Bengi Dönüş


"Şimdiden çok şey yaşadım -neşe ve keder, sevindirici şeyler ve üzücü şeyler ama Tanrı her şeyde tıpkı bir babanın aciz küçük çocuğuna yol gösterdiği gibi bana yol gösterdi ... Kendimi sonsuza dek onun hizmetine adamaya içimden katiyetle karar verdim. Sevgili Efendimiz hedefime ulaşabilmem için bana güç ve kuvvet versin, hayatımın yolunda beni korusun. Tıpkı bir çocuk gibi onun keremine itimat ediyorum: Hepimizi koruyacak, başımıza hiç talihsizlik gelmeyecek. Ama mukaddesliği hayatıma dolacak! Verdiği her şeyi sevinçle kabul edeceğim: mutluluk ve mutsuzluk, yoksulluk ve zenginlik; günün birinde hepimizi ebedi neşe ve saadette birleştirecek ölüme bile cesaretle bakacağım. Evet, yüce Tanrı'm, suretin sonsuza dek ışıldasın üstümüzde! Amin!" 


Burada önemli bir olumlama vardır: "Verdiği her şeyi sevinçle kabul edeceğim." Ergen yaşlarda yazdığı bu yazı Nietzsche'nin olgunluk dönemindeki öğretisinin neredeyse tıpatıp aynı formülasyonudur; bu öğretiye kimi zaman amor fati [kader sevgisi] der, kimi zaman "aynının bengi dönüşünü isteme" der: olup biten her şeye sevinçle "Evet" diyebilmek ve bu yüzden de bengi dönüşü istemek insan refahının ideal halidir. Nietzsche bu doktrini Hıristiyanların Tanrı'sına inanmayı bıraktıktan çok sonra formüle eder. Ama bu formülasyon ile Nietzsche'nin gençliğindeki dindarca Hıristiyanlığı arasındaki yakın benzerlik, onun olgunluk dönemindeki düşüncelerinin bağrında, tutkulu bir Hıristiyanın varoluşa bakışının ana unsurlarını Tanrı'nın yokluğunda yeniden keşfetme çabasının yattığı hissini uyandırıyor.



"Dindar insanlar," diye yazıyordu 1867 başında von Gersdorff'a, yaşadığımız tüm üzüntülerin ve başımıza gelen tesadüflerin, kendilerini ... aydınlatma amacıyla milimi milimine hesaplandığına inanırlar. Böyle bir iman için önvarsayımlardan yoksunuz. Ama her olayı, her küçük ve büyük tesadüfü kullanarak daha iyi ve usta olmak, onlardan yararlanmak bizim elimizdedir. Bireyin kaderinin belli bir kasıt gözetme özelliğini anlarsak masaldan ibaret olmadığını görürüz. Kaderi bir amaçla kullanmak bizim elimizdedir: Çünkü olaylar kendi başlarına boş kabuklardan ibarettir. Kader yaradılışımıza bağlıdır: Bir olaya verdiğimiz değer, onun bizim için bir önemi olmasından ileri gelir. (Olgunluk dönemi felsefesinde "takdirişahsi"yi insanın hayatına yansıtma olarak adlandırdığı şey budur: Öyle bir yorumlayacaktır ki her şey "en iyi sonuç için" olacaktır. Bunu yapmaksa, "bengi dönüşü istemenin" anahtarı olacaktır.)

Görü ve Bilmece Üzerine. Zerdüşt en sonunda büyük bir güçlükle "en dipsiz" düşüncesini dillendirmeyi başarır, fakat sadece onu bir "görünün içeriği olarak iletebilmiştir. (Şimdiki) "An " diye adlandırılan kapıdan iki yol çıkmaktadır, bunlardan biri geçmişe diğeri geleceğe gider. Ama aslında ikisi de bir ve aynı yoldur. Zaman bir "çemberdir". Her olay bir nedene "bağlı olduğundan ", şimdi olan her şey daha önce sonsuz kez olmuş olmalıdır -örneğin bu ay ışığındaki bu örümcek. Zerdüşt görüsünü anlatmayı bitirdikten sonra bir köpeğin uluduğu duyulur. Ardından sahne değişir. Boğuluyormuş gibi görünen genç bir çobanın ağzından kara bir yılan sarkmaktadır (Nietzsche'nin kusarkenki hali gibi). Çetin bir mücadeleden sonra çoban yılanın başını ısırıp kopartır ve ayağa fırlayarak "daha önce hiçbir insanın gülmediği gibi" kahkahalarla güler. "Görü"nün içeriğini anlamak için, pilleri asla bitmeyen bir oyuncak trenin çember şeklindeki ray üzerinde ebediyen hareket halinde olduğunu düşünün: "An" denilen köprünün altından şimdi geçen vagon, önündeki lokomotife  "bağlı" olduğundan, aynı köprünün altından zaten sonsuz kez geçmiştir ve gelecekte de sonsuz kez geçecektir. Bu söylev bengi dönüş fikrinin iki şekilde ele alınabileceğini gösterir: bu öncelikle bir köpeğin "ulumasının" ve kara safradan "yılanın" sebebi olarak düşünülebilir, fakat aynı zamanda üstinsanın neşeli kahkahasına ve Şen Bilim' in "bundan daha ilahi bir şey hiç duymamıştım" sözlerine yol açan düşünce olarak da ele alınabilir. Bengi dönüş -diyelim ki doğruluğu keşfedildiyse neden bu tepkilerin ikisini birden yaratma yetisine sahip olsun? Her şeyden önce niçin birisi -örneğin Zerdüşt, en azından eserin büyük bir kısmında- bengi dönüşü "dipsiz" bulsun? Açık söylersek, aynı hayatı tekrar  tekrar yaşamanın inanılmaz bezginliğinden değil. Çünkü önceki var oluşuma dair bir şey hatırlamadığımdan, tam olarak şu anki hayatım tekrarlansa yine önceki var oluşumu hatırlamayacağım.


Pek çok dünya dini gibi Hıristiyanlık da bireysel ya da dünyevi "kurtuluşu", tarihi sona erdiren, en azından sıradan anlamda sona erdiren bir saadet hali olarak görürler. Adeta zaman bir hedefe ulaşıp orada duran bir oktur. Fakat zaman bir çemberse o takdirde "zamanın sonu" yoktur. Bengi dönüşün potansiyel olarak "dipsiz" veçhesi şudur: Oku iptal eden çember, öteden beri inanılan kurtuluşu da iptal eder.

Hayat "bilmecesinin" "nihai bir çözümü" yoktur.

***

Panteist bilince yerleşmek, "varoluşa" hayatı olumlayan bir "minnet" yaratır der N.

**

İkinci nokta bu ontolojik içgörünün Tragedyanın Doğuşu'nu hakikaten ne kadar iyi özetlediğidir. "En çetin sorunlar karşısında bile hayata evet demek" egonun aşılmasını, hatta aşkınlaşarak "ilkel birliğe" ulaşılmasını gerektirir. Ancak şimdi, Schopenhauer metafiziği uzun zaman önce geride bırakılmışken, söz konusu "ilkel birlik" fenomenin arkasındaki bir şey değil, daha ziyade doğal fenomenlerin bütünü, bizatihi " hayatın ebedi ... sürekliliğidir".

Hayatın en korkunç veçheleri karşısında bile "hayata muzaffer bir evet" diyebilmek, bengi dönüşü istemektir elbette. O halde ilk soruna dönersek, "Goethe'nin inancını", bengi dönüşü istemeyi "Dionysosçuluk" diye adlandıran Nietzsche'nin kastettiği şey, buna ancak egonun aşkınlaşması, varoluşun bütünselliğiyle özdeşleşilmesi yoluyla ulaşılabileceğidir.

Peki, niye böyle olsun? Neticede, daha önce belirttiğim gibi, o zorlu ölüm problemi yüzünden. Hayatı seviyorsam en istemeyeceğim şey onu terk etmektir, dolayısıyla kendi ölümüm -güç istencimin katiyetle mağlup olması- bağrıma basmaktan en çok kaçacağım şeydir. Bu yüzden, egoma bağlı kaldığım müddetçe bengi dönüşü istemek, kavrayışımın dışında kalır. Ancak egoyu aşarak, ancak "kendim ebedi oluşun neşesi haline gelerek", "ebedi hayatı [kendim için] garantileye bilirim" . "Biz Hyperborealıların" .. mutluluğu, der Nietzsche Deccal'ın başında, "ölümün ötesinde" bir alemde yaşamaktan ibarettir.


*
Kitap: Julian Young 

The fall in Silvaplana (1907, Ferdinand Hodler)


Sils Maria'da

1900'ler

Sils'teki hava olağandışı ölçüde soğuk olmasına, köye kar yağmasına rağmen Durischlerin evine dönmek çok hoşuna gitmişti. Minik Adrienne Durisch dahil olmak üzere herkes onu evine dönen biri gibi karşılamışlardı. İhtiyacı olan şeylerin çoğunu -İngiliz bisküvileri, konserve et, çay, sabun- zemin kattaki bakkaldan almanın kolaylığından faydalanıyordu, ama yine de domuz pastırması, sosis ve bal (zaman zaman yolda sızdırıyordu) gibi yiyeceklere de ihtiyacı oluyordu -artık normal ilişkilere döndüğünden bunlar geliyordu elbette.

"Benim asıl yurdum ve tefekkür mekanım buradan başka bir yer olamaz."

 Sils Gölü'ne doğru çıkıntı yapan Chaste yarımadasında iki odalı ahşap bir "köpek kulübesine benzer" ev yapmaya heveslenmişti. Kaldığı yerden yürüyerek on dakika mesafedeki Chaste'nin "İsviçre'de de, Avrupa'nın geri kalanında da eşi benzeri olmadığına" inanıyordu. Temmuz başında yazdığı üzere, günün birinde ölünce Sils'e gömülmeyi umuyordu.


Bu idilik havayla, büyük ihtimalle Temmuz'un ilk on gününde Zerdüşt'ün ıv Bölüm'ünün son taslağını bitirdi. Bu metnin koca yılda yaşadığı her şeyi, Roma'daki zorunlu aylaklığı, ağrı ve uykusuzluk nöbetlerini, her şeyin üstünde de ilham kaynağı Engadin'e dönme kararını "meşrulaştırdığını" ve hepsine "yeni bir anlam" verdiğini söylüyordu.

Nietzsche's Moustache in Bed


Not Vidal

Sils Maria'da Üçüncü Yaz


Nietzsche en sonunda üçüncü yazını geçirmek üzere 18 Temmuz' da Sils Maria'ya vardı ve 25 Eylül'e kadar orada kaldı. Durisch onu Chur'dan gelen posta arabasının kapısında iki elini uzatarak karşıladı. Nietzsche de buna "nihayet eve geri döndüm" diye karşılık verdi.

Durisch ona "bizden biri" diyordu. Meta von Salis'in de gözlemlediği gibi, Nietzsche o kadar eğitimine göre "sadelik yeteneğine sahipti" (aynı şey Martin Heidegger için de söylenir), eğitimsiz taşra insanlarının hayatına gayet tabii bir şekilde giriveriyordu. Meta'nın anlattığı kadarıyla, ev sahibinin öküzü şap hastalığı salgınına kurban gidecek diye korkmasını gayet iyi anlamış ve yaklaşan hasat konusunda onunla canlı bir sohbete girişmişti. Engadin'in ekonomisinde başlıca olaylardan biri hasattı, çünkü hayvanlar için kışın yem bulmak tamamen hasada bağlıydı.

Nietzsche basık tavanlı "mağarasına", Durisch evinin ikinci katının arka tarafındaki loş, reçine kokulu, çam ahşabı kaplı odasına geri dönmüştü. Pforta'da içine işleyen Spartalı özdisipliniyle, tan ağarmadan kalkıyor, bir ibrikten döktüğü soğuk suyla yıkanıyor, biraz ılık süt içtikten sonra on bire kadar ara vermeden çalışıyordu. Göllerden birinin çevresindeki iki saatlik yürüyüşün ardından Alpenrose Oteli'nde tek başına öğlen yemeğini yiyordu. Nietzsche delirdikten uzun zaman sonra, tıpkı Durisch gibi Nietzsche'yi " bizden biri" sayan otel sahibi Herr Kramer, konuğunun çok fazla et yemek dışında hiçbir "kusuru" olmadığını hatırlıyordu.



Nietzsche yemekten sonra şık kahverengi ceketini giyip göllerden birinin kıyısında yaptığı ya da Fex Vadisi'nin baş döndürücü yükseklikteki buzuluna kadar çıktığı daha uzun bir yürüyüşe başlıyordu. Kimi zaman bir ziyaretçi ona eşlik ediyordu, ama çoğunlukla yalnız oluyor, ayrıca daima bir defter, bir kurşunkalem ve gözlerini korumak için gri-yeşil bir şemsiyeyle silahlanmadan yola çıkmıyordu. Dört-beş gibi eve dönüyor, derhal çalışmaya başlıyor, karnı acıktıkça da bisküvi, köy ekmeği, bal, sosis, jambon ve meyve yiyor, üst kattaki küçük mutfakta demlediği çaydan içiyordu. Akşam on birde yatıyor, geceleyin aklına bir şey gelince not alma düşüncesiyle daima başucunda defter kalem bulunduruyordu.

Nietzsche Sils'in yaz konuklarından çoğunlukla uzak dursa da (pek çoğu ruhsal ya da fiziksel bir hastalıktan sonra nekahet döneminde oluyordu), özellikle iki kadını bundan hariç tutmuştu. Bunlardan birincisi yaşlıca bir Rus kız kurusu, Kontes Mansuroff'tu. Geçirdiği sinir krizinin etkisinden henüz kurtulamamış, hafif kafadan kontak bu eski çariçe nedimesi, Paris'teki Rus elçisinin teyzesi, besteci, piyanist ve Chopin'in eski öğrencisi olan Mansuroff, gerek alışılmadık bir tip,gerekse iyi yetişmiş ve müzikle ilgili biri olduğundan Nietzsche'nin beğenisine o kadar hitap ediyordu ki Nietzsche ona aşırı şekilde bağlanmıştı.


Ağustos ortasında Resa von Schirnhofer, okul arkadaşı feminist Clara Wildenow'la birlikte Zürih'ten on bir saatlik yolculuk ederek Nietzsche'yi ikinci kez ziyaret etti. Alpenrose'de yer ayırtan Nietzsche iki kadını Silvaplana köyündeki posta arabasından aldı. Bir gün Resa'yı Silvaplana Gölü'nün doğu kıyısındaki sevdiği bir yürüyüş yoluna götürdü. Piramit biçimli "Zerdüşt Taşı"na geldiklerinde, Resa'nın hatırladığı kadarıyla, "dithyrambik ... düşünceler ve imgeler bolluğu" içinde Nietzsche "keskin bir duygusal ve entelektüel gerginlik" yaşadı - yine "öteki " Nietzsche belirmişti. Fakat "Zerdüşt sihri bölgesini" geçer geçmez sözleri "gizemli tınısını" yitirmiş ve rahatlayarak yine
doğal tavırlarına dönmüştü.


Bir gün Nietzsche'nin Alpenrose'ye gelmemesine şaşıran Resa onun nerede olduğunu bulmak için köşedeki Durisch evine gitti. Nietzsche Nice'te çok canlı ve sıhhatli göründüğünden, odasının yarı açık kapısına yaslanarak solgun ve bezgin bir suratla nihayet ortaya çıktığını görünce korkunç bir şoka uğradı. Nietzsche hemen ıstırabından bahsetmeye başladı. Uyuyamadığını ve gözlerini kapar kapamaz fantastik çiçek demetleri gördüğünü söyledi. Ondan sonra "dehşet içindeki kara gözlerini" kadına dikerek, bunun delilik başlangıcı olup olmadığını sordu ve babasının beyin hastalığından öldüğünü hatırlattı. Daha sonra Resa bu sanrıların sebebinin klorlu su ve diğer ilaçlar olabileceğini düşündü, muhtemelen reçetede Rapallo'dan aldığı haşhaş da vardı. Çoğunlukla bir reçeteyi "Dr. Nietzsche" diye imzalaması yetiyordu, kimse belge filan sormuyordu. Ayrıca donuk renkli, sert bir İngiliz (yoksa İrlanda mı? ) birası içtiğinden de bahsetmişti Nietzsche.

Çevresinde yine aynı kadınlar vardı: iki Emily Fynn, Kontes Mansuroff ve daha entelektüel bir düzeyde Helen Zimmern. Meta von Salis de annesi ve arkadaşı (aynı zamanda sevgilisi) Hedwig Kym'le birlikte iki günlüğüne ziyarete geldi. Ortak yemek masasında yerini alan Meta o akşamı şöyle hatırlıyor:

Çevreme baktığımda zayıf gözlerime rağmen masanın karşısında oturan kişinin Nietzsche olduğunu yavaş yavaş çıkardım. Bana ilk karşılaşmamızdakinden daha gençleşmiş göründü, sonraki gün tanıştığımda adının Bayan Helen Zimmern olduğunu öğrendiğim sağ yanındaki hanımla hararetli bir sohbete dalmıştı ... O akşam kadınlarla, özellikle yaşlı kadınlarla  yanıltıcı şöhretinin aksine- ne kadar iyi ve ihtimamlı bir iletişim kurduğuna şahit oldum. Herkes masadan kalkmadan kısa süre önce kartımı ona ilettim. Yanımıza geldiğinde ona annemi ve arkadaşımı tanıştırdım. Anneme karşı ... çok sevimli bir tavrı vardı. Kesinlikle yapmacık görünmüyordu ... sonraki gün Sils'te kalması için onu ikna etmeye çalıştı ... Ona yörenin iyi yerlerini göstermek istiyordu, bu yerlerin en çekici yönlerini anlattı, yarımada [Chaste], iki göl... Bana kalırsa Nietzsche ... yukarı Engadin'in sessiz dağlık dünyasından asla ayrılamaz ... yüzyılımızın en yalnız, gururlu, hassas adamı atalarının alemine girmiş gibi, kralın sürgünde doğmuş oğlu adeta.

Fakat her anı bu kadar krallara yaraşır değildi: Meta'nın not ettiğine göre, Silvaplana Gölü etrafındaki uzun bir yürüyüş sırasında duran Nietzsche, çevrelerinde otlayan ineklere monoton ve uzun bir söylev çekmişti (Zerdüşt'ün iV. Bölüm'ündeki "gönüllü dilenci "yi hatırlayın).

...

Sils Maria'nın Münzevisi

Nietzsche'nin Chaste yarımadasındaki anıtı. Üzerindeki yazıt Zerdüş'ün "Geceyarısı Şarkısı"ndan alıntı. 
Yazıt 1900'de Carl Fuchs ve Walther Lampe tarafından dikilir.


Nietzsche'nin Sils'teki son kalışına dair iki kayıt, mektuplarındaki bakış açısının dışına çıkmamızı ve yöre halkının ona nasıl baktığını görmemizi sağlayacaktır. 1938'de Frau Fümm şunları hatırlıyordu:

Cenevre'den üç kadın vardı, Fex vadisinde bizimle birlikte kalan Frau Choindron ve iki kızı. Nietzsche'nin Cenevreli hanımlarla dost olması bütün yaz taze süt içmek için haftada iki kez bize uğramasını sağladı. Nekahet dönemindeki bu dost canlısı adam asla çok konuşmazdı... Bizimle Schwyzerdütsch [Almanların çoğunun anlamadığı İsviçre lehçesi] konuşurdu. Sonunda daha da fazla yalnız kalmak istedi. Kalın kaşlı bu tuhaf adama büyük saygı duyuyorduk. Ardından, sürekli baş ağrısı çekmeye başladı. Başı ağrıdığında şapkasız gezer, alnına ve başına kocaman nemli yapraklar koyardı. Uzun süre hiç hareket etmeden, adeta bulunduğu yere kök salmış gibi gökyüzüne bakardı.  Sonra yürüdüğünde ellerini ve bacaklarını tuhaf bir şekilde salladığı için herkes zavallı adama gülerdi. Sonradan Chaste'de onun için bir anıt dikmek istediler ...  İşte böyle olur: İnsan ancak öldükten sonra şöhrete ulaşır. 


İkinci bir bakış da çocukların zalim gözlerinden: Yöredeki öğretmenlerden birinin oğlu Herr Zuan, yıllar sonra orayı ziyaret eden filozof Theodor Adorno'ya şunları anlatıyordu:

Onun [Zuan'ın] dahil olduğu çocuk çetesi Nietzsche'nin kapalı şemsiyesine taş atarak eğleniyordu. Şemsiye açıldığında taşlar Nietzsche'nin başına düşüyordu. Bunun üzerine şemsiyesini sallayarak çocukları kovalıyordu ama asla onları yakalamıyordu.

1938'de kaydedilen başka bir hatıraya göre Zuan şunu da hatırlıyordu:

Her gün çoğunlukla Chaste yönüne doğru saatlerce yürürdü. Orada bugün Nietzsche- taşı diye bilinen dev gibi bir kayanın üstüne oturur, düşüncelere dalarak önüne bakardı. Biz de onunla dalga geçer, onu kışkırtırdık, kırmızı şemsiyesini çekiştirirdik, fark ettirmeden cebine taş koymaya çalışırdık. Çünkü koca bıyıklı adam çevresinde neler olduğuna dikkat etmezdi. Ona kısaca "mankafa" derdik.

...


*
Geceyarısı Şarkısı için:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/11/Geceyarısı Şarkısı

Sils Maria' da Altıncı Yaz


Chur'da sefil olan Nietzsche bulabildiği ilk fırsatta Sils'e doğru yola çıktı ve yaz mevsiminin ilk konuğu olarak 12 Haziran'da oraya vardı. Durisch evinin arkasındaki bir çığın kalıntıları ona ne kadar erken geldiğini gösteriyordu. Evine dönmüş olmanın sevincini hissetse de, sağlığı Zürih ve Chur'dakinden bile daha kötüydü. Vardıktan bir hafta sonra on iki saatlik bir baş ağrısı ve kusma nöbetiyle karışık uykusuzluk ve yüksek ateş yüzünden soğuğa rağmen terler içinde kaldı. "Sebebi ve yeri belirsiz derin, fizyolojik bir tıkanma yaşadığını, bu yüzden de ortalama his durumunun ... sürekli sıfırın altında olduğuna" karar verdi. "Hiç abartmıyorum," diye yazıyordu Overbeck'e ve "tek bir gün bile kendimi madden ve manen yenilenmiş ve hafiflemiş hissetmedim son bir yılda" diyor, "daimi bunalımdan " hiç kurtulamadığını belirtiyordu. Ama Haziran sonunda en azından erzağı düşünecek, annesine ve Overbecklere yardım çağrısı göndererek başka şeylerin yanı sıra bal, sosis ve " 12 düzine Roeder çelik kalem -no. 15 geniş uçlu" ve çay isteyecekti: "Güvendiğim tek çay Horniman İngiliz çayı ... 12 frank tutan kiloluk teneke kutularda satılıyor ... Bu çay çok güzel sayılmaz, ama (kırk yıldır) tadı hiç değişmedi, bu yüzden başka çaylarda olduğu gibi her seferinde yeni bir deney yapmıyorsunuz".

Haziran sonunda Nietzsche, Wagner çevresiyle arasındaki neredeyse son köprü olan Heinrich von Stein'ın ölüm haberini aldı. Von Stein Haziran' da, otuz yaşındayken ölmüştü. Nietzsche haftalarca perişan oldu:

İçten içe, kendimden geçmiş durumdayım [diye yazıyordu Köselitz'e]. Heinrich von Stein öldü ... aniden, kalp krizinden. Onu gerçekten severdim. Bana sanki sonraki bir tarihe, benim için ayrılmış gibi gelirdi. Varlığı bana neşe veren çok az sayıdaki insanlardan biriydi, ayrıca bana büyük inancı vardı . Yanında olduğum sırada asla yalnızken cesaret edemediği düşüncelerin aklına geldiğini söylerdi. Onu "özgürleştiriyormuşum". Birlikteyken ne çok gülerdik ... Wagnerciler arasındaki açık ara en güzel insan türü oydu.

Overbeck'e yazarken de ekliyordu: "Onun daha sonraki bir tarihte benim için ayrıldığından hiç şüphem yoktu: Onun gibi zengin ve derin insanlara, zorunlu olarak yavaş gelişenlere çok daha fazla zaman verilmeli. Ama bu zaman ondan esirgendi!" 

Wagnercileri kendi davasına ayartma umudunun odağında von Stein'ın olduğunu daha önce görmüştük. Artık Nietzsche, von Stein'ın yeterince vakti olsaydı Wagnercilik yolundan ayrılıp "özgür ruhlular" arasına katılacağını hissediyordu (von Stein'ın onu nasıl hüsrana uğrattığını unutup gitmişti, yani kör ölmüş badem gözlü olmuştu).

Temmuz ayı, Goethe'nin günlüklerinde genç şairin bir gönül macerası olarak bahsi geçen gizemli "Muthgen"in, Nietzsche'nin babaannesi Erdmuthe'den başka biri olmadığına ilişkin heyecan verici bir keşifle başladı. Ne yazık ki, araştırmalar Erdmuthe'nin kesinlikle "Muthgen" olamayacak kadar genç olduğunu gösteriyordu; Nietzsche bu sonucu kabul etmeye kesinlikle gönüllü olmamıştı. Goethe onun en büyük kahramanı olduğundan, onun ruh sağlığı açısından kişisel bir bağlantı -hatta belki de Goethe'nin kanının kendi damarlarında akıyor olma ihtimalini bile düşünmüştü- büyük bir sevinç kaynağı olacaktı.

Doğru iklimin yanı sıra sıkı ve şaşmaz bir günlük rutinin de esas olduğunu hissediyordu: 

Dokuzda yatmak, altı buçukta kalkmak, çay ve iki galeta, sabah bir saat yürüyüş, öğlen yemeği, öğlenden sonra üç saat yürüyüş, daima aynı yol, altıda akşam yemeği; şarap, bira, sert içki ya da kahve yok; daima aynı, her gün böyle.


Temmuz ortasında Emily Fynnler ve Kontes Mansuroff yine Engadin'e geldiler, ama bu sefer Sils'te değil Maloja'daki Grand Otel'de kaldılar. Burası Sils Gölü'nün karşı tarafta, güneydoğu ucundaydı ve yürüyerek bir buçuk saat çekiyordu. Nietzsche'nin otelin önündeki alanda dokuz yüz araç olmasının orayı çok "Nice'e benzettiği" ifadesi abartılı gelebilir, ama otelin yemek salonunun günümüzdeki fotoğraflarına baktığımızda kocaman masaların etrafına toplanmış üç-dört yüz kişi görüyoruz; bu da 1880'lerde kitle turizminin Engadin'e ulaştığını gösteriyor.


Yazın ortasında bütün Avrupa'ya yoğun bir sıcak dalgası gelince Nietzsche, Köselitz'e gönderdiği mektupta herhalde "insandan ziyade omlete benzediğini" yazmıştı. Nietzsche en az iki bin metre yüksekte olmaktan memnunsa da, Sils'te bile nem yüksekti ve sıklıkla fırtına çıkıyordu. Bunlar sağlığına da moraline de kötü geliyordu, ama yine de güzel geçen günler "küçük polemiğini" yani Ahlakın Soykütüğü'nü üç haftada bitirmesine müsaade etti.

Ağustos'un başında yine bir beslenme deneyine girişti. Maloja'daki kadar turist işgali altında olmasa da, Sils'teki Alpenrose'nin yemek salonunda da yaklaşık yüz kişi oluyordu ki bunların arasında pek çok çocuk da vardı. Nietzsche hem gürültü hem de yemeğin "tehlikeli" doğası yüzünden, kendisinin "sürüyle birlikte otlayamayacak kadar hassas bir hayvan" olduğuna karar verdi. Öğlen yemeğini kalabalık gelmeden yarım saat önce yiyecek, tabldot yerine de kapsamlı bir rejime girecekti: Her gün öğlen yemeğinde ıspanaklı biftek, ardından da büyük bir omletle elma reçeli; akşamları birkaç dilim domuz pastırmasının yanında iki yumurta sarısı ve iki küçük ekmek. Sabahları beşte içtiği bir bardak çayın yerine şekersiz kakao içiyordu (van Houten'in Hollanda kakaosunu tercih ediyordu, ama sonra İsviçre Sprügli'sini denemeye karar verdi). Ardından bir saat daha uyuyup kalkıyor, giyiniyor, bir bardak çay içiyor ve çalışmaya başlıyordu. Bu dumura uğratıcı, meyvesiz ve neredeyse sebzesiz beslenmenin sağlığına herhangi bir görülür katkısı olmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Ardından öğlen yediği ıspanağı da bırakıp bifteğin yerine domuz pastırmasını geçirince işler iyice kötüye gitti; o zaman artık rahmetli olmuş olan (ki hiç şaşırtıcı değildi bu) Dr. Wiel'in karın ağrılarına karşı "domuz pastırması tedavisini" uyguluyordu. 

Nietzsche Ağustos boyunca (artık Dr.) Meta von Salis'le düzenli olarak görüştü. Meta artık evini paylaştığı arkadaşı Hedwig Kym'le birlikte gelmişti. Meta hemen her sabah Nietzsche'nin iki dakika yürüyüş mesafesindeki odasından geldiğini, bazen öğlenden sonraları da uğradığını hatırlar. Eğer görünmüyorsa, bu hasta olduğu anlamına geliyordu. Hava çok sıcak değilse yürüyüşe çıkıyor, aksi takdirde Meta'nın odasında "samimi sohbetler" ediyorlardı. Nietzsche çoğunlukla çok neşeli oluyor ve zararsız şakalar yapıyordu -"kardeşçe" ilişkisi olan kadınlarla (daha önce de Elizabeth'le) birlikteyken hep böyleydi. İki kadın ona kürek çekmeyi öğrettiler ve Nietzsche rüzgar çıktığında hafiften tehlikeye düşmekten çok hoşlandı. Hiç kürek çekmediği bir yolculuğun ardından kendini suçlu hissedermiş gibi duran Hedwig'e, onu daima "denge için başının üstüne koyduğu bir taş" olarak hatırlayacağını söyledi. Meta'nın ziyareti Eylül başında sona erdi:

Ayrılışımızı asla unutamayacağım ... Corvatsch'ın [Dağ] eteğinde, Silvaplana Gölü'nün kıyısında yürüyorduk. Hava çok açıktı, güz renkleri gelmişti ki Nietzsche doğanın bu tonu için "öte dünyaya ait" diyordu. Göl hafiften dalgalıydı ve gül rengi akşam bulutlarını yansıtan küçük dalgalar kumsala hafifçe hışırdayarak vuruyordu. "Sanki veda etmek üzere elinizi sıkmak istiyorlar," dedi nedimimiz ahenkli sesiyle. Ardından, göl ile Sils'in yamacı arasındaki kasvetli bir yoldan eve doğru yürürken içini çekerek şöyle dedi: "İşte yine dul ve yetim kaldım."


Eylül başında son bir görüşmesi de eski okul arkadaşı Paul Deussen'le oldu. Nietzsche kısa süre önce Deussen'in yeni kitabının, yani Vedanta Sutraları (Die Sutra's des Vedanta, 1877) adlı geniş yorumlu tercümesinin protokol nüshasını almıştı. 45 Eskiden genellikle yaptığı gibi Deussen' e büyüklenmeyi aklına bile getirmeyen Nietzsche, onun Berlin'de felsefe kürsüsünü kazanmasını, bunu yapan ilk Schopenhauer'cı olmasını etkileyici bulmuştu. Ayrıca Deussen'in -hakikaten büyük- kitabından da çok etkilenmişti. "İncelikli ve özlü," diye yazıyordu. Bu kitap Deussen'i Avrupa'daki en önemli şarkiyatçı yapmıştı. Ayrıca, "modern Avrupa felsefesinin en zekice konumlarının (Kantçılık, atomculuk, nihilizm vb. ) hep birkaç bin yıl önce Hint felsefesinde ortaya çıktığını da fark etmemizi sağlıyordu. Deussen yarı yaşındaki Yahudi karısı Marie'yle birlikte 2 - 4 Eylül' de Yunanistan'a gidiş yolunda orada kalmıştı. Deussen ziyaretini şöyle hatırlıyordu:

On dört yıllık ayrılıktan sonra arkadaşımı ilk defa görünce kalbim hızla çarpmaya başladı, duygulandım ve ona sarıldım. Ama bu süre içinde ne kadar da değişmişti. Geçmişteki gururlu duruşu, esnek yürüyüşü ve akıcı konuşması gitmişti. Yavaş yavaş ve bir tarafa doğru yatarak sürükleniyor gibiydi. Konuşmakta zorlanıyor ve tereddüt ediyordu ... Ertesi sabah beni dairesine, ya da kendi deyimiyle "mağarasına" götürdü. Burası bir köy evinin sade bir odasıydı ve anayola üç dakika uzaklıktaydı. Bir tarafta kitapları duruyordu, eski zamanlardan çoğunu tanıyordum. Yanlarındaki gösterişsiz masanın üzerinde kahve fincanları, yumurta kabukları, el yazmaları, tuvalet malzemeleri rengarenk bir karmaşa halindeydi, bir çizme çekeceği ve üstünde bir çizme, son olarak da dağınık bir yatak vardı. Her şey gevşek hizmet ve hoşgörülü bir beyefendi getiriyordu akla ... Ayrılırken gözünde yaşlar vardı; daha önce ağladığını hiç görmemiştim. Bir daha onu hiç aklı başında göremeyecektim.

Güzle birlikte yine Sils'ten ayrılmanın vakti gelmişti. Nietzsche ayrılmadan birkaç gün önce Widmann'a (İyinin ve Kötünün Ôtesinde'ye "dinamit" yorumunu yapan kişi) bir mektup göndererek, Hayata Övgü'sünü (Hymnus an das Leben) dostu Johannes Brahms'a göstermesini rica etti. Belki de Wagnercilerden kopmuş olmasının, Wagner'in müzikteki karşı kutbu Brahms'ı doğal bir müttefik yapacağını düşünmüştü. Fakat Brahms sadece eseri aldığına dair resmi bir not gönderdi. Widmann'a gönderdiği mektupta (muhtemelen Widmann'ın tavsiye ettiği) İyinin ve Kötünün Ötesinde'yi aldığını, ama bir de İtalyan romanı aldığını, böylece "gri bulutların altında mı yoksa mavi göğün altında mı yürüyeceğine" karar verebileceğini yazmıştı. Anlaşılan Brahms "kaygan" esere en azından şöyle bir bakmıştı.


Nietzsche 21 Eylül'de Sils'ten ayrıldı ve bir kez daha iki "evi" arasında bir "perde arası" aramaya başladı. Bu sefer Venedik'te şansı yaver gitti, Calle Dei Preti 1263'te, yani çok sevdiği St. Mark Meydanı ve dostu Köselitz'e yakın bir yerde oda tuttu. Nice'te olduğu gibi burada da yatağının üstünde bir cibinlik vardı. Bu, Venedik'e son gelişi olacaktı, Köselitz'i de aklı başındayken son kez görüyordu. Ne yazık ki güneş çok yakıcıydı, bu yüzden de serin esintiyi ve berrak göğü sevmesine rağmen, iki aylık kalma planını bir aya indirdi. Cenova ile Milano arasındaki bir demiryolu tünelinde iki saatlik beklemeyi de içeren eziyetli bir yolculuktan sonra patlak bir valiz ve ağrıyan bir başla 23 Ekim'de Nice'e vardı.

...

kitap: Julian Young / Nietzsche

Nihai Geçiciliğimiz


Yeni Temel Duygu: Nihai Geçiciliğimiz, - Eskiden insanın tanrısal kökenine işaret edilerek ihtişam duygusuna erişilmeye çalışılırdı: Şimdi ise bu yasak bir yol oldu. Çünkü kapısında, diğer korkunç hayvanların yanında, maymun oturuyor ve bilmiş bir şekilde: Bu yöne devam etme! dercesine dişlerini gıcırdatıyor. Bu yüzden insan şimdi ters yöne gitmeyi deniyor: İnsanoğlunun gittiği yol, onun muhteşemliğini ve tanrılarla akrabalığını kanıtlamaya yardım etmeli. Ah, bununla da hiçbir şey olmuyor! Bu yolun sonunda son insanın ve mezarcının cesedine ait kül kabı var (Üzerinde nihil humani a me alienum vuto yazılı). İnsanlık kendini ne kadar geliştirirse geliştirsin — ve belki de sonuçta başlangıçta olduğundan daha derinlerde olacak! - Karınca ve kulak biti »yeryüzü yolculuğunun« sonunda tanrı akrabalığına ve sonsuzluğa yükselemediği gibi onun için de daha yüksek bir düzene geçiş yok. Olacak, olmuşu arkasından sürüklüyor: Neden bu sonsuz tiyatro küçük bir yıldız ve diğer taraftan küçük bir tür için bir istisna teşkil etsin! Defolsun bu tür duygusallıklar! 

Exil Sils Maria / Klaus Schulze

Sils Maria'da Son Yaz



Haziran ayıyla birlikte yine Nietzsche'nin yaz sıcağından kaçma vakti gelmişti. Daimi "yumuşak kış" reçetesinin kanıtlarla desteklenmediğini biliyor, -"Tuhaf," diye yazmıştı Köselitz'e, "hava 31 derece olmasına ve geceleri en fazla 22 dereceye düşmesine rağmen, sıcağa karşı çok hassas olan ben hiçbir rahatsızlık hissetmiyorum" -ama yine de rutinini sadakatle devam ettiriyordu. Bu yüzden her zaman olduğu gibi yazı dağlarda geçirmeye karar verdi, yedinci yazında "eski yazlık mekanım" dediği Sils Maria'da kalacaktı: 

"Yukarı Engadin -benim topraklarım, o kadar hayattan uzak,
 o kadar fizikötesi [meta-fiziksel]." 

Ama taşınma işi pek iyi gitmedi. Artık Torino'dan hemen İsviçre sınırı yakınındaki Chiavenna'ya doğrudan tren olmasına rağmen, önce uzun tren yolculuğu, sonra posta arabasıyla Sils'e yolculuk öyle yorucu olmuştu ki 5 Haziran'da oraya vardığında bir hafta boyunca başağrısı ve kusma nöbetleri yüzünden yataktan çıkamadı. Hatta sonraki birkaç ay boyunca sağlığı gerçekten kötü gitti; "absürd", diyordu bu durum için. Onu karşılayan iklim de "absürd"dü. Aşırı sıcaklık ve nem yüzünden pek çok çığ meydana geldi -hatta çığlardan biri Durisch evinin yakınına kadar geldi. Bu çığlar koca ormanları yamaçlardan silip atıyordu. (Nietzsche yerel bir yasayı not etmiştir. Buna göre çığla yerinden sökülen ağaçlar nerede durursa oranın sahibinin mülkiyetine geçiyordu, böylece pek çok toprak sahibi beklenmedik bir yakacak hediyesi almıştı. ) Ama Haziran ortasında kar yağıyordu. Nietzsche şöyle diyordu: "Hava tahmincisinin aklını yitirip yitirmediğini düşünerek mağaramda oturuyorum." 

 Tekrar kışlıklarını giydi ve o gece çift yorganla yattı. Temmuz ortasında ise nefes kesici bir gelişme oldu: Paul Deussen kendi eserlerini basmasının maliyetlerine katkı olarak ona iki bin mark göndermişti. (Meta von Salis de daha sonra bin mark gönderecekti.) Nietzsche parayı gönderenin Deussen'in kendisi olduğunu düşünmüştü, ama aslında para genç, yeni mezun olmuş Berlinli bir Dozent'ten (genç okutman), Richard M. Meyer'den geliyordu -o da yine Nietzsche'nin kariyerine destek veren başka bir Yahudiydi.

Ziyaretçiler



Ailesinin Chur'daki şatosundan ayrılan Meta von Salis Ağustos'un ilk üç haftasında ziyarete geldi. Birlikte Sils'ten Silvaplana köyündeki postaneye kadar beş saat yürüdüler, başka bir seferinde de Nietzsche'nin hayatında ilk ve tek sefer kara Cavloccio Gölü'nü görmek için Maloja'ya yürüdüler. Sert havaya rağmen Sils Gölü'nde çok sevdiği Chaste yarımadasının kıyısını dolandılar. Meta onun hayatının yalnız geçmesine rağmen, çalışmayla dolu günlerinin her kesintiye uğramasının özel bir olay olduğunu hatırlar. Yine sonra hatırladığı kadarıyla, ruhsal rahatsızlığa dair hiçbir emare görmemişti.

Nietzsche'nin başka bir yürüyüş arkadaşı da Ağustos'un aynı üç haftası ziyarete gelen Julius Kaftan'dı. Önceden Overbeck'in yakın bir meslektaşı olan Kaftan şimdi Berlin'de teoloji profesörüydü ve Nietzsche'yi Basel'den tanıyordu. Yürüyüşlerinde ciddi felsefi sohbetlere daldılar ve karşıt yönlerden din meselesini tartıştılar -bu sohbetler Deccal'ın ve muhtemelen Putların Alacakaranlığı'nın yazılmasındaki etkenler arasında olabilir. Nietzsche her iki esere de Kaftan'ın ayrılışından kısa süre sonra başlamıştı. Kaftan şöyle bir günü hatırlar:

Fex vadisinde buzula doğru yukarı yürüdük ... Küçük bir [sembolik] köprüye yaklaştığımızda ... dar bir sokakta durdu ve yaşadığı büyük dönüşümü kısık sesle anlatmaya başladı. Dünyanın hiçliğini keşfeden ve ruhunu Tanrı'ya veren dindar kişinin yaşadıklarına benzer bir şey yaşamıştı. Bahsettiği şey [1876'daki] Hayır'dan Evet'e geçişiydi. Tüm öğretisinin temelinde bu yatıyordu. 

Kaftan hatıratında Nietzsche'yle uzun felsefi sohbetler yapan neredeyse son kişi olduğuna dikkat çekerek, tıpkı Meta gibi, dört ay sonra ruhsal çöküş yaşayacağına dair en ufak bir işaret görmediğini belirtir.

İki ziyaretçi daha Nietzsche'nin dikkatini çekmişti. Bunlardan biri Hamburg'lu piyanist Kari von Holten'di. Köselitz'in bestelerinden parçaları kullanarak özel bir konser vermişti -Nietzsche, Schumann'ın "Kreisleriana"sından esinlenerek "Köselitziana" demişti bu konsere. Ayrıca Hugo Riemann'ın ortaya attığı, çok tesir yaratan melodik gruplama teorisini de tartışmışlardı. Nietzsche'ye göre bu teoride en ufak müzikal unsurun dahi vurgulanması ve gruplamada ısrar edilmesi müzikal bütünselliği atomlaştırıyordu; bu da Wagnerci çöküşün (decadence) tipik bir tezahürü demekti.

Ayrıca Carl Fuchs'la 1884 Ekim'inde başlayan uzun ve aralıklı bir tartışma yürütüyordu; Fuchs ona her seferinde on sayfadan fazla yazıyordu. Fuchs Wagnercilerle arasını iyi tutmaya çalıştığı için Nietzsche'nin ona karşı tavırları biraz soğuktu. Üstelik Nietzsche Danzig'deki (Gdansk) sinagogun orgcusu olan Fuchs'un Yahudi ayininden "olabilecek en kötü şekilde" bahsettiğinden şüpheleniyordu (muhtemelen bu şüphesi yersizdi). Nihayet Fuchs'un müzik cümleleriyle ilgili sayfalarca mektubunun ağırlığına dayanamayıp ona Monty Python tarzı bir cevap verdi:

Tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesinin felsefesini yapan kişiye "cümlelemeyle"
ilgili mektuplar yazmak da neyin nesi! ... Nice'te Marslılar meselesine ilgimi çekmeye çalıştılar -Avrupa'daki en büyük uzay teleskopu buradaymış. Aslında hangisi bana daha yakın, Marslılar mı yoksa cümleleme mi? Dr. Fuchs'la ilişkimi devam ettirmek isterim, ama Marslıları konu dışı bırakırsa ... Not: Burada yakalanmış olan en büyük alabalığa da ilgimi çekmek istediler, on beş kilo geliyormuş: Kim bilir, bu durumda belki iyi bir mayonez sosuyla ...

Nietzsche'yi uzaktan ilgilendiren başka bir ziyaretçi de meşhur Baedecker seyahat rehberlerinin Leipzig'li yayımcısı ve firmanın kurucusunun oğlu Fritz Baedecker'di. "Herr Baedecker ve eşi bütün yaz boyunca otelime (Alpenrose) seçkinlik kattı, 'uğur getirdi"' diye yazıyordu von Seydlitz'e heyecanla.

Güz yaklaşırken Nietzsche'nin Sils'ten ayrılışı büyük seller yüzünden gecikti. Köyün büyük bir kısmı su altındaydı; Chaste yarımadası artık tam ada olmuştu. İstatistiklere şaşmaz düşkünlüğüyle Nietzsche, dört günde 220 mm yağmur yağdığını, halbuki normalde Eylül'ün tamamında 80 mm yağdığını Deussen'e aktarmıştı.

 Nihayet 20 Eylül'de sular biraz çekildi ve Nietzsche bir kez daha Torino'ya doğru yola çıktı.

...


Hayata Dua


Tautenburg'dan ayrılırken Lou Nietzsche'ye "Hayata Dua"( Gebet an das Leben,  1882)  adlı bir şiir verir. Nietzsche,  şiirin ilk kıtasını hemen şarkıya dönüştürüp piyano için besteler:

Kesinlikle - bir dost dostunu sever
Seni sevdiğim gibi, esrarengiz hayat -
İster neşe ver bana ister acı,
Seni mutluluk ve zararınla seviyorum
Beni öldürmek zorundaysan
Acıyla kıvranırım kollarından kurtulmak için
Kopar gibi bir dostun sinesinden.
Tüm gücümle kucaklıyorum seni!
Tüm alevlerin ateşlesin ruhumu,
Mücadelenin gayretiyle ben de
Bir çözüm bulayım bilmecene.
Bin yıl yaşamak ve düşünmek içini
At içindekilerin hepsini içime:

Verecek başka mutluluğun yoksa -
Pekala - acılarını ver o zaman bana.




"Sözleri benim değildir; o sıralar dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou von Salome’nin şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir: Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı:

"Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha”

EPİKUROS & NİETZSCHE

Gezgin'in anlaşılmasında önemli olan, Nietzsche'nin bu eseri yazdığı sırada Atinalı filozof Epikuros'la (İÖ 341 -270) giderek artan bir muhabbet ve yakınlık hissetmesidir. İnsanca, Pek İnsanca'da çok kısaca bahsedilen, Karışık Kanılar ve Özdeyişler'de sadece hürmet edilen Epikuros Gezgin'de yaşamış olan "en büyük adamlardan biri" haline gelmişti. Dönemin defterleri ve mektupları Epikuros'un "arınmış kahramanlığına" ve "mutluluk bahçesine" sıcak göndermelerle doludur. (Epikuros'un Atina'da takipçileriyle buluştuğu ve onlara ders verdiği bir bahçesi vardır. Bu yüzden onun okulu "Bahçe" diye bilinir.) Nietzsche dönemin mektuplarında ve defterlerinde kendisine "Epikuros bahçesini yenileme", Epikurosçular tarzında "filozofça" yaşama görevi verir.

Nietzsche her ne kadar Epikuros'a özellikle yakın olduğunu hissetse de, antik dünyanın başka filozoflarına karşıt olan Epikuros'a değil, genel olarak antik felsefenin temsilcisi olan Epikuros'a ilgi duyuyordu. Nietzsche'yi etkileyen fikirler antik filozoflar arasındaki farkları gösteren ayrıntılardan ziyade onları birleştiren fikirlerdi. Bu yüzden, antik felsefenin birbiri içinde erimesinden ya da homojenleşmesinden bahsedebiliriz. Daha İnsanca'da kinikler (modern anlamdaki 'kinikler' değil, aşırı stoacılar) ile Epikurosçular arasındaki farkın sadece "mizaç farkı" olduğunu yazar, Karışık Kanılar'da ise stoacı Epiktetos'la birlikte Epikuros'a, kaybolmuş tek bir "bilgeliğin" ambarı muamelesi yapar. Gezgin'de ise sofist Hippias'ın da bu tek bilgeliği paylaştığı söylenir, hatta Tragedyanın Doğuşu'nda yerin dibine sokulan Sokrates de Gezgin'de hayret verici bir şekilde rehabilite edilir: 

İşler yolunda giderse, İncil'den ziyade Sokrates'in hatırlanmaya değer şeylerinin ahlak ve akla kılavuz olarak ele alınacağı bir zaman da gelecek ... türlü bilgece yaşam davranışlarının yolları Sokrates'e geri götürülüyor; aslında bu yollar, gerçekte değişik yaradılışların yaşam tutumlarıdır. Hepsi de usla, alışkanlıkla doğrulanıp belirlenerek bütün doruklarıyla yaşamdaki sevince, kişisel öze yöneltilmiştir.

* * *

Genel olarak antik felsefenin ve özel olarak Epikuros felsefesinin üç özelliği Gezgin'in anlaşılması için önemlidir. Birincisi, Pierre Hadot'nun harika Philosophy as a Way of Life'ının ( 1 995; La Philosophie comaniere de vivre, 2002; Yaşam Tarzı Olarak Felsefe) son zamanlarda bize hatırlattığı gibi, felsefenin nihai amacı ve meşruluğu antik dönemde teorik olmaktan ziyade pratikti. Felsefenin amacı özellikle kişinin "filozofça" yaşayarak eudaemonia'ya, yani mutluluğa nasıl ulaşabileceğini gösteren bir "bilgelik" yapısı vermekti. Bütün antik felsefe mutçuydu. Nietzsche'nin özel ilgi alanındaki Helen döneminde (İÖ 323'te İskender'in ölümü ile İÖ 146'da Roma'nın Yunanistan'ı ilhakı arası dönem) tüm farklı felsefe okulları, yani kinikler, stoacılar, Epikurosçular, şüpheciler ve diğerleri belli bir mutluluk tasavvuruna sahipti:

Mutluluğu her şeyden önce ataraksiya, bozulmaz sükunet, sakinlik, ruh huzuru olarak düşünüyorlardı. Daha da özel olarak -belki de dönemin düzensiz durumu sebebiyle- felsefe en iyi haliyle belirsiz ve genellikle düşman kader karşısında sükunetini koruma bilgeliğini keşfe yönelmişti: Terslikleri nasıl aşarız, ne olursa olsun ruhsal huzurumuzu nasıl koruruz?

Antik felsefenin ikinci önemli özelliği teorinin pratiğe, mutluluğa erişme amacına hizmet etmesidir. "Felsefe" sözcüğünün ta kendisi bunu gösterir: felsefe philo-theoria, teori sevgisi değil philosophia, bilgi-sevgisiydi (bana kalırsa bugün de öyle olması gerekir). Bunun anlamı felsefe ve amacı için teorinin gereksiz olduğu değildir kesinlikle. Örneğin Epikuros'a göre dünyamız, sonsuz boşlukta yaratılmış bir dizi dünyadan sadece birisiydi ve bu olgu üzerine tefekküre dalmak insani işlerin ruh huzurumuzu bozma yeteneğini azaltıyordu. Fakat bu durum insanın mutluluğu için muhtemel bir anlam taşımayan teorik soruların, uygun tabirle felsefenin bir parçası olmadığı anlamına gelir. Tüm antik filozofların üçüncü önemli ortak özelliği bir tür çileciliktir. Kişinin kaderi ne kadar kötü olursa olsun, mutluluğu garantilemek için tüm Helenistik filozoflar aynı stratejinin versiyonlarını önermişlerdir. Madem acı arzunun tatmin olmamasıdır, o halde (a) gereksiz olan (b) gerçekleşeceği belirsiz olan arzuların (mesela zenginlik, güç ya da şöhret arzusu) hepsinden vazgeçmek, en azından bunlara "yansız bakmak" önerilir.

Bu yüzden özellikle Epikuros, pozitivist dönemindeki Nietzsche gibi insanların en yüksek amaç olarak hazzın peşinde koştuğu ve koşması gerektiğini düşünmekle beraber, hazzın garantilendiği bir hayata ulaşmak için iki tür "tevazuyu" savunur (Lathe biosas! -Mütevazı yaşa!- sözünü Gezgin ile Gölgesi düstur edinmiştir). İnsan öncelikle duyusal iştahlarının tatmininde mütevazı olmalıdır: Nietzsche Epikuros'un tavsiyesini "duyusal hazlara sıklıkla dalmaktansa maneviyatın ve ruhun sevincini ara" diye tarif eder. İkincisi, insan toplumsal ihtirastan çekilme anlamında mütevazı olmalı, pazar yerinde aleni yaşamaktansa bir "bahçede" mahrem yaşam sürmelidir: "Bir bahçecik, birkaç incir, birazcık peynir, üç dört gönüldeş: işte Epikuros'un bolluğu ... " der Nietzsche. Epikuros huzurlu ve hoş yaşamak için bir nevi çileciliği savunsa da, onun keyifli bir yaşama ulaşma aracı olarak çileciliği -buna "mutçu çilecilik" de diyebiliriz- ile Schopenhauer'cı dünyayı inkarın ifadesi olarak çilecilik arasındaki ayrıma dikkat etmek önemlidir.

Bu "filozofça" yaşamı sürdürmek kolay değildir elbette, çünkü hem özdisiplin, tutkuların akılla disiplin altına alınması, hem de kendilikbilgisi, kişinin gerçekte hangi tutkuları ve arzuları olduğunun bilgisini gerektirir. Nietzsche'nin defterlerinde ifade ettiği kadarıyla, mutlu bir yaşam "alışkanlıklar yerine zeminler, dürtüler yerine niyetler" koymamızı gerektirir; bu hedeflere ulaşmak için de "inancın yerine bilgiyi" koymak gerekir. 

* * *

Gezgin'in asıl arka planını oluşturan iki olgu arasındaki bağlantıyı görmek bu noktada mümkün hale gelir: Nietzsche'nin sağlık durumu ve Epikurosçu dönüş. Helenistik felsefenin mutçu olduğunu, terslikler karşısında sükunete ulaşmanın yollarını aradığını görmüştük. Ama Nietzsche'nin karşısına hep terslikler çıkıyordu: Gördüğümüz üzere, bedensel "ıstırabı" 1879'da en kötü noktaya ulaşmıştı. Bir başka deyişle, bedensel durumu, Yunan felsefesinin aşmak üzere tasarlandığı düşman kaderin ta kendisiydi. Bu da onu Epikuros terapisiyle tedavi edilecek örnek vaka haline getirmişti. Filologluğa başladığı günden beri beynine kazınan derin antik felsefe bilgisiyle, Epikuros gibi birine yüzünü çevirmesi  neredeyse kaçınılmazdı. Nietzsche gençliğinde acının tesellisini dinde bulmuştu.

 Wagnerci döneminde yarı-dinsel sanatta teselli bulmuştu; hatırladığı kadarıyla çokça "sanata ihtiyaç duyan" bir insandı. Ama 1879'da ne dinde ne de sanatta teselli bulabiliyordu. Üstelik çektiği acı on dokuzuncu yüzyıl tıbbının hafifletemediği bir şiddete ulaşmıştı. Demek ki dinin, sanatın ve tıbbın başarısız olduğu yerde manevi, felsefi "kendi kendine doktorluk" tek seçenek olarak kalmıştı.

1879'daki defterleri Gezgin'in ortaya çıktığı dönemde halin böyle olduğunu gayet açıkça ortaya koyar. "Hıristiyanlığın tesellisi" artık "antikalaştığından", diye yazar, "antik felsefenin sunduğu teselli yolları bir kez daha yeni bir ışıltıyla öne çıktı" . Yine doğrudan kişisel bir tarzda -defterlerindeki bazı pasajlar felsefi düşünce taslaklarına benzediği gibi günlüğü de andırmaktadır- "tüm antik filozofların 'merhem' kutularına ve ilaç şişelerine ihtiyacım var" diye yazar; bu da onu kendisine yönelik bir buyruğa götürür: "Antik ol! " 

Nietzsche sadece kendisi için kaygılanmamaktır elbette. Antik felsefenin üslubunu ve içeriğinin büyük bir kısmını kendini tedavi etme amacıyla benimsemesinin emsal olmasını amaçlamaktadır; başkaları da yaşadıkları özel terslik ne olursa olsun kendilerine terapiyi uygulayabilsinler diye onlarla iletişim kurmak istemektedir. Aksi takdirde defterlerinin mahremiyeti içinden Gezgin'in çıkmasının hiçbir anlamı olamaz.

11 Eylül'de Köselitz'e baskıya hazırlanacak el yazmasının yanında gönderdiği mektupta şöyle der:

35'inci yılımın sonuna geldim, ömrün yarısında "ölümle kuşatılmışım''. Sağlık
durumum yüzünden aniden ölme ihtimalini düşünmeliyim ... bu yüzden kendimi yaşlı
biri gibi hissediyorum, ama diğer yandan hayatımın eserini verdim ... Aslında hayata
dair gözlemlerimi şimdiden sınadım: Gelecekte çok kişi bunu yapacak. Uzayıp giden
ve acı veren sefalet ruhumu ürkütmedi, hatta hiç olmadığım kadar neşeli ve iyilik dolu
görünüyorum. Bu yeni duruma nasıl geldim? Birkaç istisnayla çoğu beni bezdiren insanlar
sayesinde değil. Bu yeni el yazmasını iyi oku, sevgili dostum, sonra da sefalet
ya da baskıdan izler görüp görmediğini sor kendine. Bence bulamayacaksın ve bu
da zayıflık ve tükenmişliğin değil, yeni bakış açısının gizli kuwetlerinin işaretidir.

Epikuros felsefesinin "gizilgüçlerini" kendisi üzerinde başarıyla "sınayan'', Eiser'e mektubunda tarif ettiği .... korkunç kaderine rağmen mutluluğa ulaşmış olan Nietzsche şimdi bu gizilgüçleri okurlarına iletmeyi istemektedir: "Acı çekenlerin Engadin'in dağ havasına geldiğini görüyorum," (yani St. Moritz sağlık merkezine) diye yazar. "Ben de hastalarımı kendi dağ havama gönderiyorum," diye devam eder, diğer bir deyişle onları Epikuros felsefesinin "destansı-idilik " havasına göndermektedir.

friedrich-nietzsche-habib-saher

Epikuros

Bereketin Filozofu. -

Küçücük bir bahçe, incirler, bi­raz peynir ve üç ya da dört arkadaş, - buydu Epikuros’un bolluğu.



Epikuros.- Evet, Epikuros’un karakterini belki de herkesten farklı algıladığım için gurur duyuyorum, onunla ilgili işitip okuduğum her şeyde geçmişin ikindi mutluluğunu tadarım: Güneş ışığında yıkanan kıyıdaki kayaların arasından, geniş, beyaz bir denize bakışını görürüm; onun gözleri ve ışık gibi güvenli ve sessiz, büyük ve küçük yaratıklar güneş ışığında oynarken. Ancak acı çeken biri tarafından icat edilebilirdi böyle bir mutluluk, önünde varoluş denizinin sükûn içinde kımıldadığı, bıkıp usanmadan seyreden gözün mutluluğu: Daha önce hiç böyle alçakgönüllü bir şehvet olmamıştı.

Şen Bilim / Nietzsche

Nietzsche

Düşünceleri ve kitaplarıyla Nietzsche’nin hayatı, Nietzsche, zihinsel konsantrasyonun, zalim ve aralıksız akıl egzersizlerinin, en ayrıksı olanından en banaline kişisel deneyimlerin yüceltilmesinin nadide bir timsalidir; bütün kişisel deneyimlerin, bizim “hayat” olarak adlandırdığımızın “tin”e (kelimeyi mistisizm veya Seele, yani ruh anlamında değil, “Geist” sözcüğü gibi anlarsak), sağduyu-us-zeka ve içselliğe ya da maneviyata indirgenmesinin nadir bir örneğidir.

Mazzino Montinari

Kendi doktorum olmak istiyorum


Nietzsche Cenova'da yalnız ve kimsesiz yaşamaya kararlıydı -yaşamını Epikuros "tevazusunda " sürdürecekti. Yayıncısına yazdığı kadarıyla, "felsefi yaşıyordu". "Kimseye nerede olduğumu söylemeyin," diye tekrar tekrar buyuruyordu mektuplaştığı birkaç kişiye:

Buradaki tüm çabalarım [diye yazıyordu Overbeck'e] ideal bir çatı katı yalnızlığı geliştirmeye yönelik, kaldı ki -çektiğim onca acının bana öğrettiği kadarıyla- doğamın zorunlu ve en basit talebi bu çabamın başarıya ulaşması ... Uzunca bir süre için yanımda kimse olmadan, kimsenin dilini anlamadığım bir şehrin ortasında yaşamalıyım ... Yüzyıllar hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi yaşıyorum, ne tarihi ne de gazeteleri umursuyorum."


Kısacası, Nietzsche Zerdüşt'ün bir dağdaki mağarada on yıllık yalnızlığında yansımasını göreceğimiz derin bir yalnızlığa çekiliyordu (buna "tekbencilik terapisi" de diyebiliriz). Ree onu Naumburg'da ziyaret etmişti, fakat Nietzsche bu ziyaretin aşırı uyarıcı olduğuna karar vermişti. Şimdi dışsal uyarıcıları ortadan kaldırarak fiziksel ve zihinsel ahengini yeniden kazanmaya çabalıyordu:

Portrait of Friedrich Nietzsche, 1902

Benim için ahenkli olan bir hayatı keşfetmek için yine bir denemeye giriştim [diye yazıyordu eve], bu sefer sağlığa giden yolun da bu olduğuna inanıyorum: Bugüne kadar izlediğim tüm yaşam-yolları sağlığımı kaybetmeme yol açtı. Kendi doktorum olmak istiyorum ve bu da benim için kendi derinliklerime sadık kalmam ve yabancı hiçbir şeyi dinlememem gerektiği anlamına geliyor. Bu yalnızlığın bana ne kadar iyi geldiğini anlatmaya kelimeler yetmez. Bunun size sevgimi azalttığını sanmayın! Onun yerine münzevi-varlığımın sır kalmasına yardım edin! Ancak bu şekilde kendimi her anlamda ilerletebilirim (ve sonuçta belki başkalarına da faydalı olabilirim). İşte yılda 10.000 geminin yanaştığı bu büyük, canlı liman şehri -bana huzur ve kendim için- olma hissi veriyor. Mükemmel bir yatağı olan bir çatı katı: basit, sağlıklı gıda, başım için hayati olan deniz havası, şahane bir kaplamaya sahip yürüme yolları, ayrıca Kasım için çok hoş bir ılık hava (ama ne yazık ki bolca yağmur). 

Günde altı ila sekiz saat yürüyebilmeyi, kışın kısalığını (iddiasına göre sadece bir ay sürüyordu) ve "hemen her gün deniz kıyısındaki uzak kayaların üzerinde güneş altındaki kertenkele gibi oturmayı ya da yatmayı, sessizlik içinde ruhun maceralarıyla meşgul olabilmeyi" seviyordu.


DENİZ:

Ayrıca Cenova'nın denizine karşı mistik bir sevgi geliştirmişti; böylece panteist bir bütünselliğe kapılıp gidebiliyordu:

İşte deniz, burada şehri unutabiliriz ... Her şey durgun! Deniz orada solgun ve pırıltılı uzanıyor, konuşamıyor. Gökyüzü, sonsuz sessiz akşam oyununu kırmızı, sarı ve yeşille birlikte oynuyor, konuşamıyor. Küçük kayalar ve kaya şeritleri en ıssız yeri bulmak için denize yuvarlanıyor; bunların hiçbiri konuşamıyor. Aniden üzerimize çöken bu korkunç sessizlik hem güzel, hem tüyler ürpertici, bu sırada insanın gönlü kabarıyor ... Konuşmaktan nefret etmeye, hatta düşünmekten nefret etmeye başladım; ... Ah deniz, ah akşam! ... İnsana insanlığı bırakmayı öğretirsiniz! İnsan size teslim mi olsun? Sizin şimdi olduğunuz gibi solgun, pırıltılı, suskun, heybetli mi olsun, kendinden çıkıp mı dinlensin? Kendinden mi yükselsin?


*
Kaynak: Julian Young / Nietzsche

Evet’e giden yolum


Evet’e giden yolum. — Bugüne kadar anladığım ve yaşadığım haliyle felsefe varoluşun en tiksindirici ve en dile düşmüşü tarafları için bile gönüllü bir aramadır. Buzlar ve ıssız yerler arasında yaptığım yolculuklardan edindiğim uzun yılların deneyimlerinden bugüne kadar felsefileştirilmiş her şeyi farklı görmeyi öğrendim: felsefenin gizli tarihi, büyük unvanlarının psikolojisi, gözlerimin önünde aydınlandı. Bir tin ne kadar gerçeğe tahammül edebilir, bir tin ne kadar gerçeğe cesaret eder?"—benim için bu, değerin gerçek standardı haline geldi. —her edinilen bilgi, cesaretin, kendine karşı katılığın, kendine karşı açıklığın bir sonucudur— Benim yaşadığım gibi deneysel bir felsefe, deneysel olarak en temel nihilizmin ihtimallerini bile önceden tahmin etmektedir; ama bu, bir inkâr, bir Hayır, bir inkâr istenci gördüğünde durmak zorunda olduğu anlamına gelmez. Aksine onu aşıp, karşıtına gitmek ister—dünyanın olduğu gibi kesintisiz, istisnasız veya seçimsiz bir Dionyssos tarzı onayına gitmek ister—ebedi devridaimi ister:— aynı şeyleri karışıklıkların aynı mantığını ve mantıksızlığını. Bir filozofun erişebileceği en yüksek derece: varoluşla Dionyssos tarzı bir bağıntı halinde olmaktır—bunu için benim formülüm, amor fatidir.

Nıetzsche, bu terimi Şen Bilim’de tanıtmıştır:
 Amor fati:  Kader sevgisi. "bundan sonra sevgim bu olsun."

(1888)


Böyle Söyledi Zerdüşt




"Yazıyorum, yaşıyorum, çok küçük bir azınlık için. Onlar her yerde - hiçbir yerdeler."

"Zerdüşt çok küçük bir azınlık için yazıldı. Belki de o küçük azınlıktan hiç kimse henüz dünyaya gelmedi."


Aslında defterlere şöyle bir baktığımızda Zerdüşt'ün kesimleri ve genel yapısının planları
için yüzlerce sayfa hazırlık çalışması yaptığını görüyoruz. Nietzsche'nin kendisinin İnsanca, Pek İnsanca'da söylediği gibi, sanatçılar ter dökmeyi esinlenme gibi göstererek kendilerini överler.

Yeni İncil

Nietzsche Zerdüşt'ü büyük bir "kan akıtma" olarak tanımlıyordu; Salome macerasındaki işkencelerde akan kanlar "sonradan da olsa bir anlam" kazanmıştı. Fakat ne tür bir kitap yazdığına karar vermekte zorlanıyordu. Kimi zaman defterlerinde kitabın bölümlerine "perde" diyordu; bu da aklında bir tiyatro eseri olduğunu gösterir, bazen de esere "senfoni" diyordu. Bazen "edebi bir eser" olmadığını, daha ziyade o güne kadar ki felsefesinin "büyük bir sentezi" olduğunda ısrar ediyordu. Fakat başka zamanlarda da esere "şiir" diyor, "filozof" olarak yazdığı her şeyin ötesine giden bu şiirin ilk defa "en temel düşüncelerini" ifade ettiğini belirtiyordu.


Her şeyden önce kitabın dini bir eser olduğu konusunda nettir ve bu yönde ısrar etmekte haklıdır. Bir kere, kitaba adını veren ve " konuşmaları" kitabın büyük bir kısmını oluşturan kahraman dini bir figürdür -Zerdüşt dediğimiz kişi Zerdüştlüğün kurucusudur. İkincisi, konuşmanın üslubu ağırlıkla İncil tarzındadır - görünüşe bakılırsa yazarı Luther gibi düşünmüş, Goethe'den bazı unsurlarla eseri mayalamıştır. Nietzsche bu eserin diniliğini fiilen ifade ederek çeşitli yerlerde "beşinci İncil" , "yeni kutsal kitap" diye adlandırmış, "tüm mevcut dinlere", özellikle de Hıristiyanlığa "meydan okuduğunu" belirtmiştir. Kısacası, Zerdüşt'ün artık "ölmüş" Hıristiyanlığın yerini alacak yeni dinin merkezi, kutsal metni olması düşünülmüştü. ( "Özgür ruhlar kolonisi" projesi meyve verseydi, her yatak odasında Gideon İncil'i gibi bir Zerdüşt nüshası olacağını hayal edebiliriz.) Ecce Homo'da geriye bakarak konuşurken kitabın "bizzat Tanrı" tarafından yazıldığını söyler: İncil'den ve Vedalar' dan üstün bir eserdir -bu eserlerin yazarları Zerdüşt' ün yazarının "ayakkabı bağcıklarını bağlamaya " bile layık değildir- Nietzsche insanlık tarihindeki iki ya da üç en önemli kitaptan birini yazdığına inanıyordu.

 Julian Young / Nietzsche

*
ilgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/08/also-sprach-zarathustra.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/also-sprach-zarathustra-herkes-icin-ve.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/felsefe-oruc-aruoba.html

The Hermit Of Sils Maria



"The Hermit Of Sils Maria"


St. Moritz


Yöre halkı Nietzsche'den "İsviçreli hüzünlü profesör" diye bahsediyordu, otelin diğer müşterileri de onun "aşırı sessiz" olduğunu, neredeyse sadece çocuklarla konuştuğunu söylemişti.


İhtiyaçlarına kıtı kıtına yeten maaşını fırsat bilen Nietzsche, Engadin vadisinin kuzeydoğu ucundaki kaplıca ve "şifa" merkezi St. Moritz'e taşınmak için uzun zamandır yaptığı planı gerçekleştirdi ve 21 Haziran' dan 16 Eylül'e kadar orada kaldı. Boydan boya göller zinciriyle kaplı Engadin 2.000 metre yüksekliktedir ve İsviçre'nin Alp vadilerinin en yükseğidir.

Fakat kasabanın merkezi (bugün de olduğu gibi) çok kalabalık ve burada hayat çok pahalı olduğu için, kasaba merkezine yaklaşık bir saatlik yürüme mesafesinde bulunan bir evin bir odasını tutabildi. Nietzsche o süreçten en son çöküşüne kadar olan süreçte yurdum demeye en çok yaklaştığı yer olan vadiye hemen uyum sağladı. Vardıktan sonra Overbeck'e,  "Artık Engadin'i elime geçirdim, burası adeta benim bir parçam, çok fevkalade bir yer. Bu yeryüzü parçasına bağlandım," diye yazar. Ormanın içinden geçen patikaları çok sevmişti -"sanki benim gibi neredeyse-kör tipler için açılmış"- havayı da (muhtemelen haklı olarak) "Avrupa'da olanın en iyisi" diye tanımlıyordu. Elizabeth'in Basel'de gözlemlediği gibi, antik filozofların kendini tedavi etmeye yönelik çileci pratiklerine devam ediyordu: "Yaşama ve yeme kurallarım antik bilgeleri utandırmazdı," diye yazıyordu Temmuz'da Overbeck'e. "Her şeyde çok basit ama son derece hassas ölçüte göre hareket ediyorum. "

Fakat hiçbir işe yaramadı: "Burada da başka yerlerde olduğum kadar hastayım ve son sekiz günü yatakta geçirdim." Gene de "St. Moritz benim için doğru yer" diyordu, yani kendini buna inandırmıştı.


Bir başka deyişle, iklimsel aşırılıklar sağlığına özellikle kötü geliyordu. Böylece aklı başında geçirdiği son dokuz yıl devam edecek olan bir desen ortaya çıktı: Yazları yüksek vadilerde, kışları deniz seviyesindeki sıcak yerlerde geçirecekti.

Daha önce de hep hareket halinde olmasına ve kendini yurtsuz bir "gezgin" gibi göstermeyi sevmesine rağmen, bundan böyle gerçekten tam anlamıyla bir "göçebe" olacaktı; zaten kendini öyle görüyordu: Yani hareketli olmakla birlikte, bu hareketi belirli bir alanda belirli bir kalıba uyacaktı. Nietzsche'nin zaman zaman iş ya da görev gereği Leipzig ya da Naumburg gibi başka yerlere de gitmesi söz konusu oluyordu, ama artık bu alan belirlenmiş oldu; kuzeyde İsviçre Alpleri'nin güney vadilerinde, güneyde ise denizde bitiyordu: ya Adriyatikte (Venedik) ya da Akdeniz'de (Cenova ve Nice).

kaynak: Julian Young / Nietzsche

Rosenlaui (Et in arcadia ego)


Rosenlaui

11 Haziran'da başka bir kaplıca kasabası olan Rosenlaui'ye (kelimesi kelimesine, "gül çığı" ) geçti. Meiringen'in yukarısındaki bir Alp vadisinde olan bu kasaba deniz seviyesinin 1 .300 metre yukarısındaydı. Zug yakınlarında kız kardeşiyle geçirdiği iki haftayı saymazsak, geriye kalan üç buçuk aylık izin süresini Rosenlaui'de geçirdi. "çevredeki Alp Dağları ve vadideki sık çam ormanı, "burayı benim sevdiğim bir doğa haline getiriyor", diyordu. Ayrıca Rosenlaui'de en azından bir süreliğine sağlığı düzelmişti. Hastalığı nüksedince daha da yükseğe çıkması gerektiğini hissediyordu

"Her gün altı ile sekiz saat yürüyor ve üzerinde düşündüğüm meseleleri daha sonra çabucak ve tam bir kesinlikle kağıda döküyorum. "

Rosenlaui

 Bu çalışma tarzı hayatının geri kalanında da aynen devam etti: Saatlerce yürüyerek düşünüyor, daima yanında bir defter taşıyor, sonra da kısa sürede yoğun bir şekilde yazıyordu. Bu tarzı gözlerinin durumu yüzünden benimsemişti: "Günde yaklaşık bir buçuk saat görebiliyorum ... Daha uzun süre okur ya da yazarsam aynı gün çok kötü ağrım oluyor." Tüm olgunluk eserlerindeki aforizmatik üslup salt bir edebi tercih değil -bir keresinde felsefi sorunlara soğuk duşa yaklaşır gibi yaklaştığını söylemişti: çabuk gir, çabuk çık- gözlerinin durumu yüzünden bir gereklilikti.

"İtalya cesaretimi azalttı, sinirlerimi gerdi ... İsviçre'de ben, daha fazla 'benim'; etiğimi de 'ben'in buharlaşması değil gelişimi üzerine kurduğumdan şurası açık ki Alpler'de yenilmezim, yani yalnızken ve kendimden başka düşmanım yokken".

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

Üstelik Nietzsche kırsal Naumburg'da yetiştiğinden içten içe hep "küçük kasaba çocuğu" kalmıştı: "küçük bir kasabada yaşamayı dileriz" diyordu açıkça. Hayatının sonunda evim demeye en çok yaklaştığı yer İsviçre Alpleri'ndeki küçük bir köy olan Sils Maria'ydı. 


Sağlığına uygun iklimde yaşamak için yılın yarısını şehirlerde geçirmesi gerektiğini hissettiğinde bile bu şehirlerin köye benzeyen kısımlarını aramış -mesela Cenova'nın (bugüne dek) ıssız kalmış bölgesi- buraların küçük kasabalarla paylaştıkları özellikleri övmüştür -mesela Torino'nun biçimsel homojenliği. İnsanın şehrin bezdirici yaşamına uyması yerine doğaya yakın ve doğayla uyum içinde yaşaması gerektiğini, insanın "taşra duyarlılığına" sahip olması gerektiğine inanıyordu:

İnsan hayatının ufku boyunca, dağın ve ormanın çizgileri gibi katı ve sakin çizgiler çekmemişse, en içindeki istenç huzursuzlaşacak, dengesizleşecek ve hırslanacaktır; şehirde yaşayanın doğası tam da böyledir: kendisi asla mutlu değildir [dolayısıyla] başkalarına da mutluluk vermez.


Nietzsche dünyadaki en güzel yerlerden birinde göller ve ormanlar arasında yaşamayı seçti: dostu Meta von Salis'in yazdığı kadarıyla, "yeryüzündeki ayrıcalıklı yerleri keşfetmekte çok gelişkin, apaçık bir yeteneğe sahipti " Et in arcadia ego (Arkadia'da bile ben varım)" başlıklı bir pasajda cennetin, Yunan kahramanlarının bulunduğu bir Poussin peyzajı olduğunu yazmıştır.

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

"Arkadia'da bile ben varım" anlamında Latince bir deyim. Pastoral peyzajlarıyla ünlü ve klasik döneme düşkün Fransız ressam Nicolas Poussin'in ( 1594-1665) iki tablosunun başlığında geçer. Arkadia, genellikle deniz kenarında yerleşmiş olan Eski Yunan'da Peloponez'in dağlık iç kısmındaki bir yerleşimdir ve temiz, saf, duru bir hayatı simgeler. Poussin, bu deyimi taşıyan resimlerinden birinde, Arkadia manzarası önünde çobanları çizmiştir-

kaynak: Julian Young / Nietzcshe

Splügen



Nietzsche Eylül sonunda yaralarını sarmak için dağlara doğru yola çıktı. İtalya'ya kadar gitme niyetiyle küçük Splügen köyüne posta arabasıyla vardı. Deniz seviyesinin üç bin metre yukarısında bir vadiye kurulmuş olan köy İsviçre-İtalya sınırındaydı. "Sanki İsviçre'yi hiç görmemiştim ... bu benim doğam," diye yazıyordu dramatik Via Mala boyunca arabayla yolculuğu için.

Annesine mektubu şöyle devam ediyordu:

Splügen'e yaklaşırken orada kalma arzusu beni etkisi altına aldı. İyi bir otelde son derece sade bir oda buldum. Balkonu şahane bir manzarayı görüyordu. Bu yüksek Alp vadisi ... tam istediğim şey. Sert rüzgarlar tertemiz havayı getiriyor, her türden tepeler ve kayalar var, ayrıca bunların hepsini karla kaplı heybetli dağlar çevreliyor. Ama en çok hoşuma giden şey uzun saatler boyunca yürüdüğüm yayla yolları ... Öğlen saati posta arabası geldiğinde yabancılarla birlikte yemek yiyorum. Konuşmak gerekmiyor, kimse beni tanımıyor ... Küçük odamda taptaze bir gayretle ... şu andaki başlıca konum olan "Öğretim Kurumlarımızın Geleceği" üzerine çalışıyorum. Artık güçlü ve taze bir faaliyette bulunurken insanlardan tümden uzak yaşayabileceğim bir köşe biliyorum dünyada. İnsanlar burada siluetlerden farksız.

Neticede Nietzsche İsviçre'nin aynı köşesindeki Engadine'de daha yüksek başka bir vadiye yerleşti. Fakat giderek daha çok öne çıkan şu temanın burada belirdiğini görüyoruz:  Nietzsche'nin düşünceleriyle baş başa kalma ihtiyacı.

BENLİK

"Uzun sessizliği öğrenmelisin, ruhunun dibinde bulunduğunu kimse söylemez sana. Bunun sebebi, sadece suratının asık ve suyun bulanık olması değil, ama ruhun çok derin olmasıdır."

*

"Sessizliğime ihanet etmemeyi sessizliğim öğretti bana."

"bu benim en sevdiğim sanatım" 

*

"Daima gizlenmeli; insan ne kadar yükseğe çıkarsa, o kadar gizlenmeye gerek duyar."

*

"Yolun kenarına oturuyoruz; hayat sarhoş maskeler dizisi gibi oradan geçiyor."

*

"Hüzünlü olaylar karşısında ayak direyen tiksinti, her ıstıraba kapalı ve duyarsız kulak, yılgınlık göstermeyen güleç bir yüzeysellik."

*

"Bizim yanımızda kal, alaycı boşluk."

*
               
"Biz ciddiyiz, uçurumu tanıyoruz; bunun içindir ki her ciddi­yete karşı kendimizi savunuyoruz. "

*

 "Kendine özgü zevkleri olan bir insan yalnızlığına saklanıp kapanmış, iletişim kurulamıyor, iletişimsiz, belirli ölçülere sığmıyor, üst türden biri, kısaca farklı: Onu tanıyamayacağınıza, hiçbir şeyle kıyaslayamayacağınıza göre, nasıl değerlendirebilirsiniz?"

*

"Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız, belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak. Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşaklığımıza, sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sanatı sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."

*

"Tiksintiye karşı içimde hoş olmayan, neredeyse sinirsel bir eğilim var: bu durum hayatımı çok karmaşıklaştırdı.

*

"İçgüdünün kusursuz otomatizmine bir kez ulaşıldı mı, yaşama sanatında her şeye egemen olunur, mükemmeliyet oluşur"

*

"Gerçekliğin karşısında acı çekmek demek, o gerçeklikten yoksun kalmak demektir."

*

"Sanat, hayatı reddetme iradesine direnen biricik güç... Sanat, hayatın metafizik etkinliği..."

*

"Bizim neler konuştuğumuzu bilen o kadar az insan var ki."

*

"Güney'in her yönüne ihtiyacımız var; dizginlerinden boşanmış güneş ışını."

*

"Etrafınıza küçük şeyler yerleştirin; eşsiz güzelliği olan iyi şeyler"


*


 Zihnin münzevileri olmaya, kendi gibi akıl sahibi insanlarla sohbet etmeye, diğer varlıklardan daha çok sanatla teselli olmaya ihtiyacımız var. Ayrıca, başkalarını bizim gibi düşünmeleri için değiştirmeye çalışmak istemiyoruz çünkü onlarla aramızdaki uçurumun doğa tarafından oluşturulduğunu duyumsuyoruz. Acıma, bizim için tanıdık bir his haline geliyor. Gittikçe daha da sessizleşiyoruz...


*

 Düşüncelerinin gemisi öyle derinden yüzüyor ki, onunla bu dostane, ciddi, anlayışlı insanların arasında yol alamayacağın kadar derinden yüzüyor. Sığ yerler ve kumluklar çok fazla orada: dönmek ve yön değiştirmek zorunda kalacaksın ve sürekli mahcup olacaksın, çok geçmeden onlar da mahcup olacaklar - nedenini çözemedikleri mahcubiyetin yüzünden.   


 *

 Derin bir sonuç çıkartmaya ve görüşe izin veren asil ve tehlikeli bir dikkatsizlik vardır: hiçbir zaman arkadaş sıkıntısı çekmeyip, sadece konukseverliği bilen ve sadece konukseverlik uygulayan ve nasıl uygulayacağını bilen -ister dilenci, ister kötürüm, isterse kral olsun, kalbini ve evini girmek isteyen herkese açan, kendinden emin ve aşırı zengin ruhların dikkatsizliği. Bu özgün bir iyi huyluluktur: buna sahip olanın yüz tane "arkadaşı" vardır ama muhtemelen hiçbir dostu yoktur.


*


- Kalbimizin iletişim kurabilirliği konusundaki kuşkularımız;
  seçilmiş değil, verilmiş bir şey olarak yalnızlık.

- Her zaman bir kisveye bürünmüş olmak: türü ne kadar yüksekse,
 bir insan o denli takma ada ihtiyaç duyar. Tanrı var olmuş olsa, nezaketi gereği kendini
  dünyaya sadece insan olarak göstermek zorunda kalırdı.

- Sessiz kalma kabiliyeti: ama dinleyicilerin huzurunda bundan bir sözcük bile etmemek.

- Sürdürülen düşmanlıklara tahammül: kolay uzlaştırılabilirlik eksikliği.

- Demagojiye, "aydınlanmaya, "rahatlığa" aşağı tabaka laubaliliğine karşı tiksinti.

- Kıymetli eşya koleksiyonu, yüce ve zor beğenen bir ruhun ihtiyaçları;
 müşterek hiçbir şeye sahip olmama arzusu.

 İnsanın kendi kitapları, insanın kendi manzaraları.


*

 Bahçelerimizin ve saraylarımızın anlamı şudur (ve bu kapsamda ayrıca zenginlikler için duyulan arzuların tamamının anlamı): düzensizliği ve bayağılığı görüşten uzaklaştırmak ve ruh asaleti için bir ev kurmak.

Muhakkak ki çoğunluk bu güzel ve huzur dolu nesneler kendileri üzerinde kullanıldığında daha yüksek mizaçlara sahip olacaklarına inanıyorlardır: İtalya'ya gitmeler ve seyahatlere çıkmalar vs.; kitap okumalar ve tiyatro ziyaretleri bundan dolayıdır. Kendilerini biçimlendirilmek isterler - kültürel aktivitelerinin anlamı budur! Halbuki güçlüler, kudretliler biçimlendirmek isterler ve artık üzerlerinde yabancı bir şey istemezler!

Böylece insanlar, kendilerini bulmak için değil, kendilerini içinde kaybetmek ve unutmak için vahşi doğaya dalarlar. Güçsüzlerin ve kendinden memnun olmayanların arzusu olarak "kendi kendinin dışında olmak".

*

Asil nedir? - İnsanın sürekli olarak rol oynamak zorunda oluşudur. Sürekli poz yapma ihtiyacı duyduğu durumlar aramasıdır. Mutluluğu büyük çoğunluğa bırakmasıdır: ruhun huzuru, erdem, rahatlık, Spencer tarzı anglo-anjelik esnaflık olarak mutluluğu. İçgüdüsel olarak ağır sorumluluklar aramasıdır. En kötü ihtimal kendinden gelse bile, her yerde nasıl düşman edilebileceğini bilmesidir. Sürekli olarak büyük çoğunluğa sözlerle değil ama eylemlerle ters düşmesidir.

*

 Alınyazısı olan, kendilerini taşımakla alınyazıları taşıyan insanlar, kahramanca yük taşıyan türün tamamı: ah, bir kez olsun nasıl da dinlenmek isterler! En azından birkaç saatliğine kendilerini ezen şeyden kurtulmak için güçlü kalplere ve enselere nasıl da susamışlardır! Ve ne kadar boşuna susamışlardır! - Bekliyorlar; geçen her şeye bakıyorlar: hiç kimse onlara ıstıraplarının ve tutkularının binde biri kadar bile yaklaşamıyor, hiç kimse ne şekilde beklediklerini sezmiyor - Eninde sonunda dünyevi sağgörünün ilk parçasını öğreniyorlar -artık beklememeyi; ve sonra bir başkasını: cana yakın olmayı, ılımlı olmayı, bundan böyle herkese tahammül etmeyi -kısacası, şimdiye kadar tahammül ettiklerinden biraz fazlasına tahammül etmeyi öğreniyorlar.

*

Muazzam ve gururlu bir soğukkanlılıkla yaşamak; sürekli ötede - Birinin duygularına, lehte ve aleyhte gönülden katılmak ya da katılmamak, buna tenezzül etmek saatlerce; ata biner gibi, sık sık da eşeğe, oturmak üzerlerine: - İnsan onların bönlüğünden ve aynı ölçüde ateşinden yararlanmayı bilmeli. Onun üç yüz yıllık görünüşü korunmalı; kara gözlükleri de: Çünkü kimsenin gözümüzün içine bakmadığı durumlar vardır, hala "temeller"imizin görülemediği. Ve şu yanımızda bulunacak insanları seçmedeki çapkınca ve sevinçli kötülük, nezaket ve dört erdemin ustası olarak kalmak, yürekliliğin, sezginin, duygudaşlığın, yalnızlığın.

*

 Çünkü, yalnızlık, bir erdemdir bize, incelmiş bir eğilim, insanlar arasındaki ilişkileri bulup çıkaran bir temizlik itkisidir, - "toplumda" - kaçınılmaz kirlilikte yürütülmek zorunda olan. Her toplum, insanı, bir biçimde, bir yerde, bir zaman - "sıradan" kılar.  

*

“Dişlerimi sıkarak, tıpkı istemeden kumu ısıran vahşi bir dalga gibi dişlerimi sıkarak, sığlığınızın sahillerine vuruyorum.”



Sessizliği öğrenmek, belki de konuşmanın arkasına gizlemek; ferahlama, gözyaşı ve yüce avuntu anları için kuytu köşeler ve keşfedilemez yalnızlıklar yaratmak - ta ki sonunda "seninle ne işim var?" diyebilecek ve kendi yolumuzda gidecek kadar güçlü olana kadar.

*

Fakirliğe ve isteğe ve ayrıca hastalığa tahammül.

*

Çok Uyumak. - Eğer insan yorgun ve tok ise canlanmak için ne yapmalı? Birisi kumarhaneyi diğeri Hıristiyanlığı, üçüncüsü elektriği öneriyor. Ama en iyisi, sevgili melankoliğim, çok uyumaktır ve öyle de kalacaktır, gerçek ve mecazi olarak! Böylece insan sabahına tekrar kavuşacaktır. Yaşam bilgeliğindeki marifet, her türlü uykuyu uygun zamana yerleştirmeyi bilmektir.

*

Yeni Yaşamın iki Temel İlkesi.-Birinci ilke: kişi yaşamı en kesin, en kanıtlanabilir olana doğru kurmalı: şimdiye kadar yapıldığı gibi, en uzak olana, en belirsize, ufuğu ve bulutu andırana doğru değil. İkinci ilke: kişi yaşamını kurmadan ve ona kesin bir yön vermeden önce, en yakın ve yakın olanın, en kesin ve daha az kesin olanın sıralamasını saptamalı.

*

Kişi birşeye yaşantı yoluyla açık değilse, onu duyacak kulak
da yoktur onda... 

*

 Günün en az üçte ikisine kendisi için sahip olmayan kişi, devlet adamı, tüccar, memur, bilgin, ne olursa olsun bir köledir.

*

Her insanın hayata katlanmak için kendi reçeteleri vardır (hayat bir defa bile olsa çekilmez geldiyse, kâh hayatı kolaylaştırmak kâh kolaylığı sürdürmek için bu reçeteyi kullanır), bir suçlu bile bunu yapar.


*

 ...hayatı hafifletmek değil ama hayatı hafife almak. 


*

"Kendimizi gerçeğin büyüsüne bırakmayı öğrenebilirsek tanrılar gibi kolay bir hayat yaşayabiliriz”, 

“Sonuç olarak, özgürlükte tinler hafiflikte yaşayan tanrılardır”. 

 “Amaç, okuyucu ayak parmakları üzerine kalkabilecek derecede esnek bir tabiata kavuşturmak”,

“Özgür düşünce, peri masalları, şehvet, insanı ayak parmakları üzerine kaldırır.”


*

Nasıl dayanabildim buna! Nasıl üstesinden gelebildim böyle yaraların? Ruhum, bu mezarların içinden nasıl yeniden dirilebildi?

 Evet, yaralanamaz, gömülemez, kayaları parçalayan bir şey var bende; onun adı da benim istencim. Suskun ve değişmeksizin, yılların içinden geçip gitmekte.

Benim ayaklarımla sürdürmek istiyor yürüyüşünü o yaşlı istenç; anlam, onun için yürek kadar katı ve yaralanamaz.

Yaralanamazlığım topuğumda sadece. Sen, hâlâ orada yaşamakta ve kendine benzemektesin, sabırlıların en sabırlısı! Hâlâ tüm mezarları kırıp geçirmektesin.

İçinde hâlâ gençliğimin özgürleşememiş yanı yaşamakta ve sen, yaşam ve gençlik olarak, umut ederek oturmaktasın buradaki sarı mezar kalıntılarının üstünde.

 Evet, benim için hâlâ bütün mezarları parçalayansın: Selam olsun sana istencim. Ve diriliş ancak mezarların bulunduğu yerde vardır.

*

"Benim gibi yalnızlar, başkalarına yavaş yavaş alışırlar, en
değerli gördüklerine bile."

*

"Amerikalıların, altına hücumu ve soluksuz bir hızla çalışması ... şimdiden eski Avrupa'ya yayılıyor ... İnsan şimdiden durağanlıktan utanıyor; uzun süreli durup düşünme neredeyse insanlara vicdan azabı veriyor. İnsan elinde bir saatle düşünüyor, tıpkı finans sayfalarını okurken yemeğini yiyen biri gibi ... her türlü biçim işçilerin acelesiyle yok ediliyor ... insanın artık törene zamanı ve enerjisi yok ... iş giderek tüm vicdan rahatlığını kendi yanına çekiyor; neşe arzusu, şimdiden kendine 'toparlanma ihtiyacı" diyor ... "insan sağlığını ona borçlu" -kırda gezmeye giderken yakalanan biri böyle diyor. Çok geçmeden, vita contemplativa [düşünsel hayat] (yani fikirlerle ve dostlarla bir yürüyüşe çıkma) arzusuna kendimizi bırakmayacağımız bir noktaya gelmemiz de mümkündür ...

 "Amerikan hızının" yarattığı en ciddi tehlike derin düşünmenin yok olmasıdır.

*

Yüksek düzeydeki insanlar kendilerini, alt düzeydekilerden, . . . bakarken düşünmeleriyle
ve ölçülemez kadar fazlasını duymalarıyla ... ayırırlar ... Yüksek düzeydeki insan ... kendi doğasının düşünüp taşınan bir doğa olduğunu söyler, bu yüzden de aynı zamanda hayatın fiili şairi ve süregiden yazarı olduğu gerçeğini görmezden gelir. Hiç şüphe yok ki bu dramanın aktöründen, eylem adamı denen kişiden çok farklıdır; ama salt bir izleyiciden ve sahnenin önündeki festival ziyaretçisine daha da az benzer. Şair sıfatıyla, kesinlikle vis comtemplativa (düşünüp taşınma gücüne] sahiptir ... ama diğer yandan ve her şeyden öte, görünüşler ve genel inanç ne doğrultuda olursa olsun, eylem adamının yoksun olduğu vis creativa'ya [yaratıcı güce] da sahiptir. Henüz orada olmayan bir şeyi gerçekten ve sürekli olarak yapanlar biziz, düşünen-yenifikirlere- açık-olanlarız: sürekli büyüyen bütün bir değerlendirmeler, renkler, ağırlıklar, perspektifler, ölçüler, olumlamalar ve olumsuzlamalar dünyasını biz yaratırız. Mucidi olduğumuz bu şiir pratik denen insanlar [aktörlerimiz] tarafından sürekli içselleştirilir, talim edilir, ete kemiğe ve gerçekliğe tercüme edilir, hatta basmakalıplaştırılır ... ama dünyayı yaratmış olan biziz ...

*

Bir gün, muhtemelen de yakında, öncelikle büyük şehirlerimizde bir şeylerin eksik
olduğunu kabul etme ihtiyacı hissedeceğiz: düşünmek için sessiz ve geniş yerler -
yağmurlu ya da fazla güneşli [Cenova ya da Torino gibi] havalar için uzun ve yüksek
tavanlı sıra kemerler, bağırış çağırış ve araba gürültüsünün gelmediği yerler ... düşünüp
taşınmanın ve kenara çekilmenin yüceliğine ifade kazandıracak koca bir binalar
ve siteler kompleksi . .. Kendimizi taşlara ve bitkilere tercüme etmek isteriz; bu geçitler ve bahçelerde yürürken kendi içimize yolculuklara çıkmak isteriz.

*