoagli'ye giden güzelim yolda, çamlıklar içinden geçerek güneye doğru çıkıyordum; göz alabildiğine denizi görüyordum ayağımın altında. Öğleden sonraları, sağlık durumum elverdikçe, Santa Margherita Koyunu ta Portofino’nun ötesine dek bir baştan bir başa dolanıyordum. Bu yerler, bu görünüşler, unutulmaz Alman İmparatoru Üçüncü Friedrich’in onlara olan büyük sevgisi yüzünden daha bir değerliydi benim gözümde. 1886 güzünde yolum gene o kıyılara düştüğünde, bu küçük unutulmuş mutluluk ülkesine onun da son gelişiydi. Zerdüşt'ün bütün birinci bölümü doğdu kafamda. En başta, Zerdüşt'ün kendisi, kişiliği doğdu: daha doğrusu çullandı üstüme.

  (Ecce Homo)