Ben hürriyetimi çok severim... / Fikret Mualla


“Ben hürriyetimi çok severim. Bunu naçiz sükutumda bulurum. Resim yaparken, ibadet eder gibi sükûneti beynimin tepesinde, saçlarımın dibinde hissedemezsem, o zaman bilirim ki bir yanlış işle meşgulüm veya işgal edilmişimdir. Bu yanlış meşguliyetten kurtulmak için gider, evvelâ üç beş kadeh rakı içerim. Eğer bu yanlış meşguliyet daha sürerse, fitil gibi olur, çatacak, kavga edecek adam ararım."




“Alemi nizama sokmak, fikrimden geçen şey değilse de, lâfın kısası, sükûtumu resmen severim ve dediğim gibi, ibadet eder gibi resim yapmayı ister, ruhî istirahatimi ancak bu tarzda temin ederim. Bu da benim hakkımdır.



 Bu sırada bana neler söylemezler: İşte zavallı yine resim yapıyor, para kazanacağı yerde boyalarla, fırçalarla uğraşıyor, sonra ekmek parası bulamıyor! Doğru. Bu bezirganların hakları var. Resim yapmak, resim yaptırmak zengin cemiyetlerin lüksüdür ve ben leblebiciler arasında bir ucubeyim. Ben bu kitle içinde onlarca bir deliyim. Nitekim, bence de, beni resim yapmaktan uzak tutan herhangi bir kimse de benim düşmanımdır ve ben de ruhen fakir bir cemiyetin ve tufeyli zenginliğinin müthiş düşmanıyım."


 "Pentürle hayatımı kazanıyorum. Daha ziyade kendimi öldürüyorum. Elimdeki avucumdaki ne ölecek, ne de yaşayacak kadardır. Üstüm başım bitik, ne elbisem kaldı, ne de çamaşır, kış fena halde geldi. Müsait ve biraz sehavetli bir satış yapmak çarelerini arıyorum.  Ömrüm pentür yapmak, desen çizmekle geçiyor. Paris'in ücra bir köşesinde dünyadan uzaklaşmakla uğraşıyorum. Maddi mücadele yoruyor. Sanat bu vaveylalı âlemde tıpkı bir kedi miyavlaması gibi geliyor bu âlem insanlarına. Süksem olmuyor sanma, fakat mânevi. Şöyle bir gökyüzü açılıp yüzbin franklık bir portföy inmiyor yanıma. Borç içerisindeyim, benzim sararıyor."


"Fakirlik, dünyanın en büyük kabahatiymiş meğerse,
mektepte bizlere bunu vaktiyle öğreteceklerdi.




"Derdim günüm bu sıralarda yeni bir elbise ve temiz çamaşır. Seni düşündüm. Acaba bana taahhütlü bir paketle gönderemez misin? Eski olsun razıyım."

 (Mektuplarından)


Bermutad meteliksiz vaziyetlere berdevam olup... (Hıfzı Topuz'a / Fikret Mualla)



"Pek muhterem ve sevgili Hıfzı Topuz, Dün Unesco'ya size telefon ettim, ya meşgul idiniz, ya da büroda değildiniz, görüşemedik. Şimdi tahrisen arz'u hal ederken yakın bir günde sizi görmeyi ve üç beş çene çalmayı son derece arzu ederim.

Gazete arzu eder, beklerim.

Bir paket Bafra veya Birinci isterim
 Mek şişe Club rakısı dilerim.
(Şiir böyle olur)

Fikret Mualla, Paris, 30 Ağustos 1960

"1960'ı ne ise atlattık. Hak teâlâ cümlemiz için inşallah bu sene biraz daha iyi olur, amin. Vaktin olursa bir telefoncuk çek. Üç beş laf edelim bir akşam üstü..." (11.1.1961)

"Bermutad meteliksiz vaziyetlere berdevam olup gözlerinizden öper ve hatmi kelâm ederim. Amin. Beni unutma." (3 Şubat 1961)

*Demin Dr. Safder'e bir mektup attım. Beraber mevsimin son istiridyelerini, kafayı çekip mezelendiğimizden bahs eyledim.

Afrikaya azimetten evvel tekrar üç beş laf atmak için beni görmeden gitme. Biliyorsun burada son derece yalnızım. (18 Mart 1961)

Şimdi ya Afrika'ya gittin veya gitmek üzeresin. Ben burada mahsur, metelik yok cepte... Vatan mahzun, ben mahzun. Beni unutma, bana gittiğin yerlerden güzel pullu kartlar gönder." (8 Mayıs 1961)


"On gündür gazete gelmez oldu, ya postanede kayboldu, ya da hergelenin biri arakladı... Parasızlıktan imanım gevriyor. Neyse, Allahaısmarladık." (10 Haziran 1961)

"Kaç zamandan beri zatınızı görmek bir türlü, görmemek bir başka türlü. Abdi aciz ise 3-4 aydan beri fü-lus'u ahmer'e muhtaç. Türkçesi, zil vaziyetteyim. Sen de beni unutma!!.." (31 Aralık 1961)

İmdat Mektupları / Fikret Mualla

"Dostlar olmasa eyvah ki ne eyvah.
Mangır bitti, bana az destek ol ulan, borcum olsun.
İmdat."



*söz konusu tin tin, Abidin Dino




Mualla'nın Paris'i

Fikret Muallâ'yı barındırabilen biricik şehir. Düşünüyorum da gördüğüm, okuduğum, duyduğum şehirlerden hiç birinin bu yaradılışta, bu huyda bir insanı bağrına basabileceği aklıma gelmiyor. Bir ressam tasarlayın ki aklına estiği zaman resim yapmaktan- başka hiç bir şeyden sorumlu değil. Haftada üç gün aç, susuz dolaşmağı göze almış. Kırlardan böğürtlen toplar gibi sokaktan izmarit toplayıp içiyor. Eşin, dostun yardımı ile bir kaç resim satabilirse ilk işi en sert içkilerle kafayı çekmek, en pahalı yiyeceklerle karnını doyurmak ve en sunturlu küfürlerle etrafındakileri kasıp kavurmak oluyor.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

"Ayvalık uğruna ayvayı yedim!" / Fikret Mualla

1934 Şubat'ında Ayvalık'a gittim, oranın havası beni biraz uyuşturdu. Derslere başladım, ama Ayvalık'ta ne boya var, ne tuval, ne kırtasiye... Çevreyle pek uyuşamadım. Zaten aileler yabancılara kapalı. İlk başlarda sık sık Cunda Adası'na gidiyordum. Orada balıkçıların ağlarını örerken, oltalarını hazırlarken resimlerini çiziyordum. Bu iş çok hoşuma gidiyordu. Yoksulluk içinde yaşam savaşı veren balıkçılarla hemen dost oldum. (...) Fırsat buldukça Sarımsaklı yolu üzerinde Çamlık'a gidiyordum. Kışın bile orası çok güzeldi. Birkaç kez de Şeytan Tepesi'ne çıktım. Manzara hiç unutulacak gibi değildi. O tepede körfezin, ufak adaların, koyların seyrine doyum olmuyordu. Oralarda ne resimler yapılırdı. Vakit bulsaydım Cunda'nın Yoksul Balıkçıları adlı bir dizi resim yapacaktım, olmadı. Ne kağıt bulabildim, ne boya... (...) 1935 Mart'ında bir gün Ayvalık'ta şehirlerarası yolcu taşıyan otobüslerin kalktığı yere yakın bir kahvede oturuyordum. Şoför " Şimdi kalkıyor, İstanbul, İstanbul!" diye bağırıyordu. Masadan kalkıp biletimi aldım. Eve falan da uğramadan otobüse atlayıp İstanbul'a döndüm." 

Abidin Dino'nun anlattığına göre de Ayvalık'taki resim öğretmenliği sırasında başına gelmeyen kalmamış, "Ayvalık uğruna Ayvayı yedim" demiştir Mualla...


Montmartre'da Yaşayan Ölüler / Fikret Mualla

Montparnasse'ta

Montmartre'da yaşayan ölüler 


Fikret Mualla

"Vaktiyle Montparnasse mahallesi cidden sanatkârlarınmış, şimdi ticari ve eğlence mahallesi olup Paris'e celbedilen ecnebilerle hoş bir vakit geçirmek için icad olunmuş bir semt olup, başlıca üç büyük kahveden mürekkebdir. Birincisi Cafe de Döme, İkincisi Cafe Rotonde. Montparnasse'ın temiz ve nezih günlerini görmüş yaşlı artisler olsun, gerekse artislerle mürekkep bir semtin maymun kafesi zannolup ecnebileri celb için habire reklam yapıldığına kızanların hakkı var ama, paraları yok. Bugünkü Montparnasse da parasız ecnebi yerine paralısını istiyor. Buranın cici cici kızları zengin Amerikalıların çek defterleri ile günden güne şıklaşırken eskiden nezih bir mütefekkir içtimagâhı olan Cafe'de Dome'da, şık (Poule)larla gelen kavalyelere göre yeni masalar ve maroken koltuklar ile tezyin olurken, yolunu şaşırıp bu hali gören artisler de: "tabii bizim oturduğumuz iskemlelerde onlar oturamazdı ya" diye omuz silkip gidiyorlar. Bu zengin ecnebilerin içinde eski hadisesine hürmeten gösteriş için resim yapan ve yanında birkaç dilber gezdiren zümre de yok değil ise de ben onların resimlerini görmek istemem.

"Döme caddesinin karşısında Cafe Rotonde'da arzuya hilaf olarak parasız artisler yok değil, hatta bazıları hiçbir yerde ikamet etmiyorlar. Kışın (asile) da, yazın da Bois de Boulogne'da bilmem hangi ağacın, hangi dalını apartman yapan daha neler var bilseniz.

"Akşam üstü paralinda parsisida Bd. Mt. parnasse'te gazerler. Paris'in hayvanat bahçesi başka semtte imiş, ama ben inanmıyorum. Akşamüstü Paris apaşlarının (inek) lakabını verdikleri bisikletli polisler acele acele dolaşırlar. Velhasıl kelâm (esprit)ve lâme) ile vakit geçirmek buna derlerse de ciddi düşünen ve çalışan bir artist için her yer bir mekteptir. Her yerde olduğu gibi Fransa'da bir artistin eserleri bilâ kayıt şart hürmet görmesi için vefat etmiş olması lazımdır.


Amadeo Modigliani

Size bu yaşayan Ölülerden Anudes Modigliani'den bahsedeceğim. Modi, bir Italyan musevisidir. Bir vakitler bir lokma ekmek parası çıkarmak için Montparnasse'ta kapı kapı dolaşmış, resim satmak istemiş, kimse beğenmemiş, yani anlayamamışlar. Bazıları alay için beğenir gibi görüşmüşler, saf ruhlu Modi de onlara inanır, resimlerini hediye edermiş.


"Pek mecbur olduğu zaman Cart Rotonde'da beş frank mukabilinde portrait yaparmış. Kendisini takdir edenler de Picasso gibi yüksek artistlerdi ama o zaman Picasso da beş parasızdı. Modi kendi eserlerinin ne zaman olursa olsun muvaffak olacağını bilir, kendi istediği gibi çalışır ve dehasından hiçbir vakit şüphe etmemiştir. Modi pek genç öldü. Ben ne Modi'nin eserlerini ne de onun hayatım tasvir etmekten acizim, yalnız Modi vefat edeli on sene oldu, bugün en ufak tablosu 100.000 franc... ve günden güne artıyor. Modi'nin ruhu müsterih olsun. Onun 5 franc mukabilinde çizdiği portreler bile ebedi oldu.

Dino / Mualla


İstanbul 1934 Fikret Mualla, Abidin Dino'yla birlikte İstanbul'da Güzel Sanatlar Akademisi'nin merdivenlerinde sanatçıların parasızlığını belirten jestlerle avuç açıyorlar.

Paris'te Bir Türk Ressamı

Fikret bugün nasıl yaşıyor? Fikret Picasso’nun kendisine hediye ettiği tabloyu nasıl okutmuş?
Fikret’in vehimleri. İstanbul’daki odamda, divanın üstünde onun bir tablosu vardır. Yıllardan beri bu “nü”yü seyrettikçe kafamda Fikret Muallâ’yı türlü şekillerde canlandırmaya çalışırım. Onun senelerden beri Paris’te olduğunu ve çetin mücadelelerle hayatını kazandığını da bilirim. Şimdiye kadar çok kimselerden ona ait bir şeyler dinlemiştim. Bazıları Fikret’in Paris’te büyük şöhret yaptığından bahsettiler. 

Bir çokları da Fikret’in kendini içkiye verdiğini anlatıyorlardı. Onun hakkında işittiğim tezatlı
söylentiler bende büyük ressama karşı derin bir merak uyandırmıştı. Paris’e gelir gelmez
aradığım insanlardan biri de Fikret Muallâ oldu.

Alesia’da bir çıkmaz sokak üzerinde bulunan köhne bir apartmanın yedinci katındayım. Basit
bir sanatkâr odası. Bütün eşya bir divan, bir masa ve bir sehpadan ibaret. Duvarlarda çerçevesiz
tualler var. Masanın üzerinde bir kaç armut, elma, biber ve üç dört baş soğan görülüyor. Bir
palet, boya tüpleri, masanın altında eskizler. Yerde boş iki şarap şişesi, bir çay bardağı. Pencerenin
kenarından duvara bir ip gerilmiş. Üzerinde bir don asılı. Yanmayan bir soba. Eski bir çift terlik. İşte büyük ressam Fikret Muallâ’nın bütün eşyaları.

“-Bohemliğe hiç merakım yok, diyor. Bu odanın havasından zevk mi alıyorum acaba; yooo, katiyen. Ben de rahatı severim. Geniş ışıklı bir evim, güzel eşyalarım olsun bayılırım. Eski tarz eşyalar.. Stil bir masa, koltuk, ceviz kütüphane. Gayet güzel şeyler. Ama ben eski eşya alacak oldum mu Bit pazarından yukarı çıkamıyorum. Fark var arada. Olmuyor işte. Hayat bizi zorla Bohem yapıyor."

Anlatıyor. Bir saat, iki saat, üç saat Fikret'i dinliyorum. Durmadan, yorulmadan, nefes almadan, canla, başla, heyecanla anlatıyor. Sivil polisler, mahkemeler, babasının ölümü, miras meseleleri, bitmez tükenmez dâvalar, türlü kırtasiyecilik, veraset ilâmları, Adliye yangını, resim sergileri, Kamondo hanı, Kadıköy'de bir baba evi, Balık- pazarı meyhaneleri, Kireçburnu, Üsküdar, cânım Boğaziçi, sonra bir yığın takibat, Emniyet müdürlüğü, sorgu sual, Bakırköy hastanesi ve nihayet 1938 İstanbul’dan ayrılış. Sonra Paris hayatı, İkinci Dünya Harbi, işgal seneleri, kardeşinin ölümü, bir yığın şüphe, karanlıklar. Öldü mü, öldürüldü mü? İçki, korku ve yine takibat, sivil polisler, resmi polisler. Ve daha sonra yalnız Fikret’in muhayyilesinde yaşayan muazzam suikast
komploları: “Beni öldürmek istiyorlar.”

İşte 50 yıllık ıstıraplı bir hayatın neticesi. Sebepleri tamamen sosyal olan bir bozukluk Fikret gibi ender yetişen bir kabiliyeti bugün maalesef vehimlere sürükleyerek bütün sanat kabiliyetini de ölüme götürüyor.

1952 /  İmpassu du Ronet’deki odasında çalışırken

Hangisinin yağı iyi ise... / Fikret Mualla


Taha Toros'a
8 Haziran 1964


"...Bir taraftan maişet için olsun, sanat için olsun daima çalışıyorum. Eskisi gibi defterler dolduramıyorum. Küfürleri de çoktan bertaraf ettim. Keskin sirke, kendi kabına zarar veriyor.

Küfürlerimden kâinat kös dinlemiştir! Sükût ve sessizce çalışmalar daha faydalı oluyor. Buna inandım...

...Sergilerimde birçok manevî zafer kazandım. Fakat tüccarlar, biaman hırsızlar yüzünden on para kazanamadığıma yemini billâh ederim."

Fikret Adil'e Son Mektup / Fikret Mualla


Seksenlerden İki Film


I have of late, but wherefore
I know not, lost all my mirth
and indeed, it goes so heavily with my disposition;
that this goodly frame the Earth, seemes to me a sterrill
Promontory; this most excellent Canopy the Ayre,
look you, this brave ore-hanging firmament,
this Majestical Roof,
fretted with golden fire: why, 
it appeares no other thing
to me, then a foul and pestilent congregation of vapours.
What a piece of work is a man,
How noble in Reason, how infinite in faculties, 
how like an angel in apprehension
how like a God ! 
the beauty of the world,
the paragon of animals. and yet to me,
what is this quintessence of dust?
Man delights not me; no,
nor Woman neither; 



Son zamanlarda, bilmem neden, bütün sevincimi yitirdim, her gün yaptıklarımı yapmaz oldum. Gerçekten öyle karardı ki içim, dünya, bu güzelim yapı, çorak bir kayalığa döndü gözümde. Hava, o canım başörtüsü dünyanın, şu cömert gök kubbeye bakın, bu yüce tavan altın parıltılarıyla bir şey değil benim için, pis, hastalıklı kokular birikintisinden başka bir şey değil. İnsan, ne yaman bir yapı insan! Akıl gücüyle ne soylu bir varlık! Düşünme yetenekleri ne sonsuz! Duruşu, kımıldanışı ne anlamlı, ne güzel! Ne melekçe davranışları, ne Tanrıca kavrayışları var! Evrenin gözbebeği insan, canlıların baş tacı! Ama benim için nedir insan, bu özü toz yaratık?  İnsanın tadı yok benim için, kadının da yok..

Hamlet'ten
çeviri: Sabahattin Eyüboğlu


https://www.criterion.com/current/posts/122-withnail-and-i






"Oyun yazarının hayatı zordur. Kimilerinin düşündüğünün aksine kolay değildir. Oyun yazmak için çok çalışırsınız, kimse sahnelemez. Geçinebilmek için başka işler yaparsınız. Ben oyuncu oldum ama insanlar işe almadılar. Böylece günlerini ufak tefek işlere koşturarak geçirmeye başlarsın. Bu sabah kimi önemli telefon görüşmeleri için saat 10.00’da kalkmam gerekti. Daha sonra zarf almak için kırtasiyeye gittim. Sonra da fotokopiciye. Yapılacak düzinelerce iş vardı. Saat 17.00’de, sonunda postaneye gidebildim ve oyunumun birkaç kopyasını postaladım, bu sırada da acaba menajerim bir rol için aramış mı diye devamlı çağrı cihazımı kontrol ediyordum. Sabah posta kutum faturalarla dolmuştu. Ne yapacaktım? Bunları nasıl ödeyebilirdim ki? Zaten elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Bütün hayatım bu şehirde geçti. Yukarı doğu kısmında büyüdüm. 10 yaşımdayken zengindim, soyluydum, sefahat içerisinde, taksilerle dolanıyordum ve aklımdaki tek şey sanat ve müzikti. Şimdi 36 yaşındayım, aklımdaki tek şey para..."


la classe des garçons / francis lacombrade













Man at Bath (2010, Christophe Honore)

Bob Dylan / I Containe Multitudes


Do I contradict myself? Very well, then I contradict myself, I am large, I contain multitudes"
"Çelişiyor muyum kendimle? Pekala, çelişiyorum kendimle,  (Büyüğüm ben, yığınları taşıyorum içimde) 
Walt Whitman / Song Of Myself (51)



Bob Dylan'ın Whitman'a selam durduğu,  Poe, Anne Frank, William Blake, İndiana Jones, Rolling Stones'a referanslarla bezeli son şarkısı  I Containe Multitudes:


Today, tomorrow, and yesterday, too
The flowers are dyin' like all things do
Follow me close, I'm going to Balian Bali
I'll lose my mind if you don't come with me
I fuss with my hair, and I fight blood feuds
I contain multitudes

Got a tell-tale heart, like Mr. Poe
Got skeletons in the walls of people you know
I'll drink to the truth and the things we said
I'll drink to the man that shares your bed
I paint landscapes, and I paint nudes
I contain multitudes

Red Cadillac and a black mustache
Rings on my fingers that sparkle and flash
Tell me, what's next? What shall we do?
Half my soul, baby, belongs to you
Oh, while I cannot frolic with all the young dudes
I contain multitudes

I'm just like Anne Frank, like Indiana Jones
And them British bad boys, The Rolling Stones
I go right to the edge, I go right to the end
I go right where all things lost are made good again
I sing the songs of experience like William Blake
I have no apologies to make
Everything's flowing all at the same time
I live on the boulevard of crime
I drive fast cars, and I eat fast foods
I contain multitudes

Pink petal-pushers, red blue jeans
All the pretty maids, and all the old queens
All the old queens from all my past lives
I carry four pistols and two large knives
I'm a man of contradictions, I'm a man of many moods
I contain multitudes

You greedy old wolf, I'll show you my heart
But not all of it, only the hateful part
I'll sell you down the river, I'll put a price on your head
What more can I tell you?
I sleep with life and death in the same bed
Get lost, madame, get up off my knee
Keep your mouth away from me
I'll keep the path open, the path in my mind
I'll see to it that there's no love left behind
I'll play Beethoven's sonatas, and Chopin's preludes
I contain multitudes

Sartre


Sartre'ın 1967’de Radio-Canada’ya verdiği söyleşi.
çeviri: Siren İdemen - Kerem Eksen

*
Değişen Sartre için bak:

"They were immortal sea stones" for Piano / İlhan Usmanbaş


“O yılların Ayvalık'ı gözümün önündedir. Özellikle de deniz taşlarını hatırlıyorum. O taşların seslerini dinleyerek tek başıma yürürken ruhuma sinen bu seslerin besteciliğimin özünü oluşturduğunu söyleyebilirim.”



*
Ayvalık için bak:


Dali'den Üç Resim / İlhan Usmanbaş

Part 1: Las Tentationes de San Antonio / The Temptation of St. Antony, 1946 Youtube: Dali'den Üç Resim /00:05


“Birinci tablo […] büyük bir ufuk çizgisi, şaha kalkmış canavarlar ve yukarıdan aşağıya akıp gelen çizgiler. Hem bir direnç, hem bir güç, hem bir sükünet. Bunların müziğe aktarılması aynı yöntemle oldu: Uzayan sesler üzerinde yukarıdan aşağıya süzülen sesler.” 


Part 2: El Centauro / Centaur, 1951

“İkinci parça ‘El Centauro”, insan-at figürü. Müthiş bir güç ama resmin ortasında anahtar deliğine sıkışmış. Sadece bu. Müzik burada seslerin orta alanında inatçı biçimde sürüp giden kımıldanmaya karşılık iki üç alanda dal budak salan hareketler göstererek biçim alma olanağını buldu.”

Kydonia / Ayvalık


*
Ayvalık için bak:

Olmayacak Olan ve Olacak Olan

fotoğraf: Burhaniye / ören


Dilerim yeryüzünü ve onun üzerinde biten tüm evcil ve yabanıl, ölü ve diri örtüyü sonsuz sabırla ve benim gibi takınaklı bir tutkuyla ayıklamayı ve kendine katmayı sürdürüyorsun. (Ne olacaksa!) Dilerim karşılığında kendini denize, dalgalara, yaprakların uğultusuna, yağmur bulutlarına, dünyanın tüm seslerine katmayı sürdürüyorsun. (Ne olacaksa!) Bir şey olmayacak. (Rimbaud'nun sıçrama ve düşme noktası.) Bir şey olmayacak, her şey baş döndürücü biçimde olup biterken.
Her şey olacak. Olabilir.

Şeytan da bir melek ve belki meleklerin en güzeli, sadığı, dürüstü, yaratıcısı. (Sanırım lanetlenmiş bir soya bağlıyız.) Kimse anlamayacak olmayacak ve olacak olanı.

Merhaba genç dostum.

Z.

"İçimdeki Bartleby huysuzlanıyor"

Z. her huysuzlaştığında sözü Katip Bartleby'e getirir. Son iletisinde yine adı geçince Melville'in bu uzun öyküsünü bir çırpıda okudum ve tanıştım yapmamayı yeğleyen meşhur katip Bartleby ile. Bu küçük ama etkisi büyük olmuş öyküyü okumayı bu kadar geciktirmiş oluşuma da üzüldüm.

"Dörtgenin köşelerini nice bastırsam da kusursuz çembere ulaşamıyorum. Hadi çemberi yaptın ya sonra, sorusunu ise Kâtip gibi, şimdilik, 'sormamayı yeğlerim', diye geçiştiriyorum. O daha iyisini yapıyor, 'yapmamayı yeğliyordu'.
Sızlanmak bir tür onursuzluk tabii. Kendi en geniş anlamda alçaklığıma karşı kurmaca denebilecek bir onur sürüyorum kendi karşıma. Cinin lambada uyumasından iyidir dışarı çıkması. Aralıktan sızan esintiye onur dememizi engelleyecek ne var? Hiçlikten onur damıtmak mı bu? Ne işe yarayacak, kendi gözünde var olmanı bağışlatmaktan öte. Ama tersi daha zor geliyor bana. Yapmamak daha zor. Barthleby nasıl göze alıyor bilemiyorum. Sıkılmak dayanılmaz. Belki de sorunumuz, her şeye neden, minareye kılıf aramakta... Çelişik bir durum. Yapmamak da yapmak deyip çelişki bir söz oyunuyla aşılabilir mi? Çünkü yapmamayı yeğleyen bilinç arkada duruyor.
Yapmanın seçeneği yok o zaman. Tüpten fışkıran diş macunu gibi başka ağızlara dalacak, başka dişleri istemesek de parlatacak ya da parlattığımızı sanacağız. 'Kaos sürüyor'. (Lars von Trier)"(Z.Z.K.)



haftasonu

Yazıyla kıyısından köşesinden ilgili herkesin içinde bir Bartleby var huysuzlanan. Bir duvarın önünde can vermeyi göze almak herkesin harcı değil nasılsa. Oscar Wilde'ın hiçbir şey yapmamanın bu dünyanın en zor ve en entelektüel şeyi olduğu düşüncesine de katılırsınız. Melih Cevdet Anday'ın eşi şairin yazmayı neden bıraktığını Feridun Andaç'a şu sözlerle aktarıyor: "Sizin oturduğunuz yerde oturmuş kitap okuyordu, elinde de bir kalemle defter vardı, notlar alıyordu. Bir ara kaldırıp attı bunları. " Ne böyle yazı yazılır, ne de yazar olunur!" diyerek bıraktı okumayı ve yazmayı..." Anday'ınki bir tür inanç yitimi ve başarısızlık duygusu gibi duruyor ama hikayenin devamı Ferit Edgü'de: "Yıllar yıllar önce bir gün Melih Cevdet ne yazdığımı sormuştu. Ben de "hiçbir şey, yazmayı bıraktım" yanıtını vermiştim. Büyük şair haifiçe gülümseyerek bilirim demişti. Ben de dört beş bırakmışımdır."

Yapmamayı tercih eden Bartleby'nin ününden Bartleby Sendromu olarak anılagelen bir red edebiyatı da türemiş. Enrique Vila-Matas'ın Bartleby ve Şürekası'nı okuyordum, içinde kimler yok ki, edebiyat tarihinin herhalde en kabarık ve en tutarsız listesidir. Hiçliğin cazibesi diyor Vila - Matas bu olumsuz itkiye kalemini kaptıranlara. Ferit Edgü, Notos dergisinin Red Yazarları dosyalı sayısında maddeler halinde sıralamış:



Herkes kendi olası bırakma gerekçelerini bulup çıkarabilir içlerinden. Benim de zaman zaman tıpkı Anday gibi kalemi kitabı fırlatıp atmak geçiyor içimden ("içimdeki Bartleby huysuzlanıyor"). Yapmamayı yeğlemekten ziyade, vazgeçmek... (bir duvarın önünde can vermeyi göze almaksa eğer...) Bu reddi en uç noktalara da taşıyabilir, yaşamamayı da yeğleyebiliriz. Olumsuzluk duygusu ya da hiçliğin çekiciliğine kapılmak (5), yaşama duyulan tiksinti (19), edebiyatı küçümsemek (14), unutulma isteği (1),  yazmanın belirsizliği ve bıraktığı yetersizlik duygusu (17) bunlar kolay kolay gerekçelenmezler hiçbir zaman; sanatın saçma olduğuna inanmaksa (7), evet belki Rimbaud gibi Cehennem'de Bir Mevsim'i yazdıktan sonra sanatın bir saçmalık olduğunu söylemeye hakkımız olabilir ancak. Belleğin sözdizimsel bütünlüğü barındıramayacak kadar deliliğe hapsolması (8), hala tutunacak birkaç sözcük kalmışsa eğer, Batur'un bir yazısında onu andığı şekliyle, Bartleby'nin canlı numunesi, bütün yazdıklarını bir sandıkta istifleyen Pessoa bu delilikten de sağ çıkılabilineceğini gösteriyor. 

Susmanın Estetiği'nde Susan Sontag konuyu daha da uç noktalara taşımış:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/susmanın estetigi susan sontag


İlgili birkaç okuma daha:

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/Yazma Sıkıntısı / Agnes Verlet
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/ Ferit Edgü / Yazmak


"Mutlak bir hüzne sahip bu neşeli melodiler kadar dokunaklı hiçbir şey yoktur" (I)

"Mutlak bir hüzne sahip bu neşeli melodiler 
kadar dokunaklı hiçbir şey yoktur"

Nietzsche


Schubert’in sonatlarını dinliyorum. Kulağım liedlerindeki o kısa, lirik, tatlı ezgileri arıyor. On yedi yaşındayken bestelediği ilk lied Gretchen am spinnrade, Goethe’den. Alman liedinin de doğumu kabul ediliyor.


 *Dinlediğim bütün yorumlar için oynatma listeleri oluşturdum ve çeviri ekledim.
Çeviriler Gül Sabar (Liedler ve Ozanlar) ve İrkin Aktüze (Müziği Okumak) kitaplarından.


Gretchen Çıkrık Başında


Huzurum kaçtı
Yüreğim Ağırlaştı
Hiç bulamam onu
Ve hiçbir zaman artık


Onun olmadığı yerler,
Benim için mezar gibi,
Tüm dünyadan Nefret ediyorum.

Zavallı başım
Dönüyor Çılgınca,
Zavallı aklım
Paramparça.

Yalnızca onu gözlüyorum
Bakıp pencereden dışarı,
Yâlnızca onun için
Çıkıyorum evden dışarı.

Onun saygın tavrı,
Onun soylu endamı,
Onun dudağındaki gülümseme,
Onun gözlerindeki güç.

Ve konuşması ki
Büyülü akıcılıkta.
Onun el sıkışı,
Ve ah, onun öpüşü

Daralıyor göğsüm
Onun özlemiyle.
Ah onu kavrayabilsem,
Ve alıkoyabilsem onu,

Ve öpebilsem onu,
Arzuladığım gibi,
Öpücükleriyle onun
Baygın düşüp ölebilsem!



Auf dem Wasser zu singen, Su Üzerinde Şarkı Söylemek başlığını taşıyan bu lied Friedrich Leopold isimli şaire ait, akşam kızıllığında durgun göl üstünde bir kayık gezintisi: 



La Rabbia (1963, Pasolini) / John Berger

La Rabbia (Gazap)

JOHN BERGER


MELEK GİBİYDİ DESEM, onun hakkında bundan daha saçma bir şeyin söylenebileceğini düşünemem. Cosimo Tura'nın resmettiği gibi bir melek mi? Yok, hayır. Tura'nın fırçasından çıkma bir Aziz Georgios var ki, tıpatıp ona benziyor! Tescil edilmiş azizlerden ve mutluluk timsali meleklerden nefret ederdi Pasolini. O zaman neden böyle diyorum? Çünkü onun alışılagelmiş, hudutsuz kederi şakalaşmasına izin verirdi; yüzündeki kaygılı ifadeyle ise teselliye en çok ihtiyacı olanı keşfedip kahkahalarla güldürürdü. Fırça darbeleri hassaslaştıkça, daha iyi anlaşılır oldu! İnsanlara, başlarına gelebilecek en kötü şeyi yumuşak bir üslupla anlatabiliyor, onlar da bu sayede daha az acı çekiyordu, "...zira ümidini yitirsen bile, bir nebze ümit vardır.” "Disperazione senza un po’ di speranza.” Pier Paolo Pasolini (1922-1975).

Kendisiyle ilgili pek çok kuşkusu vardı ama kehanet yetisinden kuşku duymadı hiç; oysa keşke kuşkulansaydım, diyeceği yegâne şeydi. Onun bu yetisi bugün yaşadıklarımızı anlamlandırmakta yardımcı oluyor bize. 1963'te yapılmış bir film izledim az önce. Şaşırtıcı olan şimdiye dek hiç genel izleyiciye gösterilmemiş olması. Bir şişeye konup kırk yıl sonra dalgalarla kıyımıza vurmuş özlü bir ileti gibi.

Eskiden insanlar dünyada olup bitenleri televizyondan değil sinemalarda dünya haberlerini gösteren filmleri izleyerek öğrenirdi. 1962’de bu tür filmlerin yapımcısı G. Ferranti, parlak bir öneride bulundu. O tarihte zaten ünlenmiş olan Pasolini'nin 1945-62 tarihleri arasındaki haber arşivlerini incelemesi sağlanacak ve ondan "Dünyanın her yanında neden savaş korkusu var?" sorusuna cevap bulması istenecekti. Elindeki malzemeyi istediği gibi kurgulayabilecek ve üst sesle yorum getirecekti. Ortaya çıkacak bir saatlik filmin, şirketin şöhretini artıracağı umuluyordu. Bu "yakıcı” bir soruydu, çünkü o tarihte yeni bir Dünya Savaşı tehdidi gündemdeydi. 1962 Ekimi'nde Küba ile ABD arasında nükleer füze başlıkları krizi patlak vermişti.

Daha önce Acattonne, Mamma Roma ve La Ricotta'yı yapan Pasolini kendine mahsus sebeplerle öneriyi kabul etti; tarihe tutkun ve tarihle kavgalıydı çünkü. Filmi tamamladı ve ona La Rabbia (Gazap) adını verdi.

Ancak filmi izleyen yapımcıların ödleri boklarına karıştı; hemen ikinci bir bölümün yapımı için Giovanni Guareschi adında aşırı sağcı olmakla namlı bir gazeteci görevlendirildi. İki film, tek bir filmmiş gibi sunulacaktı. Ne var ki işin sonunda ikisi de gösterilmedi.

Bana kalırsa La Rabbia öfkeden değil, inanılmaz bir tahammül gücünden ilham alıyor. Pasolini dünyadaki hadiselere cesaret ve sağduyuyla bakıyor. (Rembrant’ın resmettiği melekler de aynı bakışa sahiptir.) Bu tutumun nedeni, üzerine titrememiz gereken yegâne şeyin hakikat olması. Bunun fevkinde hiçbir şey düşünülemez.

Açgözlülerin ve iktidar sahiplerinin riyakârlıklarını, yarı-doğrularını ve sahtekârlıklarını toptan reddetmesinin nedeni onların, hakikati görmeyi engelleyici bir tür körlük olan cehaleti üretmekte ve beslemekte olmasıdır. Ayrıca onlar, en değerli mirasımız olan dil hafızası başta olmak üzere, hafızaya sıçrar.

Ancak, onun tutkun olduğu hakikatin hayata geçirilmesi hiç de kolay değildi, zira o dönemde çok derin, tarihi bir düş kırıklığı yaşanıyordu. 1945’te faşizmin yenilgisinden sonra yeşeren umutlara ihanet edilmişti.