Foucault'nun aşağıdaki konuşmasını bloga almayı düşünmüyordum (Telos yayınları, 1992,
Dostluğa Dair Söyleşiler) ama okuduğumdan beri aklımın bir köşesine yerleşti kaldı:
Dostluğa Dair Söyleşiler) ama okuduğumdan beri aklımın bir köşesine yerleşti kaldı:
Birinci Dünya Savaşı'nda erkekler tam anlamıyla birlikte yaşadılar, neredeyse üst üste; ve ölüm hep yakınlarında olduğu sürece, kendilerini birbirleri için feda etmeye, birbirlerine hizmet etmeye duydukları gönüllü istek, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen bir oyun tarafından dayatıldığı sürece, bu birlikteliğin onlar için bir anlamı da vardı. Arkadaşlık ve kan kardeşliği hakkında birkaç tumturaklı söz ve bölük pörçük birkaç tanıklık dışında, belirli anlarda kopan o duygusal tornadolar, o içsel fırtınalarla ilgili ne biliyoruz ki? İnsanların o saçma ve grotesk savaşlara, o cehennemi katliamlara her şeye karşın dayanabilmelerini sağlayan şeyin ne olduğunu insan sorabilir kendine... Kuşkusuz bir duygular yumağıydı bu. Onların birbirlerine aşık oldukları için savaşmayı sürdürdüklerini iddia etmek istemiyorum. Ama şeref, yüreklilik, korkunun giderilememesi, kendini feda etmek, diğerleriyle birlikte ya da onların önünde siperlerden çıkmak: Tüm bunlar, çok yoğun duyguların oluşturduğu bir yumağın varlığını gerektirir. "İşte demek burada eşcinsellik söz konusu," demek değil mesele. Bu tarz gevezeliklerden hiç hoşlanmam. Ama adamların, bataklıklarda, cesetler arasında ve bokların içinde haftalarca bata çıka yürüdükleri, açlıktan ölecek duruma geldikleri ve saldırı sabahı, safların çoktan dağılmış olduğu o cehennemi andıran yaşama dayanmayı sağlayan bir koşul -tek koşul bu olmasa bile- mutlaka eşcinsellikte yatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder